31 Ekim 2025 Cuma

Eurofighter Typhoon Anlaşması

 

Eurofighter Typhoon Anlaşması: temel ihtiyaçlar militarizm çelişkisi

Mustafa Durmuş

31 Ekim 2025


Bir yandan M16 İngiliz Gizli Servisinin Başkanının da adının geçtiği (1) siyasal casusluk suçlamalarıyla muhalif bir gazeteci ve politikacı tutuklanıyor, diğer yandan 10,66 milyar dolar değerinde 20 adet Eurofighter Typhoon adlı savaş uçağının satışı için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Kein Starmer arasında Ankara’da bir anlaşma imzalanıyor.

İngiltere Başbakanlık Ofisi yaptığı açıklamada bu anlaşmayı “bir neslin en büyük savaş uçağı ihracat anlaşması” olarak nitelendirdi.  Ankara'yı ilk kez ziyaret eden Starmer ise yaptığı açıklamada, “Türkiye ile imzalanan bu tarihi anlaşma, İngiltere ekonomisi, İngiliz savunma sanayi, bu sektörde çalışan İngiliz işçiler ve NATO'nun güvenliği için bir kazançtır" diyor.

Emperyalistler ve savaş baronları için önemli bir kazanç olduğu kesin

İngiltere Hükümeti ise açıklamasında, “Türkiye ile yapılan anlaşma, İngiliz sipariş defterine büyük bir ivme kazandırdı. Bu anlaşma, neredeyse 20 yıldır yapılan en büyük savaş uçağı anlaşması ve Warton Üretim Hattını kurtardı. Avrupa’nın iki ucunda yer alan İngiltere ve Türkiye, günümüzün zorluklarının üstesinden gelmek için hayati öneme sahiptir ve bu anlaşma, tehditleri caydırırken ve ulusal çıkarlarımızı korurken silahlı kuvvetlerimizin daha da yakın iş birliği içinde çalışmasını sağlayacaktır” diyor.

Bu açıklama, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Arap Körfezi ülkelerine yaptığı geziden birkaç gün sonra geldi. Erdoğan bu gezide Türkiye’nin Umman ve Katar’dan kullanılmış Eurofighter Typhoon Jetleri satın almak için müzakere halinde olduğunu söylemişti. Türkiye, yerli olarak geliştirilen beşinci nesil KAAN savaş uçağı operasyonel hale gelene kadar filosunu güçlendirmek için geçici bir önlem olarak düzinelerce Eurofighter ve diğer gelişmiş jetleri satın almayı hedefliyor. Bu uçaklar, yerli üretim motorlarla veya F-16 savaş uçağına da güç sağlayan ithal motorlarla uçacaklar. (2)

Anlaşma, iki ülke arasında temmuz ayında İstanbul'da düzenlenen Uluslararası Savunma Sanayii Fuarında imzalanan ve toplam 40 adet dördüncü nesil savaş uçağına ilişkin Mutabakat Zaptı'nı da (MoU) kesinleştiriyor.

Uçakları üreten konsorsiyum

Airbus, BAE Systems ve Leonardo adlı uluslararası şirketler tarafından oluşturulan konsorsiyumda dolaylı olarak İtalya, İspanya, Almanya ve İngiltere hükümetleri temsil edildiğinden bu ülkelerden bazılarının başbakanları söz konusu bu satışta aktif rol oynadılar.

Nitekim Almanya Başbakanı Friedrich Merz, Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında Türkiye'nin Eurofighter jetlerini satın almasını tüm NATO ortaklarının güvenliğine bir katkı olarak değerlendirdi: “NATO ortakları olarak Almanya ve Türkiye ortak güvenlik çıkarlarını paylaşıyor. Hem Ankara hem de Berlin şu konuda hemfikir: Rusya'nın eylemleri tüm Avrupa-Atlantik güvenliğini tehdit ediyor.” (3)

Kısaca, bu anlaşmadan emperyalist İngiliz devleti başta olmak üzere, savaş uçaklarının yapımında yer alan konsorsiyumun diğer üyeleri olan İtalyan, Alman ve İspanyol emperyalizmi ve savaş baronları son derece memnun. Çünkü bir kalemde yaklaşık 11 milyar dolarlık bir silah satışı pek rastlanan bir şey değil. Özellikle de durgunluk içindeki ekonomilerini canlandırmaya yarayabilecek bir fırsat.

Öyle ki İngiltere Başbakanı bu anlaşmanın kendi savaş sanayilerini kurtardığını, aynı zamanda ekonominin, askeri sanayi karması sektörün, burada çalışan işçilerin ve emperyalizmin çatı örgütü olan NATO’nun yararına olduğunu açıkça söylüyor.

Ya bizim yararımız?

Peki bu anlaşmaya imza atarak yaklaşık 11 milyar doları (bu uçakların yıllık bakım ve revizyon maliyetleri hariç) göze alan siyasal iktidar da bu anlaşmanın ülke ekonomisi, işçi sınıfı ve Türkiye toplumunun yararına olduğunu söyleyebiliyor mu?

İktidar, jeopolitik gerilimleri ve sürmekte olan savaşları gerekçe göstererek “ulusal güvenliğimizin sağlanması için bunun yapılması gerektiğini” ileri sürebilir. Nitekim dünyanın genelde bir silahlanma artışına yöneldiği günümüzde bu değerlendirme kısmen doğru da olabilir.

Örneğin, “Avrupa'nın 2030 Savunma Yol Haritası”, diktatörlük ve küresel savaşın temellerini atıyor. Diğer bir deyişle, AB, ekonomik ve jeostratejik çıkarlarını ABD’den bağımsız olarak sürdürmek için dünya çapında bir savaşa hazırlanıyor. Raporda, “geleneksel müttefikler ve ortakların odaklarını dünyanın diğer bölgelerine kaydırdığı” açıkça belirtiliyor ve “Avrupa'nın savunma duruşu ve yeteneklerinin, savaşın değişen doğasına uygun olarak yarının savaş alanlarına hazır olması gerektiği” sonucuna varılıyor. (4)

Ayrıca böyle bir büyük alım Türkiye’nin Avrupa devletleriyle arayı düzeltmek için verilmiş bir taviz olarak da değerlendirilebilir. Böylece bu devletlerin Türkiye’deki siyasal iktidara olan ekonomik ve siyasi desteklerinin sürmesi bekleniyor olabilir.

Alternatif maliyet

Ancak meselenin bir de başka boyutu var: her harcamanın bir alternatif maliyeti olduğu gibi bu tür büyük askeri harcamaların da bir alternatif maliyeti var.

Öncelikle, Türkiye 2017 yılında, Rusya ile ilişkileri düzeltmek için de 2,5 milyar dolar karşılığında S-400 füze savunma sistemini Rusya’dan satın aldı ancak bu durum ABD ve NATO ile ilişkilerde soruna neden olduğu için bu sistemin kurulması sürüncemede kaldı.  Bugün bu füzeler için harcanan paranın israf niteliğinde olduğu genel olarak kabul ediliyor.

İkinci olarak, 10,66 milyar dolar Türkiye ekonomisinin ilk 8 ayda verdiği cari açığın yüzde 68’ine denk düşüyor. Cari açığın hep sorun olduğu bir ülkede bu sorunu daha da büyütecek işlemlere başvururken daha dikkatli olmak gerekiyor.

Eğer bu para çok zenginlerin vergi cennetlerinde tuttukları onlarca milyar dolarlık servetlerinden ya da çok zenginlerden alınacak bir servet vergisiyle ödenecekse sorun olmayabilir. Ama bunun böyle olmayacağını biliyoruz. Bu para kamu bütçesinden ödenecek ve bunu da her zaman olduğu gibi halklarımız verdiği vergilerle karşılayacak.

Üçüncü olarak, basit bir hesapla; 11,66 milyar dolar 476 milyar TL yapıyor. Peki gelecek yıl iktidar bloku Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerini nasıl dağıtacak? Bu sorunun cevabı 2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Gerekçesinde mevcut. Aşağıdaki grafik bu amaçla hazırlandı.



Yani;

Gelecek yıl 1 trilyon 179 milyar TL olan Savunma Bütçesi, bu anlaşma ile 1 trilyon 655 milyar TL’ye çıkacak. Aynı yıl  Sosyal Güvenliğe ayrılan bütçe 1 trilyon 822 milyon TL; Temel Eğitim Bütçesi 1,0 trilyon TL; Tarım Bütçesi 458 milyar TL; Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma Bütçesi 362 milyar TL; Ailenin Korunması Bütçesi 22 milyar TL; Bölgesel Kalkınma Bütçesi 8 milyar TL; Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi Bütçesi 171 milyar TL; İnsan Hakları Bütçesi 933 milyon TL; Kadının Güçlenmesi Bütçesi 8 milyar TL; Kırsal Kalkınma Bütçesi 61 milyar TL; İstihdam Bütçesi 311 milyar TL; Koruyucu Sağlık Bütçesi 407  milyar TL; Hukuk ve Adalet Bütçesi 391 milyar TL; Gençlik Bütçesi 11 milyar TL; Çocukların Korunması ve Gelişiminin Sağlanması Bütçesi 55 milyar TL; Bağımlılıkla Mücadele Bütçesi 15 milyar TL ve Engellilerin Toplumsal Hayata Katılımı ve Özel Eğitim Bütçesi 250 milyar TL; Yüksek Öğretim Bütçesi 681 milyar TL ve Hayat Boyu Öğrenme Bütçesi 42 milyar TL  olacak. Bu tablo ayrıca yoruma gerek bırakmadan kendini çok iyi anlatmıyor mu?

Buna bir de önümüzdeki yıllarda merkezi yönetimin yapacağı dış borç ana para ve faizlerini eklediğimizde sıkıntı daha da büyüyor. Çünkü Hazine ve Maliye Bakanlığına göre önümüzdeki 10 yıl içinde 119,891 milyar dolar anapara ve 47,851 milyar doları faiz olmak üzere toplam 167,741 milyar dolar dış borç ödemesi yapılacak. (5)

Sonuç

Bu anlaşma her ne kadar bir ekonomik alışveriş anlaşması gibi görünse de bunun çok ötesinde sonuçları olacak bir anlaşmadır.

Bu anlaşma, her şeyden evvel ülkenin kaynaklarının nereye harcanacağının asıl olarak; siyasal rejimin karakteri, emperyalizme olan bağımlılığı ve emek-sermaye güç ilişkisinde hangisinin güçlü olduğu tarafından belirlendiğini kanıtlıyor.

“Mali disiplin” adı altında halkın temel ihtiyaçları dahi kısılırken, kaynakların ağırlıklı olarak askeri amaçlar için harcanması, iktidarın olduğu kadar muhalefetin de üzerinde ciddi bir biçimde düşünmesi gereken bir konudur.

Dip notlar.

(1)  https://t24.com.tr/haber/casusluk-sorusturmasinda-ingiltere-istihbarat-elemani-oldugu-iddia-edilen-huseyin-gun-un-telefon-rehberi-cia-mi-6-mossad (27 Ekim 2025).

(2)  https://breakingdefense.com/2025/10/turkey-inks-deal-for-20-eurofighter-typhoon-jetss (27 October 2025).

(3)  https://tr.euronews.com/my-europe/2025/10/30/merzin-ankara-ziyareti-israil-konusunda-erdoganla-gorus-ayriliklar (30 October 2025).

(4)  https://www.wsws.org/en/articles/2025/10/25/ptfo-o25.html?pk_campaign=wsws-newsletter&pk_kwd=wsws-daily-newsletter (25 October 2025).

(5)  2026 Yılı Bütçe Gerekçesi, Ekim 2025, s. 336.

 

 

23 Ekim 2025 Perşembe

Torba Yasa

Yeni vergi ve prim düzenlemeleri: Vergi ve prim gelirleri artırılıyor, vergide adalet bir başka bahara!

Mustafa Durmuş

23 Ekim 2025


Toplam 36 maddeden oluşan ‘Vergi Kanunları ile Bazı Kanunlarda ve 631 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi' nin görüşmelerine 22 Ekim tarihinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda başlandı. Kanun Teklifinde vergi düzenlemeleri dışında sosyal güvenlik alanında yapılan düzenlemeler de bulunuyor.

Toplamda 350 milyar TL’lik bir gelir hedefleniyor

Yapılan etki analizine göre bu düzenlemelerle, 200 milyar TL'nin üzerinde ek bütçe geliri, 150 milyar TL de tasarruf öngörülüyor. Gelirler tarafında, işveren prim oranının 1 puan artırılması 2026’da yaklaşık 111 milyar TL, prime esas kazanç üst sınırının asgari ücretin dokuz katına çıkarılması 63,7 milyar TL ek gelir sağlayacak. Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’na iç borçlanma yetkisi verilmesiyle taşınmaz satışları ve maliyet tasarruflarından 24,6 milyar TL gelir öngörülüyor. Mesken kira gelirlerindeki istisnanın sınırlandırılması 2027’de yaklaşık 22 milyar TL ek gelir getirecek. Araç alım-satım işlemlerinde noter harcı alınması ise 2026’da 13,1 milyar TL gelir yaratacak.

Giderler tarafında ise malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları işveren prim teşvikinin 4 puandan 2 puana indirilmesi 97,6 milyar TL, genç girişimci teşvikinin kaldırılması ise 11,7 milyar TL tasarruf sağlayacak. Belediyeler ve il özel idarelerinin paylarından yapılan kesintilerin artırılması, Cumhurbaşkanının yetkisini kullanması halinde yıllık 12 milyar TL ek tasarruf sağlaması bekleniyor. (1)

Teklifte neler var?

Kanun Teklifi ile vergi mevzuatında; “vergi dışında kalan alanların kapsama alınması”, “bazı istisnaların kaldırılması”, “kayıt dışılıkla etkin mücadele edilmesi” ve “vergi adaletinin güçlendirilmesi”nin amaçlandığı ileri sürülüyor.

Gelir Vergisi Kanunu kapsamındaki bazı istisnalar kaldırılıyor

*Mesken kira gelirlerinde gelir vergisi istisnası uygulamasının kapsamı daraltılıyor:

Mesken kira gelirlerindeki vergi istisnası kaldırılıyor, bundan böyle sadece emekli, malul, dul ve yetim aylığı alanlar bu istisnadan yararlanmaya devam edecek. (Madde 1- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026).

*Kiraya verilen konutlar dolayısıyla yapılan ve bunlara sarf olunan borçların faizlerinin gayrisafi kira hasılatından indirimine son veriliyor:

Vergi adaletini sağlamak iddiasıyla, konut dışı kiralamalarda kullanılan kredilere ilişkin faizlerin gider olarak indirilmesine son veriliyor. (Madde 2- Yürürlük Tarihi: 2025 Yılı Gelir ve Kazançlarına Uygulanmak Üzere- Kanun Yayım Tarihi). Buna göre, konutlar hariç olmak üzere kiraya verilen mal ve haklar dolayısıyla yapılan ve bunlara sarf olunan borçların faizleri ile konut olarak kiraya verilen bir adet gayrimenkulün iktisap yılından itibaren 5 yıl süreyle iktisap bedelinin %5’i indirilebilecek. Bu hüküm, 2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere düzenlemenin yayımı tarihinde yürürlüğe girecek.

Bir başka anlatımla, uzun vadeli konut kredisi kullanarak satın aldığı gayrimenkulleri kiraya verenlerin, bu krediler için ödediği faizleri kira gelirlerini beyan ederken gider olarak indirme imkanına sahip olmaları nedeniyle, kiraya verilen gayrimenkulü kredili veya kredisiz alan kişiler arasında vergi yükü açısından ortaya çıkan farklılığın ortadan kaldırılması amaçlanıyor. Böylece tasarrufların üretken yatırımlara yönlendirilmesi ve servet edinimi için katlanılan borç giderlerinin vergiye tabi gelirin tespitinde gider olarak dikkate alınmak suretiyle vergi matrahında neden olduğu erozyonun da önlenmesi hedefleniyor.

*Gerçek bedeli yakalamak

Gayrimenkul satışlarında gerçek bedelin beyanını teşvik etmek amacıyla, eksik beyan durumunda uygulanan ceza oranı bir kat artırılıyor. (Madde 7-Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi). Böylece tapuda yapılan işlemden sonra, emlak vergisi değerinden daha düşük bir bedel üzerinden harç ödendiğinin veya beyan edilen devir ve iktisap bedelinin gerçek durumu yansıtmadığının tespit edilmesi halinde aradaki farka isabet eden harcın tarh edilmesinde, vergi zıyaı cezası %25 yerine “bir kat” (%100) şeklinde uygulanacak.

Sermaye kesimine tanınan bazı istisnalar kaldırılıyor:

*Serbest yatırım fonlarının istisnaları kaldırılıyor

Bilindiği üzere, sürekli olarak portföyünün en az %51'i Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinden oluşan yatırım fonlarının bir yıldan fazla süreyle elde tutulan katılma paylarının elden çıkarılmasında tevkifat uygulanmıyor ve bu katılma paylarından elde edilen gelirler için beyanname de verilmiyor.

Bu teklifle, bu teşviki kötüye kullandığı tespit edilen bazı serbest yatırım fonlarının ortaya çıkması nedeniyle, bir yıl elde tutma şartına bağlı vergi istisnası kaldırılıyor. (Madde 4- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi). Teklifle portföyünün en az %51'i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan bazı serbest fon yatırımcıları, yatırımcılar tarafından bir yıldan fazla süreyle elde tutulan katılma paylarından elde edilen gelirlere ilişkin gelir vergisi istisnası kaldırılıyor.

Daha açık bir biçimde, sürekli olarak portföyünün en az %51’i Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonlardan, katılma payları sadece nitelikli yatırımcılara satılabilen, Türkiye Elektronik Fon Alım Satım Platformu’nda (TEFAS) işlem görmeyen ve fon portföyüne alınacak varlık ve işlemlere ilişkin herhangi bir oransal sınırlamaya tabi olmayanlar için bir yıllık elde tutma süresine bağlı tevkifat istisnası uygulanmayacak. Bunların dışında kalan, sürekli olarak portföyünün en az %51’i Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonların katılma payı sahipleri ise söz konusu istisnadan yararlanmaya devam edecek.

Bazı harçlardan muafiyetler kaldırılıyor:

*İkinci el araç satışlarında noter harç muafiyeti sona eriyor.

Araç satışlarında, noterler satış bedeli üzerinden binde 2 oranında, en az 1.000 TL olmak üzere harç tahsil edecek. (Madde 8- Madde 12- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihini İzleyen Ayın Başı).

Vergi tabanını genişletme düzenlemeleri:

Bazı ruhsat ve yetki belgeleri için (örneğin kuyumculuk, taşınmaz ticareti, özel sağlık kuruluşları) yıllık harç uygulaması hayata geçiriliyor. (Madde 10- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026).

Kanun teklifiyle, mevcut durumda harca tabi olmayan ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşları ile ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait belgeler, veteriner hekim muayenehane ve poliklinikleri ile hayvan hastanelerine verilen ruhsatlar ve kıymetli madenler kuruluş ve faaliyet izin belgeleri, kuyum, ikinci el motorlu kara taşıtı ve taşınmaz ticareti yetki belgeleri ile ticari havayolu ve genel havacılık işletme ruhsatlarından yıllık harç alınacak. Mevcut durumda sadece ruhsat alımında harca tabi hususi hastaneleri ve laboratuvarları açmak için düzenlenen ruhsatnameler ile turizm müessesesi işletme belgelerine ilişkin harç yıllık alınacak. Buna göre, her yıl için kuyum ticareti ile iştigal edilebilmesi için şubeler dahil kuyum işletmeleri adına düzenlenen yetki belgelerinden 30 bin TL, ikinci el motorlu kara taşıtı ticaretiyle iştigal edilebilmesi için şubeler dahil işletme adına düzenlenen yetki belgeleri ile taşınmaz ticaretiyle iştigal edilebilmesi için şubeler dahil işletme ve sözleşmeli işletmeler adına düzenlenen yetki belgelerinden 20 bin TL alınacak.

Özel hastane açma ruhsatnameleri ile laboratuvarlara ait ruhsatnameler de her yıl için alınacak. Laboratuvarlara ait ruhsatnameler arasına özel gıda kontrol laboratuvarlarına verilen kuruluş izin belgeleri de eklenecek. Ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşlarına ait ruhsatnameler kapsamında her yıl için muayenehane uygunluk belgesi 20 bin TL, özel poliklinik ruhsatnamesi 30 bin TL, özel tıp merkezi ruhsatnamesi 50 bin TL olacak. Ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait ruhsatnameler çerçevesinde ise her yıl için alınacak bedel, ağız ve diş sağlığı muayenehanelerinden 20 bin TL, ağız ve diş sağlığı polikliniklerinden 30 bin TL, ağız ve diş sağlığı merkezlerinden 40 bin TL, ağız ve diş sağlığı hastanelerinden 40 bin TL olacak.

Bu harçlar, büyükşehir belediyesi olan illerde, bir önceki takvim yılının son günü itibarıyla TÜİK tarafından yayımlanmış son verilere göre nüfusu 30 bini geçmeyen ilçeler hariç olmak üzere, bir kat artırımlı uygulanacak. Turizm müessese belgeleri kapsamında birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıf turizm müessesesi işletme belgelerine ödenen harçlar da yıllık alınacak. Hayvanların muayene edildiği, hastalıklarının teşhis ve tedavilerinin yapıldığı muayenehane ve poliklinikler ile hastanelere verilen ruhsatnameler kapsamında alınacak harç bedeli, her yıl için veteriner hekim muayenehane ruhsatı 10 bin TL, veteriner hekim poliklinik ruhsatı 20 bin TL, hayvan hastanesi ruhsatı 40 bin TL olarak uygulanacak.

Harç bedeli, kıymetli maden rafinerileri kuruluş izin belgeleri 7 milyon 500 bin TL, kıymetli maden rafinerileri faaliyet izin belgeleri her yıl için 7 milyon 500 bin TL, kıymetli madenler aracı kurum ve kuruluşları faaliyet izin belgeleri her yıl için 5 milyon TL olacak.

Hava yolu ve genel havacılık işletme ruhsat harçları da düzenleniyor. Buna göre, her yıl için alınacak harç bedeli, tarifeli ve tarifesiz seferlerle yolcu ve yük taşımacılığı yapacak hava yolu işletmelerine verilen ruhsatlarda 2 milyon TL, sadece tarifesiz seferlerle yolcu ve yük taşımacılığı yapacak hava yolu işletmelerine verilen ruhsatlarda 1 milyon 500 bin TL, tarifeli ve tarifesiz seferlerle sadece yük taşımacılığı yapacak hava yolu işletmelerine verilen ruhsatlarda 1 milyon TL, hava taksi işletmesi ruhsat harcında 500 bin TL, genel havacılık işletme ruhsatında 100 bin TL olarak uygulanacak. (2)

Bireysel Emeklilik Sistemine (BES) devletin katkısı değişiyor

Sistemin etkinliğini artırmak için BES'teki devlet katkısı oranını artırma veya azaltma yetkisi Cumhurbaşkanına veriliyor. (Madde 16- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi). Teklifle, Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu’na göre, işveren tarafından ödenenler hariç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı katılımcılar ile Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun ilgili hükmü kapsamındaki katılımcılar adına bireysel emeklilik hesabına ödenen katkı paylarının %30’una karşılık gelen tutar, şirketler tarafından emeklilik gözetim merkezine iletilen bilgiler esas alınarak devlet katkısı olarak emeklilik gözetim merkezince hesaplanacak. Teklifle Cumhurbaşkanı’na, bu oranı %50’sine kadar artırma, sıfıra kadar indirme yetkisi veriliyor.

Ek borçlanma yetkisi veriliyor

Deprem harcamaları ve 2025 bütçesinden kaynaklanan artan finansman ihtiyacını karşılamak amacıyla, Hazine’nin 2025 yılı borçlanma limitine 595 milyar TL ek borçlanma yetkisi veriliyor. (Madde 17- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi).

Öngörülen SGK düzenlemeleri

Teklifte ayrıca, sigorta prim tahsilatlarını artırmak amacıyla, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda yapılması öngörülen bazı düzenlemeler yer alıyor:

▪İmalat dışı sektörlerde işverenlere sağlanan Hazine prim teşvikleri azaltılırken, genç girişimci prim desteği tamamen kaldırılıyor. (Madde 20- Yürürlük Tarihi: 2026 Yılı Ocak Ayı Başında). (Daha önce 4 puanlık indirim 5 puan olarak uygulanmaktaydı). Ayrıca genç girişimcilere bir yıl süreyle sağlanan prim desteği sonlandırılıyor.

▪Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları işveren prim oranları %11’den %12’ye yükseltiliyor.  

▪Kısmi süreli çalışanlar ve ev hizmetleri gibi bazı grupların MYÖ sigorta prim oranı yükseltiliyor. İsteğe bağlı sigorta, tarım işçileri, kısmi süreli çalışanlar ve ev hizmetlerinde 10 günden az çalışanların malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları prim oranları %20’den %21’e çıkarılıyor. (Madde 19- Yürürlük Tarihi: 2026 Yılı Ocak Ayı Başında).

▪5510 sayılı Kanunun 82’nci maddesinde yapılan değişiklikle, prime esas günlük kazanç üst sınırı asgari ücretin 7,5 katından 9 katına çıkarılıyor.

▪Emeklilik prim oranının işveren hissesi 1 puan artırılıyor.

▪Sigortalılar arasında eşitliği sağlamak gerekçesiyle askerlik hizmetinin borçlanma prim oranı %32’den %45’e çıkarılıyor. (Madde 33- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026).

▪BAĞ-KUR primlerinin ödenmemesi nedeniyle durdurulan sigortalılık sürelerinin ihya prim oranının %45 olarak belirleniyor. Kanun teklifiyle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda değişikliğe gidilerek durdurulan sigortalılık süresinin ihya maliyetinin, yasal süresinde ödenen prim maliyetinden yüksek tutularak sigortalıların primlerini yasal süresinde ödeme alışkanlığının artırılması ve prim tutarlarını zamanında ödeyen sigortalıların dezavantajlı duruma düşmemeleri amaçlanıyor. Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu hükümleri uygulanan sigortalılar için de borçlanma prim oranları %45 olarak alınarak sigortalılar arasında eşitlik sağlanması hedefleniyor.

*Gelir ve aylık bağlanmış olanlarda prim borçlarının gelir ve aylıklarından kesilmesi sağlanıyor

Sosyal Güvenlik Kurumundan gelir veya aylık alanların, genel sağlık sigortası primi dâhil olmak üzere prim ve prime ilişkin borçlarının, kendilerine veya hak sahiplerine bağlanan gelir veya aylıklardan %25 oranını geçmemek üzere kesinti yapılarak tahsil edilmesi düzenleniyor. (Madde 22- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026). Bunun emeklilerin durumlarını daha da güçleştireceği çok açık.

Vergi kaybına neden olacak düzenlemeler:

Katma Değer Vergisi Kanunu’nda yapılan düzenlemeye göre, yatırım izleme ve koordinasyon başkanlıklarının mülkiyetindeki taşınmazların satışı suretiyle gerçekleşen devir ve teslimler KDV’den istisna tutulacak.

UEFA organizasyonlarında Türkiye’de kazanç elde eden yabancı takımlar ile Organizasyonda görevli tüzel kişilerin kazançları Gelir ve Kurumlar Vergisinden muaf tutulacak.

Sonuç ve değerlendirme

Her ne kadar kanun teklifinin gerekçesinde öngörülen düzenlemelerin; vergi dışında kalan alanların kapsama alınması, bazı istisnaların kaldırılması, kayıt dışılıkla etkin mücadele edilmesi ve vergi adaletinin güçlendirilmesi amacıyla yapıldığı ileri sürülse de düzenlemelerin asıl olarak fiskal amaçlı yani yeni gelir yaratmak amaçlı olduğu anlaşılıyor.

Bu amaçla, vergi oranları artırılmaksızın, sırasıyla bazı meslek gruplarına “ruhsat harcı” adı altında yeni vergiler getiriliyor. Yani vergi tabanı genişletiliyor. Bazı istisnaların kaldırılması ise matrah genişletme amacıyla yapılıyor. Gayrimenkul satışlarında piyasa fiyatının altında bedel bildirilmesinin vergi ile cezalandırılması ise kayıt dışılıkla mücadele olarak ele alınabilir.

Diğer yandan bu düzenlemelerin vergilemede adaleti sağlamaya yönelik olduğu söylenemez. Öncelikle fonlara sağlanan istisna kaldırılırken, konut kiralarından elde edilen gelirin vergilendirilmesinde sağlanan istisna daraltılıyor. Bu alt-orta sınıfta yer alanların vergi yükü artacak demektir.

Kaldı ki istisnalar daraltılsa da toplamda istisna, muafiyet ve indirimlerden oluşan ve büyük bir kısmı sermaye kesimince kullanılan “vergi harcamaları” adı verilen teşviklerin boyutu 2026 yılında 3 trilyon TL’den 3,600 milyar TL’ye yükseltiliyor.

Hepsinden önemlisi vergi adaletini bozan dolaylı vergilerin ağırlığı azaltılmıyor. Oysa toplam vergi sistemi içinde üçte iki oranında bir paya sahip olan KDV, ÖTV ve harçlar gibi vergi ve benzerleri son derece adaletsizdir. Zira düşük gelirliler tarafından daha ağır hissedilir.

Dahası yüksek enflasyon zamanlarında mal ve hizmetlerin fiyatları arttığında bu vergiler de otomatik olarak arttığından halk enflasyon altında dolaylı vergiler tarafından bir kez daha ezilir. Ancak halkımız fiyatlardaki bu artışın bir kısmının vergi artışından kaynaklandığını bilmediğinden yani mali anestezi etkisi altında tepkisiz kalıyor.

Diğer yandan dolaysız vergilerin başında gelen Gelir Vergisi’nin tarife yapısı ve uygulanan vergileme usulü nedeniyle emekçiler yılın daha ilk çeyreğinden itibaren bir üst vergi dilimine giriyor.

Bu teklifte bu durumu ortadan kaldırmaya yönelik (dik artan oranlı bir tarife düzenlemesi ve verginin hesaplanma yönteminin değiştirilmesi gibi) düzenlemeler mevcut değil. Oysa on milyonlarca ücretli emekçinin beklentisi tam da bu düzenlemelerin artık hayata geçirilmesidir.

Keza vergi düzenlemelerinde çok zenginlerden alınabilecek bir servet vergisinden hiç söz edilmiyor.  

Son olarak, yapılacak vergi düzenlemelerini kamu harcama reformu ile birlikte düşünmek gerekir. Devlet başta lüks nitelikte ve ekonomik olarak verimsiz, israf niteliğindeki faiz ve güvenlik-otoriterleşme harcamalarını kısmadığı sürece yani kamu harcamalarının dağılımında bir adalet sağlanmadığı sürece vergi düzenlemesi ne kadar gelir yaratıcı olursa olsun toplumsal bir fayda sağlamayacaktır.

Dip notlar:

(1(1) https://www.odatv.com/guncel/200-milyar-liralik-yeni-vergi  (22 Ekim 2025).

(2(2) Vergiye Yönelik Düzenlemeleri İçeren Kanun Teklifi – Açıklamalar, Alomaliye.com.tr (17 Ekim 2025).

8 Ekim 2025 Çarşamba

Otokrasiden çıkış dersleri (v)

 

İşçi sınıfı ve Demokrasi Cephesi

Otokrasiden çıkış dersleri (v)

Mustafa Durmuş

8 Ekim 2025


Daha önceki yazılarımızda, ülkedeki gelir dağılımı eşitsizliği ve derin yoksulluk gibi ekonomik sorunların dışında, en önemli iki siyasal sorunun; bölgedeki jeopolitik gelişmelerden kaynaklı olarak ülkede her an yeniden patlayabilecek olan bir savaşın, dolayısıyla da barış masasının bir kez daha devrilme olasılığının ve aynı zamanda ülkede giderek baskısını artıran aşırı sağ bir otokrasinin altını çizmiştik.

Daha da kötüsü barış ve demokrasi konuları ülkedeki İktidar Bloku tarafından birbirine karşı kullanılıyor. Adeta “barış istiyorsanız demokratikleşmeyi unutun” deniliyor.

İktidar Blokunun tuzakları

Böylece ülkenin ana muhalefet partisi CHP kriminalize edilerek ülkenin üçüncü büyük partisi konumundaki DEM Parti ile yan yana gelmesi ve böylece geniş bir bir demokrasi cephesinin oluşması önlenmeye çalışılıyor.

İktidar Blokunun tuzaklarına düşmemek için barış ve demokrasi mücadelesinin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu unutulmamalı ve en geniş Demokrasi Cephesinin inşasına yönelik daha gayretli ve daha somut adımlar atılmalıdır.

Bu mücadeleyi yürütürken bir yandan barış müzakerelerini sürdürmek ve bu yönde iktidarı somut adımlar atmaya zorlamak, diğer yandan da çoğulcu-katılımcı bir demokrasiye olan ihtiyacımızı topluma anlatmak gerekiyor. Bunun için de sadece savunmacı pozisyonda değil, aynı zamanda atak yapan pozisyonda da olmalıyız.

Ayrıca otokrasi ve faşizm gibi açık diktatörlüğü geriletme mücadelesi, tıpkı dalgalı denizlerde bir gemiyi yüzdürme çabası gibi, hep tam gaz gitmek yerine sürekli su boşaltmaktan kaçınmak için, sızıntılara karşı önlem almayı da gerektiriyor.

Bu yüzden demokratik muhalefeti böldürmemek için güvensizlik oluşturabilecek söylemlerimiz, tutum ve davranışlarımız konusunda daha dikkatli olmamız ve algı yönetiminin bu denli ustaca yapıldığı bir çağda farklı biçimlerde algılanabilecek davranışlardan kaçınmamızda yarar var.

Otokrasi nasıl geriletilebilir, açık diktatörlük nasıl önlenebilir?

Otokrasiye ve açık diktatörlüklere (faşizm) karşı mücadelede işçi sınıfının önderliği esas olmalıdır ancak bu mücadele sadece işçileri ve onun sınıfsal müttefiklerini değil, tüm ezilen ve sömürülen halk kesimlerini de birleştiren bir mücadele olmalıdır. Bu kesimler, insan hakları savunucuları, entelektüeller, kadınlar, çevreciler, ezilen kimlikler, gruplar ve inançlardır.

Yani sadece işçi sınıfını değil, orta ve küçük burjuvaziyi, küçük ve yoksul köylüleri, entelektüelleri, yaşam biçimleri sorgulanan tüm kimlikleri, kısaca ekonomik ve sosyal konumları gereği tekelci kapitalizm ve siyasal İslamcı otokrasi ile çelişkilere sahip tüm sosyal katmanları örgütlemeliyiz.

İşçi sınıfı hamlamış bir atlet gibi

Bu noktada işçi sınıfının durumu elbette sorgulanmalıdır. İşçi sınıfı, muhtemelen var olduğundan bu yana tüm zamanların en kötüsünü yaşıyor. Örgütlülük düzeyi çok düşük. Büyük ölçüde aşırı sağcı partiler ve ideolojilerin etkisi altında kalmış bir sınıftan söz ediyoruz.

Diğer yandan işçi sınıfı en azından nicelik olarak varlığını koruyor, öyle ki gelişmiş ekonomilerdeki büyük çoğunluk da dahil olmak üzere dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor (4-5 milyar civarında). Dünyadaki işçi eylemlerine bakarak sınıfın tamamıyla da sessiz kaldığı ileri sürülemez. Belki işçi sınıfını “hamlamış bir atlete” benzetmek daha doğru olacaktır.

Otokrasiye ve faşizme karşı mücadelede işçi sınıfının önderliği olmalı ve işçi sınıfı kapitalizmin sosyal krizine karşı diğer sınıf ve katmanları yanına alacak bir alternatif program hazırlamalıdır. Bu programı grevler, genel grev, iş bırakma eylemleri, sivil itaatsizlik eylemleri ve daha fazlasını içeren büyük ama şiddet içermeyen eylemlerle ve mümkün olduğunca çok sayıda insanı katarak uygulamak gerekir.

Sınıfın birliği

Bu nedenle de partili, sendikalı farklılığına bakılmaksızın tüm işçileri otokrasiye karşı örgütlemek gerekiyor. Tüm görüşlerden işçilerin bu mücadeleye katılmaları sağlanmalıdır. İşçi partileri, sendikalar ve diğer kitle örgütleri ortak savunma birlikleri örgütleyerek Demokrasi Cephesinin (ya da Birleşik Cephenin) omurgasını oluşturmalıdırlar. Ayrıca bu mücadelede uluslararası işçi sınıfı örgütlerinin desteği de mutlaka sağlanmalıdır.

Kısaca artık sınıf 1960'larda ve 1970'lerin başında olduğu gibi örgütlü olmasa da ve o zamanlar var olan şey aynı şekilde geri gelmeyecek olsa da işçi sınıfının yeniden örgütlenmesi hala hayati önem taşıyor. Bugünün işçi sınıfının ne olduğu, kapitalizmin nasıl işlediği, örgütlenmenin nasıl inşa edilebileceği konusunda sarsıcı bir tartışmaya ihtiyaç var. Eğer gidişatı tersine çevirmek istiyorsak bu tartışmayı başlatmak çok önemli.

Son olarak faşizmin, emperyalizmin kapitalist sistemin bir ürünü olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle de günümüz yeni faşizminin neo-liberalizmle olan sıkı bağları göz ardı edilmeden otokrasi ve faşizm ile mücadele ederken, neo-liberalizmle de mücadele edilmelidir.

Faşizm örneklerinden çıkartılacak dersler

Gerek klasik faşizm (gerekse de yüzyılımıza ait yeni faşizm) örneklerinden çıkartılacak çok önemli dersler var:

Öncelikle, otokrasi ve faşizm hiçbir zaman yıkamayacağımız granit bir mermer gibi bir şey değildir, doğası gereği çatışmalıdır. Yani farklı içsel çelişkileri onun parçalanmasına, çözülmesine yardımcı olur. Bu bağlamda zayıflıklarını anlamak, ittifakları dağıtmak ve sendikaların desteğiyle siyasi gücü harekete geçirerek seçimleri kazanmak gerekir. Ayrıca otokrasiyi meşruiyetinden mahrum bırakmak ve İktidar Blokunun neden olduğu toplumsal zararı insanlara göstermek gerekiyor.

Ancak buradan, “faşizm kendiliğinden yok olana kadar kenara çekilip beklemenin ya da hiçbir şey yapmamanın en iyi yol olacağı” gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır. Aksine bu yapılacak en kötü şeydir zira bu tür rejimler kendiliğinde yok olmazlar, ancak mücadele edilerek yok edilebilirler.

Keza otokrasinin ve faşizmin ideolojik ve politik olarak çürümesi askeri yönden de zayıflayacağı anlamına gelmez. Bu uzun zaman alan bir mücadeleyi gerektirir. Yani bu rejimler milis terörünün yanı sıra devlet terörünü ve şiddeti kullandığından buna karşı hazırlıklı olunmalıdır.

Demokrasi Cephesi

Faşizme karşı mücadelede en geniş Demokrasi Cephesi kabaca iki temel hat üzerinde yürür: Faşizmi ideolojik ve politik olarak yenmek ve faşizmi askeri olarak yenmek.

Bu bağlamda faşizm ve anti-faşizm konusunda, sadece siyasal partiler tarafından değil, işçi sendikaları tarafından da kitlelere yönelik eğitsel malzeme hazırlanmalıdır (gazete, dergi, poster, sosyal medya, dijital içerikler, görseller, kısa videolar gibi). Özellikle de giderek yoksullaşan işçilere ve işçileşen orta sınıflara yönelik olmak üzere tekelci finans kapitalizminin savunucusu olan faşizmi eğitsel malzemelerle teşhir etmek gerekir.

Bu yönde Avrupa’da bazı örgütlenmeler söz konusudur. Alman sendika hareketi Deutscher Gewerkschaftsbund (DGB) tarafından hazırlatılan 2022 tarihli bir rapor, Avrupa işçi federasyonları ve konfederasyonları tarafından aşırı sağın tehdidine ilişkin farkındalığı artırmak için yüksek düzeyde eğitim çalışmaları yürütüldüğünü ortaya koyuyor. (1)

Faşizmin sosyolojik tabanı

Faşizmin sosyal taban olarak, açların, yoksulların geçim sıkıntısı içinde yaşamlarını sürdürenlerin, hayal kırıklığı içinde olanların ve geleceği olmadığına inanan gençlerin yöneldikleri bir hareket olduğunu unutmamak gerekir. Bu kesimleri faşizmin etkisinden kurtarıp anti faşist Birleşik Cepheye (Demokrasi Cephesi) katabilmeliyiz. Bu kesimleri en azından nötr tutabilmeliyiz.

Bu kesimlere kaypaklıkları bilinen entelektüeller de dâhildir: insanların sadece karnını doyurmak yetmez, onların yaralı ruhlarına da merhem olabilmeliyiz. Çünkü böyle dönemlerde bu kesimler kaçıp bir yerlere sığınmak ihtiyacı duyarlar. Faşist harekete katılanların sadece lümpenler değil, son derece kapasiteli ve eğitimli olanlar da olduğunu bilmeliyiz.

Bu bağlamda en geniş Demokrasi Cephesi için böyle kitlelere ulaşarak en geniş geniş kitle tabanını oluşturmanın yollarını bulmalıyız: “eğer dağ Muhammed’e gelmezse, Muhammed’in ona gitmekten başka çaresi yoktur.” Eğer kitleler bizlere gelmiyorsa biz onları bulmalıyız. Onların dilinde, onların dünyaya baktıkları pencereden onlarla konuşmalıyız. Bunu yaparken de sosyalist ideallerimizden asla vaz geçmemeliyiz. Bu anlamda bugün liberal sağ partilerin ve CHP’nin kitle tabanı, en az Kürtler, kadınlar ve gençler kadar ulaşılması gereken bir tabandır.

Faşizme karşı öz savunma haktır

Faşizm ile geçen yüzyılda İtalya’daki reformistlerin yaptıkları gibi mücadele edemeyiz. Reformistler “onlar bizi rahat bıraksınlar biz de onlarla uğraşmayalım” davranışı içindeydiler. Tam tersine şiddete karşı öz savunma oluşturmak gerekiyor. Ama bu öz savunmanın başarısızlığa mahkûm olacağı kesin olan bireysel terör biçiminde olmaması gerekiyor. Bu örgütlü sınıf mücadelesinin ortaya koyacağı devrimci bir öz savunma olmalıdır. Bu faşizme karşı fiziksel mücadele yürütmek anlamına gelir.

Kısaca işçi sınıfının öz savunma güçlerini inşa etmesi giderek önem kazanıyor. Tehlikede olan işçi sınıfının güvenliği, varlığı, hakları, istihdamı, örgütlerinin geleceğidir. Bu yüzden Demokrasi Cephesinin en önemli unsuru olarak işçi sınıfının öz savunma birlikleri şimdiden oluşturulmalıdır. Diğer yandan bu güçler ancak en geniş Demokrasi Cephesi içinde olurlarsa başarıya ulaşabilirler.

Dip notlar:

(1(1)  https://mronline.org/labor-movement-in-fight-for-its-life-against-neofascist-threat (15 September 2025).

 

6 Ekim 2025 Pazartesi

Sumud Filosu

 

Haydut İsrail devletine karşı iki farklı hükümetin iki farklı cevabı

Mustafa Durmuş

6 Ekim 2025



Geçtiğimiz haftanın küresel çaptaki en önemli konusu kuşkusuz İsrail işgali nedeniyle Gazze’de açlık çeken insanlara insani yardım ulaştırabilmek amacıyla yola çıkan Sumud Filosu’na uluslararası sularda İsrail donanmasının haydutça saldırması ve aktivistleri gözaltına alarak İsrail’e kaçırmasıydı. Dünya genelinde 44 ülkenin aktivistlerinin fiilen desteklediği, onlarca gemiden oluşan bu filo İspanya’nın Barcelona kentinden yola çıkmıştı.

Dünya ayağa kalktı

Bu saldırı dünyayı ayağa kaldırdı. Dünyanın her yerinde halklar büyük protesto mitingleri düzenleyerek buna karşı çıktılar. İsrail devletinin bir “haydut devleti” olduğu dünya kamuoyunda teşhir edilerek lanetlendi. Sadece ABD, Almanya ve Japonya hükümetlerinin kınamaktan kaçındığı İsrail devletinin bu vahşeti dünyanın geri kalan kısmı tarafından sert biçimde kınandı.

İsrail’e karşı tavır alma konusunda Arap devletleri, daha önce de yaptıkları gibi büyük ölçüde sessizliklerini korudular. ABD emperyalizmine karşı bir alternatifi gibi sunulan BRICS ülkeleri (Rusya, Çin, Hindistan gibi) ise tıpkı Türkiye gibi İsrail ile olan ticaretlerini sürdürdüler.

Emperyalizme ve siyonizme karşı gerçek mücadeleyi sosyalistler verdiler

Bu durum da emperyalizme ve siyonizme karşı asıl mücadelenin dünya halkları tarafından ve sosyalist devrimciler öncülüğünde verilebileceğini bir kez daha ortaya koydu. Nitekim 1970’li ve 1980’li yıllarda başta Türkiyeli devrimciler olmak üzere, dünyanın birçok yerinden devrimciler Filistin’e gelerek İsrail’e karşı savaştılar ve bu uğurda canlarını verdiler.

Türkiye’nin tavrı

Cumhurbaşkanı Erdoğan yardım filosuna saldıran İsrail'i “vahşilikle” suçladı ve Tel Aviv'in son eylemlerine ilişkin acil bir soruşturma başlatma sözü verdi. Diğer yandan, İsrail ile ticareti kesmek de dahil olmak üzere yaptırımlar uygulayabilir durumdayken, herhangi bir somut adım atmadı. Dahası ABD dönüşü çıkardığı bir kararname ile İsrail ve ABD’nin hedefinde olan İran’a yaptırım uygulama kararı aldı.

Böylece, 1 Ekim'de bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türkiye, İran'ın nükleer programını hedef aldı ve bu programla bağlantılı ve aralarında İran Atom Enerjisi Kurumu, Bank Sepah & Bank Sepah International, İsfahan Nükleer Yakıt Araştırma ve Üretim Merkezi, Karaj Nükleer Araştırma Merkezi, çok sayıda enerji, nakliye ve araştırma şirketinin de bulunduğu 18 İranlı kuruluş ve 20 İranlının mal varlıklarını dondurdu. (1)

Türkiye’nin bu hamlesi, İran'ın silah tedarik ağlarına yönelik yeni ABD yaptırımlarını yansıtıyor ve İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerine yönelik daha geniş kapsamlı uluslararası “geri adım” baskı kampanyasının bir parçasını oluşturuyor.

Kolombiya’nın yüz akı tavrı

Buna karşılık bir başka ülke haydut İsrail Devletiyle karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin somut bir örneğini verdi: Kolombiya.

İsrail'den, Washington'dan (hem Biden hem de Trump yönetimindeki), Yahudi toplumundan ve yerel ve küresel medyadan gelen yoğun baskı ve eleştirilere rağmen, Kolombiya'daki Gustavo Petro Hükümeti en başından beri İsrail'in Gazze'deki açık suçlarına karşı çıkmakla kalmadı, bu sözlerini sürekli olarak eyleme dönüştürdü ve bunu yaparken de dünyanın geri kalanının çoğunu utandırdı.

Öyle ki Petro Hükümeti Mayıs 2024'te İsrail ile resmi bağlarını kopardı. Ardından aynı yılın ağustos ayı sonunda Kolombiya kömürünün İsrail'e ihracatına ve İsrail silahlarının satın alınmasına yasak getirerek, soykırımın başlamasından bu yana İsrail'e tek taraflı yaptırım uygulayan ilk ülkelerden biri oldu. (2)

Kısaca, çoğu meslektaşının aksine Petro, güçlü sözlerini sürekli olarak anlamlı eylemlere dönüştürdü. Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi, İsrailli diplomatların sınır dışı edilmesi ve Kolombiya'nın İsrail ile serbest ticaret anlaşmasının askıya alınması bu adımlar arasında yer alıyor.

Latin Amerika'nın orta ölçekli bir ülkesi, dünyanın en tehlikeli haydut devletine karşı böylesine güçlü tek taraflı adımlar atabiliyorsa, başta Türkiye ve bölgedeki Arap devletleri olmak üzere, daha güçlü devletlerin neden aynı tepkiyi vermediklerini sorgulamak gerekiyor.

Özcesi, dışarıda farklı içeride farklı konuşan ama asla somut adımlar atmayan siyasal iktidarların Filistin meselesindeki tavırları ABD emperyalizmi ile sıkı bağları, iktidarlarını korumak istemeleri ve kendi sınıfsal çıkarlarıyla yakından ilişkilidir. Bunlar için katledilen, soykırıma uğratılan halklar iç politika malzemesi olmaktan öteye gitmez.

Dip notlar:

(1)  https://x.com/TheCradleMedia/status, (5 Ekim 2025).

(2)  https://www.nakedcapitalism.com/2025/10/colombias-gustavo-petro-government-once-again-shows-rest-of-world-how-to-respond-to-israels.


2 Ekim 2025 Perşembe

Cumhuriyet Halk Partisi

 

Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrasi Cephesi

Mustafa Durmuş

2 Ekim 2025


Bir tespitle başlayalım: Yargıtay’a göre, Türkiye’de kendilerine sol, sosyalist diyen siyasal partilerin tamamının üye sayısı toplamda 50 bini zor buluyor.

Dahası bu sosyalist partiler ne işçi sınıfı ne de geniş halk kitleleri içinde örgütlüler. Bunlardan bazılarının sınıf içindeki çalışmaları (takdire şayan olsa da) sonucu değiştirecek büyüklükte değil.

Bugün gündem sosyalizm değil, demokrasidir

İkinci bir tespit: Şu an verilen mücadele sosyalizm mücadelesi değil, “seçimli otokrasiden faşizm gibi bir açık diktatörlüğe dönüşmekte olan tehlikeli süreci durdurma” mücadelesidir. Trump yönetimindeki ABD emperyalizminin bu gidişatı açıktan destekliyor olması nedeniyle, acil olarak faşizmin yükselişini önlemek ve aynı zamanda kalıcı bir barışı inşa etmek için iktidarı zorlamak gerekiyor.

Kısaca anti-faşist mücadele ile sosyalizm ve devrim mücadelesini birbirine karıştırmak çok büyük bir hata. Bu hataya düşenler, kaçınılmaz olarak, ittifaklar politikasını da yanlış değerlendirirler.

Öncü?

Faşizme karşı birleşik cephenin öncüsünün sosyalist parti/hareket ve işçi sınıfının örgütleri olması elbette arzu edilir. Ancak, maalesef, sosyalistlerin bugün bunu yapabilecek yeterlilikte bir vizyonu ya da bağımsız örgütlü gücü yok.

Gerçekçi olmak gerekiyorsa; verili koşullar altında sosyalistler böyle bir cepheye öncülük etmekten ziyade, katkıda bulunabilirler. Daha ziyade uzun vadeli devrimci dönüşümlerin tohumlarını atmak ve kitlelerle buluşmak için bu kavgaya katılabilirler. Bu bağlamda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile herhangi bir örgütsel bağı ya da gönül birliği olmayan sosyalistlerin, bir yandan sosyalistlerin birliğini oluşturma çabalarını sürdürürken, CHP’nin yürütmekte olduğu mücadeleyi desteklemesi, koşulların gerekli kıldığı bir anti-faşist görevdir.

Birçoğumuz eski alışkanlıklarla gerçek değişimin tamamen sistemin dışından, üçüncü taraf hareketlerden, taban aktivizminden veya devrimci ayaklanmalardan gelmesi gerektiğini savunabiliriz ama şu anda ülkede bunun bir gerçekliği yok. Bu çerçevede antifaşist cephenin kitle tabanını oluşturma potansiyeline sahip bulunan CHP’yi (ve DEM Parti’yi) terk etmek stratejik bir hata olur. Çünkü:

İktidarı aşırı sağa teslim edemeyiz

Bu partiler parlamentoda anti demokratik düzenlemeleri engellemeye çalıştıkları gibi yerel yönetimlerde etkili siyaset yapıyorlar, halkla buluşuyorlar. Eğer demokrasi güçleri bu partilerden ve alanlardan elini çekerse, bu faşizan güçlerin ekmeğine yağ sürmek demek olur. Aşırı sağ bu alanlardaki kontrolünü daha da pekiştirir.

Merkezi yönetim ve/veya yerel yönetimler düzeyinde kararların şekillendirilmesine katılmayı reddettiğimizde ise karar alma süreçlerini tamamen demokrasiyi yok etmek isteyen aşırı sağın tekeline bırakmış oluruz.

Yani eğer merkezi ve yerel iktidar için mücadele etmezsek demokrasi karşıtı güçler bu alanları kuşatır. Çünkü aşırı sağcı otokratlar siyasi partilerden vazgeçmezler, aksine onları ele geçirirler. Bu yüzden de demokrasi güçleri olarak bizler kaçmak yerine, oralarda kalıp mücadele etmeliyiz.

Değişim sistemin içinden gelir

CHP’nin yönetimine ve kitle tabanına hâkim olan değerler bellidir. Bu değerler, devletin kurucu partisi olarak statükoyu temsil etmesi ve Kemalizm ile olan sıkı bağları ile ilişkilidir.

Böyle bir siyasal parti otoriter bir dönüşüme uğrayabilir, hatta aşırı sağ güçler tarafından ele geçirilebilir. Ağırlıklı olarak bir sermaye partisi haline dahi gelebilir, sermaye şirketlerinin, iklim değişikliği krizinin, küreselleşmenin ulusal egemenlik konusunda neden olduğu zorlukların, derin yapay zekâ odaklı otomasyon dalgalarının etkisiyle ve bu değişikliklerin yaratması muhtemel şiddetli çatışmalar bağlamında, güçlerini pekiştirmek için aşırı sağcı otoriterliğe yönelebilir. Demokrasi yanlısı güçlerin, solcuların CHP’den vazgeçmesi ise böyle bir aşırı sağa kaymayı kolaylaştırır.

Siyasal partiler sabit ideolojik varlıklar değildir

Diğer taraftan CHP’nin 19 Mart’tan bu yana yürütmekte olduğu mücadele göz önüne alındığında, bu tür partiler rahatlıkla demokrasi cephesi içinde yer alabilirler, hatta bu mücadelenin omurgasını dahi oluşturabilirler.

Bu noktada, “CHP gibi legal siyasi partileri, yeniden şekillendirilebilen iktidar araçları olarak değil de sabit ideolojik varlıklar olarak görme hatasına düşmemek gerekiyor”. Siyasal partiler politik mücadele araçlarıdır ve içinde kimlerin örgütlendiğine göre değişebilirler. Yani bu tür siyasal partiler, biz onları zorladığımızda değişebilirler. Soru, onların “iyi” ya da “kötü” olup olmadığı değil, bizim onları kontrol için mücadele etmeye istekli olup olmadığımızdır.

Sonuç olarak

Kendi bağımsız siyasal örgütlenmesini inşa etmeden böyle partilerden bütünüyle uzaklaşmak onların günahlarından bizi arındırmaz; sadece onları siyasetin en kötü figürlerine teslim eder. Gerçekçi olalım ve “barış ve demokrasi yanlısı güçler böyle partileri terk ederse ne olur” sorusunu kendimize soralım.

CHP’nin “kurtarıcı” olmadığını ama demokrasi mücadelesinde önemli bir aktör olabileceğini unutmayalım. Demokrasi mücadelesinde onu desteklemekten vazgeçersek, iktidarı da bütünüyle bize karşı kullanacak olanlara teslim etmiş oluruz.

İlerici değişim kaçarak değil, sistemi zorlayarak gelir. CHP’nin altyapısını değerlendirerek, ancak onun kontrolü altında kalmadan bağımsız sol-sosyalist bir damar oluşturalım, sosyalistlerin birliğini sağlayalım ama en geniş demokrasi cephesinde onunla birlikte savaşmaktan da vazgeçmeyelim. Unutmayalım: “ideolojik, politik etkiyi kullanmak önemlidir, etkiyi kullanmaktan kaçınmaksa yenilgiye neden olur”.

 

 

 

 

 

1 Ekim 2025 Çarşamba

Toprağımızı vermiyoruz

 

 “Toprağımızı Vermiyoruz Mitingi” ve Demokrasi Cephesi

Mustafa Durmuş

1 Ekim 2025


Muğla'da gerçekleştirilen “Toprağımızı vermiyoruz” mitingine coşkulu, kitlesel bir katılım sağlandı. Mitinge CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı, DEM Parti, TİP, EMEP, SOL Parti gibi siyasi partiler ve KESK gibi demokratik kitle örgütleri ve çevre örgütleri de destek verdiler.

Mitinge katılanlar, 7554 sayılı Torba Yasa'ya ile maden çıkartılabilmesi için binlerce zeytin ağacının kesilmesine karşı çıkarken, aslında hava, su ve toprak gibi müştereklerimize de sahip çıktıklarını ortaya koydular.

Sadece çevreci değil, aynı zamanda demokratik

Aslında eylem sadece doğaya sahip çıkmakla sınırlı değil, aynı zamanda demokrasiyi savunmakla da ilgiliydi. Çevreci bir eylem gibi görünse de bu eylem, rejimin seçimli bir otokrasiden açık bir diktatörlüğe doğru ilerlediği bir konjonktürde bunu durdurabilecek bir “demokrasi cephesinin” ya da eski jargonla “faşizme karşı birleşik cephenin” oluşturulması anlamında son derece önemli bir eylem olarak görülmelidir. Çünkü bu eylemde gençler, kadınlar, köylüler ve işçiler hep birlikte yer aldılar.

Rejimin adını doğru koymak gerekiyor!

Bugün artık Türkiye’deki rejimi “neo-liberal otoriterlik” olarak tanımlamak, özellikle de muhalefete karşı 19 Mart’tan bu yana devam eden operasyonlardan sonra, yeterli değil. Bu nedenle de rejimi “seçimli-seçimsiz otokrasi” ve/veya “yeni faşizm/geç faşizm” gibi bir açık diktatörlük olarak adlandırmak daha doğru olabilir.

Eğer karşı karşıya olduğumuz şey bir sıradan otoriterlik değil de açık bir diktatörlükse başta işçi sınıfının ekonomik-demokratik ve politik örgütleri olmak üzere, rejimle çelişkisi olan her sınıf, her kesim ve her bireyin bu olgu ile nasıl mücadele edeceği ve bunun yöntemlerinin neler olabileceği üzerinde yeniden düşünmesi ve buna göre yeni örgütlenme biçimleri arayışı içinde olması gerekiyor.

İşçi sendikalarına düşen görev

Gördüğümüz kadarıyla bu mitinge kamu emekçilerinin örgütü olan KESK dışında özel sektörde örgütlü sendikalar katılmadı. Bu nedenle, açık diktatörlüğe etkili bir şekilde karşı koyma konusunda işçi sendikalarına düşen önemli görevler olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

İşçi sendikaları ekonomik mücadelelerindeki özerkliklerinden taviz vermeksizin, toplumun diğer kesimleriyle sürdürülebilir koalisyonlar kurarak ekonomik, ekolojik ve siyasi talepleri birbirine bağlayabilir ve böylece mücadeleye öncülük edebilir. Hayatı durduracak grevler, iş bırakmaları ve genel grev gibi eylemlerle yoksul köylülere verebilecekleri bir destek hem iktidarı hem de toprağımıza, ormanlarımıza ve su kaynaklarına saldıran yerli ve yabancı sermayeyi durdurabilir.

Toplumsal Hareket Sendikacılığı

Hatta böyle bir strateji aynı zamanda işyerindeki sorunlarla ülke genelindeki demokratik gerileme arasında yeni bir köprü kurabilir ve tıpkı Tunus veya Mısır'daki demokratikleşme mücadelelerinde görüldüğü gibi, potansiyel bir toplumsal hareket sendikacılığının da önünü açabilir.

Bu çerçevede işçi sendikalarının günlük sendikal meselelerle daha geniş sosyal ve siyasal meseleler arasında net bağlar kurması gerekiyor. Bunun gerçekleşebilmesi için, merkez sol (hatta liberal sağ partiler), sosyal demokrat ve sosyalist partiler ve hareketler, demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum örgütleri ile olan iş birliği yenilenmeli, böyle iş birliği yoksa derhal oluşturulmalıdır.

Sonuç olarak

Kapalı ya da açık diktatörlüğün konsolidasyonunu önlemek acil bir gerekliliktir. Ekonominin farklı sektörlerindeki işçi örgütleri, toplumsal hareketlerle sıkı bir iş birliği içinde çalışarak, ihtiyacımız olan en geniş demokrasi cephesini oluşturmaya yardımcı olmalı ve aynı zamanda böyle bir cephe içinde neo-liberalizm karşıtı bir öncü oluşum yaratmalıdır.

Böyle bir oluşum, sadece müzakerelerle (yaklaşan asgari ücret müzakereleri ve bütçe süreci gibi) ilgili çalışmalarda değil, aynı zamanda kitlesel doğrudan eylemlerde ve seçim kampanyalarında da öncülük edebilir ve iletişim kuramadığımız milyonlarca insanı da kapsamasını sağlayabilir.

Özetle, geçen yüzyılda olduğu gibi faşizm ile mücadelede reformistlerin düştüğü hataya düşmemek gerekiyor. Çünkü o dönemin reformist partilerine göre, “işçi sınıfı faşizmle kavga etmek işini üstlenmemelidir zira başarısız kalır. Kenara çekilmeli ve mütevazı bir biçimde ve sessizce beklemeli, burjuva sınıf egemenliğinin kaplan ve aslanlarını provoke etmemelidir. Sabırla, demokratça yol ve reformlarla ne kazanacağını hesaplamalıdır”.

CHP’nin şu an ki görüntüsü, taktir edilecek bir tarzda, kenara çekilmek ve seyretmek biçiminde değildir. Çünkü ülke genelinde 60’a yakın kitlesel miting düzenleyerek bu kavgayı sürdürmeye çalışıyor.

Ancak bu mücadelede CHP’yi yalnız bırakmamak için başta işçi sendikaları olmak üzere tüm ekonomik- demokratik sınıf ve kitle örgütlerinin ve DEM gibi siyasal partilerin bu mücadeleye daha açık ve daha aktif olarak katılması da gerekiyor.

Çünkü bu artık herkesi ilgilendiren bir demokrasi mücadelesidir. Bu sağlandığında kötü gidişatı tersine çevirmek mümkün olabileceği gibi sadece demokratikleşme değil de kalıcı bir barış da sağlanabilecektir.