20 Kasım 2024 Çarşamba

Asgari ücret

 

Sermaye işçilere açlık sınırının altında bir asgari ücreti layık görüyor!

Mustafa Durmuş

21 Kasım 2024


Cumhurbaşkanı, “emeklimizi, memurumuzu, asgari ücretlimizi, toplumun hiçbir kesimini enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyor. Hazine ve Maliye Bakanı da hemen hemen aynı sözcüklerle, “halkı enflasyona ezdirmedik, bundan böyle de ezdirmeyeceğiz” diyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı ise, “bu yılın ilk altı ayında ekonominin yüzde 3,8 büyüdüğünü, dezenflasyonun işlediğini, seneye enflasyonun daha düşeceğini ve böylece emekçilerin rahatlayacağını” müjdeliyor.

Enflasyon canavarı (!)

“Enflasyonu halkı ezen bir canavar” olarak tanımlamak sadece bu ezme işinden sorumlu olanları  gizlemeye hizmet eder.  İktisadi bir olgu olan enflasyon vatandaşı ezmez, ezemez. Çünkü enflasyon tıpkı yoksulluk gibi, sadece bir sonuçtur.

Vatandaşı ezen; ücretli emek sömürüsüne dayalı bu adaletsiz kapitalist düzen ve bu düzenin temel siyasal aparatı olan devleti yöneten AKP’nin emek karşıtı ekonomi, maliye ve gelir politikalarıdır.

Kaldı ki madem vatandaşı ezdirmemek gibi bir niyet var, neden o halde sermaye ve siyasal iktidarın sözcüleri asgari ücrete yapılacak olan zammın “beklenen enflasyona göre” yapılması gerektiğini söylüyorlar?

MÜSİAD Başkanının ağzındaki bakla?

Nitekim Merkez Bankası Başkan Yardımcısı zammın beklenen enflasyona endekslenebileceğini (yani yüzde 21 civarında olabileceğini) söylerken, iktidarla hemhal olmuş iş ve sermaye çevrelerinin gözde örgütü olan MÜSİAD’ın Başkanı Mahmut Asmalı bir CNBC-e yayınında aşağıdaki gibi bir ara formül öneriyor:

“Beklenen enflasyon ile geçen yılın enflasyonu arasında bir korelasyonla asgari ücret bulunabilir. Bazı sosyal destekler de verilebilir. Türkiye’de maaşın yetmemesinin en büyük sebeplerinden biri kira. Hane halkının harcamalarının yüzde 50’den fazlası konut, enerji ve gıdadan oluşuyor. Buralarda tedbir almalıyız. Büyükşehirlerde şu anki asgari ücretle geçinmek mümkün değil. 1+1 daireye17 bin lira kira verince asgari ücretli bütün kazancını kiraya vermiş olacak. Bundan kaynaklı bölgesel asgari ücret uygulanabilir…” (1)

Daha önce IMF de benzer bir öneride bulunmuştu

Özetle Asmalı, gerçekleşen ve hedeflenen enflasyonun birlikte hesaba katılarak asgari ücrete yüzde 21 ile yüzde 44 arasında, yani kabaca yüzde 30’lar civarında bir zam yapılmasını, gerekirse işçilere sosyal yardım verilmesini öneriyor.

Bu aslında IMF’nin daha önce yaptığı öneriye çok benziyor. “Ücret zammını sınırlı tutalım, bunu devlet bütçesinden verilecek olan sosyal yardımlarla telafi edelim” diyor.

Asmalı, halkın içine düştüğü geçim sıkıntısının müsebbibinin ise ev sahipleri olduğunu ilan ediyor ve böylece üstü kapalı bir biçimde, patronlar olarak kendi yüksek kârlarının bir kısmından (daha düşük fiyatlar uygulayarak) vazgeçme niyetinde olmadıklarını açıklıyor.

Ayrıca “büyük şehirlerdeki yüksek konut kiralarının (gıda ve enerji harcamaları ile birlikte) asgari ücretlinin gelirinin yüzde 50’sinden fazlasını götürdüğünü” ileri sürerek bölgelere göre değişen asgari ücret uygulamasını da öneriyor. Yani örneğin Doğu ve Güney Doğu’daki asgari ücretin Batı’dakinden daha düşük olması gerektiğini savunuyor.

Diğer yandan işçilerin bu önerileri reddetmeleri için aşağıdaki gibi haklı nedenleri var:

Sosyal yardımlar iyidir ama…

Öncelikle, “sosyal yardımlar”, adı üstünde, düzenli olmayan- geçici olarak yapılan yardımlardır ve emekli maaşının ve kıdem tazminatının hesaplanmasında göz önüne alınmazlar. Ücret artışı yerine bu tür yardımların verilmesi işçiyi maddi olarak kayba uğratır.

Ayrıca sosyal yardımlar, “parayı işçinin bir cebinden vergi olarak alıp, diğerine yardım olarak koymak” anlamına gelir. Bu yardımlar halka dönük kamusal eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal harcamaların kesintiye uğratılmasına ya da devletin ortaya çıkacak bütçe açığını fonlamak için daha fazla borçlanmasına neden olur ki sonuçta bunun bedeli de işçilerden daha fazla vergi alınarak yine onlara ödettirilir.

Bölgesel asgari ücret mevcut sorunları derinleştirir!

İkinci olarak, bölgesel asgari ücret uygulaması, mevcut asgari ücret çıtasının çok daha altına inilmesine neden olacağı gibi, Anayasa’ya, eşitlik ve sosyal adalete de terstir.

Eşit yurttaşlığın bir türlü tesis edilemediği bir ülkede, asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılması bölgelerin halkları arasındaki yakıcı eşitsizlikleri, yoksulluğu ve bunların tetiklediği başta “Kürt Sorunu” olmak üzere, birçok sosyal ve siyasal sorunu da derinleştirir.

Kiralar İstanbul’da yüksek de Van’da düşük mü?

Kaldı ki yaklaşık 50 yıl önce terk edilen bu uygulama metalaşma ve ticarileşmenin geldiği düzey olarak ülke gerçekleriyle de uyumlu değil. Örneğin 17 bin TL asgari ücretle İstanbul’da geçinilemeyeceği gibi, Van’da geçinmek de zordur. Kiralar örneğin Van Merkez’de İstanbul’un bazı semtlerinden daha yüksektir.

Özetle, yaşamakta olduğumuz sorun sadece enflasyonun ya da yaşam maliyetlerinin yüksekliğinden değil, aynı zamanda işçi ücretlerinin çok düşük olmasından ve gelir dağılımının son derece adaletsiz olmasından kaynaklanıyor. Kayıtlı 11 milyondan fazla, kayıt dışı 3 milyondan fazla işçinin (2), adına asgari ücret denilen 17 bin liralık açlık ücreti ile kendilerini ve ailelerini geçindirmeye zorlanması bunun en somut kanıtıdır.

İşçi ücretleri seneye de açlık sınırın altında kalabilir!

Daha da önemlisi Asmalı’nın gelecek yıl için önerdiği asgari ücret artışının işçi sınıfının en az yarısını açlık sınırının altında yaşamaya devam ettirme niyetinde olması.

2025 yılında gıda enflasyonunun, TÜİK tarafından resmi olarak öngörüldüğü gibi, aylık ortalama yaklaşık yüzde 1,8 ve yıllık yüzde 22,5 olarak tahmin edilmesinden yola çıkarak hazırladığımız aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, asgari ücretin seneye açlık sınırının altına düşmemesi için yüzde 55,29 oranında artırılması, yani 17 bin TL’nin 26,432 TL’ye yükseltilmesi gerekiyor.

Eğer iktidar çevrelerinde ve medyada en çok konuşulan oran olan yüzde 30’luk bir artış söz konusu olursa, asgari ücretin seneye Şubat ayından itibaren açlık sınırının altına düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Sonuç

MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur.

Bir başka anlatımla, siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor. Örgütsüz, sınıf bilincinden uzak ve siyasal önderliğe de sahip bulunmayan, başta emekliler ve yoksul köylüler olmak üzere halkın diğer katmanlarını yanına alamayan bir işçi sınıfının bu savaşı kazanması çok zor görünüyor.

Ancak tersi de, yani örgütlü mücadele ile bu savaşı kazanmak da mümkündür. Tarihte bunun sayısız örneği mevcuttur. Son örneği ise kendilerini yüzlerce metre yerin altında madene kapatan yüzlerce maden işçisinin başlattıkları mücadeledir. Onların bu mücadelesi işçi sınıfının bütününe örnek olmalıdır.

Dip notlar:

(1)    https://www.haberler.com/ekonomi/musiad-dan-asgari-ucret-aciklamasi-18062701-haberi (19 Kasım 2024).

(2)    TÜİK, İşgücü istatistikleri III. Çeyrek (Temmuz-Eylül 2024).

13 Kasım 2024 Çarşamba

İktisat-Akademi

 

Sahi bu iktisatçıların derdi ne?

Mustafa Durmuş

14 Kasım 2024

Merkez Bankası Başkanı Yardımcısı Cevdet Akçay, IMF ve iktidarın sözcüsü gibi davranıyor ve asgari ücretin, “ileriye dönük endeksleme devreye sokularak” (1) yani “hedeflenen” enflasyon oranında (yüzde 21) artırılmasını istiyor.

Oysa bu konuda açıklama yapması hem görev tanımının içinde yer almaması yüzünden yasal değil hem de etik olarak kabul edilebilir değil.  Çünkü bu tür açıklamalar Asgari Ücret Komisyonu tarafları üzerinde baskı yaratır.

Akçay iktidarın sesi

Böylece Akçay, bu yılı yüzde 45- 50 civarında bir oranda kapatması beklenen enflasyonun şu ana kadar ücret gelirlerinde yol açtığı kaybın üstüne sünger çekilmesine yardımcı olurken, dolaylı olarak da önümüzdeki yıl da tutması mümkün görünmeyen, yani hedeflenenden çok daha yüksek çıkacak bir enflasyon gerçeği ortada iken, asgari ücret zammının yüzde 21’de kalması gerektiğini savunuyor.

Acemoğlu kimin iç sesi?

2022 yılındaki genel seçimlerin arifesinde, online yaptığı bir sunumla (İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması, 4 Aralık 2022) ana muhalefet partisi CHP için Türkiye ekonomisine ait iktisadi çözümlemelerde ve öngörülerde bulunan ve sürekli olarak verimlilik vurgusu yapan Nobel ödüllü Prof. Daron Acemoğlu ise Türkiye’deki asgari ücretin düşüklüğünün, dolayısıyla da fakirliğin nedenini işgücü verimliliğinin düşüklüğüne bağlıyor. Acemoğlu açıkça söyleyemese de işgücü verimlilikleri artmadan ücret artışları yapmanın doğru olmadığını ima ediyor. (2)

Oysa Türkiye’de yavaş da olsa işgücü verimliliğinin arttığını, reel ücret artışlarınınsa bunun gerisinde kaldığını ortaya koyan çok sayıda çalışma mevcut. Kaldı ki İstanbul Sanayi Odası’nın son anketi İSO 500 (2023) işçilerin yarattığı değeri gözler önüne seriyor.

İSO araştırması gerçeği ortaya koydu!

Buna göre, kendi sözleriyle, “2023 yılında çalışan işçi başına düşen üretimden satışlar cinsinden hesaplanan işgücü verimliliği”, İSO 500 ortalaması olarak 7,9 milyon TL olarak gerçekleşti. Bu rakam kok kömürü ve rafine petrol imalatında 93,5 milyon TL, mücevherat ve bijuteri sektöründe 83,2 milyon TL, ana metal sanayiinde 14,3 milyon TL ve motorlu taşıtlar üretiminde 8,1 milyon TL oldu. (3)

Somut bir örnek olarak, İSO 500’ün (Tüpraş’ın ardından) ikinci en büyük şirketi olarak sıraladığı ve Ford Motor Company ve Koç Holding'in eşit oranda hisse sahibi oldukları Ford Otosan şirketi 12,26 milyar dolarlık gelir ve çalışan işçi başına 580 bin dolar gelir (20 milyon TL) elde etti. Geçen yıl 32 milyar TL kâr elde eden, ancak yüzde yüz kurumlar vergisi indiriminden faydalanan şirket toplamda sadece 133, 6 milyon TL vergi ödedi (binde 4). Şirkette toplamda 21.000 işçi çalışıyor. (4)

Kısacası, eşitlikçi bir bölüşümün karşısında olan Neo Klasik İktisada iman etmiş piyasa iktisatçıları, bilerek ya da bilmeden, ekonomik krizin faturasını (olana bitene kayıtsız kalmanın dışında bu krizde hiçbir sorumluluğu bulunmayan) işçi sınıfına ve yoksul halka ödettirmenin bilimsel (!) gerekçelerini oluşturmaya çalışıyorlar.

“Marjinal Verimlilikler” safsatası

Bu iktisatçılar, üretim faktörlerinin milli gelirden aldığı payların (kâr ve ücret gibi) bu üretim faktörlerinin verimliliklerinin bir sonucu olduğunu ve gelir bölüşümünün bu kritere göre gerçekleştirilmesi halinde etkin ve adil olacağını ileri süren bir kuram olan Marjinal Verimlilikler Kuramını esas alıyorlar. Bu yolla da sermayenin emek ve doğa sömürüsü yoluyla elde ettiği kâr ve rantları meşrulaştırıyorlar.

Kısaca, sermaye sahipleri milyarlarca liralık gelir (kâr, faiz, rant biçiminde) elde ederken, kendilerini çok “verimli ve çalışkan”, diğer yandan net 17 bin TL asgari ücrete çalışan milyonlarca emekçiyi ise “verimsiz ve tembel” ilan ediyorlar.

Oysa kapitalist toplumda ücret düzeyini belirleyen faktör marjinal verimliliklerin düzeyi değil, emek ve sermaye sınıfları arasındaki mücadelede kimin daha güçlü ve belirleyici olduğudur.

İçinde yaşadığımız toplumda bu sosyal sınıflar eşit güce sahip olmadıkları gibi, devlet de tarafsız kalmadığı için, eşit koşullarda bir ücret müzakeresi de yapılamaz. İşçiler kazanımlarını büyük ölçüde bedeller ödeyerek, örgütlü mücadele ile elde ederler.

Bu duruma akademi ne diyor?

Ne yazık ki ülkemizdeki akademi çevresi tarihinin en suskun, en zavallı dönemini yaşıyor. Öyle ki, birkaç yüz akı hoca dışında;

Anayasa ihlal ediliyor ama anayasa hukukçularının ve hukuk fakültelerinin sesi çıkmıyor.

● Eğitim düzeyi yerlerde sürünüyor, okullar temizlenemiyor, öğrencilere günde bir öğün bedava yemek verilemiyor, on binlerce öğretmen atama bekliyor, on binlercesi de sözleşmeli öğretmen statüsünde en düşük ücretlere mahkûm bir biçimde acımasızca sömürülüyor ve eğitim fakültelerinin gıkı çıkmıyor.

● Halkın iradesi yok sayılarak, seçilmiş belediye başkanları derdest edilip yerlerine kayyum atamaları yapılıyor, belediye meclisleri çalıştırılmıyor ve siyaset bilimcilerin buna sesi çıkmıyor.  

● Ülkenin doğal varlıkları ve zenginlikleri, vergi gelirleri birilerine peşkeş çekiliyor ya da lüks ve şatafat içinde israf ediliyor ve ne maliyecilerin ne de iktisatçıların sesi çıkıyor.

● Ülkede emek karşıtı düzenlemeler Meclis’ten peş peşe geçiriliyor, iş cinayetleri zirve yapıyor ve çalışma ekonomisi hocalarının, iş hukukçularının ve işçi sendikalarının sesi çıkmıyor.

● Ülkede mafyatik yapılar cirit atıyor, güpegündüz insanlar öldürülüyor, ülke açık bir kumarhaneye dönüştürülmüş durumda. Bebekler kâr için özel hastanelerin yoğun bakım ünitelerinde ya da izbe gecekondularda ölüme terk ediliyorlar ama sosyologlardan ya da ceza hukukçularından ses çıkmıyor.

Şimdi ses çıkarmayacaksak ne zaman çıkaracağız?

Oysa, şimdi işçi sınıfının ve emekçi halkın yanında yer aldığını ileri süren bilim insanlarının, akademisyenlerin daha fazla görünür olmaları, adaletsiz bu sistemi teşhir etmeleri, “ekonomik krizin varlığı” ve “verimlilik düşüklüğü” gibi gerekçelerle emek sömürüsünün artırılmasına karşı çıkmaları ve eşitlikçi bir sosyo- ekonomik düzenin inşası için yol gösterici olmaları gerekiyor mu?

Özcesi, emekçilerin, halkın yanında yer alan iktisatçıların, akademisyenlerin enflasyon ve asgari ücrete yapılacak zam konusunu “beklenen-hedeflenen enflasyon, hangisi olmalı?” tartışmasına sıkıştırmadan analiz etmeleri ve daha da önemlisi yaşanabilir, çağdaş ve adil bir ücret düzeyi savunusu yapmaları gerekiyor.

Bunun için de yüzlerini sermayeye, zengine, iktidara değil; emeğe ve ezilen halka, doğaya çevirmeleri ve hakiki toplumsal ve sistemik sorunlara çözüm üretmek için çaba göstermeleri yeterlidir.

Dip notlar:

(1)      https://www.bloomberght.com/akcay-ucret-artislarinda-illa-ki-ileriye-donuk-endekslemeye-gecmeliyiz (8 Kasım 2024).

(2)      https://www.ekonomim.com/ekonomi/unlu-ekonomist-daron-acemoglu-turkiyenin-onunde-cok-kisa-bir-pencere-var-diyerek-uyardi-haberi (28 Eylül 2024); https://www.ekonomim.com/ekonomi/daron-acemoglunun-turkiyede-temel-sorun-fakirlik-aciklamasina-ekonomistlerden-tepki-haberi (13 Kasım 2024).

(3)      https://www.iso500.org.tr (13 Kasım 2024).

(4)      Ford Otomotiv Sanayi A.Ş. 2023 Yılı Kar Payı Dağıtım Tablosu (TL); https://www.visualcapitalist.com/cp/charted-carmakers-revenue-per-employee (3 March 2024).

 

 

 

 






12 Kasım 2024 Salı

Sınıf dayanışması

 

Yunanistan işçi sınıfı Filistin halkının yanında ya biz?

Mustafa Durmuş

12 Kasım 2024

(Yunan liman işçileri İsrail'e silah sevkiyatını engelliyor. Fotoğraf: Pire Liman İşçileri Sendikası, Truthdig)

Geçtiğimiz haftalarda basında Türkiye’nin İsrail’e yaptığı ihracatın Filistin’e yapılıyormuş gibi gösterilerek sürdüğü, üstelik de son bir yılda belirgin bir biçimde arttığı ileri sürülmüştü. Öyle ki Türkiye’nin Filistin'e yaptığı genel ihracat geçen yıla göre bu Eylül’de yüzde 1,075 ve ilk dokuz ayda yüzde 505 arttı. (1)

Yok edilmiş bir ekonomi nasıl ithalat yapar?

Keza Filistin, Türkiye'nin bu Eylül’de en çok demir çelik ihraç ettiği dördüncü ülke oldu. Filistin'e 45,9 milyonu Eylül’de olmak üzere dokuz ayda 66,7 milyon dolarlık demir çelik ihraç edildi. Dokuz aylık ihracatta geçen yıla göre artışsa tam 368 kata çıktı.

Oysa BM/UNCTAD raporlarına göre, başta Gazze olmak üzere Filistin, İsrail’in saldırıları yüzünden, yerle bir edildi, ekonomisi çökertildi, işsizlik ve yoksulluk görülmemiş ölçüde arttı. Öyle ki Gazze'nin milli geliri yüzde 81 oranında azalarak ekonomisini harabeye döndü. Şiddet ve ticaret kısıtlamaları Batı Şeria'nın ekonomisini ciddi şekilde felç etti. Gelir kesintileri ve azaltılmış yardımlar Filistin hükümetinin işlev görme yeteneğini felç etti. (2)

Ülkenin temel gıda malzemelerine en çok ihtiyaç duyduğu bu anlarda demir çelik gibi malzemelerin ithalatı söz konusu bile edilemezdi, kaldı ki ortada bunu finanse edecek para da yoktu.

İsrail bu ticarete niye göz yumar ki?

1 Kasım’da konuyu köşesinde ele alan gazeteci Alaattin Aktaş, kinayeli bir biçimde şu soruyu soruyordu:

“Hayırdır; hastaneleri ve okulları bile bombalayan İsrail, Filistin'in bu ithalatı, hem de Türkiye’den olan bu ithalatı yapmasına niye göz yumuyor?” (3)


Yunanistan işçi sınıfı sessiz kalmadı!

Türkiye tarafında bunlar olurken, Filistin halkı ile dindaşlık ilişkisi bulunmayan Yunanistan’ın Pire Limanı’nda önemli bir eylem gerçekleşti.

“Filistin dayanışmasını bir üst seviyeye taşımak: Yunanlı işçiler yol gösteriyor” başlıklı haberinde Simon Midgley, Yunanistan'da bu yıl 17 Ekim günü, yerel sendikaların çağrılarına yanıt veren liman işçilerinin, İsrail'in Hayfa limanına gidecek olan bir konteynerdeki 21 ton merminin sevkiyatını engelleyerek kargoyu yüklemeyi reddettiğini açıkladı.

Eylemi Konteyner Elleçleme (yükleme-boşaltma) İşçileri Sendikası (ENEDEP) örgütledi. Konteyner yüklü kamyonun durdurulmasından önce ENEDEP'in Facebook sayfasında yayınlanan açıklamada:

“Pire limanının bir savaş sıçrama tahtası olmasına izin vermeyeceğimizi yüksek sesle haykırmanın zamanı geldi... Barış için mücadele ediyoruz... Yunanistan'ın savaşa katılmasına hayır!” (4)

Sky News'te yayınlanan bir videoda işçiler konteynırın üzerine “Katiller, limandan defolun” yazdılar ve “Filistin'e özgürlük” gibi sloganlar atarak Filistin halkıyla dayanışma içinde olduklarını dile getirdiler.

Pire Limanı Sendikası Başkanı ve Tüm İşçiler Militan Cephesi (PAME) Yönetim Kurulu üyesi Markos Bekris de şu açıklamayı yaptı:

“Filistin halkının soykırımını devam ettirecek savaş mühimmatının Pire Limanı’'ndan sevk edilmesine izin vermeme kararı aldık, işçiler ellerini "Filistin halkının kanıyla" lekelemeyecekler!” (5)

Britanya'da ise, en büyük sendikalardan biri olan TUC tarafından desteklenen bir sonraki ulusal işyeri eylem günü Filistin Halkı ile Uluslararası Dayanışma Günü'nden bir gün önce yani 28 Kasım günü olarak kabul edildi.

Sonuç olarak

İsrailli ve Türk iş insanlarının yani iki ülke burjuvazisinin ticaret ve kảr söz konusu olduğunda nasıl iş birliği yapabildiği, farklı ulus, din ya da inançlara sahip olmanın kapitalist kảr karşısında nasıl önemsizleştiği açıkça görülüyor.

Ayrıca, Yunanistan’daki eylemden, ezilenin dostunun yine ezilen olduğu ve burada da farklı ulus ya da dini inançlara sahip olmanın enternasyonalist bir sınıf dayanışmasına ya da halkların dayanışmasına engel olamadığını da görülüyor. Umudu buradan büyütmek gerekiyor…

Ancak bizi üzen bir şeyler var: Türkiye işçi sınıfının, basın açıklaması ve en son Haziran ayında İstanbul İşçi Sendikaları Platformu’nun Filistin’le dayanışma eylemi düzenlemesi dışında bu konuda her hangi bir şey yapmaması, üretimden gelen gücünü kullanarak İsrail’e yapılan sevkiyatları durdurma eylemlerine girişmemesi. Bu durum işçi sendikalarının büyük ölçüde siyasal iktidarın ve burjuva ideolojisinin etkisi altında olmasından kaynaklanıyor olabilir mi?

Son olarak, işçi sendikaları benzer bir duyarsızlığı halkın seçilmiş belediye başkanlarının ve meclislerinin görevden alınarak yerlerine kayyımların atanması sırasında da gösterdiler.

Oysa demokrasinin ve barışın olmadığı bir ortamda emekçilerin en sıradan ekonomik haklarının bile tehlikede olduğunu en iyi işçilerin ve sendikaların biliyor olması gerekmez mi?

Dip notlar:

(1)    https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/filistine-yapilan-ihracattaki-rekorlari-izah-edebilen-var-mi (1 Kasım 2024).

(2)    https://unctad.org/news/economic-crisis-worsens-occupied-palestinian-territory-amid-ongoing-gaza-conflict (12 September 2024).

(3)    https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/filistine-yapilan-ihracattaki-rekorlari-izah-edebilen-var-mi (1 Kasım 2024).

(4)    https://www.counterfire.org/article/taking-palestine-solidarity-to-the-next-level-greek-workers-show-the-way (8 November 2024).

(5)    Agh.

 


7 Kasım 2024 Perşembe

ABD seçimleri, kripto para

 

Trump, kripto para ve pompalanan sahte umutlar

Mustafa Durmuş

8 Kasım 2024


ABD Başkanlık seçimleriyle başlayalım.

Donald Trump’ın yüzde 51’in üzerinde oy alarak ABD Başkanı olduğu kesinleşti. Seçmenler bu seçimde Beyaz Saray’ın dışında, ayrıca Temsilciler Meclisi ve Senato’yu da kimin kontrol edeceğini ve başta kritik vergi ve harcama politikası olmak üzere, maliye politikaları kararlarına kimlerin yön vereceğini de oyladılar. Buralarda da Trump hakimiyeti sağladı.

Bu durum sadece ABD’de değil, genelde dünyada, şaşkınlıkla olmasa da (zira beklenen bir sonuçtu), endişeyle karşılandı.

Milyarderlerin damgasını vurduğu seçim!

Aşırı sağcı-faşist karakterli, göçmen ve doğa düşmanı, İsrail gibi saldırgan devletlerin ve otoriter rejimlerin savunucusu Trump’ın yanı sıra, başta Elon Musk olmak üzere, dolar milyarderlerinin kontrolündeki bir ABD’nin ve onun güdümündeki NATO’nun dünyayı nereye sürükleyebileceğini kestirebilmek zor değil.

Seçim sonuçlarına en çok sevinenlerin başında İsrail Başbakanı B. Netenyahu geliyor. Nitekim Netanyahu’yu da kapsayan İsrail’in aşırı sağı, önde gelen tarihçilerin faşist olarak nitelendirdiği bir dolar milyarderinin iktidara dönüşünü sevinçle karşıladılar. 2024 kampanyası sırasında Trump'ın açıkça desteklediği bir soykırım savaşı olan Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail’in yıkıcı saldırısına öncülük eden Netanyahu seçim sonuçlarını şöyle yorumladı:

“Tarihin en büyük geri dönüşü için tebrikler! Beyaz Saray’a tarihi dönüşünüz Amerika için yeni bir başlangıç ve İsrail ile Amerika arasındaki büyük ittifaka güçlü bir yeniden bağlılık sunuyor”. (1)

Seçimin çoklu etkileri

Kısaca, bu gelişmenin ülke ekonomisi ve siyaseti, dünya siyaseti, ekonomisi, ticareti, jeopolitiği ve küresel finansal piyasalar üzerinde ciddi etkileri olacaktır.

Örnek olarak, eğer Kongre 2017 Vergi Kesintileri ve İstihdam Yasası'nın (TCJA) süresinin dolmasına izin verir de uygulamayı uzatmazsa, beyanname verenlerin yüzde 62’si yakında vergi artışıyla karşı karşıya kalabilir. Diğer taraftan vergi indirimlerinin uzatılmasının trilyonlarla dolarlık ilave bedeli olacaktır.

Keza hali hazırda neredeyse 1 trilyon dolara yaklaşan Pentagon’un savaş bütçesi Trump ile daha da büyürken, halka dönük sağlık harcamaları ve sosyal transfer harcamalar kısıntıya uğratılabilir.

Trump’ın dış politikası?

Trump Yönetimi’nin dış politikası ise dünya genelinde, özellikle de Suriye, Filistin ve Ukrayna gibi hassas bölgelerde ve otoriter isyanlarla ve/veya ciddi siyasi istikrarsızlıklarla karşı karşıya olan diğer ülkelerde dramatik değişimlere yol açabilir. Böylece;

İnsan hakları ve demokratik normlardan geriye gidiş söz konusu olabilir. İsrail devletine olan destek artar. Filistinlilerin sürece dahil edilmediği sözde “normalleşme” anlaşmaları gündeme getirilebilir. Filistinli kurumlara yapılan ABD yardımlarında ciddi kesintiler olur. İran’a olası bir İsrail saldırısına ABD aktif olarak katılabilir. ABD’nin uluslararası yardım, afet müdahalesi ve iklim girişimlerinde daha fazla kesinti söz konusu olabilir. (2)

Kripto para piyasası coştu!

Seçim sonuçlarının belli olmasının hemen ardından finansal piyasalar coştu. ABD doları, euro başta olmak üzere diğer ulusal paralar karşısında değer kazanırken, S&Ps 500 Endeksi yüzde 1,23 yükseldi. Temel kripto para birimi olan Bitcoin ise neredeyse 5,000 dolar birden değerlenerek (yüzde 7’nin üzerinde bir artışla) 75,000 doların üzerine çıktı.

Elon Musk'ın Cumhuriyetçilerin Beyaz Saray kampanyasındaki önemli rolü ve “şirketin önerilen vergi indirimlerinden ve kuralsızlaştırma hamlesinden faydalanacağı” beklentileriyle, Musk’ın şirketi Tesla’nın  hisseleri seçimin ardından yüzde15 yükseldi. Böylece Musk'ın net serveti 16 milyar dolardan fazla arttı. Kısaca Musk seçim kampanyası sırasında dağıttığı milyonlarca doları tek bir günde fazlasıyla geri aldı. (3)

Türkiye’de kripto para cazibesi

Bu noktada Türkiye’deki kripto para piyasası ile ilgili bir parantez açalım. Öncelikle Türkiye’nin, internet kullanıcıları arasında kripto para sahipliği açısından yüzde 21,7 ile dünyada ilk sırada yer aldığının altını çizelim (4). Dünya ortalaması ise bunun yarısından az, sadece yüzde 9,7. Uluslararası finans merkezlerinden Japonya’da ise bu oran yüzde 5,7. 



Türkiye’de toplam nüfusun yüzde 86,5’inin internet kullandığı dikkate alındığında, çok ciddi sayıda yurttaşımızın kripto para piyasasında olduğu ortaya çıkıyor.  Aslında başta üniversiteli gençler, bazı devlet memurları ve işçiler ve esnafın azımsanamayacak bir bölümünün zamanlarının önemli bir kısmını kripto para piyasasında (ayrıca borsada ve şans oyunlarında) oynayarak geçirdikleri biliniyor.

Diğer yandan dünyanın önde gelen finans merkezlerinden birine sahip olan Japonya’da bu oranın Türkiye’dekinin neredeyse dörtte biri oranında olması son derece düşündürücü.

Online kumar siteleri!

İnsanımızın sadece kripto paralar değil, aslında canlı (online) kumara da oldukça düşkün olduğu anlaşılıyor. Öyle ki Türkiye’de internet kullanıcılarının %11,4’ü online (canlı) kumar oyunlarına katılıyor. Bu oran, dünya ortalaması olan %9,4’ün 2 puan üzerinde. Türkiye, bu alanda ABD’nin dahi üzerinde (yüzde 11,1) bir yer bulmuş kendisine. (5)

İşçiler sahte umut peşindeyse…

Yakınlarda, eğitmen olarak katıldığım bir sendika temsilcisi eğitiminde, bir gün önce bir işçi temsilcisinin önce amatör ligde ve aynı gün süper ligde oynanan maçlarla ilgili olarak 9,000 TL’yi bulan bir para kaybettiğini, dahası bu tür girişimlerin diğer işçiler arasında da yaygın bir durum olduğunu öğrendiğimde doğrusu ne diyeceğimi bilememiştim.

Kripto para kazancından vergi alınmıyor!

Burjuva hukukunun kırıntısının dahi çok zor uygulandığı, sosyal adaletin olmadığı, her türden kayırmacılık nedeniyle üniversite mezunu gençlerin kamuda işe giremedikleri, ücretlerin açlık ücreti düzeyinde olduğu, toplumun üçte ikisinin yoksul olarak kabul edildiği ülkede, başta gençler olmak üzere, düşük gelirli herkes bireysel çabalarla ayakta kalmaya çalışıyor.

Buna karşılık, herkesin ikinci ya da üçüncü bir iş bulma şansının ve bunu yapma gücünün olmadığı ülkede geriye tek yol olarak kumar ve benzeri yollarla kısa zamanda zengin olabilme hayalini kurmak kalıyor.

Ayrıca bu tür manipülatif yönlendirmeler konusunda devlet önleyici tedbirler almadığı gibi, teşvik edici de olabiliyor. Öyle ki Türkiye’de kripto paralara yönelik bir vergilendirme mevcut değil. Mayıs 2024’te TBMM’ye sunulan kripto para kanun teklifinden kripto paralara vergi çıkmadığı gibi, son torba kanunda işlem vergisi alınabileceğine yönelik beklentiler de boşa çıktı. Bu düzenlemenin seneye ertelendiği açıklandı.

Mevcut haliyle kripto varlıkların alım satımından ya da izin verilen diğer kripto işlemlerinden vergi alınmıyor, sadece Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ve Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) için toplam yüzde 2 oranında bir hizmet bedeli tahsil ediliyor.

Vergilendirmek mümkün

Oysa istenirse, kripto para alım satımından elde edilen gelirler Gelir Vergisi kapsamına alınabileceği gibi, değer artışı olarak kabul edilebilir ya da dijital varlık kapsamına alınarak, GVK madde 1’de tanımlanan 7 gelir unsuruna bir “dijital varlık iradı” başlığı altında bir yenisi eklenerek, bunlardan gelir vergisi alınabilir.

Keza kripto varlıkların vergilendirilmesindeki zorluklar ve belirsizlikler ile kazancın tespiti ve denetimi alanındaki sınırlılıklar varsa, ilk planda bu belirsizlikler giderilinceye kadar, kripto varlık alım ve satımları üzerinden ayrı ayrı, bir geçiş süreci itibariyle, “işlem vergisi” alınması da bir alternatif olarak düşünülebilir. (6) Ancak şu ana kadar bunların hiçbiri yapılmadı. Aksine iktidar vergi yükünü halkın omuzlarına yüklemeye devam ediyor.

İnsanlar neden bireysel kurtuluşa yöneliyorlar?

Faizin günah, kumarın yasak kabul edildiği, bu yöndeki dini söylemlerin başat olduğu bir ülkede, faize benzer bir biçimde finans piyasalarından ya da kumar sitelerinden para kazanmaya insanımızın yönelmesinin ya da yöneltilmesinin ardındaki ekonomik, politik ve psikolojik faktörlerin açığa çıkartılması gerekiyor.

Bu yönde bir öngörümüz; doğrudan neo-liberal ideolojinin “her koyun kendi bacağından asılır”, “gemisini kurtaran kaptandır” gibi yerleşik inançları, bireyciliği daha da teşvik ederek kullanması ve bunu son 22 yıldır neo- muhafazakarlık adı altında pekiştirmesidir.

Kitlesel mülksüzleştirme, adaletsiz gelir politikaları ve emek karşıtı sosyoekonomik politikalarla sermaye sınıfına, egemenlere gelir ve servet transferi yapılırken, durumları giderek kötüleşenlere sahte kurtuluş reçeteleri sunmak konusunda bu ülkenin muktedirleri çok mahirler.

Yıllar öncesinde “Cennet’ten arsa satanların”, bugün “sadece fakirlerin Cennet’in en mutena yerinde ödüllendirilecekleri” yalanlarının yanı sıra; bu dünyada zengin olmak isteyenler de borsalara, kripto paralara, iddia ve bahis sitelerine yönlendiriliyorlar. Bu arada Milli Piyango düzenlemesinde olduğu gibi, şans oyunlarından alınan vergiyi yarı yarıya düşürerek de yandaş sermayeye daha fazla kazanç sağlıyorlar.

Bu yönelimin bir diğer nedeni de, kuşkusuz, 1989’da reel sosyalizmin çöküşünün ardından, sosyalizmin bir kurtarıcı idea olarak gözden düşmesi ve toplumsal kurtuluş yollarının (en azından) seçenek olmaktan çıkmasıyla ve işçi sendikalarının içine düştükleri yozlaşmayla ilgili bir durum.

Sonuç olarak

Nedeni ne olursa olsun bu gerçeklik, başta sosyalizm olmak üzere toplumsal kurtuluş mücadelesinin önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyor. İnsanlarımızı böyle sahte ve bireysel kurtuluş hayallerinden kurtarmadan toplumsal bir devrimi gerçekleştirebilmek mümkün gözükmüyor.

Neo-liberalizmin en önemli ayağı olan finansallaşmanın mülksüzleri getirdiği son nokta bu ve Trump’ın tekrar Başkan olmasıyla bu durum daha da kötüleşecek gibi görünüyor.

Tüm dünyada Solun, emek, demokrasi ve barış güçlerinin özellikle de son tahlilde gerici, otoriter popülizmin işine yarayan “mağdur anlatılarını içeren söylemlerden kaçınması” ve kendi ürettiği toplumsal kurtuluş hikayesini, başta manipüle edilmiş olan kesimler olmak üzere toplumun tüm kesimleriyle buluşturması, onları ikna etmesi gerekiyor.

Dip notlar:

(1)      https://www.commondreams.org/news/trump-declares-victory (6 November 2024).

(2)      https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-does-a-trump-victory-mean-for (6 November 2024).

(3)      https://www.commondreams.org/news/tesla-stock-trump-win (6 November 2024).

(4)      Dijital 2024: Global Overview Report, (January 2024) s. 181.

(5)      Agr. S. 184.

(6)      Vergi Konseyi Kripto Varlıkların Vergilendirilmesi Çalışma Grubu Raporu, 2022, Ankara, s. 15.

 

30 Ekim 2024 Çarşamba

Asgari ücret IMF

 

Asgari ücret artışı konusu “gerçekleşen-beklenen enflasyon” tartışmasına sıkıştırılmamalıdır!

Mustafa Durmuş

30 Ekim 2024


Asgari ücrete yapılacak artış tartışması bu sene de erken başlatıldı. Önce IMF, asgari ücretin enflasyonla mücadeleyi akamete uğratacak biçimde artırılmamasını buyurdu, ardından da IMF’siz IMF politikası uygulayan iktidar bu yılki zammın sınırlı tutulacağını açıkladı.

İktidar cephesinden buna gerekçe olarak enflasyonla mücadele gösteriliyor. Belli ki “enflasyon düştüğünde dar gelirlilerin durumu da düzelir” biçimindeki “ölme eşeğim ölme, yaz gelince yonca bitecek…” masalını anlatmayı sürdürecekler.

Ortak bildiri

Asgari ücret tartışmasına ilk kez, aralarında çok seçkin iktisatçı hocalarımızın da bulunduğu 118 iktisatçımız ortaklaşa yayınladıkları bir bildiri ile katıldı. Bu reaksiyonda IMF’nin yaptığı açıklama etkili olmuş olabilir.

Şahsen bu bildiriden haberim yayınlandıktan sonra oldu. Geriye dönüp araştırdığımda bir iktisatçı dostumun SMS biçiminde bildiriyi bana gönderdiğini, benim de yoğunluğumdan gözden kaçırdığımı fark ettim. Bildiriden asıl olarak yayınlandıktan sonra sosyal medya aracılığıyla haberdar oldum.

Öncelikle, bildiriyi hazırlayanların ve imzalayanların emeklerine sağlık. Ne de olsa (belki de) ilk kez akademisyen iktisatçılar kabuklarından çıkıp önemli bir konuda ortak bir ses verdi. Umarız benzer bir ses yeni anayasa tartışmaları yapılırken akademisyen hukukçulardan da çıkar.

Daha geniş bir zeminde tartışmak daha yararlı olabilirdi

Ancak bu bildiri, yayınlanmadan önce, daha geniş akademisyen-iktisatçı zemininde tartışılabilirdi ve bildiriye yapılabilecek katkılarla, daha fazla sayıda imza ila yayınlanır ve belki de daha fazla ses getirirdi. Bu şans kaçmış gibi görünüyor.

Özüne karşı çıkmadığım bildiride, emekten yana bir perspektif oluşturması açısından da aşağıda vurguladığım noktaların yer almasının çok daha faydalı olabileceğini düşünüyorum.

Bildiri asgari ücrete yapılacak artışın, özünde,  “beklenen değil, gerçekleşen enflasyona göre” yapılmasını, enflasyonla mücadelenin dar gelirlilerin üzerine yıkılmamasını, bütüncül ve yeniden bölüştürücü önlemlerin de gündeme alınmasını istiyor.

Detaylandırılması gereken talepler

Bu talepler genel olarak doğru olsa da emek perspektifinden iktisat kamuoyunda tartışılacak nitelikte talepler. Bu yüzden de detaylandırılmaları yerinde olabilir.

Öncelikle, Türkiye’de TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verileri gerçeği tam olarak yansıtmıyor çünkü enflasyon olduğundan çok daha düşük gösteriliyor. Bu konuyu her seferinde açıklamaktan ENAG’ın dilinde tüy bitti denilebilir? Bunun nedeninin asgari ücretliye, emekçiye ve emekliye yapılması gereken ücret zammının düşük gösterilmek istenmesi olduğunu biliyoruz.

İkinci olarak, TÜİK’in TÜFE olarak açıkladığı ve belli mal ve hizmetlerden oluşan sepetteki fiyat değişiklikleri, başta asgari ücretli işçiler olmak üzere (toplam ücretlilerin neredeyse yarısını oluşturuyorlar) toplumun geniş kesimlerinin gerçek yaşam maliyetlerini yansıtmaktan çok uzak.

Çünkü enflasyonun bir göstergesi olarak TÜFE aslında genel fiyat seviyesinin ve enflasyonun tam bir göstergesi değil. TÜFE'de ülke çapında 28,852 iş yeri ve 5,246 konuttan (kira) 406 madde, 913 madde çeşidi için her ay yaklaşık 608,594 fiyat derleniyor. Yani TÜFE kentli hane halkları tarafından en çok satın alınanların fiyatlarındaki ortalama değişiklikleri yakalamaya çalışıyor.

Gerçekleşen enflasyon ölçütü “iyileştirme” için yeterli değil

Üçüncü olarak, gerçekleşen enflasyon oranında ücret artışı yapmak sadece asgari ücretlilerin bu yılki enflasyon karşısındaki zararını karşılamak demektir ki bu durum bir iyileştirme değildir.

Nitekim bu yılın Ekim-Aralık aylarındaki aylık TÜFE’nin ortalama yüzde 2,60 civarında olabileceğini düşünürsek, 2024 yılında enflasyonun etkisini sıfırlayacak olan ücret artışı yüzde 39,0 olacaktır. Yani işçiler bu zamla ancak 2024 yılındaki reel kayıplarını telafi etmiş olabilecekler. Bu hesap da TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verilerinin doğru olduğu varsayıldığında doğru olabilir.

Oysa TÜİK’in Haziran ayında uzman doktor muayenesini 34 TL, yurt ücretini 457 TL, ev kirasını 5.845 TL, beyaz peynir fiyatını 147 TL ve yumurta fiyatını 2,5 TL olarak dikkate aldığı hala hafızalardadır.

Yani basında yer aldığı gibi beklenen enflasyona göre yüzde 25- 30 zam yerine, gerçekleşen enflasyona göre yüzde 39-40 zam talep etmek, asgari ücretliler ve bu artışın etkileyeceği diğer ücretliler için çok büyük bir fark yaratmayacağı gibi, bu durum ekonomik bir refah artışı anlamına da gelmeyecektir.

İşgücü verimliliğinin artış gösterdiği ve milli gelirin şu ana kadar ortalama yüzde 4 civarında büyüdüğü bir ekonomide işçilerin refahının artırılabilmesi için asgari ücret artışının gerçek enflasyonun çok daha üzerinde olması gerekir.

Yani sorun, gerçekleşen ve beklenen enflasyon farkından çok daha büyük bir sorundur. Bu yüzden de “beklenen” yerine “gerçekleşen” enflasyona göre asgari ücrete zam talep etmenin, derin bir yarayı yara bandı ile kapatmaktan pek de farkı olmayacaktır.

Dördüncüsü, asgari ücret yerine “insan onuruna yaraşır bir yaşam ücretinin uygulanması talep edilebilir. Nitekim  gelişkin ekonomilerde benzer bildiriler hazırlayan iktisatçıların ilk talepleri asgari ücretin bu şekilde yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir.

Yeniden bölüştürücü önlemler?

Beşincisi, yeniden bölüştürücü önlemlerin neler olduğunun birer cümle ile açıklanması çok yerinde olurdu. Örnek olarak, çok zenginlerden alınacak bir “servet vergisi”nin ve buradan hareketle de “Temel Gelir Güvencesi”nin gerekliliğini dillendirmenin tam zamanıdır.

Aynı şekilde Gelir Vergisi dilimlerinin emekçilerin yıl ortasından itibaren bir üst gelir dilimine girmesini önleyecek ölçüde yükseltilmesi ve vergi hesaplanırken, vergiden değil, “matrahtan indirim” yönteminin uygulanması savunulabilir.

Ayrıca et, süt, çocuk maması, çocuk bezi, gübre, mazot gibi zaruri mallardan alınan KDV ve ÖTV’nin sıfırlanması talep edilebilir.

Denetimler ve kamulaştırmalar

Enflasyonla mücadelede “üç harfliler” olarak da bilinen tekel konumundaki iskonto marketlerin daha sıkı denetlenmesi ve gıda, enerji gibi zaruri malların üretiminin kamulaştırılması önerilebilir.  

Bu öneriler emekten yana, kamucu ama aynı zamanda da sistem içi önerilerdir. Daha ziyade Keynesyen-sol/sosyalist bir yelpazede yer alırlar. Buna karşılık ortak bildiride yer alan ve sadece birer cümle ile sözü edilmiş öneriler böyle bir perspektiften yoksun olan ve piyasaları ve sermayeyi karşısına almayan öneriler görünümündedir.

Oysa enflasyonla mücadele ya da ücret artışları, sınıflı bir toplum olan kapitalizmde sınıflar üstü sonuçlar yaratmaz, yani tarafsız değildir. Bu nedenden dolayı da bu konularla ilgili tarafsız kalınamaz, emekten yana tavrın çok daha net ortaya konulması gerekir.

Özcesi, ülkedeki emek sömürüsünün ve gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin devasa boyutlara ulaştığının farkında olan ve bu yüzden de emekçilerin yanında yer alan, aynı zamanda sınıfın da bir parçasını oluşturan iktisatçılar olarak sınıf adına olan talepleri bu kadar geride tutmak durumunda kalıyorsak,  patronların ve devletin kontrolündeki işçi sendikalarının daha fazlasını istemesini ve bunun mücadelesini vermesini bekleyemeyiz.

 

20 Ekim 2024 Pazar

Savaş ve Ekonomi

 

Ekonomik sorunlar derinleştikçe savaş rüzgârları estiriliyor

Mustafa Durmuş

20 Ekim 2024


Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan iki gün önce, “İsrail ile İran arasındaki olası savaşı yüksek bir ihtimal olarak değerlendirmek gerektiğini belirterek, ülke ve bölge olarak buna hazır olunması uyarısında bulundu”. (1) 

Aslında, İsrail Devletinin bundan sonraki hedefinin Türkiye toprakları olduğu daha önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ileri sürülmüş ve  “vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır” (2) denilmişti.

Bunun hemen ardından başta kredi kartı limiti 100 bin lirayı aşanlar ve bazı tapu ve noterlik işlemleri üzerinden Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılmak üzere “katılım payı” adı altında kesinti yapılmasını öngören kanun teklifi Meclis’e sunulmuş, ancak halktan gelen yoğun tepkiler üzerine bu teklif geri çekilerek, bir başka tarihe ertelenmişti.

Bir AKP-MHP klasiği

Artık bir AKP-MHP klasiğine dönüşen, teklife karşı ciddi tepkiler oluşunca geri çekip bir süre sonra yeniden gündeme getirme yöntemi hala yürürlükte. SSDF ile ilgili teklifin (kredi kartları kısmı çıkartılmış olsa da) en uygun zamanda tekrar gündeme getirileceği kesin.

Bu günler o en uygun zamanlardan biri olabilir. Zira İsrail Devleti Hamas’ın yeni lideri Sinvar’ı da suikast ile öldürdü. Bu durum bölgede suların iyice ısınmasına neden oldu.

Diğer taraftan, siyasal iktidar bir yandan İsrail ile olan ticaretini (Filistin’e yapılıyormuş gibi göstererek) artırarak sürdürürken (3), diğer yandan İsrail Devleti karşıtı söylemlerini artırıyor, hatta İsrail’i bir gece ansızın Türkiye’ye girebileceği iddiası ile suçluyor.

“Mesele vatansa gerisi teferruat…”

Böyle bir işgal ve savaş korkusu altında, özellikle de milliyetçi ve siyasal İslamcı taban olmak üzere, toplumu savaşçı politikaların ardına dizmek çok zor olmasa gerek. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

İktidar bloku bunu bildiğinden bir savaş algısı yaratıyor ve hem halktan hem de muhalefetten ekonomik sorunlar için sabır beklerken, savaşla ilgili olarak da iktidarı açıktan desteklemesini istiyor.

“Etkin casusluk” yeniden gündemde!

Kısaca, ortada ülkemize yönelik somut bir saldırı tehdidi mevcut değilken, “savaşa hazırlıklı olmalıyız” türünden söylemlerin artırılması ve “casusluk eylemleriyle daha etkin mücadele edilebilmesi amacıyla Türk Ceza Kanunu’nda yeni bir suç ihdas edilmesi” yönünde daha önce bir kez ertelenmiş olan bir düzenlemenin bu kez yeni bir torba yasada tekrar gündeme getirilmesi pek hayra alamet olmasa gerek.

Torba yasanın 16. maddesi ile yapılması öngörülen düzenleme şöyle:

“Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işlenmesi yaptırıma bağlanmaktadır. Devletin iç veya dış siyasal yararına yönelik gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiillerin bu madde kapsamında ayrıca cezalandırılması kabul edilmektedir. Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilmektedir. Dolayısıyla casusluk maksadıyla bu gibi yararlar aleyhine gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiiller, ihdas edilen bu suçun konusunu oluşturabilecektir. Maddenin ikinci fıkrasıyla, fiilin savaş sırasında işlenmiş veya devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış olması halinde faile sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verileceği kabul edilmektedir”. (4)

Savaş kötüdür!

Mevcut İsrail-Filistin savaşı Gazze milli gelirinin yüzde 81 oranında azalmasına, kitlesel iş kayıpları nedeniyle işsizliğin ve yoksulluğun artmasına ve insani krizlerin daha da kötüleşmesine yol açtı. Ayrıca savaş nedeniyle ortaya çıkan ticaret kısıtlamalar Batı Şeria ekonomisinin ciddi şekilde sekteye uğramasına, gelir kesintilerine ve yardımların azalmasına ve fiilen Filistin Hükümetinin işleyişinin sekteye uğramasına neden oldu.

Öyle ki Batı Şeria'daki kitlesel işsizlik ve artan yoksulluk işletmelerin yüzde 96’sının faaliyetlerinin azalmasının ve yüzde 42,1'inin işçi istihdamını azaltmasının doğrudan bir sonucudur. Toplam 306 bin istihdam kaybı yaşandı ve Batı Şeria’da savaş öncesi yüzde 12,9 olan işsizlik oranı yüzde 32’ye yükseldi. Bu istihdam kayıpları Filistinli hanelerin ekonomik dayanıklılığını ciddi bir şekilde aşındırdı ve sosyal zorlukları daha da kötüleştirdi (tahmini günlük 25,5 milyon dolarlık işgücü geliri kaybı). (5)

Dışarıdaki savaş içerideki otoriterliği besler

Meselenin bir boyutu da dışarıdaki savaş ile içerdeki otoriterlik arasındaki zorunlu bağdır. Yani dışarıda yürütülen savaş ile yurtiçindeki insanlık dışı uygulamalar, insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanması,  hak arama eylemlerine izin verilmemesi arasında derinden bir bağ vardır. Bu da aslında savaşın ve militarizmin bir başka biçimidir. Polis güçlerinin militarize edilmesi bunun somut bir örneğidir. Devlet savaşçı ve sömürgeleştirici bir emperyal güç haline geldiğinde, toplumsal kişilikteki aynı dürtüler kaçınılmaz olarak kendi halkına karşı döner.

Savaş yoksulların düşmanıdır

Öyle ki yoksullukla işsizlikle ve yolsuzlukla mücadele programlarının, savaştan çıldırmış bir toplumun elinde etkisiz kılınmasını izlemek durumunda kalırız. Savaş sektörü insan, beceri ve para çekmeye devam ettiği sürece, yoksulların rehabilitasyonu için gerekli fonları ya da enerjiyi bulabilmek mümkün olmaz. Bu yüzden savaşları yoksulların düşmanı olarak kabul etmek gereklidir.

Savaş yeni vergiler, borçlanma ve enflasyon demektir

Savaş, neden olacağı devasa insani zarar ve doğa yıkımının yanı sıra, vergilerimiz başta olmak üzere, kısıtlı kamusal kaynakların eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, işsizlik ve yoksullukla ve uyuşturucu kullanımıyla mücadeleye değil, savaş sanayine ayrılması, savaş baronlarının ve zenginlerinin daha da semirtilmesi demektir.

Türkiye’nin de dâhil olacağı bir savaş ise, ekonomik çöküntü kadar, halkın daha da yoksullaşması, yeni vergilerin konulması, daha fazla devlet borçlanması ve enflasyonun patlaması ve TL’nin daha da değersizleşmesi demek olacaktır.

Ertelenen kanun teklifi örneğinde gördük ki, savaş altında dahi büyük servetlerin sahiplerinden vergi almayı akıllarından geçirmeyen siyasal iktidar, yaşamımızı sürdürebilmek için bağımlısı hale getirildiğimiz banka kredi kartlarından dahi yeni vergiler almak istedi.

Sorumluluk savaşa mı yıkılmak isteniyor?

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Milliyetçilik, militarizm ve savaşçı söylemlerin ve davranışların ardına sığınarak, ekonomik çöküşün, derin yoksulluğun, devasa pahalılığın, yaygın işçi, kadın ve bebek cinayetlerinin, çocuk tacizlerinin ve yaygın yolsuzlukların üzerini mi örtmeye çalışıyorlar?

Savaş işçi sınıfının düşmanıdır!

Savaş umacısı altında işçi sendikalarını ve demokratik kitle örgütlerini, siyasal partileri daha da zayıflatarak işçilerin, emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerini mi baskılamaya çalışıyorlar?

Ülkeyi bir savaşın içine sokarak, bizleri sonsuz bir insani zarara ve doğa yıkımına mı mahkûm etmeye çalışıyorlar?

Bilim, sanat ve kadın düşmanlığını körükleyerek ülkeyi Orta Çağ’ın karanlığına mı sürüklüyorlar?  

Sonuç: Savaşa karşı barış sözcüklerinin gücü!

Birinci Dünya Savaşında Bakhmut'ta savaşan ve daha sonra Kızıl Ordu’ya katılan, ikinci Dünya Savaşı sırasında ise Nazilere karşı verilen savaşın öneminin farkında olan, buna rağmen savaşta hayatını kaybeden 27 milyon Sovyet vatandaşının acısını derinden yaşayan, bu yüzden de savaşa karşı olan Sovyet şair Volodymyr Mikolayovich Sosiura, savaşa karşı müzakerenin (sözcüklerin) gücünü 1961 yılında yazdığı bir şiirinde şöyle anlatır (6):

“Sözün gücünü bilirim.

Bir süngüden daha keskindir

ve bir mermiden bile daha hızlı,

bir uçaktan daha hızlı.

Oh, mutluluk silahı: sözcükler!

Sizin yanınızda yaşamaya alıştım”…

Dip notlar:

(1)    https://www.aa.com.tr/tr/gundem/disisleri-bakani-fidan-israil-iran-savasi-bunu-yuksek-bir-ihtimal-olarak-degerlendirmek-gerekiyor (17 Ekim 2024).

(2)    https://www.bbc.com (1 Ekim 2024).

(3)    https://x.com/Alaattin_Aktas/status (17 Ekim 2024).

(4)    18. 10. 2024 Tarih ve 72 Sayılı  “Noterlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”, Md. 16

(5)    https://unctad.org/news/economic-crisis-worsens-occupied-palestinian-territory-amid-ongoing-gaza-conflict (12 September 2024).

(6)    https://thetricontinental.org/newsletterissue/the-ukraine-war-must-end (15 February 2024).