16 Aralık 2025 Salı

2026 Bütçesi ve adalet

 

Adalet Perspektifinden 2026 Bütçesi (a)

2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin Analizi (5)

Mustafa Durmuş

16 Aralık 2025


“Adalet”, yüzyıllardır tartışılan ve genellikle farklı insanlar için farklı şeyler ifade eden bir kavramdır. Adalet, genelde onu ihlal edenleri cezalandırmak da dahil olmak üzere, hukukun tarafsız yönetimi ile ilgili olsa da sosyal ve ekonomik alana uygulandığı için, cezalandırıcı olmaktan çok onarıcı olmalıdır.

Böylece “adaletli bütçe” denildiğinde bir toplumda refahın, fırsat ve ayrıcalığın nasıl paylaşıldığı ve bunların bazı eşitlik ve adalet tanımlarına ne ölçüde uydukları kastedilir. Ayrıca adaletin geliştirildiği ve gerçekleştirildiği süreci ele alan usule ilişkin konular da dikkate alınır.

Bütçeler eşitliği teşvik edici olmalı

Eğer “bütün insanların eşit yaratıldığı gibi genel bir kabul varsa, o zaman adalet, devletlerin eşitliği teşvik etmelerini ve sağlamalarını gerektirir. Ancak bu eşitlik, başta toplumsal cinsiyet eşitliği olmak üzere farklı cins ve kimlikler arasındaki eşitliğin sağlanması, fırsat eşitliğinin sağlanması ve/veya servet ve gelirdeki eşitsizliklerin kaldırılması dahil olmak üzere farklı biçimlerde gündeme gelebilir. Bu bağlamda örneğin adil bir bütçenin “eşit yurttaşlığı” teşvik edici olması gerekir.

Bu anlamda devlet bütçesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin yanı sıra toplumdaki diğer eşitlik biçimlerini sağlamak için kritik bir araçtır. Çünkü ne kadar vergi toplanacağı (kamunun büyüklüğü), bu gelirin nereden geleceği (hangi sınıfların ve kesimlerin ne oranda katkı sağlayacağı) ve mevcut bütçe ödeneklerinin nasıl harcanacağı gibi önemli kararların alındığı alandır. Bu da onu sosyal sınıflar ve farklı kimlikler arasındaki mücadele alanlarından biri yapar.

Eşitliği sağlayan politikalar arasında; örneğin düşük gelirli bireyleri ve küçük işletmeleri korurken; yüksek gelirli bireylerin ve büyük şirketlerin vergi kaçırma ve vergiden kaçınma imkanlarını ortadan kaldıran vergi düzenlemeleri yer alır.

Harcama tarafındaki eşitlikçi politikalar arasında örnek olarak; cinsiyet uçurumunu azaltmayı ve kadınların işgücüne katılımını teşvik etmeyi amaçlayan bakım ekonomisi yatırımları ve buna uygun kaynak tahsisatları bulunur.

Toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmalı

Bu politikalar, zamanla vergi tabanının ve mali alanın genişlemesine katkıda bulunur. Bütçe ve bununla ilişkili süreçler neyin finanse edileceğini (harcama öncelikleri), nasıl finanse edileceğini (vergi/transfer ve bütçe dışı araçlar) ve kimin denetleyebileceğini (hesap verilebilirlik ve şeffaflık) değiştirdiği için toplumsal cinsiyet eşitliği açısından çok önemlidir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinden bütçe politikalarını ele almak özellikle günümüzde son derece önemlidir. Çünkü onlarca yıldır verilen mücadelelerle elde edilen kazanımlara rağmen, birçok ülkede siyasi desteğin genel olarak azalması ve genel olarak geri çekilme nedeniyle toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı önemli saldırılar söz konusudur.

Bu durum, yalnızca son on yıllarda elde edilen kazanımların tersine dönmesine yol açmakla kalmayıp, gelecekte de elde edilebilecek kazanımların önünü kesme riski taşıyor. Türkiye’de mevcut otoriter rejim altında siyasal iktidarın ‘İstanbul Sözleşmesi’ni geçersiz sayması ve paralel biçimde kadına yönelik şiddetin artması bu olumsuzlukların örneklerinden sadece biri.

Temel ihtiyaçların karşılanması adaletin gereği

Temel ihtiyaçların karşılanması, yaygın olarak paylaşılan “daha fazlasına ihtiyacı olan daha fazlasını almalıdır” fikrine dayanır ve toplumun en yoksul üyeleriyle ilgili bir endişeyi yansıtır. Aynı zamanda “tüm insanların temel ihtiyaçlarının karşılanması gerektiği” şeklinde de yorumlanabilir ve bu da herkesin asgari de olsa bu kaynaklardan payını alması gereğini içerir.

Çabanın ödüllendirilmesi adaletin gereği

Bireylerin, çabalarıyla orantılı olarak kaynaklardan yararlanmayı hak etmeleri gerektiği görüşü genel olarak kabul edilen bir görüştür. Bu bağlamda  (eşitsizliği artırsa bile) daha fazla emek-çaba harcayan insanların daha fazla kaynağa erişebilmeleri adaletin gereğidir.

Katılımcı bütçe süreçleri adaletin gereği

Politikalardan ve onların sonuçlarından bağımsız olarak, kararların alındığı süreçler adil oldukları konusunda uzlaşılan ilkeleri içermeli ve örneğin ilgili tüm tarafların tam bilgiye erişimi sağlanmalı ve onları etkileyen kararları etkileme imkanları bulunmalıdır. Bu da katılımcı bütçe pratiklerinin hayata geçirilmesini gerektirir.

Pratikte bütçede adaletin sağlanmasına yön veren temel ilkeler: Eşitlik, Sürdürülebilirlik, Etkinlik ve Kapsayıcılık

Sağlıklı bir ekonomi, aşırı yoksulluğu ve aşırı zenginliği önlemek, insan haklarını korumak ve desteklemek ve mevcut ve gelecek nesiller için doğal çevreyi korumak için ne yapılmalıdır? Bu bağlamda kamu yararını (ihtiyaçları ve istekleri olan insanları) hükümetin politika yapımının merkezine koyan bir kamu maliyesi ve bütçe anlayışı nasıl oluşturulabilir?

Bu konuda dört temel ilke dikkate alınabilir (1):

(i) Eşitlik ilkesi: Adil bir bütçelemenin ilk ve en önemli hedefi, bütçe politikalarının maliyet ve faydalarının toplumda adil bir şekilde dağıtılmasını sağlayarak, herkesin ihtiyaçlarını karşılayarak ve herkesin insan ve yurttaş olarak gelişmesi için yeterli fırsatlar sunarak eşitliği ve sosyal adaleti teşvik etmektir. Bu hedefi gözetmek; temel hizmetlerin evrensel olarak sağlanmasını ve örneğin hedefli programlar ve transferler yoluyla yoksul, savunmasız ve dezavantajlı gruplara özel ilgi gösterilmesini gerektirir. 

Ayrıca bu ilke, örneğin artan oranlı vergilendirme yoluyla ama aynı zamanda sadece sermayeye fayda sağlayan vergi indirimleri ve vergi istisnaları ve muafiyetlerinin ortadan kaldırılmasıyla, gelir eşitsizliğinin kabul edilebilir seviyelere indirilmesini de gerektirir.

(ii) Sürdürülebilirlik ilkesi: İkinci hedef, hükümetlerin belirli bir mali disiplin düzeyini koruması ve aşırı borçlanmaktan kaçınması gerekliliğinin genişletilerek yeniden formüle edilmesidir. Bu hedef, demografik eğilimler, iklim değişikliği, doğal sermayenin tükenmesi gibi daha geniş mali sürdürülebilirlik konularını dikkate alırken, hükümetlerin uzun vadede kullanabilecekleri mali alanı en üst düzeye çıkarmayı amaçlar. Bu hedefi takip etmek, vergi reformları yoluyla yerli kaynakları harekete geçirmek, doğal kaynakların dikkatli yönetimini teşvik etmek, mevcut borçları yeniden müzakere etmek ve kamu-özel iş birliği projeleri konusunda daha dikkatli olmak gerektiği anlamına gelir.

Ayrıca bu ilke, bir ekonominin başarısının temel ölçütü olarak kişi başı GSYH ölçütünün ötesine geçerek, sadece mali sürdürülebilirliği değil, çevresel ve sosyal sürdürülebilirliği de dikkate alan daha kapsamlı ölçütlere geçmek demektir.

(iii)  Etkinlik ilkesi: Üçüncü hedef, mevcut kaynakların beklenen etkisini en üst düzeye yükseltecek ve fonları nitelikli kamusal mal ve hizmetlerin sunumuna en iyi şekilde dönüştürecek şekilde yönetmektir. Bu hedefi izlemek, kamu kaynaklarının daha etkili bir şekilde kullanılmasını sağlayan kamu mali yönetimi ve insan kaynakları veya satın alma gibi diğer ilgili sistemlerin iyileştirilmesi anlamına gelir. Ayrıca, özellikle yoksul vatandaşlara büyük maliyetler yükleyen ve kalkınmanın önünde engel oluşturan yolsuzluk sorununu da bu perspektiften ele almak anlamına da gelir.

(iv) Kapsayıcılık ilkesi: Son hedef, bütçe süreçlerinin demokratik katılımcılığı teşvik edecek ve marjinal gruplar da dahil olmak üzere, herkesin politika seçimlerinde söz sahibi olmasını sağlayacak şekilde düzenlenmesini sağlayarak, diğer hedeflerin gerçekleştirilmesine yardımcı olmaktır. Bu hedefe odaklanmak; bütçe politikalarına ilişkin bilgilerin üretilmesi, tasarlanması ve dağıtılması biçiminde, herkesin erişebileceği ve anlayabileceği şekilde büyük bir değişiklik gerçekleştirilmesi anlamına gelir. Ayrıca, yurttaşların bütçe sürecine katılabileceği ve hükümeti kamu maliyesini yönetme biçiminden sorumlu tutabileceği yeni, yenilikçi katılım ve müzakere alanları yaratılması anlamına da gelir. Bu bağlamda toplumun komünler, meclisler, kooperatifler, sendikalar, emek ve meslek örgütleri ve diğer sivil toplum örgütleri biçiminde örgütlenmesi son derece önemlidir.

Kamuyu (halkı) kamu maliyesine yeniden dahil etmek adaletin ön koşulu

Çoğu insan, kamu maliyesinin kendi hayatlarıyla hiçbir ilgisi olmadığını düşündüğü için mali konular hakkında konuşmaktan hoşlanmadıklarından, kamu maliyesini insanların endişelerine cevap verecek şekilde yeniden yapılandırmak ya da kamu maliyesine “kamu” unsurunu geri kazandırmak gerekir. Bu, bütçelerin herkesin yararına çalışmasına yardımcı olmakla kalmayacak, demokrasiye olan umudu geri kazanmaya da yardımcı olacaktır. (2)

Bunun pratikteki karşılığı; bazı ciddi yeniden düşünme ve düzenlemenin gerekli olduğu bir dizi politika sorununu belirlemek, önerilen yeniden çerçevelemenin önereceği analiz ve reformları hayata geçirmektir.

Bu bağlamda, adil bir bütçe politikasına ilişkin konular kabaca dört başlıkta incelenebilir: (i). Mali reformlar ve vergi adaleti. (ii). Kaynak tahsisi ve harcama etkinliği. (iii). Kamusal hizmet sunumu ve performansı. (iv). Bütçe açığı, borç ve finansman.  

Mali reformlar ve vergi adaleti

Devletin mali kurumlarının antidemokratik güçlerce ele geçirilmesi, devlet bütçesinin halktan yana düzenlenmesine engel oluşturan faktörlerden biridir.  Örneğin Türkiye’de TÜİK ve Merkez Bankası gibi kurumların antidemokratik işleyişi ve Hazine ve Maliye Bakanlığının uluslararası finans kapitalin ve IMF’nin etkisi altında olması, ülkenin demokrasi ve insan hakları konusundaki karnesini de zayıflatıyor. Bu durum, kurumsal alanda da yapılması gereken bazı reformlara olan ihtiyacı gösteriyor.

Bu bağlamda ekonomi yönetiminin tepesindeki atamalar şeffaf ve demokratik olmalıdır (atamalar tek bir kişinin takdirine bırakılmamalı ve nepotik atamalardan kaçınılmalıdır). Ancak teknik yeterlilik ve teknokratların göreceli özerkliği etkili mali yönetim için gerekli bir koşul olsa da yozlaşmış bir siyasi yapı karşısında sonuçta etkisiz kalınabileceği de unutulmamalıdır.

“Adil mali reform” genellikle şunların kombinasyonunu içerir: artan oranlı gelir vergileri, servet vergilerinin hayata geçirilmesi, çok uluslu şirketlerin daha etkili bir şekilde vergilendirilmesi, orantısız bir şekilde büyük şirketlere fayda sağlayan vergi muafiyetleri ve istisnalarını ve teşvikleri en aza indiren düzenlemeler ve daha fazlası.

Bu reformlar, harcama tarafında fiziksel ve sosyal altyapıya (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çocuk ve yaşlı bakımı) yapılan yatırımlar; nüfusun en yoksul kesimlerine yönelik nakit transferleri ve diğer sosyal koruma önlemleri, ücretli ebeveyn izni politikalarının uygulanması ve ayrımcılıkla mücadele, cinsiyete dayalı şiddet ve evlilik ve boşanmada eşitlikle ilgili yasaların uygulanması için uygun kaynak tahsisleri olarak yapılabilir. Bunların tümü, bütçe politikasının toplumsal cinsiyet eşitliği ve daha genel olarak eşitlik için çalışmasını sağlamaya dönük teknik seçeneklerdir. (3)

Adaleti sağlamaya dönük vergi politikası

Bir devletin vatandaşlarını nasıl vergilendirdiği (örneğin doğrudan veya dolaylı vergilendirme yoluyla ya da kişisel veya kurumsal gelirlere ve servete karşı tüketimi vergilendirmeye ağırlık vererek) kamu harcamalarının finansman yükünün nasıl dağıtılacağını belirler. Bu alanda, bir vergi sisteminin genel artan oranlılığı veya orantısal olarak gelir ve servet açısından daha iyi durumda olanlardan daha fazlasını isteyip istemediğine bakmak önemlidir.

Bu bağlamda Türkiye’deki vergi sistemine bakıldığında, vergi yansıması ve artan oranlılık konusunda yeterli veriye sahip olmasak da üç temel özellikten dolayı çok gelişkin ekonomilerle kıyaslandığında daha adaletsiz olduğu görülüyor.

İlk olarak, gelir vergisi ve kurumlar vergisi tahsilatları oldukça yetersizdir. Öyle ki toplam vergi gelirlerinin maksimum yüzde 20’si gelir vergisinden, kabaca yüzde 10’u kurumlar vergisinden oluşuyor. Gelir vergisinin yüzde 92’si stopajlardan ve bunun yüzde 65’i ücret ve maaşlardan yapılan stopajdan sağlanıyor. Ücret dışındaki gelirlerden alınan (zenginlerden) gelir vergisi ve emlak vergisi ise son derece yetersiz. Dolayısıyla da kentlerde emlak fiyatları hızla artarken bunlardan alınan vergiler son derece yetersizdir.

İkinci olarak, halk vergi dışı kamusal fiyatlandırmalarla (elektrik, doğal gaz, su gibi) aslında ciddi bir mali yük altında. Resmi ve gayrı resmi kullanıcı ücretleri ya da özel sektöre mahkûm bırakılma; rüşvet ya da “hızlandırıcı ödemeler” ve vergi kayıpları gibi devlet bütçesine girmeyen gelirler; geleneksel yapılara, dini cemaatlere vs. devlet bütçesinden yapılan transferler bunlardan bazıları.

Kısaca, kayıt dışı vergileme fırsat ve teşviklerini azaltmak gerekir. Adaletsiz bir karaktere sahip kayıt dışı vergiler yerel vergi sistemlerini sadeleştirerek, temel hizmetlerin finansmanını iyileştirerek ve hem kamu hem de özel sektörü daha iyi denetleyerek yapılabilir.

Vergi kaçakçılığı, vergiden kaçınma ve vergi harcamaları

Bütçe politikasının bir diğer önemli yönü ödenmeyen vergilerle ilgilidir. Bu, vergi kaçakçılığı ve vergiden kaçınma konusundaki tartışmaları veya bireylerin ve şirketlerin yasal olarak olması gerekenden daha az vergi ödemek için benimsediği stratejileri içerir.

IMF tarafından yapılan bir araştırma, tüm azgelişmiş ülkelerde vergiden kaçınmadan kaynaklanan gelir kaybının, bu ülkelerin dış yardımda aldığından daha fazla (her yıl yaklaşık 200 milyar dolar) olduğunu tahmin ediyor. (4) Kısaca vergi kaçakçılığı ve vergiden kaçınma faaliyetleri en aza indirgenmelidir.

Ayrıca vergide adalet, hükümetler tarafından yasal olarak onaylanan, farklı türlerdeki vergi indirimleri dahil olmak üzere büyük miktardaki “vergi harcamalarının” eleştirel bir değerlendirmesini de içermelidir. Çünkü vergi harcamaları genellikle bütçe dışı tutuluyor ve GSYH'nin birkaç yüzde puanına ve toplam vergi gelirlerinin yüzde 20'sinden fazlasına denk gelebiliyor. (5)

İki yüzlülük

Diğer taraftan, zengin ülkelerin liderleri vergi kaçakçılığının boyutundan endişe duysalar da ulusal çıkarlarına hizmet etmenin en iyi yolunun çok uluslu şirketlerin emirlerine ve gizlilik yargılarının taleplerine boyun eğmek olduğuna ikna olmuş durumdalar. Öyle ki OECD ülkeleri dünya çapında çok uluslu şirketlere ve en zenginlere yönelik yıllık vergi kayıplarının yüzde 78'inden sorumludur. En ikiyüzlü ülke ise denizaşırı topraklar ağı ve “taç bağımlılıkları” ile küresel kayıpların yüzde 39'undan sorumlu olan Birleşik Krallık’tır. (6)

Diğer taraftan, çok uluslu şirketlerin ve zengin bireylerin vergiden kaçınması ve vergi kaçırması (ve buna hoşgörüyle yaklaşılması) devletleri temel vergi kaynaklarından yoksun bırakır ve böylece insan haklarına doğrudan bir saldırıyı temsil eder. Nitekim Covid-19 Pandemisi sırasında bu fonların yokluğunda, kemer sıkma programlarının sürekli saldırısı altında olan yetersiz kaynaklarla virüse karşı savaşan binlerce sağlık emekçisi hayatını bu yüzden kaybetti.

Ayrıca yeterince vergi geliri olmadan altyapıyı finanse etmek veya içme suyuna ve hijyene ya da kreşlere ve bakım evlerine erişim sağlamak da mümkün değildir. Kısaca vergi adaleti teknik bir uyuşmazlıktan ziyade, insan haklarını geliştirmek için kullanılabilecek çok önemli bir araçtır.

Vergi reformunda doğru hedefler

Öncelikle, sadece ücretlerden alınan değil, diğer gelir kaynaklarından alınan gelir vergileri artırılmalıdır. Çünkü gelir vergileri artan oranlı vergilemenin en önemli kaynağıdır yetersiz gelir vergisi tahsilatı ise az gelişmiş ülke vergi sistemlerinin en belirgin zayıflığıdır.

Emlak vergileri sadeleştirilerek geliştirilmelidir. Tıpkı gelir vergileri gibi emlak vergileri de az gelişmiş ülkelerde yetersizdir ama politik bir destekle geliştirilmeye en açık vergi geliri türleridir. Bu vergiler geliştirildiğinde yerel yönetim hizmetleri de artacağından düşük gelirliler bundan fayda sağlayacaklardır. (7) (Ancak bunun içi yerel yönetimlerin mali özerkliğinin güçlendirilmesi gereklidir).

KDV temel vergi kaynağıdır ama düşük gelirliler açısından son derece adaletsiz bir vergi türüdür. Prensipte ilerici bir kamu harcaması sistemini fonlamada ilerici bir vergi sisteminin temel faktörü olabilir. Ancak araştırmalar, pratikte KDV’nin yoksulları ezdiğini ve asla sosyal transferlerle bunun dengelenemediğini ortaya koyuyor.

Yani kamusal hizmetler çok kötü durumda kaldığında KDV yoksulluğu artırıyor. Benzer bir durum ÖTV için de söz konusudur. Bu iki verginin Türk Vergi Sistemi içindeki payı en az yüzde 50’dir. Bu nedenle KDV iyileştirilmeli, ÖTV’nin kapsamı daraltılmalıdır. Düşük gelirli grupların kullandığı temel mallar ve hizmetlerden alınan KDV oranı sıfıra kadar düşürülmelidir.

Ancak her şeyden önce ilerici, adil bir vergi sistemi için kamusal hizmet ve harcamaların niteliğini ve adaletini geliştirmek gereklidir. Yani adaletli ve verimli bir vergi sistemi için bu gelirlerin harcanacağı kamu hizmetlerinin ve devlet bütçesinin işleyişinin adaletli ve verimli olması gereklidir.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)               https://internationalbudget.org/fiscal-futures-putting-the-public-back-into-public-finance (6 Şubat 2019).

(2)               Agm.

(3)               https://www.brookings.edu/articles/fiscal-politics-the-missing-link-between-fiscal-policy-and-gender-equality (28 Kasım 2025).

(4)               Ernesto Crivelli, Ruud De Mooij and Michael Keen, Base Erosion, Profit Shifting and Developing Countries. IMF Working Paper No. 15/118 (Mayıs 2015).

(5)               Zhicheng Li Swift, “Managing the Effects of Tax Expenditures on National Budgets”. Policy Research Working Paper; No. 3927. World Bank. http://hdl.handle.net 10986/8449 License: CC BY 3.0 IGO. (19 Haziran 2012).

(6)               Magdalena Sepúlveda, “Tax justice—a crucial tool to advance human rights”, https://socialeurope.eu (10 Aralık 2021).

(7)               Targets for Equity-Enhancing Tax Advocacy, https://www.ictd.ac/blog/targets-equity-enhancing-tax-advocacy, (4 Mart 2019).

 

14 Aralık 2025 Pazar

2026 Yılı Bütçesi Sosyal Yönleriyle

 

Sosyal Yönleriyle 2026 Yılı Bütçesi

2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin Analizi (4)

Mustafa Durmuş

15 Aralık 2025

Dünyada militarist yükselişin yanı sıra, ciddi bir sağcılaşma ve otoriterleşme dalgası yaşanıyor. Hızla otoriterliğe kaymakta olan ülkelerin başında Donald Trump'ın ABD’si geliyor ve onu İtalya ve Avusturya gibi ülkeler izliyor. Hatta sosyal demokrat İsveç’te bile tamamen anti-demokratik güçler ivme kazanmış durumda.

Bu anti- demokratik güçler; Rusya, Polonya ve Macaristan gibi bazı önde gelen eski sosyalist ülkelerde yükselişte ve Türkiye, Filipinler, Brezilya ve Hindistan gibi birçok önemli orta gelirli ve azgelişmiş ülkenin siyasal sistemlerini ele geçirmeye başladı.

Türkiye’nin “insan hakları”, “adalet”, “demokrasi” ve “barış” karnesi zayıflarla dolu!

Bu gelişmeleri doğrular biçimde, Türkiye’nin öncelikle insan hakları karnesi çok kötü ve giderek daha da kötüleşiyor. Temel insan haklarına erişim artık neredeyse imkânsız bir hale gelmiş durumda.

İkinci olarak, Türkiye adaletin önemli bir göstergesi olan ‘Hukukun Üstünlüğü’nde diplerde yer alıyor. Öyle ki ‘Dünya Adalet Projesi’ tarafından yayımlanan 2025 yılı Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ne göre; Türkiye 10 yıl öncesine kıyasla 38, geçen yıla kıyasla ise 1 sıra gerileyerek 143 ülke arasında 118. sıraya düştü. Türkiye, yürütmenin yetkilerinin sınırlandırılmasında 136. sırada, temel haklarda 134. sırada ve adalet konusunda 127. sırada yer alıyor. (1)

İşçi haklarında “hukuksuzluğun üstünlüğü”

Bu veriler, Türkiye’de ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesinin yerini hukuksuzluğun üstünlüğü mekanizmasına bıraktığını, örneğin sendikal örgütlenme özgürlüğünün kâğıt üzerinde kaldığını gösteriyor. Temel haklar kategorisindeki gerileme, yalnızca sendikal mücadeleyi bastırmakla kalmadı, işçilerin yurttaşlık statülerini de zedelemeye hizmet ediyor. Hukuk ise emeği korumanın değil, susturmanın bir aracı haline geldi.

Üçüncü olarak, ITUC tarafından her yıl güncellenen ‘Küresel Haklar Endeksi’nde Türkiye’nin işçi hakları bakımından en kötü 10 ülkeden biri olması sürpriz değil. Özellikle de sendikal örgütlenme özgürlüğü, grev hakkı ve bu hakkın kullanımı ve toplu iş sözleşmesi hakkı konularında çok büyük bir tahribat ve gerileme söz konusu.

Özel sektörde sendikalaşma oranı yüzde 7 civarında. Grev hakkı olsa da Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla grevler ertelenebiliyor. Kamu emekçilerinin ise grev hakları yok. Özel sektörde toplu iş sözleşmesinin kapsamı sadece yüzde 15. Kamu sektöründe ise ‘Kamu Çerçeve Protokolü’ toplu sözleşme hakkını sendikalardan ve işçilerden alarak konfederasyonlara, işveren örgütlerine ve hükümete devretti.

Son olarak, 2025 ‘Dünya Barış Endeksi’nde Türkiye’nin 36 Avrupa ülkesi arasında sonuncu, 163 dünya ülkesi arasında 146’nci sırada yer alması, ülkenin barıştan ne kadar uzaklaştığının bir göstergesi. (2)

‘Demokratik Kamu Maliyesi’: “kıtlık değil, kapasite; sınır değil, kolektif potansiyel”

İşte bu nedenlerden dolayı, ülkenin demokratikleşmesi kamu maliyesinin ve devlet bütçesinin demokratikleşmesiyle birlikte yürümek zorunda.

Bu çerçevede ‘Demokratik Kamu Maliyesi(DKM), siyaseti kıt kaynaklar için yapılan katı ve sömürücü bir rekabet olarak değil, ekolojik sınırlar içinde bol insan ve maddi kaynaklarımızı koordine etme süreci olarak yeniden tanımlar.

Bu, kamu maliyesinin neo-liberal kamu maliyesi anlayışından kurtarılması demek çünkü neo-liberal kamu maliyesinin bir tür daraltıcı işlevi var ve her şey egemenlerin kararına bağlı halde. Oysa demokratik kamu maliyesi bize çok daha geniş bir yol ve çok daha fazla seçenek ve olasılık sunar.

Ayrıca neo- liberalizm, bütçe politikasını anti-döngüsel (anti kriz) değil, döngü teşvik edici olarak kullanır. Ekonomi yavaşladığında vergiler de azalır. Kamu harcaması düzeyini koruyabilmek için hükümet ne kapitalist sınıfı vergilendirir ne de mali açığı genişletir. Tersine yerelleşmeye zarar verecek bir biçimde yerel yönetimlerin boğazını sıkar ve özelleştirmeleri hızlandırır. Bu da ülkenin yabancı ve yerli sermaye tarafından yağmalanmasına neden olur. (3)

‘Neo- liberal Kamu Maliyesi’ (NKM)

NKM, örnek olarak, “paranın her zaman özel, kontrol edilemez ve kıt olduğu fikrini ileri sürerek demokratik olanakları kısıtlar: para kıtsa konut ve istihdam imkânı da kıtlaşır. NKM hem yasa hem de toplumsal yaşamı çerçeveleme biçimi olarak, doğal ve neredeyse tartışılmaz olarak kabul edilir. Politikacıları ve halkı, mali sabotajı tartışılmayacak ve yönetilmesi gereken kişisel olmayan bir olay olarak ele almaya alıştırarak, neo- liberal boyun eğme alışkanlığını destekler”. (4)

Buna karşılık Demokratik Kamu Maliyesi, paranın sınırsız bir kamu malı olduğunu ve insanlara ve çevreye hizmet etmek için her zaman yeniden düzenlenebileceğini savunur. Öyle ki para, toplumların kapasitelerini harekete geçirip geleceklerini yaratmak için kamusal bir süreci içeren, tükenmez bir kaynaktır. Örneğin kamu bankaları konutları yenilemek için sıfır faizli kredi verebilir ya da kredi ihracı yoluyla istihdam garantisi programlarını finanse edebilir.

Özetle, neo-liberal kamu finansmanına alternatif olarak gündeme getirilen demokratik kamu finansmanı şu alanlara odaklanır: “Borçlanma ve vergilendirmenin yeniden çerçevelendirilmesi; “insanların farklı şekillerde harekete geçirilmesi için kamu sektörünün büyütülmesi; “kamu bankacılığının genişletilmesi ve yeni bir ödeme altyapısının oluşturulması”; “yerel yönetimlerde neo-liberal finansman biçimine kamucu alternatiflerin geliştirilmesi”. (5)

Mali direniş

Bu bağlamda özellikle de yerel yönetimlerde mali bir direnişi geliştirmek gerekir. Bu direniş bir izolasyon değildir. Yerelciliğe çekilmekle veya yereli ulusal ekonomiden koparmakla ilgili de değildir. Merkezden sabotaj yapıldığında bile demokratik yaşamın işleyişini sürdüren koruyucu kredi devreleri oluşturmakla ilgilidir. Sermaye sınıfının ve/veya otoriter iktidarların hayatta kalma koşullarımızı bize dikte etmesine izin vermemek demektir.”  (6)

“Üç İşlev”

‘Demokratik Kamu Maliyesi Yaklaşımı’ altında bütçe/maliye politikalarının üç işlevinden sırasıyla; “yeniden bölüşüm işlevine” uygun olarak, vergiler mükelleflerinin gerçek anlamda ödeme gücüne göre alınmalıdır. Vergi sistemi yeterli kaynağı sosyal ihtiyaçlar için harekete geçirirken, yoksulluğu ve eşitsizlikleri azaltmaya yardımcı olmalı, kamu harcamaları herkes için gerekli olan ‘yaşamın temel ekonomisini’ ve bunun araçlarını sunmalıdır.

“Tahsis işlevi” açısından kamu kaynaklarının nereye tahsis edileceği konusunda insan ve doğa haklarının garanti edilmesi belirleyici olmalıdır.

“İstikrar sağlama işlevi” ile ilgili olaraksa bütçe/maliye politikası, insan ve doğa üzerinde olumsuz etki yaratan iktisadi döngüleri yumuşatabilmeli ve iktisadi krizleri önleyebilmelidir.

İnsan ve doğa hakları perspektifinden, istikrar işlevi aynı zamanda toplumsal istikrar ve barışın sağlanması olarak da görülmelidir. Devletler doğayı gözeten yeşil yatırımlar ve eğitim ve sağlık alt yapısını güçlendiren yatırımlarla istihdam yaratmalı, güçlü sosyal koruma programlarını fonlayarak insanları iktisadi krizlere ve diğer ekonomik sıkıntılara karşı korumalıdır.

İnsan haklarını ve doğa haklarını koruyan bütçe politikaları gerekiyor!

Son olarak, bütçe/maliye politikaları yalnızca insanları değil, eş anlı olarak doğa haklarını da koruyucu ve geliştirici olmalıdır. Bu bağlamda, öncelikle, kolektif finansman ve maliye politikaları ile insan ve doğa hakları arasında sağlam bir bağ kurmak gereklidir.

Hem kamu parası hem kredi/finans hem de de vergileri içeren mali sistemler ve politikalar tasarlanırken, uygulanırken, izlenirken ve değerlendirilirken bir çatı olarak temel insan hakları ilkeleri ve doğanın korunması esas alınmalıdır. Yani para, finans ve vergi sistemleri temel insan haklarının gerekliliklerine göre yeniden tasarlanmalı ve uygulanmalıdır.

Bu sistemler ve politikalar böyle hakların hayata geçirilebilmesi amacının birer aracı olarak kurgulanmalı, uluslararası insan hakları beyannamesinin ilke ve yükümlülüklerine tabi tutulmalıdır.

Devlet bütçeleri de temel hak ve özgürlüklerin önlenmesi ya da sınırlandırılması için değil, bunların hayata geçirilmesi ve daha da genişletilmesi ve güçlendirilmesi için kullanılabilecek araçlar olarak kullanılmalıdır. (7)

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)    https://worldjusticeproject.org/rule-of-law-index/global (30 Ekim 2025).

(2)    https://www.visionofhumanity.org/maps (3 Aralık 2025).

(3)    “The perversity of the neo-liberal fiscal regime”, https://mronline.org (3 January 2020).

(4)    https://mronline.org/2025/11/22/democratic-public-finance (2 Kasım 2025).

(5)    Agm.

(6)    Agm.

(7)    “Human rights and fiscal policy: a necessary link”, https://www.worldeconomicsassociation.org (8 Eylül 2020).

 


13 Aralık 2025 Cumartesi

2026 Bütçesi ve Bütçe Hakkı

 

2026 Yılı Bütçesi ve Bütçe Hakkı

2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin Analizi (3)

Mustafa Durmuş

13 Aralık 2025


Bütçe dönemlerinde en gündeme getirilen (ya da getirilmesi gereken) konuların başında Bütçe Hakkı geliyor. Çünkü bütçe aracılığıyla siyasal iktidar tarafından toplanıp harcanacak olan ve çok ciddi toplumsal, siyasal ve ekonomik etkilere sahip bulunan trilyonlarca lira büyüklüğündeki bir iktisadi kaynağın nasıl kullanılacağına ilişkin olarak toplumun rızasının alınması ve bu kaynağın kullanımının her aşamada sıkı bir biçimde denetlenebilmesi gerekiyor.

Ayrıca, üretenlerin, değeri yaratanların, yani işçilerin, emekçilerin ve toplumun vergi ödeyen diğer kesimlerinin ödedikleri bu vergilerin adaletli bir biçimde alınıp alınmadığını ve nerelere harcandığını (ya da harcanmadığını), bu harcamaların etkin ve verimli bir biçimde yapılıp yapılmadığını bilmeleri ve bütçeyi denetleyebilmeleri en temel haklarıdır. Böyle bir denetim bütçenin hazırlanması, uygulanması ve sonuçlandırılması sırasında yani bütün bir bütçe sürecinde yapılabilmelidir.

Bütçe Hakkı

Bu ihtiyaçtan dolayı, bir ülkede toplumun ne için ne kadar vergi ödediğinden, bu vergilerin nasıl harcandığından ne için ve ne kadar borç alındığından haberdar olması ve bu araçları denetleyip yönlendirebilmesi tüm dünyada yüzlerce yıldır “Bütçe Hakkı” olarak tanımlanıyor.

Ancak Türkiye’de Bütçe Hakkı konuşulurken, öncelikle iki konunun altının çizilmesi gerekiyor:

(i) Ekonomik ve sosyal haklar kadar, özgürce ifade, basın ve örgütlenme hakkı da temel bir bütçe hakkıdır. Çünkü bütçe hakkının olabilmesi ve ekonomik hakların hayata geçirilebilmesi için öncelikle insanların düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne ve özgür bir basına sahip olmaları şart.

(ii) Karşılıksız para basarak hükümetlerin örtülü bir biçimde vergi almalarının önlenmesi de bütçe hakkının zorunlu bir parçasıdır. Çünkü monetizasyonla ve ardından gelen yüksek enflasyonla sonuçlanabilecek bir finansman bir tür gizli vergilendirmedir. Öyle ki enflasyon, ulusal paranın değerini düşürerek yoksul halkın gelirinin bir kısmına daha el konulmasıyla, aynı zamanda da mal ya da hizmetin değeri üzerinden alınan KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerin halkı daha da yoksullaştırmasıyla sonuçlanır.

‘Bütçe Hakkı’ demokrasi ve barışın temelidir

Bütçe Hakkı’nın kökleri 13. yüzyıla kadar gidiyor. 1215 yılında Britanya’da Kral John ile yerel yönetimlerin temsilcileri arasında imzalanan Magna Carta Anlaşması ile ilk kez Kralın vergi toplama ve harcama yetkileri, ağırlıkla dönemin yerel egemenlerinden oluşan bir meclisin onayına bağlı kılınarak kısıtlandı. Çünkü toplanan vergilerin çoğu Krala giderken, azı yerel egemenlerde (lord, dük gibi) kalıyordu. Bu yerel egemenler vergi gelirlerini artırmak için daha fazla vergi salmaya kalktıklarında ise vergi yükü altında bunalmış olan halkla karşı karşıya kalıyordu. (1)

Magna Carta ile başlayan bu süreçteki kazanımlar günümüze kadar kurumsallaştı ve tensili demokrasilerinin olmazsa olmazı haline geldi. Bu bağlamda bütçe hakkının savunulması demokrasi mücadelesinin önemli bir yanı olarak kabul edilmelidir.

Magna Carta aynı zamanda (vergileri kontrol ederek- dolaylı bir biçimde) Kralın savaş çıkartma yetkilerini de kısıtladığından barışın da ilk belgelerinden biri olarak tanımlanıyor. (2) Çünkü barış halktan aşırı vergi alınmasını önler. Bu bağlamda bütçe hakkına sahip çıkmak sadece demokrasiye değil, barışa da sahip çıkmaktır. Ancak bütçe hakkının barış ile ilişkisi ana akım maliye kitaplarında yer almaz.

Bu vesileyle, Türkiye’de “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” konuşulurken barışın vergileme ve demokrasi ile ilişkisini hatırlamakta yarar var. Buradan hareketle de Sürecin olumlu etkilerinin 2026 -2028 Bütçelerinde görülmesi gerekiyor. Ancak Meclisteki Bütçe Kanun Teklifine bakıldığında barışın da demokrasinin de bu teklifte yer almadığını görüyoruz.

Bütçe Hakkı vergi isyanlarıyla elde edildi

Magna Carta iki bölümü vergilere aitti olan 39 bölümden oluşan bir talepname. Bu belge, “temsil yoksa vergi de yok/no taxation without representation” ilkesinin ilk adımı olarak kabul edilir.

Nitekim tarihçi Burg, Magna Carta’yı bir vergi isyanı olarak nitelendiriyor. Ona göre, Magna Carta, çok sayıda Baronun Kral John’un topladığı vergilere karşı bir isyanıdır. Zira bir tür vergi olan scutage 3 Mark’tı ve askerlik yapmanın yerine ödeniyordu. Çok ağır bir vergi olduğu için Baronlar bu vergiyi ödemeyi reddettiler. (3)

Diğer yandan bütçe hakkının elde edilmesini Magna Carta ile sınırlandırmamak gerekiyor. Çünkü hem öncesinde hem de sonrasında dünya çapında binlerce irili ufaklı vergi isyanı söz konusu. Bu isyanlar hem temsili demokrasinin gelişip güçlenmesine hem de bunun olmazsa olmaz koşulu olan parlamentonun halk adına bütçe yapma ve denetleme yetkisinin kurumsallaşmasına yardımcı oldu.

Bir başka anlatımla, bütçe hakkının gerçekleşmesinde dünyadaki vergi isyanlarının rolü ihmal edilemez. Çünkü vergileme meşruiyet ve hakkaniyet temellerini yitirdiğinde toplumsal direnişler ortaya çıktı ve aşırı vergilemeye karşı başta yoksul köylüler olmak üzere toplumun önemli bir bölümü isyanlarla karşılık verdi. Yani toplumlar tarihi aşağıda bazılarına özet olarak yer verilen vergi isyanlarıyla dolu.

Tarihte bazı vergi isyanları

Fransa

10 Aralık 1848 tarihinde Fransa’da gerçekleşen köylü ayaklanmasındaki ana faktör burjuva cumhuriyetin köylüyü ezen vergileriydi. 1851 tarihinde yaptığı bir darbe ile kendini imparator ilan eden Louis Bonaparte’yi destekleyen köylüler, “artık vergi yok, kahrolsun zenginler, kahrolsun cumhuriyet, yaşasın imparator” sloganlarıyla, bayraklarla, davullarla ve trampetlerle sandık başına gittiler. (4)

Poujade Hareketi

20. yüzyılın en örgütlü vergi isyanı olan Poujade Hareketi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa’nın içinde bulunduğu ekonomik koşullardan kaynaklandı. Çünkü “Poujade Hareketinin ortaya çıktığı bölgenin göç vermesi, büyük merkezlerdeki ticari kesimin küçük esnaf aleyhine olmak üzere palazlanması, dolaylı vergilerin yükünün ve deflasyonist politikaların küçük esnaf ve zanaatkârların iş hacmini daraltması ve ticari yaşamda durgunluğa girilmesi esnafın vergi yükünü daha da ağır bir biçimde hissetmesine neden oldu.” (5)

Bir başka anlatımla, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik sıkıntılar içinde bulunan çiftçiler ve esnaf, genç bir küçük esnaf olan Pierre Poujade liderliğinde Paris’ten gelen vergi denetçilerine kapılarını kapattı ve denetim yapmalarına engel oldu. Fransa’da o dönemde esnafın ödemesi gereken 25 çeşit vergi bulunuyor ve vergi denetçileri esnafa potansiyel suçlu muamelesi yapıyordu. Poujade Hareketi, az gelişmiş bir ilden çıktı ve aynı kategoriye giren 12 ile daha sirayet etti.” (6) Daha sonra politik bir hareket haline gelen Poujadisme 1956 seçimlerinde 3 milyon oy ile Parlamento’da 52 milletvekiline ulaştı ama 1960’lı yıllarda popülaritesini yitirdi. (7)

Son olarak, 2018 yılının mayıs ayında, Fransız halkı (Sarı Ceketliler Hareketi) artırılan akaryakıt vergisine, zenginlerden alınan ancak kaldırılan servet vergisine, zamlara ve hayat pahalılığına, düşük ücretlere, kısaca en sert biçimde uygulanan neo-liberal politikalara karşı olduğu kadar, aşağılanıp hor görülmeye ve sosyal dışlanmaya karşı da tepkisini sokaklara çıkarak gösterdi. (8) Bu eylemler daha sonra Hollanda gibi diğer Avrupa ülkelerine de yayıldı.

Çay İsyanı (ABD): Temsil yoksa vergi de yok!

18. yüzyılın sonlarına doğru, Kuzey Amerika’da önemli bir vergi isyanı yaşandı. 1773 tarihli Çay Kanunu ile East India Company adlı şirket İngiliz sömürgeleri ile Ada arasındaki ticaretten çok para kazanmış olmasına rağmen askeri harcamalar ve yolsuzluklar nedeniyle mali olarak zor günler yaşıyordu. Bu sırada çıkarılan yeni yasa ile bu şirkete ait olan çok yüklü miktardaki çay stoklarının Kraliyete sadık tüccarlar aracılığıyla Amerika’ya getirilebilmesine izin verildi. Fakat Amerikan gemileri bu çay yüklerini taşımak istemediler. Daha sonra limana varan üç gemideki yaklaşık 50 tonluk çay yükü bir grup tarafından okyanusa döküldü. Bu olay sadece haksız vergi tarhiyatına karşı bir isyan olmayıp “temsil yoksa vergi de yok” olarak ifade edilen ilkenin somut bir ifadesi olarak tarihe geçti. Bu olayla, İngiliz Parlamentosunda Amerikan temsilcisi olmamasına rağmen vergi alınması protesto edildi ve Bağımsızlığın kazanılmasına yönelik bir adım atıldı. (9)

Anadolu’da bazı vergi isyanları

İçinde yaşadığımız coğrafya da aşırı vergiye karşı isyanlarla dolu bir coğrafyadır (resmi tarih kitaplarında pek yer almasa da). Öyle ki Anadolu’da ilk vergi isyanı Selçuklu İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından gerçekleşti. 1285’te ağır vergileme ve mültezimlerin ağır soygunlarına karşı Tokat, Aksaray, Konya ve Kayseri’de halk vergiye karşı ayaklandı. Bir kısım halk vergiler nedeniyle göç etmek zorunda kaldı. (10)

Büyük Kaçgunluk

Osmanlı’da vergi benzeri sebeplerle çıkan isyanlar ise; Celali isyanları, Patrona Halil İsyanı (1730), Atçalı Kel Mehmet İsyanı (1829-1830) gibi isyanlardır. Celali İsyanları ağırlıklı olarak Bozok (Yozgat) civarında görüldü. Bunlar; Şeyh Celal İsyanı (1519), Baba Zünnun İsyanı (1525), Kalender Çelebi İsyanı (1528) ve Karayazıcı İsyanıdır (1598). Celali İsyanlarının iktidarı ele geçirmek gibi politik bir hedefi olmadığı, asıl olarak sistemden dışlananların, aşırı vergi yükü ve toprak baskısından kurtulmak için gerçekleştirdikleri ayaklanmalar olduğu ileri sürülür. (11) Nitekim Burg’e göre, Celali isyanları “Büyük Kaçgunluk” da denilen ve köylülerin vergi ödememek için büyük göç dalgaları halinde topraklarını terk ettikleri döneme rastlar. (12)

Tarihçiler, Osmanlı döneminde Anadolu’da, Orta çağ Avrupa’sından farklı olarak şiddetli köylü ayaklanması olmamasını kaçma ve kaçınma pratiklerinin yoğunluğuna ve bu konuda devletin çok etkin bir denetim yapmamasına bağlıyor. Bu dönemde köylüler yasal olarak toprağa bağlı olup tımarlı sipahilerin izni olmadan köylerini terk edemiyorlardı. Buna rağmen vergi defterlerinin ve denetimin eksikliği sebebiyle şehirlere göç edebiliyorlardı. (13)

Tanzimat Fermanı sonrası ortaya çıkan yeni vergileri ödemek istemeyen halk, tarihe Anadolu Vergi İsyanları olarak da geçen 1841 tarihli Adapazarı, Yalvaç, Ankara-Bala’da isyan çıkardı. Tarihçi Donald Quataert bu ayaklanmaların Anadolu’da kesintisiz bir aktif ve pasif direniş şeklinde devam eden fakat tarihçiler tarafından ihmal edilen olaylar olduğunu ileri sürer. (14)

Türkiye’nin Bütçe Hakkı karnesi zayıflarla dolu!

Uluslararası Açık Bütçe Anketi’ne göre, Türkiye ‘Bütçe Şeffaflığı’nda (bilgi paylaşımı) 100 puan üzerinden 55 puan, ‘Bütçe Denetimi’nde 61 puan ve ‘Bütçe Kararlarına Halkın Katılımı’nda 0 puana sahip. Böylece Türkiye Bütçe Şeffaflığı açısından Rusya (73) ve Zimbabve (59) gibi birçok ülkenin gerisinde kalıyor. (15)


Türkiye’nin ‘sıfır’ çekmesinin nedeni yönetsel anlamda, yasa/mevzuat hazırlama ve etkin denetleme düzeyinde halkın doğrudan ya da örgütleri aracılığıyla etkin dolaylı katılımının olmaması. Yukarıdan aşağıya aşırı merkeziyetçi ve bürokratik bir biçimde örgütlenmiş olan bütçe süreci söz konusu olduğundan halk kararlara katılamıyor. Bütçe Şeffaflığı konusunda Türkiye 120 ülke arasında ancak 46. sırada yer alabiliyor. Türkiye’nin TBMM ve Sayıştay Denetimi anlamında Bütçe Denetim puanı ise 61.  

Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi ve Bütçe Hakkı

2019 yılı bütçesiyle birlikte devlet bütçesi artık Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hazırlanarak TBMM’nin onayına sunuluyor. Uygulamada, TBMM’nin iktidar partilerinin çoğunluğunca oluşturulması ve etkisinin de kaybolması yüzünden, bu bütçe teklifinin TBMM bünyesindeki Bütçe ve Plan Komisyonu’nda etraflıca tartışılması mümkün değil. Komisyonda iktidar partilerinin ağırlığı söz konusu olduğundan muhalefetin önerileri reddediliyor. TBMM Genel Kurul görüşmeleri ise tamamen biçimsel olarak sürdürülüyor.

Bir başka anlatımla, 2017 yılındaki otoriterleşmeyi hızlandıran Anayasa değişikliğinden bu yana artık bütçe hakkının zedelenmesinden değil, bütünüyle ortadan kaldırılmasından söz etmek daha doğru. Bu durum da giderek kurumsallaştırılmaya çalışılan otoriter-totaliter rejimin en belirgin özelliklerinden birini oluşturuyor.

Bütçe Hakkını ortadan kaldıran uygulamalar

Türkiye’de gerçek bir bütçe denetimini önleyen uygulamalar şu biçimlerde kendini gösteriyor:

(i) Sayıştay dış denetimini fiilen yeterince yapmıyor ya da yapamıyor. (ii) Yedek ödenek artışları yasal sınırların ötesinde aşılıyor. (iii) Yasal olmayan biçimde ödenek üstü harcamalar yapılıyor. (iv) Bütçe dışı fonlar mevcut (SSDF gibi) (v) İşsizlik Sigortası Fonu amaç dışı kullanılıyor. (vi) Türkiye Varlık Fonu amacını aşan bir biçimde kullanılıyor. (vii) Bazı mali yükümlülükler bütçe dışında tutuluyor. (KÖİ projelerinin ve KKM’nin neden olduğu yükler gibi). (viii) Örtülü Ödenek şeffaf biçimde izlenemiyor.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)     Richerd Murphy, The Joy of Tax, Corgi Books, 2015, s. 19-20.

(2)     Marc Morris, King John, Treachery and Tyranny in Medieval England, 2016.

(3)     David F. Burg, A world history of tax rebellions, An Encyclopedia of Tax Rebels, Revolts, and Riots from Antiquity to the Present, Routledge, New York, 2004, s. 84- 85.

(4)     Karl Marx, The Class Struggles in France, 1848 to 1850, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1850/class-struggles-france (24 Aralık 2024).

(5)     Nihat Falay, Maliye Tarihi (Ders Notları), Filiz Kitabevi, İstanbul, 1989.

(6)     Henry Laufenburger, Maliyenin Ekonomik ve Psikolojik Teorisi, çev. İsmail Hakkı Ülkmen, Maliye Enstitüsü Yayınları No. 25, (Mali İktisat ve Mali Kanunlar Tretesinin I. Cildi), 5. Bası, 1967, s. 286.

(7)     Burg, agk., s. 408.

(8)     Christophe Guilluy, “France is deeply fractured. Gilets jaunes are just a symptom”, https://www.theguardian.com (2 December 2018).

(9)     Burg, agk, s. 273;

(10)                    Agk.

(11)                    Taylan Akyıldırım, Celali İsyanları ve Anadolu'da Büyük Kaçgun, doktora tezi. http://www.ottomanhistorypodcast.com, 2013.

(12)                    Burg, Agk, s. 185.

(13)                    Barkey ve Faroqhi’den aktaran Necmi Erdoğan, “Devleti İdare Etmek: Maduniyet ve Düzenbazlık”, Toplum ve Bilim, 83 (2000), s. 3.

(14)                    Quataert’ten aktaran Burg, agk,s. 344- 345.

(15)                    International Budget Partnership, Open Budget Survey 2021.

 

 

 

10 Aralık 2025 Çarşamba

2026 Bütçesi: Harcamalar ve Vergiler

2026 Bütçesinde Harcamalar ve Vergiler

2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin Analizi (2)

Mustafa Durmuş

10 Aralık 2025

Bütçe teklifinde, net bütçe gelirlerinin 16 trilyon 216 milyar TL’ye, vergi gelirlerinin 15 trilyon 632 milyar TL’ye; harcamaların ise 18 trilyon 929 milyar TL’ye ulaşması öngörülüyor. Böylece bütçe açığının 2 trilyon 713 milyar TL ve bunun GSYH’ye oranının %3,5 olması; faiz giderlerinin ise 2 trilyon 742 milyar TL’ye (yüzde 3,5) çıkması bekleniyor. (1)


Bu bütçe emekçilere kemer sıktıran bir bütçe!

Yani bu yıl yüzde 3,6 olan bütçe açığının 2026’da yüzde 3,5’e, 2027 yılı sonunda yüzde 3,1’e ve 2027’de yüzde 2,8’e düşürülmesi amaçlanıyor. Bunun anlamı önümüzdeki üç yıl içinde göreli olarak daha az kamu harcaması (özellikle de daha az sosyal harcama) yapılacağı ve/veya daha fazla vergi alınacağıdır.

Nitekim dar anlamdaki vergi yükü (sosyal güvenlik primleri hariç) 2025 yılında yüzde 17,5’ten 2026’da yüzde 18,2’ye, 2027’de yüzde 18,3’e ve 2028 yılında yüzde 3,4’e yükseltiliyor. (2) Geniş anlamdaki vergi yükünün ise bu yıl yüzde 23,8’den önümüzdeki 3 yılda aşamalı olarak yüzde 25,3’e kadar yükseltilmesi hedefleniyor.  

Siyasal iktidar genelde sermayeden vergi almayı tercih etmediği için bu vergileri ağırlıklı olarak halktan toplayacak. Son zamanlarda gerek elektrik fiyatlarına gerekse de benzin, motorin, LPG ve alkollü içkiden alınan vergilere yapılan zamlar bunun bir kanıtı. Bu yüzden de bu bütçeyi halktan yana değil, halka daha fazla kemer sıktıran bir bütçe olarak nitelendirmek daha doğrudur.

Benzer bir durum bütçenin harcamalar tarafında yaşanacak. Öyle ki hedeflenen bütçe giderleri GSYH’nin yüzde 23,9’una denk düşüyor. Bu oranın ¼’ün dahi altında olması, özellikle de ciddi ekonomik kriz dönemlerinde, sosyal devletin bir bütün olarak ortadan kaldırıldığının ve iktidarın ekonomik krizi, başta işçiler olmak üzere, topluma kemer sıktırarak aşmaya çalıştığının bir göstergesidir.

Neo-liberal otoriterliğin kaçınılmaz sonucu

Bu durum zamanla ortadan kalkabilecek geçici bir olgu değil yani neo-liberal siyasal İslamcı otoriter rejimin bir sonucu. Oysa mevcut durumda ekonomik büyümenin yeniden canlandırılabilmesi için ekonomide toplam talebin artması gerekiyor. Keza özel sektörün ekonomik kriz dönemlerinde yeni yatırımlar konusunda temkinli davranması nedeniyle bu iş devlete düşüyor.

Yani ancak devlet yeni yatırımlar yaparak yatırım açığını kapatabilir. Bunun neden olabileceği bütçe açığı ise başta rantiye sınıfı olmak üzere, sermaye sınıfından ve genel olarak zenginlerden daha fazla vergi alınarak kapatılabilir. Ancak pratikte büyük devlet harcamalarının bu biçimde fonlanması sermaye sınıfının kolay kolay kabul edebileceği bir yol değil.

Enflasyonla mücadele programı yine emekçilerin omuzlarında

İktidar Bloku enflasyonla mücadelede maliye politikasını asıl olarak emekçilerden daha fazla vergi almak yönünde kullanıyor.  Yani adil ve dengeli bir maliye politikası yerine, müdahale aracı olarak esasta yüksek faizi içeren sıkı para politikasını tercih ediyor.  

Oysa sıkı para veya maliye politikaları enflasyonu düşürebilir ama aynı zamanda da işsizliği körükleyerek işçilerin toplu pazarlık gücünü azaltır. Dolayısıyla bu politikalar, işçi sınıfı açısından tarafsız olmayan, gelir ve serveti emekten alıp sermayeye veren adaletsiz bölüşüm politikalarıdır. Nitekim uzunca bir süredir finansal piyasaların, bankaların, sigorta şirketlerinin ve genel olarak finans kuruluşlarının özellikle de spekülasyona dayalı kârları artmaya devam ediyor.

Özetle, yüksek enflasyon koşullarında, emekçi sınıfların yaşam standardını korumaya dönük ve enflasyonu körükleyen sermayedar sınıfların vergilendirilmesini esas alan (rant ya da servet vergisi gibi) vergi/maliye politikaları uygulanmalıdır.

Memurlar ve memur emeklilerinin durumu: yoksulluk, ayrımcılık, dibe doğru yarış

Bir hükümetin gerçek önceliklerini anlamanın en iyi yolu, bütçe kaynaklarının dağılımını incelemektir. Çünkü söylem ve vaatlerin ötesinde, harcama kalemlerine ayrılan paylar politik tercihlerin en somut göstergesidir. Bu çerçevede 2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Gerekçesine bakılarak kamu emekçilerinin maaşlarında kayda değer bir iyileşme olmayacağını anlamak mümkün. Şöyle ki:

Memur maaşlarının yer aldığı “personel giderleri” kaleminde, 2024’te yüzde 102,2; 2025 yılının ağustos ayında ise bir önceki yılın aynı ayına kıyasla yüzde 39 artış oldu. 2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinde personel giderlerinde öngörülen artış oranı; 2026 yılı için yüzde 33; 2027 yılı için yüzde 15 ve 2028 yılı için yüzde 11 olarak hedeflendi. Bu oranlar, bütçeden kamu emekçilerine yapılacak transferlerin ivme kaybederek azalacağını gösteriyor. Daha açık bir ifade ile kamu emekçilerine refah seviyelerini artıracak bir zam yapılması mümkün görünmüyor.

Kamu emekçisi sayısındaki artış ve yüksek seyreden enflasyon karşısında; bütçeden kişi başına düşen pay azalıyor. Ekonomik büyüme ve artan vergi gelirlerine rağmen, kamu emekçilerinin maaşlarının bütçe pastası içindeki payları sistematik olarak sınırlandırılıyor.

Emeklilerin devam eden yoksulluğu

Bu tablo, söz konusu emekliler olduğunda daha da kötüleşiyor. 2025 yılının ikinci yarısında en düşük emekli aylığı 16 bin 881 TL oldu. Başka bir ifade ile 16 milyon emekli ve hak sahibini ilgilendiren taban aylık, asgari ücretin yüzde 24; açlık sınırının ise yüzde 33 altına geriledi. 2026 yılı bütçesinde bu durumu düzeltecek kayda değer bir ödenek artışı ise mevcut değil.

Bütçe aşırı yoksulluk koşullarında geçinmeye çalışan emeklileri görmezden gelirken, iktidar söz konusu üst düzey siyasi bürokratlar (genel müdürler, daire başkanları, kurum başkanları, müfettişler ve uzmanlar) olduğunda son derece cömert davranıyor: ilgili bürokratlara 30 bin TL zam yapılmasını öngören teklif Plan ve Bütçe Komisyonundan geçti bile.

Oysa sosyal devletin temel taşlarından biri olan emeklilik sistemi, gelir güvencesi sağlayan bir transfer mekanizması olmanın ötesinde, kazanılmış bir sosyal hak, toplumsal dayanışmanın en somut göstergelerinden biri ve emek ile sermaye arasındaki sınıf ilişkilerinin bir yansımasıdır.

SGK’ya transferlerdeki keskin düşüş

Son 10 yıldır SGK’ya yapılan transferlerin bütçe içindeki payı ciddi biçimde azaltıldı, GSYH içindeki payı da geriletildi. SGK’ya yapılan bütçe transferlerinin GSYH’ye oranında 2025 yılı için planlanan yüzde 3,6 dahi yakalanamadı ve bu oran yüzde 3,4 düzeyinde kaldı.

2026 yılı Bütçe Gerekçesine göre; 2026, 2027 ve 2028 yılları için hedeflenen oranlarsa sırasıyla; yüzde 3, yüzde 2,9 ve yüzde 2,8. Yani emekli ve hak sahibi sayısında her geçen yıl artış yaşanırken, bütçeden emeklilere ayrılan pay azalıyor; en düşük emekli aylıklarına yapılan zamlar, yüksek enflasyon ortamında erimeye devam ediyor. “Kök Aylık" uygulaması nedeniyle yapılan oransal artışlar milyonlarca emeklinin aylığına yansımıyor, bu da emeklileri açlık sınırının dahi altına itiyor. Sosyal devlet anlayışından uzaklaşan bu tablonun nedeni, piyasa çözümlerini toplumsal refahın önüne koyan bilinçli politikalardır.

Kaynaklar devletin rutin işlerini sürdürmeye ve faize

Bütçede yer alan kamu harcamalarının ekonomik sınıflandırmasına göre, 2026 yılında da bütçe ödenekleri içinde en büyük payı sırasıyla; cari transferlerin, personel giderlerinin ve faiz giderlerinin alması hedefleniyor. Cari transferler için toplam 6 trilyon 820 milyar TL ödenek öngörülüyor ve bunun 2 trilyon 329 milyar TL’si sosyal güvenlik sistemine yapılacak transferlerden oluşuyor. 1 trilyon 606 milyar TL tüm yerel yönetimlere veriliyor.

İkinci büyük harcama kalemi olan personel giderleri için ayrılan ödenekse toplam 4 trilyon 907 milyar TL. Uzunca bir zamandır üniformalı istihdama (asker, polis, bekçi, korucu, güvenlik görevlisi, imam gibi) yönelen siyasal iktidar kamu kaynaklarının önemli bir kısmını da bu kesim için ayırmış durumda. Sermaye giderleri olaraksa, önemli bir kısmı deprem sonrası yeniden inşada kullanılmak üzere 1 trilyon 310 milyar TL ayrılıyor.


Eğitim ve sağlığa faizden daha az pay ayıran bir bütçe!

Üçüncü büyük ödeme 2 trilyon 742 milyar TL’yi bulan faiz ödemesi. Bunun 2027’de 3 trilyon 40 milyar TL’ye çıkması ve 2028 yılında 3 trilyon 346 milyar TL’yi aşması bekleniyor. Böylece faiz ödemesi toplam giderlerin yüzde 14,5’i ya da toplam vergilerin yüzde 17’5’i büyüklüğünde olacak. Yani toplanan her 100 TL’lik verginin yaklaşık 18 TL’den fazlası faize gidecek. Devlet ayrıca piyasadan 1 trilyon 250 milyar TL’lik mal ve hizmet alımı yaparak özel sektöre destek olacak.

Buna karşılık bütçeden eğitime ayrılan pay yüzde 12,3; sağlığa ayrılan pay yüzde 7,8; yoksullukla mücadele için ayrılan pay yüzde 2,7 ve istihdam için ayrılan pay yüzde 1,96 ve kadının güçlendirilmesi için ayrılan pay yüzde 0,04 ile sınırlı kalacak.

Mevcut siyasal rejimin iyice belirginleşen karakterini ortaya çıkartan bir gösterge ise Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) ayrılan kaynağın büyüklüğü. 2026’da 170,7 milyar TL, 2027’de 192,0 milyar TL ve 2028 yılında 211,8 milyar TL olmak üzere yaklaşık 575 milyar TL’lik bir kamu kaynağı rejime rıza üretmek için kullanılmaya devam edecek.


Güvenlik ve kamu düzeni harcamalarına ayrılan pay

Bütçe harcamaları işlevsel dağılım açısından ele alındığında, başta askeri harcamalar olmak üzere en büyük paylardan birinin güvenlik ve kamu düzenini sağlayamaya dönük harcamalar olduğu anlaşılmaktadır.

2026 yılı için ayrılan böyle harcamaların tutarı 2 trilyon 523 milyar TL’yi buluyor (yüzde 12,3). Ancak buna “askeri- sanayi karması” olarak da adlandırılan ve son yıllarda siyasal iktidarın adeta bir tür lider sektör olarak gördüğü savunma sanayi alanı ve bu alanda faaliyet gösteren beş büyük şirketin gelirleri/yatırımları ve Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) için ayrılan kaynak dâhil değil.

Bütçenin gelirler tarafı: vergi yükü yine halkın sırtında

Bütçenin gelirler tarafında ise toplam vergi gelirlerinin 15 trilyon 631 milyar TL olması hedefleniyor. Bunun 3 trilyon 558 milyar TL’si Gelir Vergisinden, 1 trilyon 741 milyar TL’si Kurumlar Vergisinden, 3 trilyon 539 milyar TL’si Katma Değer Vergisinden, 2 trilyon 549 milyar TL’si Özel Tüketim Vergisinden karşılanacak.

Bunlara ilave olarak 460 milyar TL Harç, 313 milyar TL Damga Vergisi, 632 milyar TL BSMV, 403 milyar TL Gümrük Vergisi ve 138 milyar TL Motorlu Taşıtlar Vergisi alınacak. (3) Özetle, teamül sürecek ve yine vergilerin en az üçte ikisi dolaylı vergi biçiminde halktan alınacak.


2025 yılı ile kıyaslandığında, 2026 yılında net vergi gelirlerinin yüzde 31 oranında artacak olması ise (eğer enflasyon 2025’te yüzde 16 olarak gerçekleşirse), devletin vergide “reel” olarak yüzde 15 artış elde etmesini sağlayacak.

Bu vergi artışının yüzde 65’i KDV ve ÖTV gibi halkın yaygın biçimde tükettiği mal ve hizmetlerin vergisindeki artışlardan, kalan yüzde 35’i ise gelir, kâr ve mülkiyet gibi vergilerden elde edilecek. Gelir Vergisi artışlarının yüzde 65’i ise ücretlilerden karşılanacak. Dahası, petrol ve akaryakıtta olduğu gibi bazı vergilerin de vergisi alınacak (önce KDV, ardından ÖTV).

Oysa derin yoksullaşma ve yüksek enflasyon-işsizlik dönemlerinde halkın üzerindeki vergi yükü azaltılmalı ve toplumun refahı ön planda tutulmalıdır. Böyle zamanlarda ekonomiye ve halka, kamusal yatırımlar ve sosyal transfer harcamaları aracılığıyla daha fazla destek verilmesi gerekirken, siyasal iktidar aksini yapıyor ve halka kemer sıktırıyor. Diğer yandan sermayeden alınmayan vergiler ve sermayeye verilen desteklerdeki cömertliği, aslında iktidarın bu tercihinin bilinçli bir sınıfsal tercih olduğunu gösteriyor.

Sermayeye sağlanan devasa boyutta vergi teşviki

Hükümet her yıl büyük sermayeden alması gereken vergiyi; “vergi istisnası, indirimi ve muafiyeti” adı altında almaktan vazgeçiyor. 2024 yılında 2 trilyon 200 milyar TL ve 2025’te 3 trilyon TL olarak belirlenen bu sermaye destekleri 2026 yılında 3,6 trilyon TL’ye yükseltiliyor. (4)

Vazgeçilen bu vergilerin bir kısmı asgari ücretin vergi dışı bırakılmasıyla ilgili olsa da asıl olarak sermaye kesimini ilgilendiriyor. Nitekim gelecek yıl Kurumlar Vergisi biçiminde sermaye kesiminden alınmasından vazgeçilecek olan miktar 768 milyar TL’yi geçiyor.

Böylece, iktidar bloku 2026’da şirketlerden 1 trilyon 741 milyar TL tutarında kurumlar vergisi almayı hedeflerken, bunun yüzde 44’üne denk düşen bir miktardan da (768 milyar TL) vazgeçiyor. Vazgeçilen bu vergi gelirleri hedeflenen bütçe açığından 900 milyar TL daha fazla. Yani eğer bu vergiler toplansa bütçe açık değil fazla verecektir. Vazgeçilen vergilerin tutarı toplam vergi gelirlerinin yüzde 23’ünü oluşturuyor. Yani devlet topladığı her 100 TL’lik vergi kadar 23 TL’lik vergiyi almaktan feragat ediyor.

Devam edecek….

Dip notlar:

(1)    2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ve Bağlı Cetveller.

(2)    2026 Yılı Bütçe Gerekçesi, Ekim 2024 Ankara, s. 83.

(3)    2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ve Bağlı Cetveller, s. 68-75.

(4)    Agk, s. 171.