8 Mayıs 2025 Perşembe

Barış, Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet

 

Barış, Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet (2)

Mustafa Durmuş

8 Mayıs 2025


İçinde bulunduğumuz döneme yeni bir barış sürecinin işletilmesi ve buna ilişkin tartışmalar damgasını vuruyor. Ancak (başta sosyalistler ve CHP olmak üzere), hem demokratik muhalefetin hem de Kürt Siyasal Hareketi’nin (KSH) bu dönemde gündemde tutmak istedikleri bir diğer konu daha var: Demokratik bir toplumun inşası. Ya da ülkenin (başta devlet olmak üzere) demokratikleştirilmesi ihtiyacı.

Barış ve demokratikleşme: Bir madalyonun iki yüzü!

İşin gerçeği, kalıcı bir barışın sağlanması ve demokratik toplumun (ya da KSH’nin tanımlamasıyla ‘demokratik cumhuriyet’in) inşası bir madalyonun iki yüzü gibi birlikte ele alınması gereken bir iş. Biri diğerinin alternatifi değil, tam tersine tamamlayıcısı. İkisinin mücadelesinin aynı anda ve bir arada verilmesi gerekiyor.

Çünkü demokrasi en iyi barış koşullarında, barış ise gerçek bir demokrasinin varlığında kalıcı olarak inşa edilebilir. Bu bağlamda ülkenin mevcut koşullarında bile barışın inşa edilebilmesinin mümkün olduğunu ve buna ilişkin handikapları anlatan yazımıza dipnottaki linkten ulaşılabilir. (1)

Hangi cumhuriyet?

Ancak “demokrasi” derken nasıl bir demokrasiyi kastediyoruz? Ayrıca demokrasinin cumhuriyetle ilişkilenme biçimleri konusunda da net olmamız gerekiyor zira siyasal literatürde kullanılan üç farklı kavram var ve üçü de (benzerlikleri kadar) birbirinden farklı içeriklere sahip: “Demokratik Cumhuriyet”, “Sosyal Cumhuriyet” ve “Sosyalist Cumhuriyet”.

Kafa karışıklığını ortadan kaldırmak ve böylece tartışmayı doğru bir zemine oturtabilmek için başvurabileceğimiz en önemli kaynağın başında Marksist Sosyal Teorinin aşağıda özetlenen üç önemli tespiti geliyor.

Marksist Sosyal Teori: Temel başvuru kaynağı

İlk olarak, bu teoriye göre, kapitalist sistemin temel çelişkisi; üretimin sosyal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel hali arasındaki karşıtlıktır.

Marx ve Engels’e göre, işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği ve krizler gibi pek çok olgunun ortaya çıkmasının nedeni kapitalizmin bu fay hattıdır. Böylece son tahlilde kapitalizmden kurtulmadan bu sorunlardan sonsuza kadar kurtulabilmek mümkün değildir. Bu bağlamda gerçek bir demokrasinin (sosyalist demokrasi) ancak kapitalizmin ortadan kaldırılıp yerine sosyalist bir toplumun kurulmasıyla mümkün olacağı bu tespitin kaçınılmaz sonucudur.

İkinci olarak, her sosyal sistem bünyesinde kendinden sonra gelecek olan sistemin koşullarını barındırır ve bu koşullar olgunlaştığında sosyal sistemler devrimci bir öznenin önderliğiyle değişir (devrim). Dolayısıyla da sistemi değiştirmek için dışarıdan müdahaleye gerek yoktur, değiştirici dinamikler mevcut sistemde mevcuttur.

Üçüncü olarak, toplumların gelecekleri önceden (kaderci bir biçimde) bir aşkın güç tarafından belirlenmez. Tersine örgütlü toplumlar kendi geleceklerini kendileri belirlerler ama bu verili koşulların çizdiği çerçevede gerçekleşir. Yani hedeflenen bir değişiklik ancak somut verili koşulların kısıtları altında gerçekleştirilebilir (feodal bir toplumdan sosyalist bir topluma doğrudan geçiş mümkün değildir ya da Orta Doğu coğrafyasında İsviçre tarzı bir demokratik cumhuriyeti inşa etmek, en azından kısa vadede, çok zordur).

Bu bakış açısı altında; demokratik cumhuriyet ve sosyal cumhuriyetin, kapitalist sistem içinde yönetimin ve toplumsal örgütlenmenin farklı yönlerine öncelik veren yönetim biçimleri olduğu söylenebilir.

Demokratik Cumhuriyet

Kısaca, demokratik cumhuriyet, yönetme gücünün “özgür ve adil seçimler” gibi demokratik süreçler yoluyla halka dayandırıldığı bir yönetme biçimidir. Öyle ki demokratik bir cumhuriyette eşit yurttaşlar, yasama, yürütme ve yargı gibi devlet kurumlarında kendileri adına karar almaları için temsilciler seçerler. Devlet ve hükümet yurttaşların hak ve sorumluluklarının yanı sıra hükümetin yapısı ve işlevlerini ana hatlarıyla belirleyen demokratik bir anayasa çerçevesinde faaliyet gösterir.  Fransa ve Almanya gibi ülkeler demokratik cumhuriyetlere verilebilecek tipik örneklerdir.

Sosyal Cumhuriyet

Diğer taraftan sosyal cumhuriyet, sadece demokratik ilkeleri hayata geçirmekle yetinmeyen, aynı zamanda sosyal adalet, eşitlik ve yurttaşların refahını gözeten bir yönetme şeklidir.  Bir sosyal cumhuriyette hükümet, toplumsal refahın teşvik edilmesinde, sağlık, eğitim, barınma ve sosyal güvenlik gibi temel hizmetlerin ücretsiz olarak sağlanmasında ve toplum içindeki eşitsizliklerin azaltılmasında halktan yana aktif bir rol oynar.

Böylece, sosyal cumhuriyetler yoksulluk, işsizlik, ayrımcılık ve diğer sosyal sorunları çözmeyi hedefleyen politikalar uygulayarak daha eşitlikçi bir toplum yaratmayı amaçlarlar.  Sosyal cumhuriyetlere örnek olarak özellikle de neo-liberal dönem öncesi İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya gibi sosyal demokrasiyi yönetim ideolojisi olarak benimsemiş ülkeler verilebilir.

Özetle hem demokratik cumhuriyetler hem de sosyal cumhuriyetler demokrasiye değer veren yönetme biçimleri olmakla birlikte, sosyal cumhuriyetler sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin giderilmesine ve tüm yurttaşların refahının artırılmasına, bölüşüm sorunlarına daha fazla önem verirler. “Adil bölüşüm” ve “ekonomide adalet” gibi konular sosyal cumhuriyetlerde merkezi bir yer tutar.

Tartışma 1848 Devrimlerine kadar gidiyor!

Tarihsel olarak demokratik-sosyal cumhuriyet tartışmalarının 1848 devrimlerine kadar gittiği ve genelde bu iki kavramın birbirinden ayrı değil, birlikte ele alındığı görülüyor. Nitekim 1848 yılında Gambon, Greppo, Pelletier, Deville, Brives, P-J Proudhon, Benoit (Lyon), Amédée Bruys, Doutre, P.leR. Lagrange ve  Fosseyeux gibi Halk Temsilcileri ve Demokratik Dernekler ve İşçi Şirketleri Merkez Seçim Komitesi Üyelerinin halka seslenişi aşağıdaki gibidir:

“Yurttaşlar, ortak çabalarımızın hedefi; devrimi sağlam bir şekilde inşa etmek ve demokratik cumhuriyeti tüm sosyal/toplumsal sonuçlarıyla birlikte değişmez bir şekilde kurmak olmalıdır. Bizim mücadelemiz Meclisteki mücadeledir, sizin mücadeleniz ise seçim alanındaki mücadeledir. Hepimizin görevi Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik gibi üç büyük ilkeyi gerçekleştirmektir. Yurttaş dostlar, terk edilmiş anneleriniz ve eşleriniz adına, açlık çeken çocuklarınız adına, demokratik ve sosyal cumhuriyetin temsilcilerinin direncini güçlendirin ve dünyaya Fransa halkının hakları nasıl elde edeceğini biliyorsa, onları nasıl koruyacağını da bildiğini kanıtlayın. (2)

Komünist Manifesto ve Sosyal Cumhuriyet

Marx ve Engels yazdıkları Komünist Manifesto ‘da (1848) “demokrasinin kurulması toplumsal kurtuluşun ön koşuludur” düşüncesini savundular. Bu, mutlakıyete dayalı ve sözde anayasacı rejimlerin hâkim olduğu bir kıtada devrimci bir pozisyondu. Marx ve Engels, yaşamları boyunca sürdürdükleri siyasal angajmanlarıyla da sosyalizmin demokratik bir yöne kaymasında belirleyici bir rol oynadılar. Bu cumhuriyetçi sosyalizmin yaratılması onların en önemli (ama çoğu kez göz ardı edilen) katkılarından biridir.

1871 Paris Komünü

Marx'ın “sosyal cumhuriyet” fikri, işçilerin Paris’i kısa süreliğine ele geçirdiği ve radikal bir demokratik deney başlattığı 1871 ayaklanması olan Paris Komünü tarafından şekillendirildi.

Onun gözünde Komünarlar “Cumhuriyete gerçekten demokratik kurumların temelini sunmuşlardı”. Böylece, sosyal cumhuriyet fikri, genel oy hakkı ve yurttaşlık hakları gibi bugün haklı olarak eşik olarak kabul edilen demokratik kurumların birçoğunu içerir. Ancak aynı zamanda cumhuriyetçi gelenekte tamamen standart olan ama günümüzde popülist olarak kınanan yapıları da içerir. Bunlar, temsilcileri seçmenlerine daha yakın bağlayan mekanizmalardır.

Ortalama işçi ücreti, yıllık seçimler ve geri çağırma hakkı

Örneğin Marx, yüksek maaşların komün temsilcilerini sıradan insanların yaşamlarına yabancılaştırmaya ittiğinin bilincinde olarak, temsilcilerin ortalama işçi ücretinden çok daha fazla ücret almamaları gerektiğini savunuyordu.

Dahası, seçimlerin çok daha sık, örneğin her yıl yapılması gerektiğine inanıyordu, böylece temsilciler sürekli olarak seçmenlerinin iradesiyle ilişki kurmaya zorlanacaklardı. Yurttaşlar, görevlerini ihlal eden temsilcilerini derhal geri çağırma imkanına ve temsilcilerine bağlayıcı talimatlar verme yetkisine sahip olmalıydılar.

Bu güçlü demokratik hesap verebilirlik önlemleri Marx'ın sosyal cumhuriyetinde sadece siyasi temsil için geçerli olmayacak, aynı zamanda kamu yönetimini de kapsayacaktı. Burjuva cumhuriyetinde muazzam bir güce sahip olan ama demokratik seçime tabi olmayan kamu görevlileri, sosyal cumhuriyette seçilebilir ve geri çağrılabilir olacaktı. Bu şekilde bürokrasi, polis, ordu ve mahkemeler demokratikleşecekti. Yani sosyal cumhuriyetin özünde, toplumu çalışan kitleler lehine etkili bir şekilde değiştirmek için gerçekten demokratik yapılara ihtiyaç olduğu fikri yatmaktadır. (3)

Toplumun emekten yana değişimini önleme ihtiyacı

Sosyal bir cumhuriyete olan ihtiyacın bir diğer nedeni de burjuva cumhuriyetlerin bir işlevinin de daha ileri toplumsal ve demokratik dönüşümü yavaşlatmak ve hatta engellemek olmasıdır.

Seçimle işbaşına gelen ve kendilerine karar alma yetkisi verilmiş olan temsilciler bir yandan demokratik meşruiyete, diğer yandan da emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve sömürünün azaltılması yönündeki taleplerine karşı çıkabilecek bir güce sahiptirler. Örneğin bir burjuva cumhuriyetinde demokrasi mülkiyet ilişkilerine müdahale edemez, oysa işin özünde mülkiyet ilişkileri yatar. Bu nedenle de toplumsal özgürleşmenin sağlanabilmesinde ön koşul sosyal bir cumhuriyetin kurulmasıdır.

Teori bir şey, pratik başka bir şey!

Demokrasiyle cumhuriyetin ilişkilenmesinin son biçimi olarak, ekonomik demokrasi, eşit yurttaşlık, sosyal adalet ve devrimci demokrasiyle desteklenen “Sosyalist Cumhuriyet” bugünün koşullarında (geçen yüzyılla kıyaslandığında) dünyada da az sayıda sol-sosyalist parti ya da yapı tarafından dillendiriliyor. Kuşkusuz bunda reel sosyalizmin 1989’da çöküşü ve sosyalist ideolojinin içinden bir türlü çıkamadığı krizin etkileri söz konusu.

Ancak sosyalist cumhuriyeti pratik olarak hayata geçirebilmek için bizi bugünkü konumumuzdan ona götürecek geçiş hedeflerine ve mekanizmalarına ihtiyacımız var.

Yani sosyalist bir cumhuriyet eğer varılacak son limansa, demokratik ve sosyal (ve Türkiye özgülünde laik) bir cumhuriyet bu limana gidiş için gerekli ara limanlardır/duraklardır. Çünkü Marx’ın da vurguladığı gibi toplumlar kendi kaderlerini kendi kolektif iradeleriyle belirleyebilirler ama bunu ancak verili koşulların izin verdiği ölçüde yapabilirler. (4) Bugünün verili koşulları sosyalist bir cumhuriyetin değil, ancak demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin kurulmasına izin veriyor.

Sonuç olarak

Barışın sağlanması ve demokratikleşmenin inşası (ayrı ayrı ele alınmasından daha ziyade) bir arada son derece değerli iki mücadele alanıdır. Barışın adil ve kalıcı olabilmesi sadece silahların susması ile değil, barış kurumlarının ve ideallerinin hukuksal ve anayasal güvence altına alınması ve topyekûn bu kavrama sahip çıkılmasıyla sağlanabilir.

Demokratikleşme ise sadece demokratik cumhuriyetin kurulması ile sınırlı tutulmamalıdır. Çünkü böyle olduğunda, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde görüldüğü gibi 30 yıldır ortadan kaldırılamayan adaletsizlikler ve ekonomik eşitsizlikler yüzünden ekonomik ve sosyal refahın artırılabilmesi ve daha adil bölüştürülebilmesi mümkün olmaz.

Bu yüzden de Türkiye’de emek, barış ve demokrasi güçlerinin uğrayacakları ilk liman olan ‘Demokratik, Sosyal ve Laik Cumhuriyet’in inşa edilmesi öncelikli olmalıdır.

Hem barış hem de demokrasi ancak ekonomik eşitlik ve adaleti içeren bir ekonomik yapılanmayı amaçlayan yapısal reformlarla bütün toplum nezdinde daha rahat savunulabilir ve kitleler bu yönde bir değişime ikna edilebilir.

Sadece otoriterliğe karşı çıkmak yeterli değildir, aynı zamanda kitlelerin önüne ‘Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet’in siyasal ve ekonomik paradigmasını ve programlarını da koymak gerekir.

Dip notlar:

(1)    https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/ihtiyatli-iyimserlik-iktidarin-niyetine-ragmen-barisi-ve-demokratiklesmeyi-savunmak (5 Mart 2025).

(2)    https://www.marxists.org/history/france/revolution-1848/ephemera/democratic-socialists.htm (5 Mayıs 2025).

(3)    https://enainstitute.org/en/publication/the-ghost-of-the-social-republic (5 Mayıs 2025).

(4)    https://www.marxists.org/archive/marx/works/subject/quotes/index.htm (7 Mayıs 2025).

6 Mayıs 2025 Salı

Sırrı S. Önder

 

Sırrı S. Önder, Barış, Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet (1)

Mustafa Durmuş

6 Mayıs 2025


Barışın elçisini sonsuzluğa uğurladık!

Kutuplaştırılmış, eşitsizlikler ve adaletsizliklerle boğuşan; aynı zamanda iç savaşın, faşizmin ve Orta Doğu’da emperyalist müdahalelerin kucağına düşme sınırında olan bir ülkeyi ve o ülkenin halklarını uçurumun kenarından döndürebilmek için “yüreği elinde gezen” bir barış elçisini; demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin inşası mücadelesinin yılmak bilmeyen, güler yüzlü, dost canlısı bir halk adamını, Sırrı Süreyya Önder’i sonsuzluğa uğurladık. Kendisini yakından tanımasam da kendisi gülümseyen ve adının geçtiği her yerde beni gülümseten, umutlandıran biri oldu.

Onu Meclis’teki başkan yardımcılığı gibi işlevleriyle değil, barış görüşmecisi olarak sarf ettiği mesai ile, Gezi direnişi sırasında iş makinasının önünde dimdik duruşuyla, halktan yana sanatçı duruşuyla, ürettiği filmleriyle ve bu topluma kattığı iyi ve güzel şeylerle hatırlayacağız. Türkiye halklarının, dostlarının, yoldaşlarının, yakınlarının, hepimizin başı sağ olsun. Uğurlar olsun Sırrı S. Önder, yüzünden eksilmeyen gülücüklerinle hep kalbimizde olacaksın…

Barışın dili ve güler yüzü”: Sırrı S. Önder!

Barış görüşmelerinin daha başlarındayken bu görüşmelerin toplumca benimsenmesi konusunda önemli bir etken konumunda olan Sırrı Süreyya Önder’in genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrılması kuşkusuz çok üzücü. Sırrı kişisel özellikleri ve uzlaştırıcı, müzakereci tavırlarıyla bu sürecin en önemli aktörlerinden biriydi. Onun mevcut İktidar Blokunun temsilcileriyle kurduğu ilişki bazılarınca (haksız yere) “teslimiyet” olarak değerlendirilse de bu değerlendirmelere katılmak mümkün değil. Ayrıca böyle bir değerlendirme Sırrı’ya da haksızlık olur çünkü savaş dili ile barış dili arasındaki fark ancak böyle dönemlerde ortaya çıkar. Sırrı da barış dilini çok iyi özümsemiş ve sağdan sola kendisine yönelik her türlü suçlama ve hakarete rağmen bu dili de kullanmaktan çekinmemiş olan biriydi.

Önder’in de savunduğu Kürt Siyasal Hareketi’ndeki paradigma değişikliğini anlayabilmek için uluslararası örneklere bakmakta yarar var.  Bu örneklerin başında, birçok açıdan Kürt Siyasal Hareketi’nin gelişimi ile ilgili benzerlikler gösteren, Nelson Mandela’nın liderliğini yaptığı Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ve onun paradigmasındaki, strateji ve taktiklerindeki değişiklikler yer alıyor.

Nelson Mandela’nın 1964 yılında ‘Rivonia Davası’nda sanık olarak yaptığı ve Güney Afrika Cumhuriyeti Hükümeti tarafından kendisi ve diğer dokuz kişinin sabotaj eylemleri de dahil olmak üzere suçlarla itham edildiği konuşmadan başlanılabilir. Çünkü Mandela'nın, ANC’nin 50 yılı aşkın bir süre boyunca değişen strateji ve taktiklerini ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu konuşması, baskıcı- otoriter bir rejime karşı direnişin etik ve taktikleri üzerine düşünmek isteyen herkes için önemli bir kaynak oluşturuyor.

Somut koşullara uygun paradigma değişiklikleri

Mandela, ANC’nin on yıllar boyunca “anayasal mücadeleye sıkı sıkıya bağlı kaldığını”, ancak “Beyaz Hükümetlerin kılını bile kıpırdatmadığını ve Afrikalıların haklarının artmak yerine azaldığını, bu yüzden de kuruluşundan 40 yıl sonra ANC’nin stratejisini gözden geçirmek durumunda kaldığını ve “pasif direniş ilkelerinden şiddete başvurmaya kadar geniş bir kampanya başlattığını” vurguladı. Hükümetinse barışçıl talepleri güç kullanarak karşıladığını, bunun da Afrikalı liderlerin barış ve şiddetsizlik vaazları vermeye devam etmelerinin gerçekçi ve doğru olmayacağı sonucuna varmalarına neden olduğunu” anlattı. (1)

Ancak “böyle bir sonuca da kolayca varılmadığını, tüm diğer demokratik yöntemlerin önü, tüm barışçıl protesto kanalları yüzlerine kapandığında, şiddet içeren siyasi mücadele biçimlerine girişme kararı aldıklarını” söyleyen Mandela'ya göre, “ANC şiddet kullanmaya karar verdikten sonra bile terörizme bulaşmayı reddetti çünkü terörizm “ülkedeki çeşitli ırklar arasında savaşın bile yaratamayacağı yoğunlukta bir acı ve düşmanlık yaratacaktı.”

Halkları birbirinden uzaklaştıracak eylemlerden kaçınılmalı!

Bir başka anlatımla, Mandela ve ANC’nin diğer liderlerinin terörizmi reddetmesinin nedeni; “bu tür eylemlerin ırkları birbirlerinden daha da uzaklaştıracak eylemler olmasıydı. Yani “hangi araç ve yöntemlerle ve nasıl mücadele ettiğiniz sizin kim olduğunuzu anlatır. Bu özgürleşme mücadelesi veren her kesim açısından ana ilke olmalıdır. Aksi halde, araç seçiminizin her zaman amaçları şekillendirdiği ve uğruna çabaladığınız amaçların her zaman kullandığınız araçları etkilediği gerçeğini görmezden gelirsiniz. (2) Bu karşılıklı ilişki gözden kaçırıldığında ise yenilgi kaçınılmaz hale gelir.

Bugün PKK’nın “kalıcı bir barışın tesisi ve gerekli hukuksal düzenlemelerin tamamlanması” karşılığında kendini feshetme ve silahları bırakma kararı; aşırı sağcı, aşırı milliyetçi/ulusalcı reflekslerle hareket eden bazı kesimlerce; “artık savaşacak gücü kalmadığı” için mecburen yöneldikleri bir sonuç olarak takdim edilse de, ANC’deki tespite benzer bir biçimde, bu kararın “şiddete dayalı bir silahlı mücadelenin halkları birbirinden uzaklaştırdığı ve çözümü engellediği için alındığı savı yabana atılmamalı. Nitekim PKK’nin “40 yıldır süren savaşın bir kazananı olmadığı ve hem örgüt hem de devlet açısından yenen bir tarafı ortaya çıkarmadığı” biçimindeki tespitleri bu savı destekliyor.

Kaldı ki tarih hiçbir otoriter rejimin sonsuza kadar ayakta kalamadığı gibi, hiçbir şiddete dayalı silahlı mücadeleyi esas alan örgütün de sonsuza kadar var olabildiğine tanık olmadı. Özetle yeni bir bakış açısı, yeni stratejiler ve bunu hayata geçirecek cesur taktik eylemlerle bu tür eylemlerden vazgeçilebilir ve demokratik bir toplum birlikte inşa edilebilir.

ANC’nin mücadelesinin başardıkları ve başaramadıkları

Nelson Mandela'nın ANC’si 1994 yılında ülkenin ilk demokratik seçimlerinde iktidara geldiğinde Güney Afrikalılara “Herkes İçin Daha İyi Bir Yaşam” vaat ederek Beyaz Azınlık Yönetiminin ve Apartheid'ın sonunu getirdi.

Bu mücadele bir yandan iç savaşın çok daha yıkıcı olmadan sona erdirilebileceğini, kalıcı bir barışın sağlanabileceğini, demokrasinin yeniden inşa edilebileceğini, Güney Afrika gibi en kutuplaşmış ve en eşitsiz toplumların bile uçurumun kenarından dönebileceğini kanıtlar nitelikte. Ülkede bu tarihten sonra ölümlerin, katliamların ve işkencelerin, hak ihlallerinin durdurulduğu, eşit yurttaşlık temelinde yeni hak ve özgürlüklerin sağlandığı önemli kazanımların elde edildiğine ise kuşku yok.

Diğer yandan 30 yıllık ANC iktidarının ardından, pek çok Güney Afrikalının süregelen yoksulluk ve eşitsizlikten dolayı hayal kırıklığı yaşamakta olduğu da bir gerçek. Bu durum ANC’ye verilen toplumsal desteğin aşınmasına neden oluyor.

Öyle ki 2024 yılında Güney Afrika'da yapılan ulusal meclis seçimlerinde Afrika Ulusal Kongresi (ANC) Partisi yüzde 40,2 oy aldı ama Meclis’te çoğunluğu kaybetti. Bu, 1994'te ülkenin ilk demokratik seçime girmesinden bu yana kaydedilen en düşük oy oranıydı. 2024 seçimleri, bir önceki seçim yılına göre yüzde 17 puanlık bir düşüşle ANC’nin seçmen desteğinde önemli bir azalma olduğunu gösterdi. (3)

Ekonomik ve sosyal veriler hala çok kötü!

Aşağıdaki verilerse, (4) eğitim, barınma ve sosyal yardımların toplumun daha geniş bir kesimine ulaştırılması konusunda önemli adımlar atılmış olsa da Güney Afrika'nın henüz Apartheid döneminin kötü mirasının üstesinden gelemediğini ve “herkes için daha iyi bir yaşam sunamadığını” ortaya koyuyor.

Öncelikle, 64 milyon nüfuslu Güney Afrika'nın milli geliri 2012’den bu yana yılda ortalama sadece yüzde 0,8 oranında büyütülebildi.  Bunun nedeni nüfus artışından ziyade ekonominin zayıflamasıydı.

Kişi başına milli gelirin barış ve demokratikleşmenin gelişini izleyen yıllarda istikrarlı bir şekilde artmasına rağmen, bu eğilim 2011'den bu yana tersine döndü (cari fiyatlarla 6,400 dolar ve 2011 yılı dolar SAGP hesaplarıyla kişi başı gelir 16,000 dolar civarında). Bütçe açığı yüzde 6’yı bulurken, faize yapılan ödemeler yüzde 5’i aşıyor. Kamu borcunun milli gelire oranı yüzde 50’ye yaklaşmış durumda. (5) Böyle bir ekonomik yıkım altında, cılız bir ekonomik büyümenin (özellikle de artan gelir bölüşümü adaletsizliği gerçeğinin varlığında), yüksek işsizlik ve yoksulluk düzeylerini azaltmada yetersiz kalması sürpriz değil.

Siyah işsizliği Beyaz işsizliğinin 4 katından fazla!

Güney Afrika dünyadaki en yüksek işsizlik oranlarından birine sahip bir ülke. Öyle ki ülkedeki toplam işgücünün neredeyse üçte biri işsiz. Ancak Siyah çoğunluktaki işsizlik Beyazlardaki işsizliğin katlarıyla ifade ediliyor: İşsizlik oranı Siyahlar için yüzde 36,5, Beyazlar için ise yüzde 7,7. Ne istihdamda ne eğitimde yer alan gençlerin oranı ise (2023) yüzde 40’ı aşıyor. Bu oran listenin ikinci sırasında yer alan Türkiye’de yüzde 27 civarında. (6)

Dünyanın en eşitsiz ülkelerinin başında geliyor!

Güney Afrika gelir dağılımı açısından dünyanın en eşitsiz ülkesi konumunda (özellikle de kırsal bölgelerde). Öyle ki Gini katsayısı 0.67. Bu oran Sahra Altı Afrika ülkelerinde 0.41 ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Orta-Üst Gelirli Ülkelerde 0.45. Buna bağlı olarak da günde 1,90 ABD doları olarak hesaplanan yoksulluk oranı (2011 yılı SAGP dolar hesabıyla) yüzde 20’yi buluyor.

Apartheid, sömürgecilik, eğitime erişim eşitsizliği ve emek sömürüsü

Bu eşitsizlikte geçmişteki Apartheid rejimi ve sömürgecilik mirasının çok önemli bir etken olduğu çok açık. Ayrıca gelir eşitsizliği ile ilgili göze çarpan en önemli faktörün eğitime erişimdeki eşitsizlikler olduğu görülüyor (eşitsizliğin yüzde 60’ına yakınını belirliyor). Keza işgücü piyasalarının işleyiş biçimi de önemli bir etken (yüzde 24). (7)

Bir araştırma kapitalist işverenlerin Güney Afrika’daki ücret eşitsizliğinin önemli bir nedeni olduğunu gösteriyor çünkü işverenlerin işçi ücretlerini belirlemede çok büyük bir gücü var ve bu durum son 30 yıldır değişmedi. Güney Afrika'daki yüksek işsizlik, patronlar arasında işçiler konusunda çok az rekabet olduğu anlamına geliyor. Bu nedenle patronlar çalışanlarını kaybetme korkusu olmadan ücretleri belirleyebiliyor. Bu ortamda, aynı becerilere ve eğitime sahip işçilere, çalıştıkları yere bağlı olarak, çok farklı ücretler ödenebiliyor. (8)

2008 yılında Güney Afrika’da gelir eşitsizliğinin en büyük nedeni ırksal farklılıklardı ve bu faktörün payı yüzde 38 iken, eğitim düzeyi yüzde 35 ve işgücü piyasası yüzde 15 etkiliydi. 2018 yılına gelindiğinde ırk faktörünün payı yüzde 41'e yükselirken, eğitimin payı yüzde 30’a düştü; işgücü piyasası faktörlerinin rolü ise hafifçe arttı. Irkın eşitsizlik üzerindeki etkisi, işgücü piyasaları, eğitim, hane halkı demografisi ve coğrafi konum olmak üzere dört boyutun tümü üzerinden aktarılıyor gibi görünüyor zira ırk faktörü ayrıştırmaya dahil edildiğinde bu boyutların katkıları azalıyor. En büyük düşüşler eğitim ve işgücü piyasalarında görülüyor, bu da ırksal farklılığa dayalı Apertheid’in  eşitsizliği derinleştirme açısından kilit bir rol oynadığını teyit ediyor. (9)

Cinsiyetler arası ücret farklılığı arttı

Ayrıca Güney Afrika'daki gelir verilerinin yeni bir analizi rahatsız edici bir eğilimi daha ortaya koyuyor: Cinsiyetler arası ücret farkı son 10 yılda daha da arttı. SA-TIED Çalışma Belgesi’nden elde edilen son bulgulara göre, Güney Afrika'da kadınlar, aynı işi yapan erkeklerin kazandığı her 1 rand için; 2008 yılında 0.89 rand kazanırken, 2021 yılında bu 0.78 randa geriledi. Bu keskin düşüş, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından bu kaybın giderilmesi için acilen harekete geçilmesi gerektiğinin altını çiziyor. (10)

Servet eşitsizliği had safhada

Güney Afrika’da parasal/finansal servet ve arazi/toprak dağılımındaki eşitsizlikler sürüyor. Siyahlar toplam nüfusun yüzde 80’inden fazlasını oluşturmasına rağmen, 2022 yılında Johannesburg Menkul Kıymetler Borsası'nda (JSE) işlem gören şirketlerin yüzde 30’u Siyahlara, kalan yüzde 70’i ise Beyazlara ve yabancı uyruklulara aitti. Tahminlere göre, Beyaz çiftçiler şu anda yaklaşık 61 milyon hektarlık araziye sahipler ve bu da özel tapulu tarım arazilerinin yüzde 78'ini ve Güney Afrika'daki tüm arazilerin yüzde 50'sini temsil ediyor. (11)

Yani Beyaz çiftçiler Güney Afrika'daki tarım arazilerinin çoğunluğuna sahip olmaya devam ediyorlar. Bu da toprak reformunun çok yavaş ve etkisiz bir biçimde ilerlediğini ortaya koyuyor.

Temel hizmetler, eğitim ve sağlık

Elektrik ve içme suyuna sahip olan kamusal konutlarda yaşayan Güney Afrikalıların oranı Apartheid'ın sona ermesinden bu yana arttı.1994 yılından bu yana ANC Hükümeti, Güney Afrikalıların çoğunluğuna konut, elektrik, su ve sanitasyon dahil olmak üzere temel hizmetlerin sağlamayı başardı. Örneğin, 1996 yılında hanelerin yüzde 58'i aydınlatma için ana enerji kaynağı olarak elektriği kullanırken, bu oran bugün yaklaşık yüzde 95'e yükseldi. Ancak elektrik, su ve diğer temel hizmetlerin arzı, kritik altyapıya yeterince yatırım yapılmaması nedeniyle yıllar içinde kötüleşti ve artan taleple başa çıkamaz hale geldi. Son yıllarda sık sık yaşanan ve günde 10 saate varan elektrik kesintileri evlerden işyerlerine, hastanelerden trafik ışıklarına kadar her şeyi etkiliyor.

2019 yılında yapılan bir IMF araştırması, ülkedeki ilkokul öğrencilerinin en yoksul yüzde 75-80'inin sınırlı kaynaklara ve daha az nitelikli öğretmenlere sahip ‘işlevsiz’ devlet okullarında eğitim gördüğünü ve bu okulların yüzde 80'inin ağırlıklı olarak Siyahların yaşadığı ilçelerde ve kırsal bölgelerde olduğunu gösteriyor. (12) Nüfusun yüzde 80'inden fazlasına hizmet veren Güney Afrika'nın kamu tarafından finanse edilen sağlık sektörü ise aşırı yüklü ve köhne durumda. Ayrıcalıklı bir azınlık (büyük ölçüde Beyazlar) özel sağlık sigortası aracılığıyla daha iyi tedaviye erişebiliyor.

Özetle, Güney Afrika’daki 30 yıl sonrasında gelinen nokta itibarıyla eşit yurttaşlık temelinde hak ve özgürlükler tesis edilirken ve ülkede barış inşa edilirken neden ekonomik eşitsizliklerin artmakta olduğunun ya da en azından yeterince azalmadığı sorusunun yanıtlanması gerekiyor. Bu da bizi barış ve demokratikleşmenin yeterli olup olmayacağı bağlamında demokratik cumhuriyet ve sosyal cumhuriyet tartışmalarına götürüyor.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)    https://www.dissentmagazine.org/article/terror-and-the-ethics-of-resistance (Winter 2024) (5 Mayıs 2025).

(2)    Agm.

(3)    https://www.statista.com/statistics/1402238/anc-general-election-results-in-south-africa (21 June 2024).

(4)    https://www.reuters.com/graphics/SAFRICA-ELECTION/ECONOMY/egpbonzrgvq (22 May 2024).

(5)    https://www.imf.org/external/datamapper/profile/ZAF (4 Mayıs 2025).

(6)    OECD, Education at a Glance (2024).

(7)    The World Bank, Inequality in Southern Africa:  An Assessment of the Southern African Customs Union, 2022, s.10-22.

(8)    https://sa-tied.wider.unu.edu/article/high-wage-inequality-in-south-africa-are-employers-to-blame (January 2024).

(9)    The World Bank, Agr.

(10) https://sa-tied.wider.unu.edu/article/high-wage-inequality-in-south-africa-are-employers-to-blame (January 2024).

(11) https://www.reuters.com/graphics/SAFRICA-ELECTION/ECONOMY/egpbonzrgvq (22 May 2024).

(12) Agm.

16 Nisan 2025 Çarşamba

Trumpçı Tarifeler (2)

 

Trumpçı gümrük tarifeleri: Nedenleri ve azgelişmiş ekonomiler üzerindeki olası etkileri (2)

Mustafa Durmuş

17 Nisan 2025

Ana akım medyadaki baskın görüşe göre, ciddi küresel sorunlara yol açacak olan Trumpçı tarifeler, “kötü niyetli”, “beceriksiz”, “irrasyonel”, “maceracı” “halklara düşman bir aşırı sağcı” olan Trump’ın marifeti.

Trump aldığı kararların etkilerinin bilincinde

Trump’a yakıştırılan sıfatların eksiği var, fazlası yok. Ancak sadece bu kişisel özelliklerle dünyayı üçüncü bir paylaşım savaşına kadar sürükleyebilecek olan tarifeleri ve ticaret savaşlarını açıklamak yetersiz ve yanıltıcı olur. Ayrıca böyle bir yaklaşım “kapitalizmin emperyalist doğasını” da gizlemeye hizmet eder.

Bu yüzden olayları ve olguları, var oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik sistemin, üretim tarzının iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ve diğer toplumsal mücadelelerle açıklayan ve genel olarak toplum ve yaşama ilişkin daha kapsayıcı ve bilimsel bir bakış açısına ihtiyacımız var. Bu bakış açısı gelişmelerin doğru anlaşılmasını önleyen karartmaları ya da perdelemeleri ortadan kaldıran ve olayları daha net görmemizi sağlayan bir bakış açısıdır.

Böyle bir bakışa göre; doğadaki ya da toplumdaki olaylar gibi, büyük çapta etkilere sahip olan Trumpçı tarife politikası da derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yani bu tarifeler ekonomideki bazı zorunlulukların ve siyasetteki sıkışıklığın ya da ertelenemez ihtiyaçların dışavurumlarıdır.

Trumpçı tarifelerin gerekçeleri

Bu bağlamda Trumpçı tarifelerin gerekçelerini ele alabiliriz. Analizlerde yer aldığı kadarıyla, “Monreo Doktrini’ne geri dönülmesi”, “dış ticaret açıklarının neden olduğu zarara son verilmesi” ve “ulusal hükümetlerden ekonomik ve siyasal tavizler kopartılması” akla gelen ilk gerekçeleri oluşturuyor. Şöyle ki:

Öncelikle, Trump ABD’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği Çin’in, “ABD’nin ekonomik statüsünü çaldığını” ileri sürüyor.  Bu yüzden de ABD’yi “Yeniden Büyük/ Make The USA Great Again” yapacaklarını öne sürüyor. Oysa ABD’nin hegemonyası 1971’den (Nixon) ve 1985’ten (Volcker) bu yana geriliyor, dolayısıyla da başlattığı ticaret savaşları bu inişi tersine çevirmeye yetmeyebilir.

Kaldı ki Trump tehlikenin diğer ülkelerin “ABD’yi soymasından” kaynaklandığına inanıyor olsa da bu aslında bugünün değil, dünün hikayesidir. Öyle ki bugün ulus üstü sermaye şirketleri birçok ulus devletten daha fazla servete ve güce sahipler ve hiçbir ülkeye bağlılık gibi bir sorumlulukları da yok.

Ulus üstü sermayenin gücü

Bu bağlamda gümrük tarifeleri ABD ekonomisini “özgürleştirecek” bir yol sunmuyor. Bunlar, daha ziyade gerçek ortak sınıf düşmanı olan sermayeye karşı emekçilerin birleşmeleri gereken bir zamanda, ülkeleri ve emekçileri birbirine düşüren modası geçmiş, düşmanca önlemler.

Bu konuda bir uygulamadan söz etmek meseleyi daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir. Uluslararası ticaret anlaşmalarında yer alan Yatırımcı-Devlet Anlaşmazlık Çözümü (ISDS) maddeleri, şirketlerin, insanları veya gezegeni korumaya çalışan hükümetlere dava açmasına olanak tanıyor. Şirketler Tayland’dan Almanya’ya, siyanürlü altın madenciliğinin yasaklanmasından asgari ücretlerin yükseltilmesine kadar her konuda hükümetlere "kâr kaybı" davaları açabiliyorlar ve çoğunlukla da bu davaları kazanıyorlar. Bu durum ulusal ekonomileri felce uğratırken, demokrasiyi alay konusu haline getiriyor ve küresel ekonomide kimin sözünün geçtiği konusunda hiçbir şüpheye mahal bırakmıyor. (1)

Kısaca, küreselleşmiş bağımlılık zincirlerinden kurtulmaya ve ulusal/yerel ekonomilerimizi korumaya ihtiyacımız var ama gümrük tarifeleri bizi oraya götürecek araçlar değiller.

Trump’ın temsil ettiği sermaye “ABD’yi yeniden üretim üssü yapmak” istiyor. Zira şu anda küresel imalat sanayi üretiminin yüzde 35’i Çin’de, buna karşılık yüzde 13’ü ABD’de gerçekleşiyor. (2) ABD müesses nizamı Çin’i zayıflatarak bu durumu tersine çevirmek istiyor.

● Ancak ABD’nin Çin ile baş edebilmesi için güçlü bir savunma bütçesine ihtiyacı var. Yaklaşık 1 trilyon dolarlık savunma bütçesini silah üreticileri finanse etmeyeceğinden, bu tarifelere baş vuruyor ve ilave vergi geliri yaratmak ve dünyayı kontrol etmek istiyor.

Nitekim Trump 1982 yılından bu yana toplanan en yüksek vergi gelirini sağlamayı hedefliyor: yılda 258 milyar dolar (yüzde 0,85). 10 yıllık bir sürede ise 2,9 trilyon dolar vergi geliri elde edilmesi hedefleniyor. (3)

Ancak küreselleşme son 40 yıllık neo-liberalizmin bir sonucu ve ABD küresel çapta sanayi kaydırmalarıyla bundan çok büyük nema sağladı. Düşen kâr oranlarını başka ülkelere yaptığı sermaye ihracı ile yükseltebildi, böylece krizlerini savuşturabildi. Örnek olarak ABD’nin Vietnam’da 59 Nike ayakkabı fabrikası var. Tesla otomobillerinin büyük bir kısmı Çin’de üretiliyor. Çünkü bu ülkelerde işçilik çok daha ucuz ve işgücü verimlilikleri de yüksek. Yani üretim-değer zinciri artık tersine çevrilemeyecek kadar küresel. (4)

İhracatı temel alarak büyüyen ekonomiler üzerindeki etkiler

Ticaret savaşlarında tüm taraflar zarar görebilirler. Ancak en büyük zararı iç talebi nispeten zayıf olan net ihracatçı ülkeler görür. Uluslararası ticaretin daralması (özellikle de büyümeyi sağlamak için ihracata/dış talebe bel bağlamışlarsa), dışa en açık ve ihracata bağımlı ekonomilere zarar verir. Göreli olarak “kapalı ekonomiler” de zarar görebilirler ama bu zarar göreli olarak daha küçük olur.

Bu durumda, ihracatları düşeceği için, dış ticaret açıkları artan azgelişmiş ekonomileri büyütmenin tek yolu iç talebi artırmak olur ki bu da ya milli gelirin daha adil dağıtılarak reel ücretlerin artırılmasını ve/veya talebin bireysel borçlanma ile desteklenmesini gerekli kılar.

İlk yol günümüzün otoriter rejimleri altında pek mümkün görünmediğinden, geriye emekçileri daha fazla borçlandırarak ekonomiyi büyütmek kalıyor. Ancak bunun da bir sınırı var. Ayrıca bu borçların geri ödenememesi bankacılık sistemini sıkıntıya sokabilir. Bu durumda ekonomilerin küçülmesi, işsizliğin artması ve bunları finansal, sosyal ve siyasal krizlerin takip etmesi kaçınılmaz hale gelebilir.

Ulusları sömürgeleştirmenin bir yolu

Bu tarifelerin uygulanması aslında doğrudan ve dolaylı olarak, tüm ulusal ekonomilere zarar verecektir. Ancak, ABD’ye ihracatları milli gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturan ülkeler (Kamboçya: yüzde 36, Vietnam: yüzde 26, Çin: yüzde 13-14, Hindistan: yüzde 8 ve tüm azgelişmiş ekonomiler ortalama: yüzde 15-16) (5) bu tarifelerden en olumsuz etkilenecek ülkeler olacaklar.

“Önce Amerika/America First” ideolojisine çok bağlı olduğu bilinen Trump Yönetimi müttefikleri olan diğer kapitalist ülkeleri kasıtlı olarak düşman haline getirdi. Ötekileştirme, kutuplaştırma siyasetini uygulayan diğer aşırı sağcı-faşist liderler gibi kapitalizmin doğasında var olan çelişkilerin tetiklediği küresel ticaret dengesizliklerinin neden olduğu sorunları önemsemeden yoluna devam etmeye çalışacaktır.  

Bu yüzden de Trump Yönetimi aracılığıyla bu tarifeler, ABD sermayesinin küresel ticaret sistemini ve bununla birlikte küresel ekonomiyi bütünüyle ele geçirme çabası olarak da görülmelidir.  

Bir başka anlatımla, bu tarifeler AB ve Japonya gibi gelişkin ekonomileri kendi hegemonyası altında hizaya çekmenin yanı sıra, ihracata bel bağlamış, ekonomik ölçek ve teknolojik gelişmişlikten yoksun, devleti yönetenlere kolayca rüşvet ve/veya gözdağı verilebilen azgelişmiş ülkeleri  sömürgeleştirmek amacına hizmet ediyor.

Türkiye’nin ABD’ye ihracatı ve Trumpçı tarifeler

ABD, yüzde 5,8 ile Türkiye’nin en büyük üçüncü ihracat pazarı (sırasıyla: Almanya yüzde 8,1; Birleşik Krallık yüzde 6,0; ABD yüzde 5,8; İtalya yüzde 5,2; Irak yüzde 4,9 ve diğer ülkeler yüzde 70,0). (6)

Kamboçya ve Vietnam gibi ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük bir orana sahip olsa da Türkiye’nin ihracatının üçüncü büyük pazarı olması ve AB’nin en büyük ekonomilerinin payına yakın bir paya sahip olması, Trumpçı tarifelerin Türkiye üzerinde etkili olabileceğini gösteriyor.  Özellikle de AB ülkelerine konulan tarifelerin bu ülkelerin ekonomilerini daraltması söz konusu olacağından, tarifelerin dolaylı etkileri söz konusu olacaktır.

Ayrıca Türkiye’ye uygulanacak olan tarifenin dünyanın büyük bir kısmına uygulanacak olan yüzde 10 ile aynı olması, “Türkiye’nin rekabetçi gücünü artıracağı için” Trumpçı tarifelerin fırsata çevrileceği” beklentisini boşa çıkartıyor. 

Yoksul ülkeler borç batağına sürükleniyor

Dünya Bankası’na göre, 2008-09 finansal krizi sırasında 3,9 trilyon dolar olan düşük ve orta gelirli ülkelerin dış borçları 2023 yılında 8,8 trilyon dolara ulaştı. Yani 15 yılda bu ülkelerin borç stokları iki kattan fazla arttı. Bu borçlar için ödedikleri faiz oranı ise 2013-23 arasında yüzde 2,6’dan yüzde 4,9’a yükseldi. (7) Bu ülkelerin borçlarının çok büyük bir kısmı ABD doları cinsinden çünkü ticari bankalar ve Dünya Bankası bunu onlara dayatıyor.

Bu ülkeler, borçlarını ve bu borçların faizlerini geri ödeyebilmek için dolar biriktirmek amacıyla ihracat faaliyetlerini yoğun bir şekilde teşvik etmek zorunda kalıyorlar.

Ayrıca, kısmen şu anda görüldüğü gibi, doların değerindeki düşüşün bir sonucu olarak ve (daha kesin olarak çok yakında belirginleşecek olan) enflasyondaki artış nedeniyle, ABD’de faiz oranlarının yükselmesi kaçınılmaz olacak ve FED faiz oranlarını artırmak zorunda kalacaktır. Bu durum, kuşkusuz, borçlarını dolar olarak ödeyen ve faizleri genellikle değişken oranlı olan bu ülkelerin ekonomileri üzerinde çok ciddi etkilere neden olacaktır.

Keza bu ülkeler artık ABD'ye yeterince ihracat yapamaz duruma gelirlerse, ister ticari bankalara isterse Dünya Bankası'na olsun, kredi borcu yükümlülüklerini yerine getiremeyecekler. Böylece, söz konusu ülkelerin kredi notları daha da düşecektir.

Özcesi (bizim gibi) dış borç stoku yüksek olan ülkelerin borçlanma maliyetleri daha da artacaktır. Ayrıca bu ülkelerin fiziki olarak dış krediye erişimleri de zorlaşacaktır. Bu durumda bu ülkelerin acilen ihtiyaç duyduğu yatırımlar da yapılamayacaktır. Böylece, ihracatları, yatırımları, istihdam ve gelirleri düşecek, daha da yoksullaşacaklar, dış borçlarını geri ödemede ciddi sorunlar yaşayacaklar. 1982 yılında Meksika’da patlak veren dış borç krizi benzeri krizlerin bu yüzyılda daha da yaygın biçimde ortaya çıkması olasılığı oldukça yüksektir.

Trumpçı tarifeler özerk kalkınma stratejileri için alan açmaz! 

Azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkileri bağlamında bir yanılsamadan kaçınılması gerekiyor. Bazı yorumculara göre, Trumpçı tarifelerin neden olduğu küresel “ayrışma” (yani Küresel Güney Ülkeleri ile Emperyalist Merkez Ülkeler arasındaki ticaret ve sermaye akışının görece azalmasının) Küresel Güney Ülkelerinin daha ilerici ekonomik "sanayileşme stratejileri" ortaya koymasını, emperyalizmin pençesinden kurtulmasını ve "arayı kapatmaya" başlamasını sağlayacaktır. (8)

Ancak ABD emperyalizmi son birkaç on yılda zayıflasa da hala en büyük sermaye birikimine, en büyük finansal gücüne (ABD doları hala hüküm sürüyor) ve dünyanın en büyük askeri gücüne ve teknolojik birikimine, dahası hala diğer emperyalist ülkelerin (çoğunlukla) desteğine sahip. 

Diğer yandan, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın başını çektiği (alternatif) BRICS grubu siyasi ve ekonomik olarak çeşitlilik arz etse de gerçek bir mali ya da askeri güce sahip değil. Ayrıca BRICS ülkelerinin çoğunluğunu diktatörlüklerce (Rusya, Çin, Hindistan, İran, Suudi Arabistan gibi) ya da işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmeyen zayıf neo-liberal kapitalist rejimlerce (Güney Afrika gibi) yönetiliyor. Yani bu ülkeler aslında bir başka emperyalist kutuplaşmayı temsil ediyorlar. Bu nedenle de sırtını bir başka emperyalist gruba yaslayarak özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi ve kalkınmayı sağlayabilmek mümkün değil.

Emperyalizmden kopmak ve bağımsız ekonomik kalkınma stratejileri izlemek bir paradigma değişikliğini yani ekonominin temel sektörlerinde kamu mülkiyetini tesis etmeyi, demokratik bir biçimde planlanmış kamusal yatırımları, işçi sınıfı demokrasisini ve enternasyonalist bir dış politikayı hayata geçirmeyi gerektirir. Oysa ne ABD-Japonya ne AB ne de BRICS ülkelerinin yönetimleri böyle bir paradigmayı savunuyor. Aksine bunlara şiddetle karşı çıkıyorlar.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)    “Everything a Trade Union Should Know About TTIP: Stop the TTIP, People’s Movement”, www.people.ie (3 January 2018); Park MacDougald, “Trade Agreements Rigged to Protect Capital From Democracy”, http://truth-out.org (2 March 2015).

(2)    https://thenextrecession.wordpress.com/trumps-slump (9 April 2025).

(3)    “Trump's ‘Liberation Day’ Tariffs: The Impact by the Numbers”, https://taxfoundation.org/blog (4 April 2025).

(4)    https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).

(5)    https://rwer.wordpress.com/whos-afraid-of-trumps-tariffs (5 April 2025).

(6)    https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Dis-Ticaret-Istatistikleri-Subat-2025 (27 Mart 2025).

(7)    https://blogs.worldbank.org/en/opendata/international-debt-report-2024--low--and-middle-income-countries (3 December 2024).

(8)    https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).

 

 

 



14 Nisan 2025 Pazartesi

Trumpçı Tarifeler

 

Trumpçı gümrük tarifeleri: Ekonomi politik etkileri (1)

Mustafa Durmuş

14 Nisan 2025


2 Nisan ‘Kurtuluş Günü’nde, Trump Yönetimi açıkladığı yüksek gümrük tarifeleri aracılığıyla dünyadaki ticaret savaşlarını hızlandırırken, küresel ekonomiyi de yeni bir türbülansa soktu.

Bu tarifeler 1930 tarihli ‘Smoot-Hawley Tarife Yasası’ndan bu yana gündeme getirilen en kapsamlı ve en yüksek tarifeler. “Komşudan komşuya karşılıklı tarife uygulanması” biçimindeki ticaret savaşlarının önünü açan bu yasanın dünya ekonomisinin kapitalizmin tarihinde görülen en büyük krize (Büyük Buhran) girmesini hızlandırdığı göz önüne alındığında, bugünün Trumpçı tarifelerinin de benzer etkilerinin ortaya çıkması ve mevcut krizi derinleştirmesi beklenmelidir.

Nitekim bu yönde endişeler ve ülkelerden gelen tepkiler üzerine 7 Nisan’da, Trump Çin dışındaki ülkelere konulan tarifeleri 90 günlüğüne erteledi. Son durum şöyle:

ABD-Çin, AB Ticaret Savaşları

▪ Çin ürünlerine konulan tarife yüzde 125’e yükseltilirken, misilleme yapmayan ülkelerde asgari yüzde 10 olarak belirlendi (çok sayıda ülke için bu oranlar yüzde 11 ile yüzde 49 arasında değişiyor). (1)

Buna Çin Hükümeti yanıt vermekte gecikmedi:

“ABD tarafı yanlış yolda ilerlemeye kararlıysa sonuna kadar mücadele edeceğini” ve Amerikan menşeli ürün ve hizmetlerdeki yüzde 34’lük tarifeyi yüzde 84’e yükselttiğini açıkladı. Hatta Hollywood filmlerinin ithalatını yasaklama olasılığını gündeme getirdi. Çin'in tepkisi, Trump'ın tarife uygulayarak kendisinden bazı ticari tavizler koparmayı başardığı 2017 yılındaki Çin ile artık aynı ülke olmadığını gösterdi. Artık Pekin, Washington’a karşılık verme konusunda daha istekli görünüyor ve Amerikan önlemlerine karşı daha proaktif davranma işaretleri veriyor”. (2)

▪ Avrupa Birliği (AB), badem ve yat dahil olmak üzere çok çeşitli ABD menşeli ürünlere 15 Nisan’dan geçerli olmak üzere, yüzde 25 tarife koyma kararı aldı. Dahası bu durum Çin ile AB ve Japonya’yı birbirlerine yakınlaştırma potansiyeli taşıyor.

“Çünkü Trump'ın geleneksel Amerikan müttefiklerine karşı uyguladığı gümrük vergileri uluslararası arenada da Çin'in işine yarayacak. Japonya, Amerikan Hazine Tahvillerini azaltmayı ve aynı zamanda Çin ile ticari bağlarını güçlendirmeyi tartışıyor. Oysa bu ülke uzun zamandır ABD’nin önemli bir müttefiki ve Çin’in bölgesel bir rakibi olduğundan, bu hamleler bir yıl önce düşünülemezdi. Benzer gelişmeler AB ülkeleri arasında da yaşanabilir. Nitekim İspanya Başbakanı P. Sanchez Brüksel’i Çin ile ilişkilerini gözden geçirmeye çağırdı. Çin'i kenara itmeyi amaçlayan hamleler ABD'yi izole etmekle sonuçlanabilir”. (3)

Kısaca, yaygın ve yüksek gümrük tarifeleri aracılığıyla derinleştirilen ticaret savaşları 21. Yüzyılda emperyalist devletler ve/veya bloklar arasındaki çelişkilerin artmakta olduğunun bir göstergesi. Bu çelişkiler (daha önceki paylaşım savaşlarına benzer) yeni bir paylaşım savaşının öncülü olarak değerlendirilebilir.

Tarifelerin finans piyasalarına olan etkileri

Kapitalizm tarihinde genelde yaşandığı gibi ilk etkiler finans piyasaları üzerinde görüldü. Dünya borsaları, ABD tahvillerinin değeri ve petrol fiyatları düştü. Tarifelerin açıklanmasının hemen ardından Brent Petrol fiyatları 2021 başından bu yana ilk kez varil başına 50 dolar civarına kadar düştü. Tarife uygulamasının (Çin dışında) 90 gün erteleneceğinin açıklanmasının ardından 65 dolar civarında kaldı (dünyada petrol fiyatları düşerken Türkiye’de petrole yapılan zamlar sorgulanmalı).

Borsalar allak bullak!

Aslında Trump'ın göreve gelmesinden bu yana ABD borsaları inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Trump'ın seçim zaferinin ardından sermaye dostu bir rejim beklentisiyle borsalar yükselişe geçmişti ancak başkanlığının üzerinden üç ay geçmeden hisse senetleri düzeltme bölgesini (-yüzde 10) geçti. Tarife açıklamaları, dayatmaları ve geri almaları, piyasanın 19 Şubat’taki zirvesinden yüzde 21 geriye düşmesine ve 7 Nisan'daki gün içi işlemlerde kısa süreliğine “Ayı Piyasası” bölgesine ulaşmasına neden oldu.

Öyle ki fiyatlardaki hızlı düşüş sırasında hassasiyet arttı ve S&P 500’ün Volatilite Endeksi 60'a yükseldi (endeks 2024 ve 2025 yıllarının çoğunda 12 ila 22 arasında değişmişti). Bu yüksek düzey piyasa katılımcıları arasında aşırı düzeyde bir tedirginliğe işaret ediyor. Ayrıca, belirsizlik dönemlerinde genellikle güvenli bir liman olan ABD Tahvil Piyasası da bu tarife kaynaklı türbülansla sarsıldı: 10 yıllık Hazine Tahvilinin getirisi 7 Nisan’daki yüzde 3,86'lık seviyesinden yüzde 4,5’e kadar yükseldi (getirinin yükselmesi tahvilin fiyatının düştüğünü gösterir). Bu durum, hisse senetleri düştüğünde tahvillerin tam tersini yapma eğiliminde olduğu düşünüldüğünde, sert ve beklenmedik bir hareketti. (4)

Finans piyasalarının tepkisi karşısında atılan geri adım!

90 günlük erteleme öncesinde borsada iki gün süren satışlar 6 trilyon dolardan fazla değer kaybına neden oldu. Tek başına Apple hisseleri 600 milyar dolar zarar etti. Ürünlerinin büyük kısmını Güney ve Doğu Asya’da ürettiren diğer teknoloji şirketleri de eşdeğer kayıplar yaşadı. Financial Times'ın başyazısının başlığında yazıldığı gibi, “Donald Trump piyasaların gücüne boyun eğerek” (5) Çin dışında diğer ülkelere tarife uygulamasını 90 gün erteledi.

Reel ekonomi üzerindeki etkiler

Tarifelerin uluslararası ticaret hacmini daraltması doğaldır. Uluslararası Ticaret Merkezi’ne (ITC) göre, küresel ticaret yüzde 3-7, küresel gayri safi yurtiçi hasıla ise yüzde 0,7 oranında daralabilir ve bundan en çok azgelişmiş ülkeler etkilenecektir. (6)

Diğer yandan, bu gelişme hava kirliliği açısından olumlu bir sonuç doğurabilir. Zira atmosferdeki karbondioksit emisyonunun yüzde 7’den fazlası taşıma/ulaştırma faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Böylece tıpkı Covid-19 Pandemisi sırasında olduğu gibi hava kirliliğinde bir geçici düşüş söz konusu olabilir.

Bu tarifelerin ABD milli gelirini yüzde 1,9 azaltması, üretimi düşürmesi, ekonomiyi resesyona sokması ve enflasyonun yükseltmesi (stagflasyon) bekleniyor. Karşı ülkelerin misillemeleri yüzünden ihracatın azalması da söz konusu olabilir. Ayrıca bu savaş, ağırlaştırılmış gümrük mevzuatı ve prosedürleri, gereksiz bekletmeler gibi “tarife dışı engeller” le de sürebilir.


Trump inişte!

Nitekim Çin'in tarifeye tepkisinin etkisi henüz tam olarak ortaya çıkmasa da tarifeler daha şimdiden ABD’de fiyatların artacağı korkusunu yarattı. Çünkü Amerikalıların satın aldığı giyim ve tüketici elektroniği ürünlerinin çoğu Çin’den ithal ediliyor. Bunun siyasal sonuçları da söz konusu olacaktır. Yani tarifelerin Trump'ın popülaritesini arttırmak şöyle dursun tersine çevirmesi de mümkün.

Son olarak, Dünya Ticaret Örgütü, ABD-Çin ticaret gerilimlerinin iki ülke arasındaki emtia ticaretini yüzde 80'e kadar azaltabileceğini tahmin ediyor. (7)

Dünyanın en büyük iki ekonomisi arasındaki meta ticaretindeki böyle bir daralmanın kârların realize edilememesi ve sermaye birikiminin tıkanması ve böylece kapitalist krizin derinleşmesi anlamında, küresel kapitalist sistem açısından ne denli önemli olduğunun altının  bir kez daha çizilmesi gerekiyor.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)    https://edition.cnn.com/business/trumps-reciprocal-tariffs-countries-list-dg (4 April 2025).

(2)    https://theconversation.com/what-the-spiralling-trade-war-means-for-relations-between-the-us-and-china (10 April 2025).

(3)    Agm.

(4)    https://www.voronoiapp.com/current-events/Charting-the-SP-500s-Post-Election-Rollercoaster-Ride (7 April 2025).

(5)    “Trump’s tariff pull-back and the class character of the capitalist state”, https://www.wsws.org (11 April 2025).

(6)    https://www.reuters.com/world/tariffs-have-catastrophic-impact-developing-countries-worse-than-foreign-aid (11 April 2025).

(7)    https://www.reuters.com/world/wto-says-trade-between-us-china-could-decrease-by-much-80 (9 April 2025).