5 Şubat 2025 Çarşamba

Felaket kapitalizmi

 6 Şubat Depremleri, Felaket Kapitalizmi ve Ölüm Siyaseti

Mustafa Durmuş

6 Şubat 2025


6 Şubat tarihi Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde meydana gelen ve büyük acılara neden olan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki depremin ikinci yıldönümü. Resmî açıklamalara göre, depremlerden etkilenen 11 ilde 53 bin 537 vatandaşımız hayatını kaybetti, 107 bin 213 vatandaşımız da yaralandı. Gerçek rakamların ise çok daha yüksek olduğu ileri sürülüyor.

Depremden etkilenen illerde (6 Mart 2023 itibarıyla) acil yıkılacak, yıkık veya ağır hasarlı kategorilerine giren toplam konut sayısı 518 bin 9 olarak belirlendi. Orta hasarlı konut sayısı 131 bin 577 ve az hasarlı konut sayısı 1 milyon 279 bin 727 olarak tahmin edildi. Bu veriler ışığında deprem sonrasında 2 milyon 273 bin 551 kişi doğrudan yeme içme ve barınma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Depremin toplam maliyeti 103,6 milyar dolar olarak hesaplandı (milli gelirin yüzde 9’u). (1) Bu da depremin yol açtığı yıkımın ne kadar büyük olduğunu ortaya koyuyor.

Depremlerin ardından deprem bölgesinden (özelikle de yerle bir olmuş Hatay’dan), ülkenin diğer kentlerine doğru çok büyük bir göç dalgası yaşandı.  Aradan iki yıl geçmiş olmasına rağmen, deprem bölgesinde yaşamlarını devam ettirmek zorunda olanlar açısından başta barınma, temiz içme suyu ve güvenilir gıda temini, ısınma, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim konuları olmak üzere birçok alanda hala ciddi sorunlar yaşanıyor. Dahası, birçok yurttaşın konutlarının bulunduğu arsa ve araziler, “rezerv yapı alanı” gibi düzenlemelerle büyük ölçüde ellerinden alınıyor.

Türkiye’nin depremlere karşı hazırlığı yetersiz!

Bu depremler ülkenin doğal afetler karşısında ne kadar hazırlıksız olduğunu ortaya koydu. Nitekim bu hazırlıksız olma hali Almanya, Bohum Ruhr Üniversitesi’nce hazırlanan ‘Dünya Risk Endeksi’ adlı endeksle de doğrulanıyor. Bu endeks deprem kuşağındaki ülkelerdeki depreme hazır olup olmama halini (güvenlik açığı) gösteriyor. Bu anlamda güvenlik açığı üç kategoride ele alınıyor: ‘Sosyal eşitsizlik durumu ve kalkınma yetersizliği’, ‘siyasi istikrar, sağlık hizmetleri ve altyapı yetersizliği’ ve ‘ilerleme yetersizliği’. Buna göre, Türkiye bu tür felaketlere dayanıklılık konusunda son derece vasat bir puana sahip (100 üzerinden 29,6 puan). Özellikle ikinci kategoride olmak üzere Türkiye, doğal afetlere karşı “çok yüksek” kırılganlığa sahip bir ülke olarak nitelendiriliyor. (2)

Diğer yandan, depremin ardından devlet bütçelerinden çok büyük miktarlarda ödenek “yeniden imar ve inşaat çalışmaları için” ayrıldı.

Deprem bütçesi

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 15 Ocak 2024 tarihinde Anadolu Ajansına yapmış olduğu basın açıklamasına göre, depreme yönelik ihtiyaçlar için 2023 yıl sonunda harcama tutarı 950 milyar lira (milli gelirin yüzde 3,7’si) seviyesine ulaştı. Orta Vadeli Program’da (2024- 26) deprem kaynaklı bütçe ödeneklerine göre 2024 yılında deprem kaynaklı giderlerin milli gelire oranı yüzde 2,5; 2025 yılında yüzde 0,9 ve 2026 yılında ise yüzde 0,8 olarak hedefleniyor. Böylece deprem kaynaklı harcamalar dört yıllık dönemde milli gelirin kümülatifte yaklaşık yüzde 8’i büyüklüğüne erişmiş olacak. (3)

Deprem gibi felaketlerin ekonomik olarak, üretim, milli gelir, istihdam, ihracat, devlet bütçesi, gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde çok büyük çapta olumsuz etkileri olduğu kuşkusuz. Ancak bu felaketler kapitalist sistemin egemen sınıfları ve siyasal seçkinleri açısından inanılmaz fırsatlar da oluşturuyor. Başta inşaat sektörü olmak üzere, birçok sektörde faaliyet gösteren sermaye şirketleri, deprem sonrası yeniden inşa faaliyetleri sayesinde ciddi gelirler ve servetler elde ediyorlar.

Bu yüzden de bu depremlerin neden olduğu sosyal ve ekonomik hasarın ortaya çıkışında mevcut iktidarın yaptığı yanlışlar kadar, içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin de sorgulanması gerekiyor. Bu yapılırken, kapitalizm ve bu sistem içinde izlenen politikaların geçirdiği dönüşümün göz önünde tutulması gerekiyor. Bu değerlendirmeyi yaparken iki önemli kavram bize yardımcı olabilir: Felaket Kapitalizmi ve Ölüm Siyaseti (necro-politic).

Felaket Kapitalizmi

2004 yılında Güney Asya’yı 100 metrelik dalgalarla kasıp kavuran ve 230 bin kişinin hayatını kaybetmesine neden olan deprem ve tsunaminin ardından British Columbia Üniversitesi'nde iklim adaleti profesörü olan ve “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” başlıklı kitabın yazarı Naomi Klein, sözde yeniden inşa çabalarındaki tuhaf bir durumu fark etti. Öyle ki birçok yerel çiftçi ve bölge sakini tsunami nedeniyle evlerini boşaltmak zorunda kalırken, müteahhitler tatil köyleri ve diğer girişimler inşa etmek için arazilere el koymaya başladılar.

Anılan kitabında Klein, “felaketlerin heyecan verici piyasa fırsatları olarak ele alınmasından ve felaketlerin ardından kamusal alana yapılan bütünleşik ve iyi koordine edilmiş sermaye baskınlarından” söz ediyor. Bu tür baskınların kapitalizmin (özellikle de neo-liberalizmin) 1990’larda gerçekleşmekte olan küresel konsolidasyon döneminde ortaya çıktığını ya da daha belirgin hale geldiğini vurguluyor. (4)

Çağdaş kapitalizm felaketlerden ve şoklardan besleniyor!

Klein kitabında öz itibariyle çağdaş kapitalizmin şoklardan ve felaketlerden nasıl beslendiğini anlatıyor ve ulus devletlerin, genellikle özel şirketlerle iş birliği içinde, normal zamanlarda asla uygulanamayacak politikaları hayata geçirmek için krizleri nasıl kullandığını ortaya koyuyor. Yani toplumdaki varlıklı ve güçlü kesimlerin, politik seçkinlerin  genellikle afetten en çok etkilenen insanların zararına olacak şekilde, kendi güçlerini ve kaynaklarını pekiştirmek ve artırmak için bir doğal felaketi nasıl istismar ettiklerini anlatıyor:

“Bir tsunami Asya'yı kasıp kavuruyor ve müteahhitler balıkçı topluluklarını kıyılardan temizleyip lüks oteller inşa etme fırsatını yakalıyor. Katrina Kasırgası Louisiana'yı harap ediyor ve iyi bağlantıları olan şirketler ceset bulma işini para kazanma girişimine dönüştürüyor. Kısaca, kâr için her şey istismar ediliyor”. (5)

Türkiye’de 6 Şubat depremi sonrasında Kızılay’ın kendi çadırlarını piyasada satması ise bir felaketin nasıl istismar edilebileceğinin en acı örneklerinden birisini oluşturdu. Öyle ki bir kamu kuruluşu olan Kızılay’ın depremin üçüncü gününde Ahbap Derneği’ne 46 milyon lira karşılığında çadır sattığı ortaya çıkmıştı. Açıklama yapan Ahbap ve Kızılay da bu yöndeki haberleri doğrulamıştı. (6)

Felaket Kapitalizmi ile askeri diktatörlükler el ele

Klein 'felaket kapitalizminin' köklerini 1970’lerin Latin Amerika’sında buluyor. Özellikle 1973'ten itibaren Şili’yi ekonomik 'şok tedavisi' (sağcı iktisat gurusu M. Friedman tarafından ortaya atılan bir deyim) gören ilk ülke olarak tanımlıyor. Bu özel programı başlatan şok, solcu Başkan S. Allende'yi deviren ve General A. Pinochet liderliğinde askeri bir diktatörlük kuran cuntadır. Cuntanın başı Pinochet yönetiminde uygulanan ekonomi politikaları ise piyasanın serbestleştirilmesi, özelleştirme ve devletin küçültülmesine ilişkin (neo-liberal) teorilerini hayata geçirme fırsatını gören 'Şikago Oğlanları' - Friedman ve müritleri tarafından tasarlandı ve uygulandı. Önerdikleri politikalar ancak silah zoruyla uygulanabilirdi. Bu, 1970’lerde Latin Amerika'da görülen bir model olacaktı: Askeri yönetim (sistematik cinayetleri ve yaygın işkenceyi sürdürürken) ve neo-liberal 'şok terapisi' yan yana yürüyordu.

Benzer gelişmeler Türkiye’de 12 Eylül Askeri Darbesi sonrasında ortaya çıktı. Emek düşmanı neo-liberal 24 Ocak Kararları sivil bir rejim altında uygulanamayınca, CIA destekli bir askeri darbe ile bu kararlar hayata geçirildi ve Şili’dekine benzer sonuçlar alındı. (7) Bugün felaket kapitalizmi Hindistan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, ağırlıklı olarak otoriter aşırı sağcı rejimler altında hayata geçiriliyor.

Neo-liberal kapitalizm felaket kapitalizminin yaratıcısı

Felaket kapitalizmi kapsamında incelenen pek çok vaka neo-liberal uygulamaların afet risklerinin nedenleri, itici güçleri ve/veya güçlendiricileri olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin Brezilya’da Amazon’un çevre korumasının ortadan kaldırılmasından, ABD'de düşük gelirlilerin konutlarından tahliye edilmelerine kadar, ortaya çıkan kanıtlar toplumsal çıkarlar iyi korunmadığında veya piyasa çalkantılarına maruz bırakıldığında, insafsız vurguncuların, insanların çoğunluğu ve gezegenin ekosistemleri açısından sonuçları ne olursa olsun, avantaj elde edebileceğine veya onları yok edebileceğine işaret ediyor.

Bu bağlamda felaket kapitalizminin ortaya çıkışında durmak bilmeyen daha fazla kâr sağlama peşindeki sermaye kesiminin olduğu kadar, özelleştirmeler ve kuralsızlaştırma, de-regülasyon gibi uygulamalarıyla sermayeye hizmet eden neo-liberal iktidarların da büyük sorumluluğu var.

TMMOB’nin yıllardır dile getirdiği üzere, genelde ülkenin özelde ise bölgenin depremselliği görmezden gelinerek yapılan kent planlamaları, yerel yönetimlerde belediye meclisleri tarafından bilim ve tekniğin ilkeleri göz ardı edilerek yapılan plan tadilatları, kamusal denetimin gereği gibi yerine getirilememesi, kaçak yapılaşma kentlerimizi beton yığınlarına dönüştürmüş durumda. 22 yıldır iktidarda olan AKP’nin kentsel dönüşüm adı altında yürüttüğü rant odaklı politikalar, çıkardığı imar afları (2002 yılından bugüne kadar 9 defa imar affı yasası çıkarıldı) ve yerel yönetimlerin çözüme yönelik çabalarını görmezden gelmesi de sorunun giderek derinleşmesine ve çözümsüzlüğe neden oldu. (8)

Kısaca, felaket kapitalizmi tüm ölçekleri etkileyen iki küresel sürecin birleşimiyle ortaya çıkıyor: (Doğal) felaketler ve neo-liberalizm. Dolayısıyla, felaket kapitalizmi, “güçlü özel mülkiyet hakları, serbest piyasalar ve serbest ticaret ile karakterize edilen kurumsal bir çerçeve kurmayı amaçlayan iktidarlar tarafından yürütülen yapısal ve yapısal olmayan neo-liberal politikaların uygulanmasını ifade ediyor. (9)

Felaketler sermaye ve servet birikimi aracı olarak kullanılıyor

Schuller ve Maldonado felaket kapitalizmini, “ulusal ve ulus ötesi devlet kurumlarının bir dizi özel, neo-liberal kapitalist çıkarı teşvik etmek ve güçlendirmek için felaketleri (çatışma sonrası durumlar da dahil olmak üzere) hem sözde doğal hem de insan kaynaklı felaketler) araçsallaştırması yüzünden ortaya çıkan bir durum” olarak tanımlıyor. Yazarlara göre bu tanım üç kurucu unsur içeriyor: (i) Kamusal' müdahalelerde özel şirketlerin artan rolü. (ii) Felaketlerin araçsallaştırılması. (iii) Neo-liberal kapitalist çıkarların desteklenmesi. (10)

Felaket kapitalizmi arazi gaspları ile birlikte yürüyor. Arazi gaspı genelde iki şekilde gerçekleşiyor: İlk olarak, bu tür bir dönüşüm gerçekleşmeden önce, bölge sakinleri genellikle araziden çıkartılıyor ya da yetersiz barınma ve istihdam yüzünden yerlerini terk etmek zorunda bırakılıyor. İkinci olarak, yerel ya da ulusal hükümetler ya kararnamelerle ya da rehabilitasyon kisvesi altında bölge sakinlerini arazilerinden tahliye ederek stratejik arazi gaspı yapıyor. (11)

6 Şubat depremleri sonrasında her iki yönteme de başvurulduğu biliniyor. Yani ya depremzedeler artık dayanamayacak noktaya kadar getirilip yerlerinden edildiler ya da rezerv yapı alanı gibi düzenlemelerle yerlerini terk etmeye zorlandılar.

Felaket sonrası rehabilitasyon ve yeniden inşa sürecinde, bu sürece ilişkin ihalelerin çoğu, genellikle de şeffaf olmayan biçimlerde hızlıca iktidara yakın müteahhit şirketlere veriliyor. Nitekim 6 Şubat depremleri sonrasındaki onlarca milyar liralık inşaat, alt yapı ve yeniden inşa işlerinin iktidara yakın müteahhitlere verildiği biliniyor.

Klein’e göre felaket kapitalizmi; savaş, politik kriz ve doğal afet gibi büyük istikrarsızlaştırıcı olayların ardından sermayenin çıkarlarının belirli bir bölgeye odaklanmasıyla ortaya çıkıyor. Ona göre bu, aslında askeri sanayi kompleksinin bir uzantısıdır ancak sadece savaşlar değil, felaketler sonrasındaki yeniden inşalar ve yapılandırmalar aracılığıyla devasa kârların ve servetlerin yaratılması söz konusudur.

Böylece felaketlerin kapitalizm açısından işlevselliği ortaya çıkıyor. Örneğin iklim değişikliği ya da iklim yıkımı çağında ortaya çıkan felaketler sermaye için sermaye birikimini büyütme biçimi haline geliyor. Nitekim sadece seller, su baskınları, orman yangınları sonrasında yeniden inşa girişimleri değil, aynı zamanda çözüm olarak sunulan ‘yeşil büyüme’ ya da ‘yeşil teknolojiler’ de felaket fırsatçılığının tipik örneklerini oluşturuyor.

Oligarşi ve Felaket Kapitalizmi

“Oligarşi, bir toplumda genellikle en zengin yüzde 1’i oluşturan bir azınlığın yönetimidir. Aristoteles’in siyaset teorisinde oligarşi, demokrasinin evrildiği ve sonunda kalıtsal bir aristokrasiye dönüştüğü aşamadır. “George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanında, “oligarşik yönetimin özü babadan oğula geçen miras değil, belirli bir dünya görüşünün ve belirli bir yaşam biçiminin sürekliliğidir... Bir yönetici grup, haleflerini atayabildiği sürece yönetici gruptur... Hiyerarşik yapı hep aynı kaldığı sürece gücü kimin kullandığı önemli değildir” diye yazar. Bu sözcük B. Yeltsin döneminde doğal kaynakları ve diğer varlıkları ele geçiren Rusya'nın kleptokratlarına atfen kullanıldı. Bu tanım, aynı zamanda, servet zenginliğini piramidin tepesindeki finans ve mülk sahibi sınıfta yoğunlaştıran Latin Amerika ve diğer ülke oligarşileri için de geçerlidir.” (12)

Monbiot, ‘felaket kapitalizmi’ kavramını oligarşi kavramıyla ilişkilendiriyor. Ona göre, “büyük servetler kapitalist girişimcilikten ziyade; tekelcilikle, rant-kollayıcı faaliyetlerle, arazi, emlak, entelektüel mülkiyet hakları gelirleriyle, software, sosyal medya platformları, montaj hizmetleri gibi normalin çok üstünde kâr marjı ve rant sunan faaliyetlerle gerçekleştiriliyor. Öyle ki sermayenin gücü artık iktidardaki oligarşinin gücüne dönüşüyor ve / veya sermaye gücünü oligarşiden alıyor. Bu oligarşik yapı ve sermaye grupları hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir demokratik devlet ya da kontrol altında tutulan bir kapitalizm değil, kaosa dayalı, sermayenin kuralları dışında hiçbir kurala tabi olmayan bir “felaket kapitalizmi” istiyor. Çünkü kaos ve felaket kapitalizminden asıl olarak onlar yararlanıyor. Kaos ve hukuksuzluk servetlerinin katlanarak büyümesine hizmet ediyor. (13)

Felaket Kapitalizminin iki yüzü

Felaket kapitalizmi tüm afet risk yönetimi aşamalarında gözlemlenebilir bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Yani afetlerin öncesinde (ex-ante) ve sonrasında (ex-post) gerçekleşen süreçler söz konusudur.

Bazı yazarlar ex-ante felaket kapitalizminin afet risklerine neden olan ya da afet risklerini artıran neo-liberal reform ve uygulamaları kapsadığını, ex-post felaket kapitalizminin ise afetlerin neo-liberal tarzda siyasi düzenlemeleri hayata geçirmek (ya da güçlendirmek) için bir fırsat olarak kullanılmasını ve nihayetinde önceden var olan riskleri daha da artırabilecek bir piyasa fırsatı ve ekonomik vurgunculuğu ifade ettiğini ileri sürüyor. (14)

Ölüm Siyaseti

Büyük depremler sonrasında yaşananları anlamak için başvurulabilecek bir diğer kavram “Ölüm Siyaseti” (necro-politics) kavramıdır.

“Ölüm Siyaseti”, kimin yaşayacağı ve kimin ölmesi gerektiğinin arkasındaki hesaptır. Nekro, Yunanca “ceset” anlamına gelen “nekros” kökünden geliyor. Bu nedenle necro-politics, “ölüm siyaseti” anlamına geliyor. Filozof Achille Mbembe ölüm siyasetini “kimin önemli kimin önemsiz, kimin gözden çıkarılabilir kimin çıkarılamaz olduğunu tanımlama kapasitesi” olarak betimliyor. (15)

Kısaca Ölüm Siyaseti, devletlerin insan hayatına nasıl farklı bir değer biçtiğini aydınlatan bir çerçevedir. Kavramın temelinde kapitalizm ve onunla bağlantılı şiddet kurumları var: Bu, beyazların siyahilere karşı, erkeklerin kadınlara karşı, hâkim ideoloji ve inançların diğerlerine karşı üstünlüğü ve genelde bir sömürgeleştirmedir. Öyle ki “muktedire ne kadar yakınsanız hayatınızın değeri de o kadar fazla olur”. 

Muktedire uzak olanlar değersizdir!

Keza Ölüm Siyaseti soyut bir toplumsal iyiliğe ulaşmak için bazı insanların ölmesi gerekebileceğini de ileri sürer. Bu çerçevede bir felaket sırasında ilk el uzatılacaklar muktedire daha yakın olan kimlikler ve sınıflar iken, diğerleri feda edilebilirler.

Nitekim 6 Şubat depremleri sonrasında Hatay’da ilk üç gün devletin kendisini neredeyse hiç göstermemiş olması; bu kentte hatırı sayılır bir Arap Alevi kesiminin yaşaması ve bu kesimlerin iktidar partilerine yakın durmaması, onlara yardım elinin zamanında ve tam olarak ulaşmamasının, hatta bu kentte çadırlara ve konteynerlere sığınan insanların kaderleri ile baş başa bırakılmalarının bir nedeni olarak gösteriliyor.

Ölüm Siyaseti hepimizin bildiği ve içinde yaşadığı toplumsal statükoyu koruyan güçtür, yavaş yavaş ilerleyen bir şiddettir. Birçok ötekileştirilmiş insanın doğuştan mahkûm edildiği, uzun süren bir ölüm halidir. Egemen normdan uzaklaşan insanlar, Mbembe’nin “ölüm-dünyası” olarak adlandırdığı şeyin içine hapsolurlar:

“Ölüm Siyaseti büyük nüfusların kendilerine yaşayan ölü statüsü veren yaşam koşullarına tabi tutulduğu bir toplumsal varoluş biçimidir. Diğer yandan, kasvetli bir çerçeve olsa da iktidarın ölümcül işleyişini nasıl fark edeceğimizi öğretmesi açısından faydalı bir çerçevedir”. (16)

Sonuç

On binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, ağır travmalara maruz kalmasına neden olan depremlerin ya da büyük ölçüde küresel ısınmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan orman yangınlarının, fırtınaların sellerin, su baskınlarının ve en son Kartalkaya’da yaşandığı gibi kâr hırsı ve ihmal ve denetimsizliğin neden olduğu otel yangınlarının bir kısmı önlenebilir ve/veya yol açtığı insani, ekolojik ve ekonomik hasar asgaride tutulabilir.

Ancak bunun önündeki en büyük engel, felaketleri yeni kârlar ve servetler yaratma fırsatı olarak gören ‘felaket kapitalizmi’ ve bunun üzerine inşa edilen ‘Ölüm Siyaseti’dir. Her ikisinde de sermaye sınıfının devletle doğrudan iş birliği söz konusudur. Bu nedenle de sadece neo-liberal kapitalizmin felaket kapitalizmi veçhesine değil, aynı zamanda bu sistemin temel koruyucusu ve sürdürücüsü olan ve Ölüm Siyasetini uygulamaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara da karşı çıkmak gerekiyor.

Dip notlar:

(1)    Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu (Mart 2023), s. 36, 130.

(2)    https://www.statista.com/chart/29258/vulnerability-to-natural-disaster (8 February 2023).

(3)    Burcu Aydın Özüdoğru, Kahramanmaraş merkezli depremin etkileri ve politika önerileri, https://www.tepav.org.tr (27 Şubat 2023).

(4)    Naomi Klein, The Shock Doctrine : The Rise of Disaster Capitalism,  London: Allen Lane. 2007, s. 6.

(5)    https://www.developmenteducationreview.com/issue/issue-8/shock-doctrine-rise-disaster-capitalism (Spring 2009).

(6)    https://www.diken.com.tr/kizilaydan-cadir-sattik-ama-bir-sor-niye-sattik-aciklamasi (26 Şubat 2023).

(7)    https://yaziportal.org/emperyalizm-ve-eylul-askeri-darbeleri-11-eylul-1973-sili-ve-12-eylul-1980-turkiye (11 Eylül 2021).

(8)    6 Şubat 2023 Depremlerinin Birinci Yılı Değerlendirmesi, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, https://www.tmmob.org.tr (6 Şubat 2024).

(9)    David Harvey, A brief history of neoliberalism, Oxford University Press.2005, s. 2.

(10)Schuller & Maldonado, 2016, s.62’den aktaran UN Office for Disaster Risk Reduction, Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction, 2022.

(11)Cohen (2011)’den aktaran https://pmc.ncbi.nlm.nih.gov/articles (18 October 2020).

(12)Michael Hudson, J is for Junk Economics: A Guide to Reality in an Age of Deception, Germany: ISLET-Verlag, 2017, s..172.

(13)George Monbiot, “from Trump to Johnson, nationalists are on the rise – backed by billionaire oligarchs”, https://www.theguardian.com (26 July 2019).

(14)Sandoval vd., 2020, s.833’den aktaran UN Office for Disaster Risk Reduction, Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction, 2022.

(15)Achille Mbembe, Necro-politics (translated by Steven Corcoran), Duke University press, Durham and London, 2019, s. 66-93.

(16)https://www.teenvogue.com/story/what-is-necropolitics (10 March 2021).

 

 

4 Ocak 2025 Cumartesi

Aralık ayı enflasyonu

 

TÜİK ‘küçük’ sürprizler yapmayı sever!

Mustafa Durmuş

4 Ocak 2025

Evet TÜİK bizi şaşırtmaya devam ediyor.

Geçen hafta yayınladığı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması (2024)’nda Gini Katsayısını düşürerek gelir bölüşümünün artık iyileşmeye başladığını açıkladı.

Oysa gelir gruplarının gelirlerindeki nispi artış yerine mutlak artışları esas alsaydı sonuç farklı çıkacaktı.  Çünkü son bir yılda (2024) işveren (sermaye) kesiminin gelirindeki ortalama artış 396,708 TL iken ücretli, maaşlı ve yevmiyelilerin gelirlerindeki bir yıllık ortalama artış sadece 79,661 TL oldu. İki gelir grubu arasındaki fark böylece daha da açılmış oldu, gelir adaletsizliği daha da arttı.

Veriler arasında 2 kat fark var!

TÜİK 3 Ocak’ta açıkladığı aralık ayı enflasyon verisini (TÜFE) kendisi dışındaki tüm enflasyon tahmincilerinin açıkladıklarından çok daha düşük gösterdi. Aylık enflasyon yüzde 1,03 ve yıllık yüzde 43,58 olarak açıklandı.

Diğer yandan enflasyon araştırması yapan diğer önde gelen iki kuruluştan ENAG aylık enflasyonu yüzde 2,34 ve yıllık enflasyonu yüzde 83,40 olarak açıkladı. Böylece iki kuruluş arasındaki fark aylıkta 2,3 kat ve yıllıkta neredeyse 2 kat oldu.

İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) verileri de TÜİK verilerinin çok üstünde. Aylık enflasyon yüzde 1,74 ve yıllık yüzde 55,27. Yani iki kuruluşun enflasyon verileri arasındaki fark aylıkta yüzde 70 ve yıllıkta yüzde 27 oldu.

Üretici Fiyat Endeksinin (ÜFE), TÜFE’nin çok altında çıkarak aylık yüzde 0,40 ve yıllık yüzde 28,52 olarak açıklanması ise enflasyonun asıl kaynağını gösteriyor: Yüksek kâr marjlarını içeren aşırı fiyatlar.

Düşük gösterilen enflasyon asıl iktidar ve sermaye için iyi

Aralık ayı enflasyonun bu denli düşük tutulmasının iktidar bloku lehine pratik iki sonucu olabilir. Enflasyon verisine buradan da bakmakta fayda var.

İlki, aralık ayı enflasyonu ne kadar düşük çıkarsa SSK ve Bağkur emeklilerine, memur ve memur emeklilerine verilecek olan enflasyon farkı da o denli düşük belirleniyor. Nitekim daha önce ilk iki gruba verilecek fark yüzde 16,50 olarak tahmin edilirken şimdi bu oran yüzde 15,75’e geriledi. Benzer bir biçimde memur ve emeklilerin enflasyon farkı da yüzde 11,54 ile sınırlı tutulacak. Yani memurlara ve memur emeklilerine resmi enflasyon kadar bile fark verilmeyecek.

Enflasyonla mücadelenin bedelini 70 milyon ödüyor!

Böylece iktidar bloku asgari ücretlilerden sonra diğer emekçi ve emekli kesimlere de düşük ücret zammı uygulayarak enflasyonla mücadelenin bedelini bu kesimlere ödettirecek gibi görünüyor. Maalesef 40 milyon asgari ücretli işçi ve ailesi ve 30 milyonu aşan emekli ve ailesi ile birlikte en az 70 milyonluk bir nüfus açlık ücretine bir yıl daha mahkûm ediliyor.

Enflasyon her ne kadar asıl olarak emekçiyi vursa da finansal kârlar (banka kârları) ve borsadan elde edilen gelirlerden oluşan finansal servetler yüksek enflasyon altında eridiğinden, büyük servet zenginleri yüksek enflasyondan hoşnut değiller.

İkinci olarak, düşük enflasyon geçen ay başlatılan faiz indirimi politikasının sürdürülmesini, böylece gevşek para politikasının hayata geçirilmesini mümkün kılacak.

Adeta takıntı haline getirilmiş olan “düşük faiz- düşük enflasyon” masalı tekrar piyasaya sürülürken, aynı zamanda faiz indirimleriyle mütedeyyin seçmen tekrar kazanılmaya çalışılacak.  Ayrıca düşük faizlerle birlikte başta inşaat, emlak, bankacılık olmak üzere 22 yıllık iktidarın göz bebeği konumundaki sektörlerde ekonomik canlılık yaratılacak. Böylece eldeki konut stoklarının düşük faizli konut kredileri ile eritilmesi de sağlanacak. Hem müteahhitler hem de bankalar kazanacak.

Son olarak, bir gelişme daha söz konusu olabilir. Eğer, kimine göre “Kürt Meselesi”, kimine göre “terör meselesi” olarak tanımlanan mesele iktidarın istediği gibi çözülürse, ya da taraflar arasında bir şekilde bir uzlaşı sağlanırsa, iktidar bloku “kadim bir sorunu çözmüş iktidar” olarak anılacak.

Aynı zamanda “Suriye fatihi” olarak da tanımlanmak isteyen iktidarın, düşük enflasyon ve düşük faizlerle kısmen de olsa rahatlayabilecek olan ekonomik koşullar altında, Anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir kez daha aday olabilmesinin önünü açması ve erken bir seçime gitmesi olasılığı mevcuttur.

 

 

 

28 Aralık 2024 Cumartesi

Faiz indirimi

 

Madem yüksek enflasyonda faizi indirebiliyorsunuz, o halde neden asgari ücreti baskılıyorsunuz?

Mustafa Durmuş

28 Aralık 2024

Malum, perşembe günü TCMB’nin faiz konusunda ne yapacağı merak ediliyordu.

TCMB yayınladığı duyuru ile politika faizini 2,5 puan indirerek yüzde 47,5’e düşürdü. Böylece Cumhurbaşkanının “yıl sonundan itibaren faizlerin indirilebileceğine ilişkin” öngörüsü de gerçekleşmiş oldu.

Duyuruda bu faiz indiriminin gerekçesi özetle,” toplam talep ve enflasyondaki iyileşme” olarak şöyle ifade ediliyor:

“Enflasyonun ana eğilimi kasım ayında yataya yakın seyretmiştir. Öncü veriler aralık ayında ana eğilimde düşüşe işaret etmektedir.  Son çeyreğe ilişkin göstergeler yurt içi talebin yavaşlamayı sürdürerek enflasyondaki düşüşü destekleyici seviyelerde bulunduğunu göstermektedir. Temel mal enflasyonu düşük seyretmeye devam ederken, hizmet enflasyonundaki iyileşme belirginleşmektedir. İşlenmemiş gıda enflasyonu önceki iki aydaki yüksek seyrin ardından aralık ayında ılımlı görünmektedir… Para politikasındaki kararlı duruş; yurt içi talepte dengelenme, Türk lirasında reel değerlenme ve enflasyon beklentilerinde düzelme vasıtası ile aylık enflasyonun ana eğilimini düşürmekte ve dezenflasyon sürecini güçlendirmektedir. Maliye politikasının artan eşgüdümü de bu sürece önemli katkı sağlayacaktır”.

Nitekim birçok ana akım iktisatçı ve TOBB gibi sermaye örgütü faiz indirimini yerinde bulurken, basın açıklamasında yer alan toplam talep ve enflasyondaki düşüş eğilimine vurgu yaptılar.

Para-Maliye-Gelir Politikası Üçlüsü

Biraz iktisat kitaplarına dönüş yapalım. Kitaplar piyasa ekonomilerinde iktidarların enflasyonu düşürme konusunda kullanabileceği para, maliye ve gelir politikası gibi üç önemli politika aracı olduğunu yazarlar. Ayrıca bu kitaplarda bu üç aracın birbiriyle uyumlu kullanılması gerektiği de ileri sürülür.

Örnek olarak, eğer enflasyonla mücadele söz konusuysa ve enflasyonun nedeni olarak da toplam talebin toplam arzdan çok yüksek olma hali gösteriliyorsa (ki Türkiye’de ağırlıklı resmi görüş bu yönde), bu üç politika aracının da sıkı olması gerekir. Yani sıkı para, sıkı maliye ve sıkı gelir politikası üçlüsünün uyumlu olması, biri “beyaz” derken diğerlerinin “siyah” dememesi gerekir.

İktidar kurala ne kadar uyuyor?

Maliye politikası bir süredir sıkılaştırılıyor. 2025 yılında çok daha sıkı bir maliye politikası uygulanacağı Orta Vadeli Program ile daha önce açıklanmıştı.

Örnek olarak, mevcut yüzde17,4’lük toplam vergi yükünün (vergi/GSYH) seneye yaklaşık 1 puan yükseltilerek yüzde18,3’ün üzerine çıkarılması maliye politikasında sıkılaşmayı gösteriyor. Yani seneye daha fazla vergi salınacak.

Siyasal iktidar genelde sermayeden vergi almayı tercih etmediği için bu vergileri ağırlıklı olarak emekçilerden, halktan toplayacak. Son zamanlarda gerek elektrik ve doğal gaz fiyatlarına, gerekse de benzin, motorin, LPG ve alkollü içkiden alınan vergilere yapılan zamlar bunun bir kanıtı. Bu yüzden de bir maliye politikası aracı olarak 2025 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi gelecekte halktan yana değil, halka daha fazla kemer sıktıran bir bütçe olarak anılacaktır.

Harcamalar tarafında da özellikle de personele dönük harcamalarda ve halka dönük sosyal harcamalarda ve yatırım harcamalarında ciddi bir kesinti yani kemer sıkmaya gidileceği Bütçede açıklandı.

Kısaca, Bütçe önümüzdeki yıl kamu emekçilerinin ücret ve maaşlarına bu kesimleri rahatlatacak bir zam yapılmasının mümkün olmayacağını ifade ediyor. Zira personel harcamaları 2023’ten 2024’e yaklaşık yüzde102 oranında artırılmışken, 2025’te bu artışın sadece yüzde 30 olması hedefleniyor. Hali hazırda 11 aylık sermaye transferlerinin sadece yüzde %10 oranında gerçekleşmesi ise (eğer aralık ayında bu açık kapatılmazsa), izlenen maliye politikasının yeni yatırımların yapılmasını amaçlamadığını gösteriyor.

Yüzde 44 yeniden değerleme oranı

İlave olarak, yüzde 43,93 olarak belirlenen yeniden değerleme oranını düşürme yetkisi varken Cumhurbaşkanı bu yetkisini kullanmadı.

Böylece devlet, gelir vergisi dilimleri, motorlu taşıtlar vergisi tutarları, çevre temizlik vergisi tutarları, usulsüzlük, özel usulsüzlük cezaları gibi çeşitli had ve miktarlar, maktu damga vergileri ve damga vergisine ilişkin üst sınır, yurt dışı çıkış harcı, pasaport harçları ve trafik cezaları da dahil olmak üzere, alacakları konusunda hedeflenen enflasyon oranının (yüzde 21) en az iki katı bir oran uygulayacak.

Son üç yılın en düşük asgari ücret zammı

Gelirler politikası alanında son yılların en düşük asgari ücret zammının yapılması (yüzde 30) iktidarın sıkı gelir politikası uygulamaya kararlı olduğunu gösteriyor.

Çünkü 2023 yılında asgari ücrete yüzde 34’ü; 2024 Ocak ayında yüzde 49’u aşan oranda zam yapılmıştı. Bu yıl bunun yüzde 30’a düşürülmesi enflasyonla mücadelenin faturasının asıl olarak toplumun en yoksullarına, en korumasızlarına, en örgütsüzlerine ödettirileceğinin bir kanıtı.

Son olarak, para politikası kapsamında politika faizinin düşürülmesi ve bu düşüşün muhtemelen sürecek olması bundan böyle sıkı para politikasından adım adım vaz geçileceği yani bu politikanın gevşetileceği anlamına geliyor.

Bu, artık “bir erken seçim hamlesi midir yoksa sermayenin özellikle de durgunluk ve ağır borç yükü içindeki kesimlerinin rahatlatılarak gazlarının alınma operasyonu mudur”, ilerde anlaşılacak.

2 sıkı 1 gevşek

O halde biz emekçiler adına şu soruları soralım iktidara:

Eğer politika faizini “enflasyonda durum iyiye gidiyor” diye düşürdüyseniz, aynı gerekçeyle asgari ücretliye daha fazla zam yapabilirdiniz, neden yapmadınız?

Toplam talebi düşürmek için asgari ücret zammını daha yüksek tutamadığınızı söylüyorsunuz. Peki faiz indirimleri toplam talebi (para kullanma ve kredi maliyetlerinin düşmesinden dolayı) artırmayacak mı?

Neden patronlar söz konusu olduğunda vidayı gevşetiyor, işçiler söz konusu olduğunda vidayı daha da sıkıyorsunuz?

Sanayicisinden, inşaatçısına, büyük tüccarından bankacısına kadar sermaye sınıfının kârlarını daha da artırarak onları mutlu ederken, asgari ücreti açlık ücretine dönüştürerek işçi sınıfını, emekçileri perişan ettiğinizin farkında değil misiniz?


 


26 Aralık 2024 Perşembe

Asgari ücret

 

Asgari ücret yetmiyorsa Halep burması ya da Şam tatlısı verelim!

Mustafa Durmuş

27 Aralık 2024


                                                  Çizgi: Ercan Akyol

Beklenen oldu ve siyasal iktidar patronların ve IMF’nin taleplerine uygun biçimde asgari ücret artışını yüzde 30 ile sınırladı. Böylece yeni yıldan geçerli olmak üzere asgari ücret 22 bin 104 lira oldu.

Açlık ücreti!

Mevcut resmi enflasyon oranının dahi altında kalan bu artış, aileleriyle birlikte 40 milyona yakın işçiyi, emekçiyi en az 1 yıl daha açlık ücretiyle yaşamaya mahkûm edecek.

Oysa 2025 yılının 2024’ten çok daha kötü olacağını en iyi, bir gece ansızın toplanıp asgari ücret zammının ne olacağına karar veren siyasal iktidarın ve patronların sözcüleri biliyorlar.

2025 çok daha kötü olacak!

2025 yılı, özellikle de emeği ile geçimini sağlayanlar, yoksul köylüler, gençler, ev kadınları ve çocuklar için kaynakların daha da kısıtlandığı, buna karşılık ağır yaşam maliyetlerinin yükünün daha da artacağı bir yıl olacak.

Çünkü her şeyden evvel, seneye ekonomi çok daha yavaşlayacak. Öyle ki OECD’nin son raporuna göre, Türkiye ekonomisi uzun zaman sonrasında ilk kez dünya ekonomisinin ortalamasının altında büyüyecek. Söyle ki seneye dünyada ekonomik büyüme ortalamasının yüzde 3,3; buna karşılık Türkiye ekonomisinin büyümesinin yüzde 2,6 olması bekleniyor. (1)


Hatırlatalım, dünya ekonomisi küçülürken, Covid-19 Pandemisi koşullarında bile, Türkiye ekonomisi, Çin ile birlikte büyüyebilen nadir ekonomiler arasındaydı. Ancak kötü haber: Önümüzdeki yıl bu pozitif ayrışma tamamen tersine dönecek.

Hayat pahalılığı ve işsizlik sürecek!

Dahası, enflasyon gelişmiş ve yükselen piyasa ekonomilerinin çoğunda merkez bankası hedeflerine geri dönerken (2), Türkiye’de hala resmi olarak yüzde 50’ye yakın seyrediyor. Gıda ve enerji enflasyonu ise manşet enflasyondan daha yüksek. Üstelik yoksulun, emekçinin enflasyonu zenginin enflasyonunun neredeyse iki katı kadar ağır hissediliyor.

Yeni bir savaş enflasyonu körükler!

Seneye enflasyonda ciddi bir düşüş beklenmemeli. Hele bir de Suriye’nin kuzeyinde patlayacak bir savaş Türkiye’deki enflasyonu azdıracak ve yoksullaşmayı artıracaktır.

Keza, birçok ülkede işsizlik oranları tarihsel olarak düşük seviyelerde seyrederken, Türkiye’de özellikle de geniş tanımlı işsizlik yüzde 27,6’ya yükseldi ve gerçek işsiz sayısı 11 milyonu buldu. (3)

Dışarıda, düşen enflasyonla birlikte güçlü reel ücret artışı sürerken, Türkiye’de ücretler yüksek enflasyon ve adaletsiz gelir vergisi tarifesi nedeniyle erimeye devam ediyor.

Sosyal çürüme hızlanacak!

Türkiye ekonomisi yüksek hızda büyürken de işsizlik daha düşük seyrederken de işçi sınıfının ekonomik büyümeden aldığı payın (milli gelirin içindeki payı) üçte biri geçmediğini biliyoruz. Ancak ekonomi yavaşladığında ya da fiilen küçüldüğünde bunun emekçiler üzerindeki olumsuz etkileri çok daha fazla olacaktır.

İşsizlik ve yoksulluk artacak, bireysel borçlanma ve şirketlerin borçlanması zorlaşırken, birikmiş borçların ödenmesi daha da zorlaşacaktır. Bu durum mevcut sosyal çürümeyi daha da hızlandıracak ve ülkedeki mafyatik organize suç örgütleri, uyuşturucu satışları, iş ve kadın cinayetleri, finansal usulsüzlükler, yolsuzluklar ve suç oranları artmaya devam edecektir. Bunu da bildiği için siyasal iktidar onlarca yeni cezaevi inşa etme peşindedir.

Bu durum ortada iken “enflasyonu düşürmeye çalışıyoruz, bir yıl daha dişimizi sıkalım” diyerek, asgari ücrete sadece yüzde 30 artış yapan siyasal iktidar, muhalefetin üzerinde uyguladığı siyasal baskılarla ve Suriye üzerinden yükselttiği milliyetçilik duygusunun arkasına alarak, ülke nüfusunun yüzde 50’sini açlık ve yüzde 80’ini yoksulluk sınırının altında ücretlerle yaşamaya mahkûm etmeyi hedefliyor.

Diğer taraftan bu suçlardaki artışların temel nedeninin işsizlik, açlık, gelir bölüşüm adaletsizliği, cezasızlık ve hukuksuzluk olduğu çok iyi biliniyor. Bu gerçeğe rağmen insanlar açlık sınırının altında ücretlerle çalışmak zorunda bırakılıyor.

“Sorunu yaratan sorunu çözemez!”

Oysa emekten yana bir iktidar söz konusu olsaydı, sosyal devlet göreve çağrılır ve emekten yana gelir politikaları, sosyal politikalar ve yeniden bölüştürücü bütçe ve vergi politikalarını hayata geçirilirdi.

Ancak militarizm ve siyasal İslam ile karmalanmış milliyetçiliği arkasına alan oligarşik yapıdan emekten, insandan ve doğadan yana ekonomi politikaları ve sosyal adalet uygulaması beklenemez, beklenmemeli.

Emek, doğa ve kadın sömürüsünden ve kutuplaştırma ve ötekileştirmeden kaynaklı gerginliklerden beslenenlerin kendilerine ne kadar daha şans verilirse verilsin bu sorunları çözmeleri mümkün değil.

Niyetleri de yok. Tam tersine siyasal iktidar, başta asgari ücret zammının yarattığı hayal kırıklığı ve 2025’te karşılaşacağımız yeni kemer sıkma önlemleri olmak üzere, çok sayıda ciddi sorunu yeni “fetih” hikayeleriyle unutturmaya çalışıyor.

Ne yapmalı?

Öncelikle mevcut durumu teşhir etmek, bu yapılanların işçi sınıfına karşı sermaye sınıfının açmış olduğu yeni bir savaş olduğunu emekçilere ve tüm topluma anlatmak gerekiyor.

Sadece teşhir etmez yetmez, mücadele de gerekiyor. İşçi sınıfı, öz örgütleri olan sendikalarını harekete geçirmeli, sendika yönetimlerini sermayeye karşı harekete geçmeye zorlamalıdır. İşçiler, sendikalar ve tüm emek örgütleri ekmeklerinin ellerinden alındığı açlığa mahkûm edildikleri böyle zamanlarda ayağa kalkmayacak da ne zaman kalkacaklar?

İşçi sendikaları, başta iktidar bloku ve sermaye tarafından tek taraflı olarak dayatılan açlık ücreti düzeyindeki asgari ücreti ve her türden kemer sıkmayı reddetmeliler ve insan onuruna yaraşır bir asgari ücret talep etmeliler.

Keza devlet bütçesinden emekçilere, emeklilere ve yoksullara dönük sosyal harcamaların artırılmasını ve bu giderlerin finansmanı için sermayedarların ve zenginlerin daha fazla vergi ödemesini talep etmeliler.

Sonuç olarak

Muhalefet partileri, demokratik kitle örgütleri ve meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri işçilerin, emekçilerin haklı taleplerini desteklemeliler. Bu desteklerini sadece Meclis’te değil, meydanlarda, sokaklarda, mahallelerde ve işyerlerinde düzenleyecekleri kitlesel gösterilerle ortaya koymalılar.

İktidarın yeni “fetih” hikayesine karşı, ayakları yere basan, insandan, emekten, doğadan, sosyal adaletten ve eşit bölüşümden yana yeni bir sosyal hikayeyi zor durumdaki kitlelere en basit dille ve en etkili araçlarla anlatmalı ve onları ikna etmeliler.

Dip notlar:

(1)  https://oecdecoscope.blog/resilience-in-uncertain-times (17 December 2024).

(2)  Agr.

(3)  TÜİK İşgücü İstatistikleri, Ekim 2024, https://data.tuik.gov.tr (10 Aralık 2024).

 

 

20 Aralık 2024 Cuma

Yerel yönetimler

 

Patronlara SGK primi indirimi yerel yönetimlere haciz!

Mustafa Durmuş

21 Aralık 2024


İktidar 5’i büyükşehir olmak üzere, Muhalefetin yönetiminde olduğu toplam 6 belediyeye ve bunların bünyesindeki şirketlere 20 milyar TL civarındaki gecikmiş Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) prim borçlarından ötürü haciz gönderdi. Üstelik bu borçların, azımsanamayacak bir kısmı (en az üçte biri) eski AKP’li belediye yönetimlerinden kalma borç.

Bu belediyeler Ankara (bağlı şirketler), İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin Büyükşehir Belediyeleri ile İstanbul’daki Şişli Belediyesi.

Haciz yetmedi maaşlara bloke kondu!

Sadece haciz gönderilmekle kalınmadı, aynı zamanda Ankara BŞB’nin şirketlerindeki çalışanların maaşlarına da bloke koyduruldu. İşçiler bu ay sonunda maaşlarını alamamak gibi bir riskle karşı karşıya.

Ülkedeki tüm belediyelerin SGK prim borçlarının tutarının 96 milyar TL olduğu daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan tarafından açıklanmıştı.

Özel hastanelere yapılan ödemelere ne demeli?

Işıkhan keşke, Bakanlığına bağlı bir kurum olan SGK’nın, “Yeni Doğan Çetesi” örneğinde olduğu gibi, “adları bebek cinayetlerine karışanlar da dahil olmak üzere, özel hastanelere sadece geçen yıl 35 milyar TL ve bu yıl şu ana kadar 50 milyar TL ödediğini de söyleseydi.

Bir başka deyişle, kamu hastanelerinin verebileceği hizmetler, yapılan özelleştirmelerle, sağlıkta çete kurmuş bir kesimin kurduğu merdiven altı tabir edilen sözde hastanelerden alınıyor, böylece oralara SGK’dan milyarlarca lira aktarılıyor. Bu durum onların iştahını daha da kabartıyor ve yeni usulsüzlükleri, yolsuzlukları, kötüye kullanımları teşvik ediyor.

Diğer taraftan, halka hizmet götüren ve üstelik de gelirleri mevcut düzenlemelerle budanmış olan, bu yüzden kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışan iktidarın kayyumlarla ele geçirmeye çalıştığı belediyelerle ilgili olarak terörle iltisaklı, israfçı, müflis algısı yaratılıyor.

Sermayeye prim desteğine devam!

Dahası, iktidarın bu yıl, sermaye kesiminden “5 puanlık SGK prim indirimi” adı altında verilen teşvik kapsamında 242 milyar 811 milyon TL’lik prim alacağından vaz geçtiği de ortaya çıktı. Halka kemerlerin sıktırıldığı bu dönemde bu destek sadece bazı bazı sektörlerde 1 puan indirilerek yüzde 4 olarak verilmeye devam edilecek.

“Sosyal Güvenlik Kurumu’nun almaktan vazgeçtiği bu primleri kim karşılıyor” dersiniz? Hazine ve Maliye Bakanlığı elbette. Bakanlık bu yıl şu ana kadar bu tutardaki parayı SGK’ya aktardı.

306 milyar liralık “görev zararı”

Ancak en büyük bütçe ödeneğine sahip bulunana Hazine ve Maliye Bakanlığının transferleri SGK ile sınırlı değil.

Kasım ayı bütçe gerçekleşmelerine göre, Hazine ilk 11 ayda Elektrik Üretim AŞ’ye (EÜAŞ) 198 milyar TL, Ziraat Bankası’na 75 milyar TL ve Halk Bankası’na 33 milyar TL olmak üzere toplam 306 milyar TL “görev zararı” adı altında para aktardı.

Neden transfer yapıyorsunuz?

Şimdi, Sosyal Güvenlik Kurulu’na yapılan transferle ilgili olarak ilgili Bakanlara “bu transferin nedeni nedir” diye sorsanız, muhtemelen, “kayıt dışılıkla mücadele etmek” ya da “mükelleflerin vergiye uyumunu sağlamak için” diye yanıt vereceklerdir.  Bankaların görev zararlarını sorsanız “döviz kurunun ve ekonominin istikrarını sağlamak için” diyeceklerdir.

Oysa sırasıyla; kayıt dışılık üzerindeki etkisi konusunda vergi oranları ve SGK primleri, patronların aşırı kâr hırsı gibi hedeflerinden ve ödememe alışkanlıklardan ve denetimsizlikten çok daha küçük bir öneme sahip.

Yani bazı sermaye çevreleri vergi ve prim ödememeyi kârını artırmak için ve devlete ödeme yapmamayı alışkanlık haline getirdiklerinden sürdürüyorlar. Nitekim kurumsallığını tam olarak sağlamış diğer şirketlerin vergilerini ve primlerini düzenli ödemeleri bunun bir kanıtı.

Vergilemede çifte standart!

Mükellef uyumu ise vergi mükellefine bir tür rüşvet vermenin kibarca adlandırılmasından başka bir şey değil. Ücretlinin gelir vergisini kaynağından keserek daha eline geçmeden tahsil eden Maliye, sermaye gelirleri ve sermaye kesimi söz konusu olduğunda bu kesimlerin yıllık beyanname vermelerini yeterli buluyor.

Beyannamelerde eksik matrah beyan etmesinler ya da kayıt dışı işçi çalıştırmasınlar diye de “vergiye mükellef uyumu” adı altında bu kesimlerden alacağı hem verginin hem de sigorta primlerinin bir kısmından vazgeçiyor.

Yani işçisine, memuruna güvenmeyen Maliye, sermayedara, rantçıya, faizciye fazlasıyla güvenebiliyor!

Yandaşa destek “görev zararı” olarak mı sunuluyor?

Bu üç kurumun özellikle de banka niteliğindeki ikisinin neden zarar ettiği ise ortada: Yandaş şirketlere sunulan düşük faizli krediler, düşük kurdan döviz satışları ve tahsil edilemeyen kredi borçları.

Kısaca sorunun kaynağı iktidarın yapmış olduğu sermaye yanlısı, emek karşıtı siyasal tercihler.

Belediyeler kamu hizmeti sunuyor!

Diğer taraftan, başta belediyeler olmak üzere yerel yönetimlerin sunduğu hizmetler kamu hizmetleri niteliğindedir ve bu hizmetler kamu personeli aracılığıyla verilir.

Azami kâr peşinde koşan ve kamusal olmayan mal üreten özel sektörden aldığı primlerin bir kısmından vazgeçerken, sermaye ve iktidarın rahatça at oynattığı bankaların zararlarını görev zararı adı altında kapatırken, kamu hizmeti sunan belediyelerin prim borçlarını tahsil etmek için haciz göndermek nasıl açıklanabilir?

Yıllardır belediyeleri siyasal İslamcı cemaatlere ve yandaş şirketlere kaynak aktarmak için kullananlar, bu belediyeler ellerinden gidince, geri alabilmek için kayyumlar, hukuksuz tutuklamalar ve borçları zorla tahsil etmek gibi etik dışı yollara başvurmaktan, seçmenlerin iradesini yok saymaktan ve halkı cezalandırmaktan çekinmiyorlar.

Sonuç olarak

Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor.

Gelişkin toplumlara bakın oralarda güçlendirilmiş yerel yönetimlerin hem güçlü demokrasinin hem de güçlü ekonominin temel direkleri olduğu görebilirsiniz. Tabi güçlü bir demokrasi ve sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak niyetiniz varsa…


16 Aralık 2024 Pazartesi

Suriye'de belirsizlik

 

Suriye’nin belirsiz geleceği: Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler (3)

Mustafa Durmuş

17 Aralık 2024


2011 ayaklanmasının arifesinde 1.500 dolar kişi başına gelire sahip Suriye ekonomisi, aynı yıl başlayan iç savaşın ekonomiye ağır bir darbe vurmasının ardından yüzde 70’e yakın oranda azaldı.

Son 13 yılda işsizlik ve yoksulluk giderek derinleşirken, Beşar Esad rejimi askeri olarak Rusya ve İran sayesinde ve başta muhalifler olmak üzere halkın üzerinde kurduğu ağır baskılarla, tıka basa dolu hapishanelerle bu yılın Kasım ayına kadar dayanabildi.

Otoriter baskıcı rejimler yıkılmaya mahkum!

Bir başka anlatımla, 53 yıllık Esad Hanedanlığı (yaklaşık 25 yılı Beşar Esad yönetiminde olmak üzere) her zaman yıkılmaya mahkumdu. Çünkü çürümeye yüz tutmuş baskıcı rejimler -özellikle de yolsuzluğa batmışlarsa, halklarına yeterli hizmet sunamıyorlarsa, onları yoksulluğa sürüklemişlerse ve politik sistemlerini değişen iç ve dış koşullara adapte edemiyorlarsa- genellikle de halk ayaklanmalarıyla eninde sonunda çökerler.

Nitekim içten içe çürüyen bu rejim, ABD ve Türkiye’nin desteklediği silahlı selefi cihatçı gruplar (Suriye Milli Ordusu/SMO gibi) ve Heyet Tahrir el-Şam Örgütünün (HTŞ) iki hafta önce başlattıkları saldırılarla kısa süre içinde devrildi.

Esad herhangi bir açıklama yapmadan Suriye’yi terk etti. Şam'daki eski hükümet yetkilileri, bazı üst düzey liderlerin de Şam düşmeden önce onunla birlikte ayrıldığını gittiğini söylüyor.

Halkını düşünmeyeni halk da düşünmez!

Esad’ın, halkına herhangi bir cesaret verici söz söylemeden hazinesini de yanına alıp ülkeden kaçması  devletin kendilerini HTŞ gibi grupların saldırılarından koruyacağına temelden inanan pek çok Suriyeliyi şaşkına çevirdi.

Rejime bağlı Cumhuriyet Muhafızları’nın şehri savunmaya çalışmaması ise aslında rejimin halktan nasıl koptuğununun bir göstergesi oldu. Bu da ancak halklarının refahını ve güvenliği korumak için çaba gösteren ve kendi halklarından destek alan iktidarların direnebileceğini ve kazanabileceğini bir kez daha gösterdi.

Defolu iki yaklaşım!

Bazı yorumcular (bunlara bir kısım sol ve sosyalist çevreler de dahil), saldırıların ABD ve İsrail tarafından düzenlendiğinden ve HTŞ ve SMO’nun siyasal İslamcı karakterinden yola çıkarak Esad rejimine destek anlamına gelen açıklamalar yapıyorlar.

Diğer bazıları ise bu selefi cihatçı güçlerin, 2011'de Esad rejimini neredeyse devirecek olan halk devrimini yeniden canlandırdığı gerekçesiyle her hangi bir eleştiriye tabi tutmadan romantikleştiriyor.

Her iki yaklaşımın da bugün Suriye'de ortaya çıkan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmadığı için defolu olduğunu vurgulamakla başlayalım..

Bölgede yıllarca sürebilecek bir kaos ve belirsizlik dönemi

Öncelikle, her şey bitmedi, hatta yeni başladı denilebilir. Hatta bundan sonra Suriye’nin parçalanması söz konusu dahi olabilir. Çünkü dış ve iç aktörler, ortadaki kadavranın her birinin yapabildiği kadar çok parçasını ele geçirmeye ve/veya kontrol etmeye çalışacaklar. Bölgede yıllarca sürecek olan bir kaos ve çekişme dönemi de bunu izleyecek.

Suriye şu anda Rusya, İran, Türkiye, ABD, Körfez ülkeleri ve İsrail’den çeşitli derecelerde destek alan farklı silahlı gruplar tarafından kontrol edilen bölgelere bölünmüş durumda. Bu silahlı grupların her biri, bölgesel çıkarlarının korunmasını sağlamak için yarışan bu büyük uluslararası güçler tarafından desteklenmeye devam edecektir.

Bölgede çok farklı dinamikler söz konusu

Bölgedeki birbirinden çok farklı ve birbiriyle çatışmaya hazır dinamikleri ihmal etmemek gerekiyor. Örneğin Suriye’de şimdilik en büyük kazananlardan biri olarak nitelendirilen İsrail, gerçekleştirdiği işgal ile birlikte selefi cihatçılarla sınır komşusu oldu. Şu anda çatışmıyorlar ama mevcut çatışmasızlığın uzun süre devam etmesi beklenmemeli.

Suriye'deki rejimin hızla çökmesi, Rusya ve İran'ın nüfuzuna aşağılayıcı bir son verirken, Türkiye'nin nüfuzunu arttırmasına kapı açsa da iktidarı ele geçiren selefi cihatçılar henüz tam niyetlerini ortaya koymuş değiller.

2017’de bir dizi silahlı grubu bir araya getiren ve Suriye'nin kuzeybatısındaki bazı bölgeleri kontrol altına alan Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), bütünlüklü ya da merkezi bir yapıya sahip değil ve bünyesindeki çeşitli gruplar  sık sık birbirleriyle çatışıyor. Buna rağmen Suriye'de önemli bir oyuncu olmaya devam ediyor ve Kürt silahlı gruplarının Türkiye için bir tehdit oluşturmasını önlemek için Türkiye sınırı yakınlarında bir tampon bölge oluşturmayı hedefliyor. (1)

ABD, HTŞ, SMO ve SDG

HTŞ'nin Türkiye'nin kontrolü altında olan Suriye'nin İdlib vilayetindeki sicili oldukça karışık. HTŞ, IŞİD deneyiminden ders alarak, çok sert davranmaktan uzak durmaya çalışıyor gibi görünse de, hala demir yumrukla yönetiliyor. HTŞ’liler Esad'ın hapishanelerini özgürleştirirken bile, kendi hapishanelerindeki muhaliflere çok kötü muamele etmeyi sürdürdüler.

Suriye'nin düşmesi, ABD’nin Suriye’nin kontrolünü ele geçirmesiyle birlikte Türkiye için bir sorun haline geliyor. Çünkü Washington bundan böyle HTŞ'yi kendi çıkarları için kullanmaya çalışacaktır ki bu da Türkiye'nin yapmak istedikleriyle pek uyumlu olmayabilir. YPG’nin vurucu gücünü oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), ülkenin doğusundaki büyük petrol, gaz ve buğday tarlalarının kontrolünü elinde tutuyor. Şam’da hükümet olmak isteyen herkesin devleti finanse edebilmek için bu kaynaklara erişmesi gerekecek. (2)

Ekonomik maliyetler

Aynı zamanda, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sorununun daha da ağırlaşması hayli muhtemel. Türkiye şu anda (resmi verilere göre) 3 milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapıyor (gerçek sayının bunun birkaç katı olduğu iddia ediliyor).

Suriye’ye geri dönüşler hedeflendiğinden çok daha yavaş sürerken, özellikle de yandaş medya düşük ücretli sığınmacı işgücü kaybının üretim maliyetlerini artırmak (böylece ihracatı düşürmek) ve enflasyonu körüklemek gibi ekonomiye ciddi  zarar vereceği endişesini dile getiriyor.

Türkiye uzun vadede “en büyük kaybeden” de olabilir!

Yaygın kanı Esad iktidarının devrilmesinde en büyük kazananın Erdoğan olacağı yönünde olsa da, Türkiye uzun vadede en büyük kaybeden de olabilir. Daha fazla mültecinin akınına uğrayabilir. Suriyeli aşırılık yanlıları Esad'ı devirme hedefinde artık birleşmedikleri ve ülkeyi yönetmek gibi zor bir görevle karşı karşıya kaldıkları için, kendi aralarında Türkiye’yi bir grubu desteklemeye ve böylece yeni düşmanlar edinmeye zorlayacak uzun süreli güç mücadeleleri söz konusu olabilir. Savaşın Türkiye’ye sıçraması ve 2010’ların ortalarında ülkenin başına bela olan terör saldırılarına geri dönülmesi -muhtemel olmasa da- tamamen mümkün. Ayrıca Türkiye'nin İsrail'e devam eden örtülü desteği nedeniyle içeride de bir gerginlik söz konusu ve Suriye meselesi bu gerginliği bir süreliğine örtbas edebilirse de, bu gerginliğin ortadan kalkması pek mümkün görünmüyor. (3)

Büyük inşaat şirketleri için kậrlı işler kapıda!

Bu “zaferin” Türkiye için ne gibi ekonomik faydaları olacağı ise belirsiz. Financial Times'a göre, “zaten yüksek enflasyon ve resesyonla mücadele eden Türkiye, 900 km’lik Suriye-Türkiye sınırı boyunca iş ve ticaret ilişkilerini yeniden başlatmaktan fayda sağlayacaktır. Erdoğan'la yakın bağları olan inşaat sektörü, yüz milyarlarca dolara ulaşması beklenen yeniden inşa faturasından para kazanabilir.”(4)

Ancak burada yapılacak kậrlı inşaat, alt yapı ve üst yapı işlerinin Türkiye (ve Suriye) halklarına her hangi bir ekonomik bir fayda sağlayacağı da son derece tartışılır.

Türkiye tuzağa mı düşürülüyor?

Ayrıca, Türkiye mucizevi bir şekilde barış ve güvenliğe kavuşmadıkça bunun nasıl gerçekleşeceğini görmek de zor. Tüm bunların Türkiye’nin elinde patlaması çok daha muhtemel. Çünkü Amerikan’ın konumu Türkiye’den çok farklı. En önemli farklardan birisi, ABD’nin ortalığı karıştırıp iki okyanus arasındaki evine çekilebilmesi. Oysa Türkiye’nin Suriye ile sınırı var ve ABD Esad'ı devirmek için Türkiye liderliğindeki operasyona verdiği destekle sadece Suriye'yi değil Türkiye'yi de istikrarsızlığa sürüklüyor olabilir. Öyle ki Ankara Esad, Rusya, İran ve Hizbullah'ı ve onların sağladığı istikrarı ilerde  özleyebilir. (5)

HTŞ ve SMO’nun ve gerici, faşizan doğaları ve sahip oldukları siyasi projeler bölge halklarını endişeye sevk ediyor. SMO, çoğunlukla İslami muhafazakar politikalara sahip silahlı gruplardan oluşan bir koalisyon. Çok kötü bir üne sahip ve özellikle kontrolü altındaki bölgelerde Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlalleriyle suçlanıyor. Özellikle 2018'de Afrin'de çoğunluğu Kürt olan yaklaşık 150 bin sivilin zorla yerinden edilmesine yol açtığı biliniyor.

Arap Alevileri, Kürtler, Süryaniler, Rum-Ortodoks, Rum-Katolikler ve diğer halklar endişeli!

HTŞ lideri Ebu Muhammed Colani’nin geçmişte yaptığı ve Suriye’de Nusayri, Hıristiyan ve diğer azınlıklara yer olmadığını açıkça belirttiği açıklamalar, bölgede yaşayan tüm halklar ve inançlar için derin bir kaygı ve endişe yaratmıştı. Bu on binlerce insanın evlerini terk etmesine neden olmuştu.

Özellikle Nusayriler, Kürtler, Süryaniler, Rum-Ortodoks, Rum-Katolikler ve diğer halklar kendilerini çok ciddi bir tehdit altında hissediyorlar. HTŞ’nin yanı sıra Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) ülkede yaşayan Alevilere zulmettiklerine dair haberler kamuoyuna yansıyor. Bu da on binlerce Aleviyi, yeniden göç yollarına düşürüyor.

Ülke ise yeni hükümet konusunda kutuplaşmış durumda. Savaş ve yaptırımlar nedeniyle yaşam tarzlarının bozulduğunu gören bazı halk kesimleri gelişmeleri  memnuniyetle karşıladı ve yeni durumu kutlamak için sokaklara döküldü. İsrail'in eylemlerine bağlı olarak bu durum değişebilecek olsa da, Orta Doğu'nun daha geniş bağlamı onları doğrudan ilgilendirmiyor. Önemli bir kesim, Sünni olmayan Müslümanlara karşı “Nusayriyye” (Esad ailesinin topluluğu olan Aleviler için) ve “Rawafid” (Suriye'deki büyük Şii nüfus gibi) gibi aşağılayıcı terimler kullanan İslamcıların davranışlarından endişe duyuyor. Sünni olmayan Müslümanları “ehl-i batıl” ya da "yitikler" olarak adlandırmak ve dinden dönme ve bunun cezası hakkında güçlü bir Selefi dil kullanmak, saldırıların hedefi olabilecek kişiler arasında korku yaratıyor. Yeni hükümetin bu mezhepçi ideoloji tarafından motive edilen güçlerini kontrol edip edemeyeceği ise belirsiz. (6)

Ayrıca Suriye'deki isyancı grupların birlik ve istikrar içinde bir geçiş hükümeti kuramamaları halinde, Rusya ve İran diğer aktörlerin boşluğu doldurmak için hızla harekete geçeceği de beklenmelidir.

İlerici güçlerin şansı?

“HTŞ’nin iktidar olması ülkedeki  ilerici güçlere devrimci mücadeleyi yenilemeleri ve hem rejime hem de İslami köktenciliğe bir alternatif sunmaları için alan ya da alanlar açacak mı”, sorusu yanıtı aranması gereken asıl sorudur.

Keza Esad rejiminin kovulduğu bölgelerde aşağıdan mücadele ve özörgütlenme mümkün olacak mıdır? Gramsici anlamda sivil toplum örgütleri (devlet dışı halk oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalara sahip alternatif siyasi yapılar kendilerini kurabilecek, örgütlenebilecek ve HTŞ ve SMO’ya karşı siyasi ve toplumsal bir alternatif oluşturabilecekler mi? HTŞ ve SMO güçlerinin geriletilmesi yerelde örgütlenmeye alan açacak mı ve yereldeki yeni ekonomik ve siyasal örgütlenmeler eskinin tekrarı olmaktan öteye geçebilecek mi?

Bunlar net cevapları olmayan kilit sorular. Ancak net olan bir şey var: HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesini teşvik etmediklerini, tam tersine otoriter davrandıkları çok açık.  

Tarih bize otoriter-faşizan güçlere güvenilmemesi ve sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının özörgütlenmesinin ve öz savunmasının bu alanı yaratabileceğini ve gerçek kurtuluşa giden yolu açabileceğini defalarca gösterdi.

Örneğin, “Rojava Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, Suriye iç savaşının siyasi bir boşluk yaratmasından bu yana özyönetim kurallarını yeniden yazan Kürtlerin liderliğindeki bir bölge. IŞİD, SMO ve Suriye rejiminin kuşatması altındaki Rojava halkı, doğrudan demokrasi, toplumsal cinsiyet eşitliği ve çevresel sürdürülebilirlik temelinde özerk bir bölge oluşturdu. Rojava halkının inşa ettiği şey hayatta kalmanın çok ötesinde. Bu, tiranlığa direnmek ve daha iyi bir şey yaratmak için tasarlanmış, toplumun tamamen yeniden tasarlanmasıdır. Bunu kararlılıkla ve otoriter rejimlerin değil, toplulukların kendi geleceklerine karar vermesi gerektiğine olan inançlarıyla inşa ettiler”.(7)

Bu örneklere bir yenisini daha ekleyebilmek, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluğa ve toplumsal yerinden edilmeye kadar pek çok engelin aşılabilmesine bağlı olacak.

Sonuç yerine

Suriye rejimine ve selefi cihatçı köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilecek ve örgütlenebilecek bağımsız, demokratik ve ilerici bir cephenin henüz yokluğu gibi acı bir gerçek söz konusu.

Böyle bir cephenin inşası zaman alacak. Böyle bir  cephenin otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışma inşa etmek için demokrasi, barış, eşitlik, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürlüğü taleplerini yükseltmesi gerekecek. (8)

Türkiye tarafında ise, ülkedeki iktidar blokunun  etnik-milliyetçi neo-Osmanlıcı yükselen kanadı, Kürtlerin zorla da olsa kontrol altına alınması kadar askeri sanayi karması sektörün hızla büyütülmesini de istiyor. ABD'nin Türk savunma sanayisine uyguladığı yaptırımlar, Suriye'nin doğusundaki varlığı ve Kürtleri desteklemesi gibi nedenlerle, Kürt meselesi ile askeri sanayi karması sektör ve savunma sanayinin büyütülmesi iç içe geçmiş durumda.

Aslında Suriye’deki gelişmelerin açıkça ortaya koyduğu şey; Türkiye'nin alt emperyalist hırslarının ABD’ninkilerle çok da uyumsuz olmadığıdır. Yeter ki bundan sonra Türkiye, ABD-İsrail ortak hedeflerine de uyacak şekilde davranabilsin.

Suriyeliler zengin etnik ve dini çeşitlilikleriyle her zaman gurur duydular. Tüm Suriyelilerin eşit yurttaşlık haklarını da garanti altına alan kapsayıcı ve demokratik bir hükümet, ülkenin bir bütün olarak ayakta kalmasını ve mezhepsel bir kaosa sürüklenmemesini sağlamak için elzem.

Otoriter bir yönetimin yerini bir başkasının alması ya da ülkenin silahlı gruplara bölünmesi felaket demek olacaktır. Her ne kadar belirsizlikler devam etse ve önümüzde büyük zorluklar olsa da Suriyelilerin acil ihtiyaçlarına öncelik vermek mantıklı bir ilk adım olacaktır. Ve her şeyden önemlisi, Suriye halkının olağanüstü direncini, cesaretini, umutlarını ve hayallerini yansıtan barışçıl, savaş sonrası bir Suriye'nin kaderine yön verenler olması sağlanmalıdır. Suriyelilerin- hem geri dönenlerin hem de hiç gitmeyenlerin- yeni Suriye devletini kendi şartlarına göre yeniden inşa etmeleri kritik önem taşıyacaktır. (9)

Dip notlar:

(1)    https://theconversation.com/what-syrias-rebel-takeover-means-for-the-regions-major-players-turkey-iran-and-russia (9 December 2024).

(2)    https://www.moonofalabama.org/syria-winner-and-losers-or-both (9 December 2024).

(3)    https://www.nakedcapitalism.com/2024/12/did-turkiye-win-the-battle-but-lose-the-war (11 December 2024).

(4)    Agm.

(5)    Agm.

(6)    https://www.theleftchapter.com/post/the-fall-of-the-assad-government-in-syria (12 December 2024).

(7)    https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/communalism-in-rojava (20 November 2024).

(8)    https://www.counterpunch.org/understanding-the-rebellion-in-syria (10 December 2024).

(9)    https://www.counterpunch.org/syria-at-the-crossroads (13 December 2024).