8 Ekim 2025 Çarşamba

Otokrasiden çıkış dersleri (v)

 

İşçi sınıfı ve Demokrasi Cephesi

Otokrasiden çıkış dersleri (v)

Mustafa Durmuş

8 Ekim 2025


Daha önceki yazılarımızda, ülkedeki gelir dağılımı eşitsizliği ve derin yoksulluk gibi ekonomik sorunların dışında, en önemli iki siyasal sorunun; bölgedeki jeopolitik gelişmelerden kaynaklı olarak ülkede her an yeniden patlayabilecek olan bir savaşın, dolayısıyla da barış masasının bir kez daha devrilme olasılığının ve aynı zamanda ülkede giderek baskısını artıran aşırı sağ bir otokrasinin altını çizmiştik.

Daha da kötüsü barış ve demokrasi konuları ülkedeki İktidar Bloku tarafından birbirine karşı kullanılıyor. Adeta “barış istiyorsanız demokratikleşmeyi unutun” deniliyor.

İktidar Blokunun tuzakları

Böylece ülkenin ana muhalefet partisi CHP kriminalize edilerek ülkenin üçüncü büyük partisi konumundaki DEM Parti ile yan yana gelmesi ve böylece geniş bir bir demokrasi cephesinin oluşması önlenmeye çalışılıyor.

İktidar Blokunun tuzaklarına düşmemek için barış ve demokrasi mücadelesinin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu unutulmamalı ve en geniş Demokrasi Cephesinin inşasına yönelik daha gayretli ve daha somut adımlar atılmalıdır.

Bu mücadeleyi yürütürken bir yandan barış müzakerelerini sürdürmek ve bu yönde iktidarı somut adımlar atmaya zorlamak, diğer yandan da çoğulcu-katılımcı bir demokrasiye olan ihtiyacımızı topluma anlatmak gerekiyor. Bunun için de sadece savunmacı pozisyonda değil, aynı zamanda atak yapan pozisyonda da olmalıyız.

Ayrıca otokrasi ve faşizm gibi açık diktatörlüğü geriletme mücadelesi, tıpkı dalgalı denizlerde bir gemiyi yüzdürme çabası gibi, hep tam gaz gitmek yerine sürekli su boşaltmaktan kaçınmak için, sızıntılara karşı önlem almayı da gerektiriyor.

Bu yüzden demokratik muhalefeti böldürmemek için güvensizlik oluşturabilecek söylemlerimiz, tutum ve davranışlarımız konusunda daha dikkatli olmamız ve algı yönetiminin bu denli ustaca yapıldığı bir çağda farklı biçimlerde algılanabilecek davranışlardan kaçınmamızda yarar var.

Otokrasi nasıl geriletilebilir, açık diktatörlük nasıl önlenebilir?

Otokrasiye ve açık diktatörlüklere (faşizm) karşı mücadelede işçi sınıfının önderliği esas olmalıdır ancak bu mücadele sadece işçileri ve onun sınıfsal müttefiklerini değil, tüm ezilen ve sömürülen halk kesimlerini de birleştiren bir mücadele olmalıdır. Bu kesimler, insan hakları savunucuları, entelektüeller, kadınlar, çevreciler, ezilen kimlikler, gruplar ve inançlardır.

Yani sadece işçi sınıfını değil, orta ve küçük burjuvaziyi, küçük ve yoksul köylüleri, entelektüelleri, yaşam biçimleri sorgulanan tüm kimlikleri, kısaca ekonomik ve sosyal konumları gereği tekelci kapitalizm ve siyasal İslamcı otokrasi ile çelişkilere sahip tüm sosyal katmanları örgütlemeliyiz.

İşçi sınıfı hamlamış bir atlet gibi

Bu noktada işçi sınıfının durumu elbette sorgulanmalıdır. İşçi sınıfı, muhtemelen var olduğundan bu yana tüm zamanların en kötüsünü yaşıyor. Örgütlülük düzeyi çok düşük. Büyük ölçüde aşırı sağcı partiler ve ideolojilerin etkisi altında kalmış bir sınıftan söz ediyoruz.

Diğer yandan işçi sınıfı en azından nicelik olarak varlığını koruyor, öyle ki gelişmiş ekonomilerdeki büyük çoğunluk da dahil olmak üzere dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor (4-5 milyar civarında). Dünyadaki işçi eylemlerine bakarak sınıfın tamamıyla da sessiz kaldığı ileri sürülemez. Belki işçi sınıfını “hamlamış bir atlete” benzetmek daha doğru olacaktır.

Otokrasiye ve faşizme karşı mücadelede işçi sınıfının önderliği olmalı ve işçi sınıfı kapitalizmin sosyal krizine karşı diğer sınıf ve katmanları yanına alacak bir alternatif program hazırlamalıdır. Bu programı grevler, genel grev, iş bırakma eylemleri, sivil itaatsizlik eylemleri ve daha fazlasını içeren büyük ama şiddet içermeyen eylemlerle ve mümkün olduğunca çok sayıda insanı katarak uygulamak gerekir.

Sınıfın birliği

Bu nedenle de partili, sendikalı farklılığına bakılmaksızın tüm işçileri otokrasiye karşı örgütlemek gerekiyor. Tüm görüşlerden işçilerin bu mücadeleye katılmaları sağlanmalıdır. İşçi partileri, sendikalar ve diğer kitle örgütleri ortak savunma birlikleri örgütleyerek Demokrasi Cephesinin (ya da Birleşik Cephenin) omurgasını oluşturmalıdırlar. Ayrıca bu mücadelede uluslararası işçi sınıfı örgütlerinin desteği de mutlaka sağlanmalıdır.

Kısaca artık sınıf 1960'larda ve 1970'lerin başında olduğu gibi örgütlü olmasa da ve o zamanlar var olan şey aynı şekilde geri gelmeyecek olsa da işçi sınıfının yeniden örgütlenmesi hala hayati önem taşıyor. Bugünün işçi sınıfının ne olduğu, kapitalizmin nasıl işlediği, örgütlenmenin nasıl inşa edilebileceği konusunda sarsıcı bir tartışmaya ihtiyaç var. Eğer gidişatı tersine çevirmek istiyorsak bu tartışmayı başlatmak çok önemli.

Son olarak faşizmin, emperyalizmin kapitalist sistemin bir ürünü olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle de günümüz yeni faşizminin neo-liberalizmle olan sıkı bağları göz ardı edilmeden otokrasi ve faşizm ile mücadele ederken, neo-liberalizmle de mücadele edilmelidir.

Faşizm örneklerinden çıkartılacak dersler

Gerek klasik faşizm (gerekse de yüzyılımıza ait yeni faşizm) örneklerinden çıkartılacak çok önemli dersler var:

Öncelikle, otokrasi ve faşizm hiçbir zaman yıkamayacağımız granit bir mermer gibi bir şey değildir, doğası gereği çatışmalıdır. Yani farklı içsel çelişkileri onun parçalanmasına, çözülmesine yardımcı olur. Bu bağlamda zayıflıklarını anlamak, ittifakları dağıtmak ve sendikaların desteğiyle siyasi gücü harekete geçirerek seçimleri kazanmak gerekir. Ayrıca otokrasiyi meşruiyetinden mahrum bırakmak ve İktidar Blokunun neden olduğu toplumsal zararı insanlara göstermek gerekiyor.

Ancak buradan, “faşizm kendiliğinden yok olana kadar kenara çekilip beklemenin ya da hiçbir şey yapmamanın en iyi yol olacağı” gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır. Aksine bu yapılacak en kötü şeydir zira bu tür rejimler kendiliğinde yok olmazlar, ancak mücadele edilerek yok edilebilirler.

Keza otokrasinin ve faşizmin ideolojik ve politik olarak çürümesi askeri yönden de zayıflayacağı anlamına gelmez. Bu uzun zaman alan bir mücadeleyi gerektirir. Yani bu rejimler milis terörünün yanı sıra devlet terörünü ve şiddeti kullandığından buna karşı hazırlıklı olunmalıdır.

Demokrasi Cephesi

Faşizme karşı mücadelede en geniş Demokrasi Cephesi kabaca iki temel hat üzerinde yürür: Faşizmi ideolojik ve politik olarak yenmek ve faşizmi askeri olarak yenmek.

Bu bağlamda faşizm ve anti-faşizm konusunda, sadece siyasal partiler tarafından değil, işçi sendikaları tarafından da kitlelere yönelik eğitsel malzeme hazırlanmalıdır (gazete, dergi, poster, sosyal medya, dijital içerikler, görseller, kısa videolar gibi). Özellikle de giderek yoksullaşan işçilere ve işçileşen orta sınıflara yönelik olmak üzere tekelci finans kapitalizminin savunucusu olan faşizmi eğitsel malzemelerle teşhir etmek gerekir.

Bu yönde Avrupa’da bazı örgütlenmeler söz konusudur. Alman sendika hareketi Deutscher Gewerkschaftsbund (DGB) tarafından hazırlatılan 2022 tarihli bir rapor, Avrupa işçi federasyonları ve konfederasyonları tarafından aşırı sağın tehdidine ilişkin farkındalığı artırmak için yüksek düzeyde eğitim çalışmaları yürütüldüğünü ortaya koyuyor. (1)

Faşizmin sosyolojik tabanı

Faşizmin sosyal taban olarak, açların, yoksulların geçim sıkıntısı içinde yaşamlarını sürdürenlerin, hayal kırıklığı içinde olanların ve geleceği olmadığına inanan gençlerin yöneldikleri bir hareket olduğunu unutmamak gerekir. Bu kesimleri faşizmin etkisinden kurtarıp anti faşist Birleşik Cepheye (Demokrasi Cephesi) katabilmeliyiz. Bu kesimleri en azından nötr tutabilmeliyiz.

Bu kesimlere kaypaklıkları bilinen entelektüeller de dâhildir: insanların sadece karnını doyurmak yetmez, onların yaralı ruhlarına da merhem olabilmeliyiz. Çünkü böyle dönemlerde bu kesimler kaçıp bir yerlere sığınmak ihtiyacı duyarlar. Faşist harekete katılanların sadece lümpenler değil, son derece kapasiteli ve eğitimli olanlar da olduğunu bilmeliyiz.

Bu bağlamda en geniş Demokrasi Cephesi için böyle kitlelere ulaşarak en geniş geniş kitle tabanını oluşturmanın yollarını bulmalıyız: “eğer dağ Muhammed’e gelmezse, Muhammed’in ona gitmekten başka çaresi yoktur.” Eğer kitleler bizlere gelmiyorsa biz onları bulmalıyız. Onların dilinde, onların dünyaya baktıkları pencereden onlarla konuşmalıyız. Bunu yaparken de sosyalist ideallerimizden asla vaz geçmemeliyiz. Bu anlamda bugün liberal sağ partilerin ve CHP’nin kitle tabanı, en az Kürtler, kadınlar ve gençler kadar ulaşılması gereken bir tabandır.

Faşizme karşı öz savunma haktır

Faşizm ile geçen yüzyılda İtalya’daki reformistlerin yaptıkları gibi mücadele edemeyiz. Reformistler “onlar bizi rahat bıraksınlar biz de onlarla uğraşmayalım” davranışı içindeydiler. Tam tersine şiddete karşı öz savunma oluşturmak gerekiyor. Ama bu öz savunmanın başarısızlığa mahkûm olacağı kesin olan bireysel terör biçiminde olmaması gerekiyor. Bu örgütlü sınıf mücadelesinin ortaya koyacağı devrimci bir öz savunma olmalıdır. Bu faşizme karşı fiziksel mücadele yürütmek anlamına gelir.

Kısaca işçi sınıfının öz savunma güçlerini inşa etmesi giderek önem kazanıyor. Tehlikede olan işçi sınıfının güvenliği, varlığı, hakları, istihdamı, örgütlerinin geleceğidir. Bu yüzden Demokrasi Cephesinin en önemli unsuru olarak işçi sınıfının öz savunma birlikleri şimdiden oluşturulmalıdır. Diğer yandan bu güçler ancak en geniş Demokrasi Cephesi içinde olurlarsa başarıya ulaşabilirler.

Dip notlar:

(1(1)  https://mronline.org/labor-movement-in-fight-for-its-life-against-neofascist-threat (15 September 2025).

 

6 Ekim 2025 Pazartesi

Sumud Filosu

 

Haydut İsrail devletine karşı iki farklı hükümetin iki farklı cevabı

Mustafa Durmuş

6 Ekim 2025



Geçtiğimiz haftanın küresel çaptaki en önemli konusu kuşkusuz İsrail işgali nedeniyle Gazze’de açlık çeken insanlara insani yardım ulaştırabilmek amacıyla yola çıkan Sumud Filosu’na uluslararası sularda İsrail donanmasının haydutça saldırması ve aktivistleri gözaltına alarak İsrail’e kaçırmasıydı. Dünya genelinde 44 ülkenin aktivistlerinin fiilen desteklediği, onlarca gemiden oluşan bu filo İspanya’nın Barcelona kentinden yola çıkmıştı.

Dünya ayağa kalktı

Bu saldırı dünyayı ayağa kaldırdı. Dünyanın her yerinde halklar büyük protesto mitingleri düzenleyerek buna karşı çıktılar. İsrail devletinin bir “haydut devleti” olduğu dünya kamuoyunda teşhir edilerek lanetlendi. Sadece ABD, Almanya ve Japonya hükümetlerinin kınamaktan kaçındığı İsrail devletinin bu vahşeti dünyanın geri kalan kısmı tarafından sert biçimde kınandı.

İsrail’e karşı tavır alma konusunda Arap devletleri, daha önce de yaptıkları gibi büyük ölçüde sessizliklerini korudular. ABD emperyalizmine karşı bir alternatifi gibi sunulan BRICS ülkeleri (Rusya, Çin, Hindistan gibi) ise tıpkı Türkiye gibi İsrail ile olan ticaretlerini sürdürdüler.

Emperyalizme ve siyonizme karşı gerçek mücadeleyi sosyalistler verdiler

Bu durum da emperyalizme ve siyonizme karşı asıl mücadelenin dünya halkları tarafından ve sosyalist devrimciler öncülüğünde verilebileceğini bir kez daha ortaya koydu. Nitekim 1970’li ve 1980’li yıllarda başta Türkiyeli devrimciler olmak üzere, dünyanın birçok yerinden devrimciler Filistin’e gelerek İsrail’e karşı savaştılar ve bu uğurda canlarını verdiler.

Türkiye’nin tavrı

Cumhurbaşkanı Erdoğan yardım filosuna saldıran İsrail'i “vahşilikle” suçladı ve Tel Aviv'in son eylemlerine ilişkin acil bir soruşturma başlatma sözü verdi. Diğer yandan, İsrail ile ticareti kesmek de dahil olmak üzere yaptırımlar uygulayabilir durumdayken, herhangi bir somut adım atmadı. Dahası ABD dönüşü çıkardığı bir kararname ile İsrail ve ABD’nin hedefinde olan İran’a yaptırım uygulama kararı aldı.

Böylece, 1 Ekim'de bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türkiye, İran'ın nükleer programını hedef aldı ve bu programla bağlantılı ve aralarında İran Atom Enerjisi Kurumu, Bank Sepah & Bank Sepah International, İsfahan Nükleer Yakıt Araştırma ve Üretim Merkezi, Karaj Nükleer Araştırma Merkezi, çok sayıda enerji, nakliye ve araştırma şirketinin de bulunduğu 18 İranlı kuruluş ve 20 İranlının mal varlıklarını dondurdu. (1)

Türkiye’nin bu hamlesi, İran'ın silah tedarik ağlarına yönelik yeni ABD yaptırımlarını yansıtıyor ve İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerine yönelik daha geniş kapsamlı uluslararası “geri adım” baskı kampanyasının bir parçasını oluşturuyor.

Kolombiya’nın yüz akı tavrı

Buna karşılık bir başka ülke haydut İsrail Devletiyle karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin somut bir örneğini verdi: Kolombiya.

İsrail'den, Washington'dan (hem Biden hem de Trump yönetimindeki), Yahudi toplumundan ve yerel ve küresel medyadan gelen yoğun baskı ve eleştirilere rağmen, Kolombiya'daki Gustavo Petro Hükümeti en başından beri İsrail'in Gazze'deki açık suçlarına karşı çıkmakla kalmadı, bu sözlerini sürekli olarak eyleme dönüştürdü ve bunu yaparken de dünyanın geri kalanının çoğunu utandırdı.

Öyle ki Petro Hükümeti Mayıs 2024'te İsrail ile resmi bağlarını kopardı. Ardından aynı yılın ağustos ayı sonunda Kolombiya kömürünün İsrail'e ihracatına ve İsrail silahlarının satın alınmasına yasak getirerek, soykırımın başlamasından bu yana İsrail'e tek taraflı yaptırım uygulayan ilk ülkelerden biri oldu. (2)

Kısaca, çoğu meslektaşının aksine Petro, güçlü sözlerini sürekli olarak anlamlı eylemlere dönüştürdü. Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi, İsrailli diplomatların sınır dışı edilmesi ve Kolombiya'nın İsrail ile serbest ticaret anlaşmasının askıya alınması bu adımlar arasında yer alıyor.

Latin Amerika'nın orta ölçekli bir ülkesi, dünyanın en tehlikeli haydut devletine karşı böylesine güçlü tek taraflı adımlar atabiliyorsa, başta Türkiye ve bölgedeki Arap devletleri olmak üzere, daha güçlü devletlerin neden aynı tepkiyi vermediklerini sorgulamak gerekiyor.

Özcesi, dışarıda farklı içeride farklı konuşan ama asla somut adımlar atmayan siyasal iktidarların Filistin meselesindeki tavırları ABD emperyalizmi ile sıkı bağları, iktidarlarını korumak istemeleri ve kendi sınıfsal çıkarlarıyla yakından ilişkilidir. Bunlar için katledilen, soykırıma uğratılan halklar iç politika malzemesi olmaktan öteye gitmez.

Dip notlar:

(1)  https://x.com/TheCradleMedia/status, (5 Ekim 2025).

(2)  https://www.nakedcapitalism.com/2025/10/colombias-gustavo-petro-government-once-again-shows-rest-of-world-how-to-respond-to-israels.


2 Ekim 2025 Perşembe

Cumhuriyet Halk Partisi

 

Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrasi Cephesi

Mustafa Durmuş

2 Ekim 2025


Bir tespitle başlayalım: Yargıtay’a göre, Türkiye’de kendilerine sol, sosyalist diyen siyasal partilerin tamamının üye sayısı toplamda 50 bini zor buluyor.

Dahası bu sosyalist partiler ne işçi sınıfı ne de geniş halk kitleleri içinde örgütlüler. Bunlardan bazılarının sınıf içindeki çalışmaları (takdire şayan olsa da) sonucu değiştirecek büyüklükte değil.

Bugün gündem sosyalizm değil, demokrasidir

İkinci bir tespit: Şu an verilen mücadele sosyalizm mücadelesi değil, “seçimli otokrasiden faşizm gibi bir açık diktatörlüğe dönüşmekte olan tehlikeli süreci durdurma” mücadelesidir. Trump yönetimindeki ABD emperyalizminin bu gidişatı açıktan destekliyor olması nedeniyle, acil olarak faşizmin yükselişini önlemek ve aynı zamanda kalıcı bir barışı inşa etmek için iktidarı zorlamak gerekiyor.

Kısaca anti-faşist mücadele ile sosyalizm ve devrim mücadelesini birbirine karıştırmak çok büyük bir hata. Bu hataya düşenler, kaçınılmaz olarak, ittifaklar politikasını da yanlış değerlendirirler.

Öncü?

Faşizme karşı birleşik cephenin öncüsünün sosyalist parti/hareket ve işçi sınıfının örgütleri olması elbette arzu edilir. Ancak, maalesef, sosyalistlerin bugün bunu yapabilecek yeterlilikte bir vizyonu ya da bağımsız örgütlü gücü yok.

Gerçekçi olmak gerekiyorsa; verili koşullar altında sosyalistler böyle bir cepheye öncülük etmekten ziyade, katkıda bulunabilirler. Daha ziyade uzun vadeli devrimci dönüşümlerin tohumlarını atmak ve kitlelerle buluşmak için bu kavgaya katılabilirler. Bu bağlamda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile herhangi bir örgütsel bağı ya da gönül birliği olmayan sosyalistlerin, bir yandan sosyalistlerin birliğini oluşturma çabalarını sürdürürken, CHP’nin yürütmekte olduğu mücadeleyi desteklemesi, koşulların gerekli kıldığı bir anti-faşist görevdir.

Birçoğumuz eski alışkanlıklarla gerçek değişimin tamamen sistemin dışından, üçüncü taraf hareketlerden, taban aktivizminden veya devrimci ayaklanmalardan gelmesi gerektiğini savunabiliriz ama şu anda ülkede bunun bir gerçekliği yok. Bu çerçevede antifaşist cephenin kitle tabanını oluşturma potansiyeline sahip bulunan CHP’yi (ve DEM Parti’yi) terk etmek stratejik bir hata olur. Çünkü:

İktidarı aşırı sağa teslim edemeyiz

Bu partiler parlamentoda anti demokratik düzenlemeleri engellemeye çalıştıkları gibi yerel yönetimlerde etkili siyaset yapıyorlar, halkla buluşuyorlar. Eğer demokrasi güçleri bu partilerden ve alanlardan elini çekerse, bu faşizan güçlerin ekmeğine yağ sürmek demek olur. Aşırı sağ bu alanlardaki kontrolünü daha da pekiştirir.

Merkezi yönetim ve/veya yerel yönetimler düzeyinde kararların şekillendirilmesine katılmayı reddettiğimizde ise karar alma süreçlerini tamamen demokrasiyi yok etmek isteyen aşırı sağın tekeline bırakmış oluruz.

Yani eğer merkezi ve yerel iktidar için mücadele etmezsek demokrasi karşıtı güçler bu alanları kuşatır. Çünkü aşırı sağcı otokratlar siyasi partilerden vazgeçmezler, aksine onları ele geçirirler. Bu yüzden de demokrasi güçleri olarak bizler kaçmak yerine, oralarda kalıp mücadele etmeliyiz.

Değişim sistemin içinden gelir

CHP’nin yönetimine ve kitle tabanına hâkim olan değerler bellidir. Bu değerler, devletin kurucu partisi olarak statükoyu temsil etmesi ve Kemalizm ile olan sıkı bağları ile ilişkilidir.

Böyle bir siyasal parti otoriter bir dönüşüme uğrayabilir, hatta aşırı sağ güçler tarafından ele geçirilebilir. Ağırlıklı olarak bir sermaye partisi haline dahi gelebilir, sermaye şirketlerinin, iklim değişikliği krizinin, küreselleşmenin ulusal egemenlik konusunda neden olduğu zorlukların, derin yapay zekâ odaklı otomasyon dalgalarının etkisiyle ve bu değişikliklerin yaratması muhtemel şiddetli çatışmalar bağlamında, güçlerini pekiştirmek için aşırı sağcı otoriterliğe yönelebilir. Demokrasi yanlısı güçlerin, solcuların CHP’den vazgeçmesi ise böyle bir aşırı sağa kaymayı kolaylaştırır.

Siyasal partiler sabit ideolojik varlıklar değildir

Diğer taraftan CHP’nin 19 Mart’tan bu yana yürütmekte olduğu mücadele göz önüne alındığında, bu tür partiler rahatlıkla demokrasi cephesi içinde yer alabilirler, hatta bu mücadelenin omurgasını dahi oluşturabilirler.

Bu noktada, “CHP gibi legal siyasi partileri, yeniden şekillendirilebilen iktidar araçları olarak değil de sabit ideolojik varlıklar olarak görme hatasına düşmemek gerekiyor”. Siyasal partiler politik mücadele araçlarıdır ve içinde kimlerin örgütlendiğine göre değişebilirler. Yani bu tür siyasal partiler, biz onları zorladığımızda değişebilirler. Soru, onların “iyi” ya da “kötü” olup olmadığı değil, bizim onları kontrol için mücadele etmeye istekli olup olmadığımızdır.

Sonuç olarak

Kendi bağımsız siyasal örgütlenmesini inşa etmeden böyle partilerden bütünüyle uzaklaşmak onların günahlarından bizi arındırmaz; sadece onları siyasetin en kötü figürlerine teslim eder. Gerçekçi olalım ve “barış ve demokrasi yanlısı güçler böyle partileri terk ederse ne olur” sorusunu kendimize soralım.

CHP’nin “kurtarıcı” olmadığını ama demokrasi mücadelesinde önemli bir aktör olabileceğini unutmayalım. Demokrasi mücadelesinde onu desteklemekten vazgeçersek, iktidarı da bütünüyle bize karşı kullanacak olanlara teslim etmiş oluruz.

İlerici değişim kaçarak değil, sistemi zorlayarak gelir. CHP’nin altyapısını değerlendirerek, ancak onun kontrolü altında kalmadan bağımsız sol-sosyalist bir damar oluşturalım, sosyalistlerin birliğini sağlayalım ama en geniş demokrasi cephesinde onunla birlikte savaşmaktan da vazgeçmeyelim. Unutmayalım: “ideolojik, politik etkiyi kullanmak önemlidir, etkiyi kullanmaktan kaçınmaksa yenilgiye neden olur”.

 

 

 

 

 

1 Ekim 2025 Çarşamba

Toprağımızı vermiyoruz

 

 “Toprağımızı Vermiyoruz Mitingi” ve Demokrasi Cephesi

Mustafa Durmuş

1 Ekim 2025


Muğla'da gerçekleştirilen “Toprağımızı vermiyoruz” mitingine coşkulu, kitlesel bir katılım sağlandı. Mitinge CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı, DEM Parti, TİP, EMEP, SOL Parti gibi siyasi partiler ve KESK gibi demokratik kitle örgütleri ve çevre örgütleri de destek verdiler.

Mitinge katılanlar, 7554 sayılı Torba Yasa'ya ile maden çıkartılabilmesi için binlerce zeytin ağacının kesilmesine karşı çıkarken, aslında hava, su ve toprak gibi müştereklerimize de sahip çıktıklarını ortaya koydular.

Sadece çevreci değil, aynı zamanda demokratik

Aslında eylem sadece doğaya sahip çıkmakla sınırlı değil, aynı zamanda demokrasiyi savunmakla da ilgiliydi. Çevreci bir eylem gibi görünse de bu eylem, rejimin seçimli bir otokrasiden açık bir diktatörlüğe doğru ilerlediği bir konjonktürde bunu durdurabilecek bir “demokrasi cephesinin” ya da eski jargonla “faşizme karşı birleşik cephenin” oluşturulması anlamında son derece önemli bir eylem olarak görülmelidir. Çünkü bu eylemde gençler, kadınlar, köylüler ve işçiler hep birlikte yer aldılar.

Rejimin adını doğru koymak gerekiyor!

Bugün artık Türkiye’deki rejimi “neo-liberal otoriterlik” olarak tanımlamak, özellikle de muhalefete karşı 19 Mart’tan bu yana devam eden operasyonlardan sonra, yeterli değil. Bu nedenle de rejimi “seçimli-seçimsiz otokrasi” ve/veya “yeni faşizm/geç faşizm” gibi bir açık diktatörlük olarak adlandırmak daha doğru olabilir.

Eğer karşı karşıya olduğumuz şey bir sıradan otoriterlik değil de açık bir diktatörlükse başta işçi sınıfının ekonomik-demokratik ve politik örgütleri olmak üzere, rejimle çelişkisi olan her sınıf, her kesim ve her bireyin bu olgu ile nasıl mücadele edeceği ve bunun yöntemlerinin neler olabileceği üzerinde yeniden düşünmesi ve buna göre yeni örgütlenme biçimleri arayışı içinde olması gerekiyor.

İşçi sendikalarına düşen görev

Gördüğümüz kadarıyla bu mitinge kamu emekçilerinin örgütü olan KESK dışında özel sektörde örgütlü sendikalar katılmadı. Bu nedenle, açık diktatörlüğe etkili bir şekilde karşı koyma konusunda işçi sendikalarına düşen önemli görevler olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

İşçi sendikaları ekonomik mücadelelerindeki özerkliklerinden taviz vermeksizin, toplumun diğer kesimleriyle sürdürülebilir koalisyonlar kurarak ekonomik, ekolojik ve siyasi talepleri birbirine bağlayabilir ve böylece mücadeleye öncülük edebilir. Hayatı durduracak grevler, iş bırakmaları ve genel grev gibi eylemlerle yoksul köylülere verebilecekleri bir destek hem iktidarı hem de toprağımıza, ormanlarımıza ve su kaynaklarına saldıran yerli ve yabancı sermayeyi durdurabilir.

Toplumsal Hareket Sendikacılığı

Hatta böyle bir strateji aynı zamanda işyerindeki sorunlarla ülke genelindeki demokratik gerileme arasında yeni bir köprü kurabilir ve tıpkı Tunus veya Mısır'daki demokratikleşme mücadelelerinde görüldüğü gibi, potansiyel bir toplumsal hareket sendikacılığının da önünü açabilir.

Bu çerçevede işçi sendikalarının günlük sendikal meselelerle daha geniş sosyal ve siyasal meseleler arasında net bağlar kurması gerekiyor. Bunun gerçekleşebilmesi için, merkez sol (hatta liberal sağ partiler), sosyal demokrat ve sosyalist partiler ve hareketler, demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum örgütleri ile olan iş birliği yenilenmeli, böyle iş birliği yoksa derhal oluşturulmalıdır.

Sonuç olarak

Kapalı ya da açık diktatörlüğün konsolidasyonunu önlemek acil bir gerekliliktir. Ekonominin farklı sektörlerindeki işçi örgütleri, toplumsal hareketlerle sıkı bir iş birliği içinde çalışarak, ihtiyacımız olan en geniş demokrasi cephesini oluşturmaya yardımcı olmalı ve aynı zamanda böyle bir cephe içinde neo-liberalizm karşıtı bir öncü oluşum yaratmalıdır.

Böyle bir oluşum, sadece müzakerelerle (yaklaşan asgari ücret müzakereleri ve bütçe süreci gibi) ilgili çalışmalarda değil, aynı zamanda kitlesel doğrudan eylemlerde ve seçim kampanyalarında da öncülük edebilir ve iletişim kuramadığımız milyonlarca insanı da kapsamasını sağlayabilir.

Özetle, geçen yüzyılda olduğu gibi faşizm ile mücadelede reformistlerin düştüğü hataya düşmemek gerekiyor. Çünkü o dönemin reformist partilerine göre, “işçi sınıfı faşizmle kavga etmek işini üstlenmemelidir zira başarısız kalır. Kenara çekilmeli ve mütevazı bir biçimde ve sessizce beklemeli, burjuva sınıf egemenliğinin kaplan ve aslanlarını provoke etmemelidir. Sabırla, demokratça yol ve reformlarla ne kazanacağını hesaplamalıdır”.

CHP’nin şu an ki görüntüsü, taktir edilecek bir tarzda, kenara çekilmek ve seyretmek biçiminde değildir. Çünkü ülke genelinde 60’a yakın kitlesel miting düzenleyerek bu kavgayı sürdürmeye çalışıyor.

Ancak bu mücadelede CHP’yi yalnız bırakmamak için başta işçi sendikaları olmak üzere tüm ekonomik- demokratik sınıf ve kitle örgütlerinin ve DEM gibi siyasal partilerin bu mücadeleye daha açık ve daha aktif olarak katılması da gerekiyor.

Çünkü bu artık herkesi ilgilendiren bir demokrasi mücadelesidir. Bu sağlandığında kötü gidişatı tersine çevirmek mümkün olabileceği gibi sadece demokratikleşme değil de kalıcı bir barış da sağlanabilecektir.

 

26 Eylül 2025 Cuma

İşçi sendikaları

 

İşçi sendikaları neden otokrasiye karşı çıkmalıdır?

Otokrasiden çıkış dersleri (iv)

Mustafa Durmuş

26 Eylül 2025


(İtalya | Fotoğraf: Riccardo De Luca / AA)

10 yılı aşkın bir süredir, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi ve işçi sendikaları ciddi bir gerileme yaşıyor. İşçiler seçimlerde tercihlerini sosyal demokrat, sosyalist ve merkez sağ partilerden milliyetçi, ırkçı ve şovenist gündemlere sahip sağcı partilere kaydırdıkça, sendikalar örgütsel anlamda geriliyor ve etkileri giderek zayıflıyor. Bu da demokrasideki gerilemeyi hızlandırıyor.

Sağ düşünce ve politikaların etkili olduğu işçi sendikalarıysa muhalefete uygulanan baskılar, kayyumlar, haksız gözaltı ve tutuklamalar karşısında genelde sessiz kaldığı gibi, bazıları iktidarla arayı bozmamak ya da sağ tandanslı kitle tabanlarını karşılarına almamak için anti-demokratik uygulamalara destek veriyor, barış çabalarına karşı çıkıyor.

Çelişkili bir durum

Aslında bu durum sendikaların tarihsel rolleriyle ciddi bir çelişki oluşturuyor. Çünkü yapılan araştırmalar, işçi sendikalarının tarihsel olarak (özellikle de 1945-1990 arasında) hem işçiler hem de toplumun bütünü için pozitif sonuçların elde edilmesinde kritik bir rol oynadığını gösteriyor. Sendikalar güçlü olduğunda, işçiler daha fazla pazarlık gücüne ve siyasi güce sahip oluyor ve toplum da buna paralel olarak daha ileri gidiyor. Yani işçi sendikalarının sadece işçi sınıfının ekonomik ve sosyal kazanımlarının değil, bir bütün olarak toplumsal gelişimin, demokrasinin ve barışın gelişiminin de ana sürükleyicisi olduğu tarihsel bir gerçek. (1)

“İşçiler kapitalizmin mezar kazıcısıdır!”

Kapitalist toplumda işçiler kapitalistler tarafından sömürülürler ve kapitalistler işçileri daha verimli çalıştırabilmek, böylece emek sömürüsünü daha da artırmak için birbirleriyle rekabet ederler. Kârlılık ise yeni teknolojilere yatırım yaparak artırılabildiği gibi işçi ücretleri kısılarak ve çalışma saatleri artırılarak da sağlanır. Bu nedenle kapitalizmde işçiler genellikle kendi aralarında dibe doğru bir yarış içine sokulurlar.

Diğer yandan bu sömürü işçilerin memnuniyetsizliğini ve dolayısıyla direnişini körükler. Bu koşullarda sınıf çatışması kaçınılmaz olur yani kapitalizm sınıf mücadelesini doğurur. Marx ve Engels'in Komünist Manifesto’da yazdıkları gibi, “kapitalizm kendi mezar kazıcısını (işçi sınıfı) yaratır”.

İşte bu mücadelenin temel araçlarından biri işçi sendikalarıdır. Sendikalar işçilerle ilgili olarak; daha yüksek ücretler ve daha iyi sosyal haklar elde etmek için mücadele ederler. Tabandan gelen desteği harekete geçirerek ve inşa ederek artan sermaye gücüne karşı önemli bir karşı güç olarak davranarak, mevcut ekonomik kazanımlarını koruyabildikleri gibi yenilerini de elde ederler.

İşçi sendikaları sadece işçiler için değil tüm toplum için faydalıdır

Sendikalar, demokratik katılımı güçlendirmek ve anti-demokratik güçlerin karşı saldırılarını savuşturmaya yardımcı olmak da dahil olmak üzere, aktif oldukları toplumlarda olumlu ekonomik, sağlık, eğitim ve demokratik sonuçların alınmasına da yardımcı olurlar.

Öyle ki sendikalar uzun zaman seçme ve seçilme hakkını savunma çabalarının ön saflarında yer aldılar; üyelerini iktidarların seçmenleri baskılama uygulamalarına karşı harekete geçirdiler, diğer toplulukları sosyal hakları konusunda eğittiler ve demokratik hak ve özgürlükleri korumak için üye işçileri yönlendirdiler. Otoriter siyasal gericileşmeye karşı koyabilmek için ihtiyaç duyulan demokratik kas hafızasının oluşturulmasına yardımcı oldular.

Kısaca demokrasi ve sendikalar tarihsel olarak, her zaman olmasa da büyük ölçüde paralel çizgide gelişti. Bu süreçte sendikal demokrasi kimi zaman demokratikleşmenin vazgeçilmez bir önkoşulu olarak görüldü. Demokrasilerden otokrasilere doğru geçişin hızlandığı çağımızda ise sendikaların bu rolleri çok daha fazla önem kazandı.

21. yüzyılda roller değişti mi?

Diğer taraftan, yazının başında vurgulandığı üzere, dünyanın dört bir yanında sendikal hareketlerin varlığı, sağcı popülist ve yeni faşist kitle hareketlerinin yükselişiyle birlikte sarsılıyor. Bu durumu özellikle tehlikeli kılan şeyse, sadece aşırı sağcı faşist iktidarlar veya askeri cuntalar değil, aynı zamanda bu iktidarların ve aşırı sağcı toplumsal hareketlerin sermaye sınıfı ile olan siyasal ittifakının giderek güçlenmesidir.

Bir başka anlatımla, işçi sendikaları belki de tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Bu rakamlara da yansıyor: Örneğin ABD’de sendikalaşma oranı yüzde 6’ya kadar düşmüş durumda. Türkiye’de de durum çok farklı değil: işçilerin (özel ve kamu birlikte) sadece yüzde 14’ü sendikalarda örgütlü.

Yoksulluğun, eşitsizliklerin çok arttığı, buna karşılık asgari ücretin açlık sınırının dahi altında belirlendiği ve yüksek enflasyona rağmen yılda sadece bir kez artırıldığı ve emeklilerin açlığa mahkum edildiği bir dönemde, sendikalara yönelimin artması beklenirdi ancak öyle olmuyor.

Sendikal gerilemenin bazı nedenleri

Bu olumsuz gelişmenin arka planında sermaye sınıfının, patronların baskısı, emek karşıtı yasalar ve düzenlemeler, sermaye lehine karar veren yargı, yozlaşmış sendikacılık ve yetersiz sendika önderliği gibi nedenler var kuşkusuz.

Ancak bu nedenlerin içinde sermaye birikimini etkileyen ekonomik, politik ve teknolojik faktörler belirgin bir biçimde ön plana çıkıyor. Öyle ki emekten tasarruf etmeye imkân sağlayan teknolojik gelişmeler orta sınıfın bir kısmını işsiz bıraktı, böylece mevcut işsizlik daha da arttı. Hizmetler sektöründe, taşeronlaştırma ve güvencesiz çalıştırmanın yanı sıra, “franchising” gibi özelleştirme uygulamaları işçilerin örgütlenmesini neredeyse imkânsız hale getirdi. Küreselleşme, küresel piyasalar yaratarak pahalı ama kalifiye olmayan işçilerle ucuz kalifiye olmayan işçileri karşı karşıya getirdi, bu durum da işçi sendikalarını daha da etkisizleştirdi, zayıflattı. Politik alanda temsili demokrasinin giderek daha da aşınması ve karar alma mekanizmalarına sadece çok küçük bir azınlık grubun egemen olması sendikaları zayıflatan bir diğer önemli faktör oldu.

“Oligarşinin Demir Yasası” sendikalarda da etkili   

Kuşkusuz neo-liberalizmin sendikal hareketi yozlaştırması ve bir sendikal bürokrasinin oluşturulmasına neden olması da sendikaları zayıflatan bir faktör oldu. Öyle ki sendikalar kurumsal olarak ekonomik ve siyasi sisteme gömülü hale geldikçe, 'Oligarşinin Demir Yasası'na, yani resmi demokratik prosedürler mevcut olsa bile, tabandan giderek kopan otokratik bir liderlik geliştirmeye ve işçi sınıfı çıkarlarından ziyade örgütsel olarak hayatta kalma hedefine odaklandılar. (2)

Böyle bir sendika oligarşisinin kilidini açmak ve örneğin temsil kotaları getirerek siyasi olarak sınıfın sorunlarıyla daha ilgili bir sendika liderliğine sahip olabilmek için (böylece kapsayıcı bir temsili uzun vadede sürdürebilmek) için yeni üyelere ulaşmak yeterli değil. Bu üyelerin sendikanın karar alma süreçlerine doğrudan katılabilmeleri de gerekiyor, yani sendika içi demokrasinin ve kolektif liderliğin de hayata geçirilebilmesi gerekiyor.

Mücadele yerine küçük tavizlerle yetinmek!  

Dünya işçi hareketi, sistemin doğasını doğru kavrayamadığı için neo-liberal saldırılar karşısında hazırlıksız yakalandı. Sendika yönetimleri ve işçi hareketinin birçok lideri işçi sınıfını, sosyal devlet sayesinde kazanılan başarıları savunmak ve sosyal mücadeleyi ilerletmek için harekete geçirmek yerine, savunmaya çekildi. Sosyal diyaloğa ve müzakere yoluyla elde edilen tavizlere sarıldı, grev ve iş bırakma gibi asıl eylemlerden uzak durdu ve neo-liberal projenin bir parçası oldu. (3)

Demokratik gerileme sendikaları vuruyor

Son olarak, dünyada yaşanmakta olan demokratik gerileme süreçleri ekonomik anlamda kararlara katılma kabiliyetlerini azaltarak sendikaları ciddi şekilde etkiliyor.

Sosyolojik çalışmalar, otoriter veya faşist yönetimler altında sendikaların marjinalleştiklerini ve çoğu zaman doğrudan baskıya maruz kaldıklarını gösteriyor.  Bunun somut örnekleri geçtiğimiz yüzyılda faşist İtalya ve Almanya'dan, Macaristan (2010'dan beri) ve Rusya'ya (2000'lerin sonlarından beri) ve 2015 yılından bu yana Türkiye’ye kadar uzanıyor.

Sendikal liderliğin aymazlıkları

Buna karşılık sendika yönetimleri aşırı sağ otoriterlik ve yeni faşizm tehlikesini ya görmediler ya da hafife aldılar. Son yıllara kadar, gelişmiş kapitalist dünyadaki sendikal hareketler, yükselen sağcı popülist ve yeni-faşist hareketlerin önemini büyük ölçüde küçümsedi. Bu hareketlerin varlığı kabul edildiğinde bile, aşırı sağcı otoriterlik meselesinin marjinal bir hareket olarak ele alınma eğilimi ağırlıktaydı. Çoğu sendika liderliği, faşist tehdidi veya aşırı sağcı otoriterliğin oluşturduğu daha geniş tehdidi açıkça dile getirmekte büyük bir isteksizlik gösterdi.

Hatta yeni-faşistler küreselleşmeye karşı olduklarını iddia ederken, sendikaların çoğu (neo-liberalizmin belirli unsurlarını eleştirmelerine rağmen), neo-liberal küreselleşmeye uyum sağladılar. Aslında hem kamu hem de özel sektördeki sendikalar şu anda sadece sermayenin politik olarak daha gerici kesimleri tarafından değil, kendi yozlaşmış sağcı liderlikleri tarafından yok ediliyor.  Böylece sendikal hareket, kapitalizmin sınırlarını zorlamak yerine, büyük ölçüde yenilgiye uyum gösteriyor.

Kısaca neo-liberalizmin körüklediği aşırı sağcı otoriterlik ve onun son aşaması olan açık diktatörlükten (faşizm) kurtulmanın ve neo-liberalizm ve sermayenin artan gücüyle yüzleşmenin zamanı geldi.

Otokrasiler meşruiyet sorunu yaşıyor

Bugün, giderek daha fazla insan neo-liberal modelin ve otokrasilerin sadece sermayenin saldırısını değil, aynı zamanda zayıflıklarını, kırılganlığını, bayağılığını ve iç çelişkilerini de temsil ettiğinin farkında. Yani kapitalizm ve küresel kurumları, uzun bir süredir bir meşruiyet krizi yaşıyor.

İşte umudu mümkün kılabilmenin temellerinden biri bu meşruiyet krizidir.  Bu krizden tüm toplumu demokrasi adına çıkartacak olan güçlerin başını da sosyolojik ve tarihsel rolü gereği işçi sınıfı çekmek durumundadır.  Üretimden gelen gücünü ve kitleselliğini kullanarak, birleşik bir demokrasi cephesi altında, bunu yapmaya en yakın sınıf işçi sınıfıdır. 

Çağdaş sendikal hareket, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çoğu ülkede egemen sermaye kesimleriyle bir uzlaşma noktasına gelmiş olsa da bu, sınıf mücadelesinin ortadan kalktığı veya terk edildiği anlamına gelmez, daha çok sınıf mücadelesinin biçim değiştirdiği anlamına gelir. Çoğu durumda, sendika dışındaki işçi sınıfı örgütlerine kaydı veya işçi sınıfının çeşitli kesimlerinin – kadınlar, göçmenler, farklı etnisitelerden işçiler, çeşitli biçimlerdeki sistematik ekonomik ve ekonomik olmayan baskıya direnme mücadeleleri biçimini aldı.(4)

Türkiye’de otokrasi ve açık diktatörlükle mücadele konusunda işçi sınıfının doğal müttefikleri; yoksul köylüler, küçük esnaf, küçük ve orta ölçekli şirketler, gelecekten umudunu yitirmiş gençler, kadınlar, Kürtler gibi ezilen kimlikler ve mültecilerdir.

Otokrasi ile uzlaşma ya da iş birliği değil, mücadele

Sol politikalar doğası gereği toplumdaki güç dengesinde temel bir değişimi öngörür. Bu bağlamda günümüz işçi hareketinin kısa vadeli ana hedefi, sermayenin gücünü sınırlamak ve ekonomiyi demokratik kontrole tabi tutmak olmalıdır. Bu, sosyal diyalog, ortaklık, anlaşmalar, uzlaşma veya iş birliği yoluyla değil, sınıf mücadelesi yoluyla başarılabilir. Sosyal devletlerin tarihi bize, sermayenin iktidarı asla isteyerek bırakmadığını gösteriyor. Sermayeye uyum sağlamak değil, onu geri püskürtmek gerekiyor.

Ayrıca tüm bu yaşananlar sendikalara temsil, katılım ve meşruiyet alanlarındaki genişleyen boşlukları doldurarak kendilerini yeniden inşa etme fırsatı da sunuyor. Yani otoriter yönetimlerin yükselişi bilinçli bir liderlik altında sendikaları, demokrasiyi ve demokratik kurumları korumak için harekete geçmeye de itebilir.

Sonuç olarak

İşçi hareketinin otokrasilere karşı küresel çapta direniş oluşturması gereken kritik bir dönemdeyiz. Orta vadede üç temel ilke, işçi hareketinin ve sendikaların aşırı sağcı otoriter iktidarlara karşı yürüteceği mücadelede rehberlik edebilir:

İlk olarak, otoriterliğe karşı mümkün olduğunca geniş bir cephe oluşturmak; bu cephe içinde, neo-liberalizme açıkça karşı çıkarken, çok kimlikli, çoğulcu, katılımcı demokrasinin de inşası için etkileşimde bulunmadığımız milyonlarca insanı bu cepheye dahil etmek.

İkinci olarak, günümüzün aşırı sağcı otoriterliği, açıkça faşist özellikleriyle korkutucudur. Ancak bu aşırı sağcı otoriterlik ironik bir biçimde neo-liberal politikaların neden olduğu hasarı kullanıyor.

Bu yüzden de aynı zamanda neo-liberal kapitalizmle ve (Türkiye’de olduğu gibi) onun üzerinden yükselen siyasal İslamcılıkla mücadele etmeden (örneğin doğa talanına, emek sömürüsüne ve dinselleştirmeye karşı çıkmadan) otokrasiyi geriletmek ya da bunun açık bir diktatörlük aşamasına geçmesini önlemek mümkün değildir. Kısaca gerçek bir sınıf sendikacılığı otokrasiye ve faşizme karşı olduğu kadar, onun döl yatağı olan kapitalizme de karşı olmalıdır. 

Son olarak, sendikalarda özellikle de bu dönemde (diğer eğitimlerin yanı sıra), ırkçılık, şovenizm, militarizm, otokrasi ve faşizmi teşhir eden; özgürlük, barış, demokrasi ve laikliği savunan işçi eğitimlerine ağırlık verilmeli, bu konularda işçilere yönelik eğitsel malzemeler hazırlanmalıdır. Otokrasiyi ve faşizmi fiziksel olarak yenmek kadar, ideolojik ve politik olarak yenmenin de çok önemli olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Dip notlar:

(1)    https://www.epi.org/publication/unions-arent-just-good-for-workers-they-also-benefit-communities-and-democracy (20 August 2025).

(2)    https://www.britannica.com/topic/iron-law-of-oligarchy (26 Eylül 2025).

(3)    https://jacobin.com/welfare-state-class-struggle-confrontation-compromise-labor-union-movement (May 2021).

(4)    https://mronline.org/labor-movement-in-fight-for-its-life-against-neofascist-threat (15 September 2025).

 

20 Eylül 2025 Cumartesi

Otokrasi (I)

 

Otokrasiden çıkış dersleri (I)

Mustafa Durmuş

20 Eylül 2025


Yargı eliyle CHP’yi zayıflatmaya dönük operasyonlar şimdilik geri püskürtülmüş olsa da belediye başkanlarının ve CHP’li meclis üyelerinin parti değiştirmeye zorlanması gibi yollarla bu saldırılar devam ediyor ve daha da edecek gibi görünüyor.

Zira seçmen kitlesini büyük ölçüde kaybetmiş, ekonomik sorunları çözememiş, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmuş otoriter bir iktidarın, iktidarda kalabilmek için artık birinci parti olduğu kesin olan CHP’yi hedef almaktan başka yolu yok. Bir diğer yol kuşkusuz seçimli otokrasiye son verip, seçimlerin yapılmadığı, siyasal partilerin kapatıldığı açık bir diktatörlüğe geçiştir. Bu alternatifin de iktidarın son çare olarak başvuracağı bir alternatif olduğu unutulmamalı.

Trump ve Erdoğan’ın muhalefete ilişkin benzer politikaları

İktidar Bloku Türkiye’de muhalefeti yargı eliyle belediyelere yapılan operasyonlar ve kayyımlar üzerinden sıkıştırırken, ABD’de Trump, Chicago, Baltimore, New York gibi Demokratlar tarafından kontrol edilen eyaletlere de Ulusal Muhafızları göndermeyi planlıyor. Keza son yargı atamalarıyla Trump, daha önce terfi ettirdiği yargıçların yeterince muhafazakâr olmadığına karar verdi. Ona göre, yargıçlar, şahin MAGA destekçileri olmak zorunda. Muhafazakâr bir hukuk örgütü olan Federalist Society, Trump'ın Yüksek Mahkeme'nin mevcut muhafazakâr çoğunluğunu oluşturmasına yardımcı oldu. Ancak Trump, bu topluluğun önerdiği yargıçlar da dahil olmak üzere, gümrük vergileri ve diğer politikalarına karşı çıkan muhafazakâr yargıçları sert bir şekilde eleştiriyor. İkinci döneminde Trump, artık kendi yönetiminin politikalarına herhangi bir zorluk çıkartmayacak olan militan yargıçlara odaklandı. (1)

Otokrasiler dünyada yükselişte

Rejimin demokrasiyi yok ederek giderek daha da otoriterleşmesi sadece Türkiye ve ABD ile sınırlı bir olgu değil. V-Dem Enstitüsü'ne göre, otoriter rejimler şu anda dünya nüfusunun yüzde 70'inden fazlasını yönetiyor. Öyle ki dünyadaki her dört kişiden yaklaşık üçü (yüzde 72) şu anda otokrasi altında yaşıyor. Bu oran 1978'den bu yana en yüksek seviyeye ulaşmış durumda. (2)

Bir başka küresel demokrasi gözlemcisi olan Freedom House, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 20'sinin “özgür” olarak değerlendirilebilecek ülkelerde yaşadığını bildiriyor.  Bu kuruluş her yıl yayınladığı “Dünyada Özgürlük Raporu” ile 200’ü aşkın ülke ve bölgede insanların siyasi haklara ve sivil özgürlüklere erişimini analiz ediyor. Çünkü seçme (oy kullanma) hakkından ifade özgürlüğüne ve kanun önünde eşitliğe kadar uzanan bireysel özgürlükler devlet veya devlet dışı aktörler tarafından etkilenebiliyor.

Kuruluşun bu yılki raporuna göre Türkiye 100 üzerinden 33 puan ile “özgür olmayan yarı otoriter rejime sahip ülke” konumunda. Ülkenin siyasi haklar kriterinde puanı 40 üzerinden 17 ve sivil özgürlüklerde 60 üzerinden 16 puan. Son 10 yılda dünyada özgürlüklerin en fazla azaldığı ilk 8 ülke arasında yer alıyor. (3)

Özetle, son 15 yıldır, küresel olarak demokraside hızlı bir düşüşe tanık oluyoruz. Macaristan'dan Hong Kong'a, Hindistan'dan Amerika Birleşik Devletleri'ne ve Rusya’dan Türkiye’ye kadar, demokratik kurumlar benzeri görülmemiş bir hızla çöküyor. Türkiye’deki İktidar Bloku dünyadaki, özellikle de ABD’deki, otoriterleşme eğiliminden de güç alıyor ve kendi otoriterliğini meşrulaştırıyor.

Tarih tekerrür mü ediyor?

Sadece Türkiye’deki aşırı sağın değil, demokrasinin beşiği Avrupa’da da aşırı sağın yükselişi söz konusu. Öyle ki Almanya'nın aşırı sağının da köktenci bir güç devşirme planı yaptığı yakınlarda ortaya çıktı. Aşırı sağcı Alternative für Deutschland Partisinden (AfD) sızan bir belge, Donald Trump'ın izlediği otoriterleşme stratejisinin Avrupa'daki sağcı partiler tarafından nasıl taklit edildiğine ışık tutuyor. Federal seçimlerde yüzde 20,6 ile ikinci olan AfD, Alman istihbarat kurumları tarafından “aşırılık yanlısı” olarak tanımlanan ve ırkçı politikalarının özgür demokratik düzenle bağdaşmadığı ilan edilen bir parti. Bu yüzden de merkez sağ CDU-CSU tarafından benimsenen "güvenlik duvarı" politikasıyla şu anda ulusal düzeyde olası bir sağ koalisyonun dışında tutuluyor. Ancak yerel düzeyde yasağa istisnalar getirilmeye başlandı ve ocak ayında Almanya Şansölyesi Friedrich Merz iç göçü kısıtlayan yeni bir yasayı geçirmek için AfD'ye güvenmek zorunda kaldı. (4)

Demokrasi yavaş yavaş yok ediliyor

Askeri darbelerde cuntacı generaller bir gecede iktidarı ele geçirirler. Sivil cumhurbaşkanları ise (2016’da OHAL’in ilan edilmesinde yaşandığı gibi), sıkıyönetim ilan ettiklerinde olağanüstü hâl yetkilerini devralır ve hemen diktatörler gibi yönetmeye başlarlar.

Ancak günümüzde demokrasiyi yok etmenin daha yaygın bir yöntemi, ona binlerce yara açarak öldürmektir. Bu yolda seçilmiş liderler demokratik kurumları yavaş yavaş zayıflatır ve daha fazla yürütme yetkisi biriktirirler ve bir gün demokrasi ölümcül bir şekilde tehlikeye girer.

Nitekim, 2000 yılında ilk kez devlet başkanı seçilen Vladimir Putin, bu şekilde Rusya'nın ömür boyu lideri haline geldi. Viktor Orban, 2010 yılında Macaristan başbakanı oldu ve Putin'in örneğini bilinçli olarak takip ederek o günden beri Macaristan'ı yönetiyor. Türkiye’deki iktidar blokunun da benzer bir beklenti içinde olduğu artık herkesin bildiği bir şey.

Bir başka anlatımla, günümüzde otokratlar, geçen yüzyılda sıklıkla yaptıkları gibi darbelerle siyasi iktidarı ele geçirmiyorlar, bunun yerine demokrasinin içsel zayıflıklarını istismar ederek seçimler yoluyla iktidarı ele geçiriyorlar. Genellikle bu otokratlar, seçimlerin hala yapıldığı, ancak otokratların iktidarda kalmasını sağlamak için büyük ölçüde manipüle edildiği seçimli otokrasileri kuruyorlar. Ancak zamanla, küresel eğilim bu seçimli otokrasilerinin çoğunun doğrudan (açık) diktatörlüklere dönüşeceğini gösteriyor.

Otoriterlik nasıl güçleniyor?

Tarih demokrasilerin bir gecede ortadan kalkmadığını, yavaşça, kasıtlı olarak, parça parça çürütüldüğünü gösteriyor. Bunu mümkün kılan etkenleri şöyle sıralamak mümkün:

İlk olarak, otoriterler açısından tüm muhalefeti birden susturmaya gerek yoktur. Yeterince yalan, yarı gerçek ve komplo teorileri ile toplumu adeta bir bombardımana tabi tutmak yeterlidir. Böylece insanlar artık neye inanacaklarını bilemezler. İnsanların devlet tarafından yönetilen medya, propaganda ağları ve sosyal medya manipülasyonu ile sürekli bir paranoya ve kızgınlık duygusuna tabi tutulmaları yeterli olur.

İkinci olarak, otoriterlerin düşmanlara ihtiyacı vardır. Milliyetçiliği körükler, toplumun değişik kesimlerini birbirine düşürür ve iktidarını pekiştirmek için ırk, din, inanç ve kimliği kullanırlar: “eğer bizimle birlikte değilseniz, bizim düşmanımızsınızdır ve bu da sizi etkisiz hale getirilecek bir hain yapar”.

Üçüncü olarak, kurumları ve yargıyı yavaşça ve sessizce ele geçirirler, basını, medyayı yozlaştırırlar, tekellerine alırlar, seçimlere hile karıştırırlar. Tıpkı kumarhanelerde günün sonunda kazanan kasa olduğu gibi, öyle seçim yasası düzenlemeleri yaparlar ki (demokratik görünse de), kazanan hep kendileri olur.

Dördüncü olarak, otoriterler insanlara sahte, geçmiş bir “altın çağ” pazarlarlar. Trump'ın “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap/MAGA” söylemi, Putin'in “Sovyet Nostaljisi”, Orbán'ın “Beyaz Hıristiyan Milliyetçiliği” ve Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” sloganı aynı amaca sahiptir: Hayal kırıklığı içindeki kitlelere geçmişin çarpıtılmış destansı tarihiyle süslenmiş sahte bir gelecek vaat ederek yanlarında tutmak.

Beşinci olarak, otokrasilerin yükselişinin yanı sıra küresel çapta, çok daha az dikkat çeken ancak daha da istikrarsızlaştırıcı olabilen ikinci bir kriz daha yaşanıyor.  Bu kriz Hristiyanlık, Yahudilik, İslamiyet ve Hinduizm gibi tüm büyük dinlerde, iktidar/güç düşkünü, maddi çıkar peşinde olan seçkinler, kültürel yerinden edilmenin doğurduğu yalnızlık, korku ve endişeyi istismar ederek, insanları, dinsel egemenliğin düşmanları olarak algılananları toplumdan temizlemeyi, seküler kurumları ele geçirip teokrasi ile değiştirmeyi meşrulaştıran görüşlere yönlendiriyorlar. Bu yönde savaş hatları çiziliyor, şiddet içeren söylemler ve şiddet artıyor. Nitekim Türkiye’de bir süredir İslam’ın siyasallaşarak hem kamusal hem de özel alanda giderek belirleyici bir hale geldiği bir süreç yaşanıyor.

Kutsal Kanopi parçalanıyor

Diğer yandan dini sağladığı kutsal koruma kalkanı (kutsal kanopi) giderek parçalanıyor.

Sosyolojide kullanılan "kutsal kanopi" kavramı, dinin topluluklar üzerinde koruyucu bir kubbe oluşturduğu, insanlara ortak bir anlam, ortak değerler ve beşikten mezara kadar evrendeki yerleri hakkında bir güvenlik duygusu verdiği fikrini ifade eder. İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde bu kanopiler ayakta kaldı. Ancak bugün tüm dünyada bu kutsal kanopi yırtılıyor. Her büyük inanç geleneğinde bu durum gerçekleşiyor. İnsanlar bu kutsal koruma hissini yitirdiklerinde, hızla değişen dünyada eski kesinlikler artık geçerli olmadığında, daha tehlikeli bir şey oluyor ve aşırı sağcı bir radikalleşmeye yatkın hale geliyorlar. Çünkü otoriter hareketler, başarıya kriz içindeki, kafası karışık toplulukları sömürerek ulaşırlar. (5)

Son olarak, küreselleşme, yapay zekâ ve dijitalleşme gibi teknolojik devrimler hem seküler otoritenin hem de geleneksel inancın temellerinin sarsılmasını hızlandırıyor. Ulus devletler artık sadece küresel pazarları değil, bilgi akışını da kontrol edemiyorlar. Dini kurumlarsa, bilimsel bilgi ve kültürel değişim karşısında ahlaki otoritesini koruyamıyorlar. Hem devlet hem de Tanrı güçsüz göründüğünde, korku, yalnızlık ve endişe ile tetiklenen insanlar her ikisinin de daha radikal otoriter versiyonlarına yönelme eğilimine giriyorlar.

Yani insanlar, geleneksel dini söylemler ve uygulamalar yeterli olmadığında, radikal teolojiyi benimsiyorlar. Hem devlet hem de Tanrı vaatlerini yerine getiremediğinde, komplo teorileri ve kültler gelişiyor ve bu başarısızlıkların her biri diğerini güçlendiriyor. Bunun kaçınılmaz sonucu ise demokrasinin yok olması ve seçimli otokrasi ya da faşizm gibi açık diktatörlüklerin bu boşluğu doldurmasıdır.

Sonuç olarak

Temsili demokrasiye olan inanç ve güven zayıfladıkça, insanlar otoriter liderlere ve partilere yöneliyorlar. Otoriterlik onlara demokrasinin sunmadığı bazı şeyleri; kesinlik, güç ve kişisel avantaj elde etmeyi sunuyor. Bazıları için bu sahip olacakları nüfuzun cazibesidir. Diğerleri içinse değerlerinin kutsal kabul edilerek tartışılmadığı bir geçmişe duyulan nostaljidir. Birçoğu için de otoriterliği iktidar ve zenginliğe giden daha doğrudan bir yol olarak görmeleridir.

İnsanlık bir dönemin sonuna daha geliyor. Kapitalizm üzerinde vücut bulan liberal demokrasinin tanıdık simgeleri, nesiller boyunca siyasi manzaramızı şekillendiren kurumlar, normlar ve varsayımlar gözlerimizin önünde birer birer çöküyor.

Küresel değişimin hızı, daha yavaş ve daha istikrarlı bir dünya için tasarlanmış demokratik sistemlerin uyum sağlama kapasitesini aşıyor. Gelir ve servet eşitsizlikleri başta olmak üzere artan eşitsizlikler, yabancılaşmayı artıran, işçi sınıfını gücünü zayıflatan hızlı teknolojik dönüşüm, ekonomik krizler, savaşlar, önlenemeyen iklim krizleri ve kitlesel göçler, demokrasinin zayıflıklarını gözler önüne seriyor ve otoriter rejimlerin ve aşırı sağcı hareketlerin istismar etmesine yardımcı oluyor.

Bu gerçek de demokratik, özgürlükçü sol bir muhalefetin kendisini sadece iktidar partilerine muhalefet olarak konumlandırmasının yanlışlığını, demokratik kurum ve kültürdeki bu çaptaki bir aşınmaya kapitalizmin ve defolu temsili demokrasilerin neden olduğunun bilincinde olarak, başka bir demokrasi savunusu yapması gerektiğini ortaya koyuyor.

Devam edecek: Nasıl bir demokrasiye ihtiyacımız var?

Dipnotlar:

(1)     https://www.counterpunch.org/slow-motion-authoritarianism (9 September 2025).

(2)     V-Dem Institute, Democracy Report 2025, 25 Years of Autocratization – Democracy Trumped?, s.6, 2025.

(3)     Freedom House, Freedom in the World 2025, The Uphill Battle to Safeguard Rights, s. 9, s. 2025.

(4)     https://www.socialeurope.eu/europes-far-right-copies-trump-and-its-working (16 July 2025).

(5)     https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/calling-people-of-faith (11 September 2025).

 

18 Eylül 2025 Perşembe

Sendikalar barış ve otokrasi

 

Barışa kim daha yakın: İşçi sendikaları mı işveren örgütleri mi?

Mustafa Durmuş

17 Eylül 2025



11 ve 12 Eylül tarihlerinde Meclis’teki “Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” sırasıyla emek örgütlerinin ve sermaye örgütlerinin temsilcilerini dinledi.

11 Eylül’deki ilk oturumda üye sayısının çokluğuna göre kamuda çalışan emekçilerin sendikalarının üst örgütlerinin (konfederasyonlar); ikinci oturumda ise özel sektörde çalışan işçilerin bağlı bulunduğu sendikaların üst örgütleri olan konfederasyonların temsilcileri süreçle ilgili görüşlerini açıkladılar. Kendilerine davet yapılmış olmasına rağmen Birleşik Kamu İş toplantıya katılıp herhangi bir görüş bildirmedi.

Sunumların, ilgili örgütlere hakim olan ideolojiler kadar, siyasal iktidara ne kadar yakın olduklarına ya da iktidarca ne kadar kontrol edildiklerine ve üye profiline göre şekillendiği görüldü. Öyle ki sağ ve aşırı sağ görüşlü, İktidar Blokuna destek veren MEMUR- SEN, T. KAMU- SEN, TÜRK- İŞ ve HAK- İŞ aşağı yukarı aynı şeyleri söylediler. Bu gruptan süreç lehinde olumlu somut öneriler içeren açıklamalar ise sadece DİSK, KESK ve TÜSİAD gibi örgütlerden geldi.

Sendikal örgütlülük

Kamuda çalışan toplam 2,319,157 emekçinin yüzde 46,5’i MEMUR-SEN’de; yüzde 24,1’i T. KAMU- SEN’de; yüzde 8,2’si BİRLEŞİK KAMU- İŞ’te ve yüzde 7,2’si KESK’te örgütlü. Böylece kâğıt üzerinde kamu da çalışanlarının yüzde 80,9’unun sendikalı olduğu anlaşılıyor. (1) Özel sektörde çalışan kayıtlı 17.326.143 işçi var ancak bunlardan sadece 2.429.527’si sendika üyesi. Bu kapsamda özel sektörde sendikalaşma oranı da sadece %14,0. İşçilerin konfederasyonlara göre dağılımı ise şöyle: TÜRK-İŞ yüzde 52,4; HAK-İŞ yüzde 34,0 ve DİSK yüzde 10,9. (2)

Kraldan çok kralcı sözde işçi ve kamu çalışanı sendikaları

Bu örgütlerin “barış ve demokratik toplum süreci”, ya da “terörsüz Türkiye”, adına ne denirse densin, konusuna yaklaşımlarında kendilerini deşifre eden en önemli husus “PKK’nin ardından PYD ve SDG’nin de silah bırakıp bırakmaması gerektiği” sorusuna verdikleri yanıtlar oldu.

MEMUR- SEN, T. KAMU- SEN, TÜRK- İŞ ve HAK- İŞ açıklamalarında en sert, en militarist ve en şoven söylemlerle; “kırmızı çizgilerinin Suriye’deki YPG ve SDG’nin de silah bırakması olduğunu” vurguladılar ve “bu konuda hiçbir taviz verilmemesi gerektiğini” ileri sürdüler.

Bazı emek örgütlerinin kırmızı çizgisi!

Oysa mevcut sürecin ilerleyebilmesini PYD ve SDG’nin silah bırakma şartına bağlamak süreci sona erdirebilir. Çünkü bu dayatma Kürtler ve ABD tarafından, Suriye’deki istikrarsızlık ortamında, kabul edilemeyecek bir zorlama olarak değerlendiriliyor, Bunu bile bile sözü edilen işçi sendikalarının temsilcilerinin PKK dışındaki örgütlerin de silah bırakması konusunda ısrarcı olmaları, bu sendikaların barışın tesisi konusunda samimi olmadıklarının ve devletin en azından bir kanadının yönlendirmesiyle hareket ettiklerinin bir göstergesi olarak değerlendiriliyor.

Diğer yandan neredeyse hiçbir işveren örgütünün PYD ve SDG’nin silah bırakması konusunu gündeme getirmemesi ve değerlendirmelerini barışın ekonomik gelişme, demokrasi, büyüme, kalkınma ve istihdamı güçlendirmesiyle sınırlı tutmaları oldukça önemli. Yani barış konusunda işveren örgütleri işçi sendikalarından çok daha istekli görünüyorlar.

Kim ne dedi? (3)

Memur Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN) Genel Başkanı Ali Yalçın’ın konuşmasından:

“Terörü cesaretlendirecek hiçbir adım söz konusu olmamalı. Terör örgütü PKK sadece Türkiye ve Irak'ta değil, hangi adı taşırsa taşısın bütün ülkelerdeki bileşenleriyle birlikte silah bırakmalıdır. Suriye'deki yapılanma orada durduğu müddetçe terörsüz Türkiye projesi gerçekleşmemiş olacaktır. İsrail Amerikan projesinin Suriye'de hayat bulmasına müsaade edilmemelidir. Bu konu pazarlık konusu yapılamaz ve yine şehitlerimizin hatırası, gazilerimizin fedakârlığı, annelerimizin gözyaşı bu sürecin kırmızı çizgisi olmalıdır.”

Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu (T. KAMU-SEN) Genel Başkanı Önder Kahveci’nin konuşmasından:

“Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin attığı tarihî adım yüzyılın karanlığını aydınlatan bir kardeşlik işareti, bir umut kıvılcımı olmuştur. Cumhurbaşkanımızın bu süreçteki kararlılığı ise milletimizin tamamında bir güven duygusu yaratmıştır. Bugün geldiğimiz noktada örgüt silah bırakma noktasına gelmiş, fesih kararını açıklamıştır. Bu adımla birlikte süreç örgütün alacağı bir kararla değil, yurt içinde ve yurt dışında bütün unsurların silahlarını eksiksiz olarak teslim etmesiyle ve Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerine bağlı kalacağına dair tam bir taahhütle anlam bulacaktır.”

Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK) Eş Genel Başkanı Ayfer Koçak’ın konuşmasından:

“Emekçiler açısından Kürt sorununun eşitlik, özgürlük ve demokrasi zemininde barışçı çözümü elzemdir. Toplumsal birliğimizin sağlanması ancak bu ülkeyi emeğin Türkiye'si yapmakla mümkün olacaktır”.

KESK Eş Genel Başkanı Ahmet Karagöz’ün konuşmasından:

“Kürt meselesinde çözüm olanaklarının nispeten tartışılabildiği bir dönemi yaşıyoruz ancak devlet tarafında somut adımların hâlâ atılmamış olması, gerekli yasal düzenlemelerin yapılmaması ve daha önemlisi ana muhalefet partisine karşı geçmişte Fazilet Partisi, DEM, HDP'ye yönelik uygulanan baskı ve yönelimlerin sistematik bir biçimde tekrar edilmesi, kaygılarımızın arttığını öncelikle belirtmek isteriz. Sorunların barışçıl yollarla çözüleceğine dair onca söz ve girişimin ardında böylesine organize ve siyasal yönelimlerle yapılan operasyonlar sürecin iktidar blokunca bir oyalamaya mı getirilmek istendiğini de açıkça vurgulamak istiyoruz.”

 

 

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar’ın konuşmasından:

“Terör suçu işleyenlere karşı en net duruş sergilenmelidir. Terör eylemleri ve milletimizin vicdanını yaralayan saldırılar asla mazur görülemez, görülmemelidir. Şehitlerimizin, gazilerimizin ve yakınlarının aziz hatıralarını incitebilecek dil ve söylemlere dahi asla izin verilmemelidir… Sistematik dezenformasyon ve bölücü propagandaya karşı gençlere yönelik etkin çalışmalar yapılmalıdır. Atılacak adımlar şehit aileleri ve gazilerin hassasiyetlerini zedelemeyecek şekilde planlanmalı, fedakâr şehit ailelerinin ve gazilerin bilgilendirilmesine özen gösterilmelidir. Ülke sınırları dışında, özellikle Suriye'de yaşanabilecek gelişmelerin içerideki bütünlüğümüzü baltalamaması için alternatif planlar hazırlanmalıdır.”

Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ) Genel Başkanı Mahmut Arslan’ın konuşmasından:

“Ancak PKK'nın sadece Türkiye kanadını değil; Suriye, Irak, hatta İran kanadını da içine alan bir muhataplıktır. Dolayısıyla, bu muhataplıklardan vazgeçenler veyahut da muhataplığı üzerine almayanların büyük bir sorumluluğu ve büyük bir vebali olduğunu hatırlatmak isterim. Onun için isimleri, isimlerinin başındaki harfleri ne olursa olsun PKK hedef alınarak talep edilen ve bu noktaya getirilen hususların ötelenmemesi gerekiyor. Özellikle, Suriye kanadında SDG'nin ve başka isimlerle yer alan örgütlerin bunun dışında tutulması girişimlerini şiddetle kınıyoruz ve bunu asla kabul etmiyoruz.  Türkiye'nin siyonist devlet İsrail'e komşu yapılma girişimlerine karşı uyanık olmak zorundayız. Mesele sadece SDG değil, SDG'nin arkasındaki güçlerin bu projeyi akamete uğratma konusundaki çabalarını dikkatle takip etmemiz gerekiyor”.

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun konuşmasından:

“Biz, uzun yıllardır ülkemizin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorununda her zaman barıştan, kardeşlikten ve eşitlikten yana olduk. Tüm sorunların demokrasi yoluyla çözülebileceğine inanıyoruz. Bu temelde, emek mücadelesi ile demokrasi mücadelesini birbirinden ayrı görmüyoruz. DİSK olarak hep söylediğimiz gibi "Demokrasi işçinin ekmeğidir. Demokrasi yoksa ekmek de yoktur." diyerek emeğin ve demokrasinin aynı mücadele sahasında birleştiğini vurguluyoruz.”

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun konuşmasından:

“Tüm bu meseleleri tartışırken hamaseti, husumeti ve günlük siyasete malzeme yapmayı burayla karıştırmamalıyız. Nihayetinde bu bir parti siyaseti değil, bir devlet politikasıdır. Türkiye'nin en kronik sorunlarından birini çözmek için tarihî bir fırsat yakalanmıştır. Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonuyla Meclisimizin de en geniş bir katılımla sürece dâhil olması sağlanmıştır. Temennimiz, bu yapıcı atmosferin korunmasıdır. Zira, diyalog ve istişare herkesin hayrınadır. Elbette, her konuda aynı düşünmek zorunda değiliz ama terörsüz Türkiye'yi gerçeğe dönüştürmekle hepimiz mükellefiz. Türkiye'nin istikbal yürüyüşünde önemli bir dönüm noktası olacak bu hayırlı sürece katkı vermeyi bir millî duruş olarak görmeliyiz, bunun heba edilmesine de fırsat vermemeliyiz. Ezelî ve ebedî kardeşliğimiz perçinlenmeli, istikbali beraberce inşa etmeliyiz. Milletimizde ümit vardır ve beklentisi de bu yöndedir ancak elbette bu sürece yönelik kafa karışıklıkları ve muğlaklıkları da bulunmaktadır. Başta Suriye olmak üzere yurt dışındaki bazı gelişmeler de sisli bir hava oluşmasına neden olmaktadır. Tüm bunların netleşmesine, sürecin şeffaf bir şekilde ilerlemesine ihtiyaç vardır. Milletin iradesinin temsil edildiği Millet Meclisinde uzlaşmayla ve ortak zeminde buluşarak ilerleme sağlanacak ve belirsizlikler azaltılacaktır. Önemli olan, sürecin sonuna kadar uzlaşma yollarını aramak ve istişareyi korumaktır. Hepimiz biliyoruz ki terörün kökünü kurutmanın, huzuru kalıcı kılmanın ve kardeşliği güçlendirmenin yolu sadece güvenlik önlemleriyle de sınırlı değildir; demokrasi, vatandaşlarımızın kimliği, kültürü, inancı ve yaşam tarzı ne olursa olsun kendilerini özgürce ifade edebilmesinin de teminatıdır”.

Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanı Bendevi Palandöken’in konuşmasından:

“Biliyorsunuz, her tarafımız çember altında, herkes bize gıptayla bakıyor ama kıskançlıkla da hainliklerini yapmaya devam ediyor, hâlâ fitne sokmaya çalışıyorlar "Bu sürecin sonu ne olacak?" diye. Zaten başlaması demek sürecin bitmesi demek, böyle de bir karar alındı. Bütün siyasi partiler uzlaşıcı olarak bu karara imza attı, bir araya geldi, zaten bir aradaydı, bu fitneyi sokanlar dışarıda kaldı. Şimdi, dönen tekere belki de çomak sokmak isteyenler olacak. Sürenin uzamaması lazım. Bizlere vermiş olduğunuz süre ve bütün kesimlerin dinlenmesi gerçekten de çok önemli ama en önemlisi de tabii, bu ülkenin sahadaki kabullenme oranının artmasıyla ilgili de kuşkuların silinmesi lazım. Süre uzadıkça, süre uzatıldıkça, biliyorsunuz, fitne çoğalır. O bakımdan, bu süreyi kısa zamanda derleyip, toplayıp yasal zemin üzerinde, bütün hukuki prosedürleri tamamlanmış bir vaziyette halka sunulması lazım.”

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Genel Başkanı Özgür Burak Akkol’un konuşmasından:

“Biz barış ortamı sayesinde sadece bölgeye değil ama öncelikli olarak bölgeye, akabinde de ülkemizin diğer bölgelerine yatırım, istihdam ve vergi tabanının güçlenmesi anlamında ciddi bir potansiyel görüyoruz; yüksek katma değerli üretim ve millî gelir artışı potansiyeli, daha fazla doğrudan yatırım potansiyeli, düşük ve uzun vadeli borçlanma imkânı, fiyat istikrarı -çok kritik bir konu- düşük kayıt dışı ekonomiyle adil rekabet ortamı, yine yüksek verimlilik ve inovasyon ortamı, dengeli ve istikrarlı bir yerli para birimi, beşeri sermayenin gelişimi ve etkin kullanımı yani Türk Lirasının da stabilizasyonu anlamında çok kritik bir sürecin içinde olduğumuzu düşünüyoruz. Biz burada yapılması gereken hamlelerin önemli bir kısmını yapabilirsek sadece bu jenerasyon değil ama bizden sonraki jenerasyonlara çok önemli bir miras bırakacağımızı da düşünüyoruz. Buradaki barış ortamının tesis edilmesinden en başta bölge halkı, bölgedeki vatandaşlarımız olmak üzere tüm Türkiye'deki vatandaşlarımız, işçi, işveren ve devlet kazanacaktır… Özetle, hemen hemen her göstergede barışın her anlamda istihdam, vergi, oradaki iş sağlığı güvenliği, sendikalılık, ekonomik refah, borçlanma maliyetlerinin aşağı gelmesi gibi her anlamda bölge halkına ve bireylere ciddi fayda sağlamış durumda”.

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Başkan Vekili Ahmet Bahadır’ın konuşmasından:

“Kalıcı barışın sağlandığı bir senaryoda bölgesel ölçekte çok güçlü fırsatlar bizi beklemektedir. Bu senaryoda yalnızca Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimiz için geçerli olmak üzere mera verimi yüzde 15-20 artabilir, yem maliyeti yüzde 20-30 azalabilir, özel sektör yatırımları yüzde 50 artabilir, dijital tarım teknolojileri verimlilik oranı yüzde 30 yükselebilir, bölgesel tarımsal gayrisafi yurt içi hasıla katkısı yıllık 5-8 arasında yüzde olarak büyüyebilir, tarım istihdamı yüzde 10-15 arasında artabilir. Bu sadece ekonomik bir sıçrama değil göçün tersine dönmesi, kırsal nüfusun güçlenmesi, toplumsal uyumun pekişmesi demektir. Kalıcı barış Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde Türkiye'nin stratejik gıda üretim üssü hâline gelmesine önemli katkı sağlayacaktır. Bu hem ulusal gıda güvenliğimizi garanti altına alacak hem de ekonomik kalkınmada çarpan etkisi yaratacaktır”.

Müstakil İşadamları Derneği (MÜSİAD) Genel Başkanı Burhan Özdemir’in konuşmasından:

“MÜSİAD olarak biz terörsüz Türkiye vizyonunu sadece bir iç güvenlik meselesi olarak değil, aynı zamanda ekonomik kalkınma, toplumsal uyum, kültürel birlik ve adalet ekseninde yeni bir toplumsal sözleşme olarak değerlendiriyoruz… Koruculuk sistemi yine, bu süreçte aslında özellikle altının çizilmesi gereken konulardan bir tanesi… Bizdeki rakamlara göre yaklaşık 50 bin korucu hâlen aktif hâlde çalışmakta. Şüphesiz koruculuk sistemi Türkiye'nin zor bir döneminde önemli bir görev üstlenmiş ve güvenlik güçlerinin yüklerini de olabildiğince hafifletmiştir ancak artık terörsüz Türkiye vizyonunu konuşuyorsak kalıcı bir yapı olmaktan çıkmalı, adaletli bir tasfiye ve entegrasyon programıyla onurlu bir şekilde, bu sürecin sonunda, belki kademeli bir şekilde tarihe uğurlanmalıdır diye düşünüyoruz. Yine, Suriye'deki diğer terör örgütlerinin silah bırakma sürecine uyum sağlamaması riski bu sürecin başarıya ulaşmasının önündeki risklerin başlıcaları diye görüyoruz.”

Türk Sanayicileri ve İş insanları Derneği (TÜSİAD) Başkan Yardımcısı Bülent Ozan Diren’in konuşmasından:

“Biliyoruz ki toplumsal ilerleme refaha, refah küresel ekonominin kurallarına uymaya, bu uyum ise demokratik bir toplumsal yapıya bağlıdır. Böyle bir yapının oluşturulması ülkemizdeki tüm sivil toplum kuruluşlarının, siyasi partilerin, kurumların ve bireylerin ortak hedefi ve kültürü olmalıdır çünkü bireyler de kurumlar da kendi farklı ideallerini gerçekleştirme konusunda eşit fırsatları her türlü fikre ve gelişmeye açık, uzlaşma kültürü olan bir demokratik toplumsal yapı içinde bulabilirler… Komisyonun çalışmalarıyla somutlaşacak adımların, ülkemizin ekonomik kalkınma ve demokrasi ortamına uyumlu yansımasını temenni ediyoruz. Toplumsal kutuplaşmanın yerini toplumsal uyuma bırakmasının sorunlarımızın çözümü için elverişli bir zemin hazırlayacağını düşünüyoruz… Komisyonun terörün ülke gündeminden çıkarılması ve toplumsal bütünleşmenin sağlanması amacının kalıcı olarak hayata geçmesi, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tam olarak tesis edilmesine bağlıdır. Demokrasi ve hukuk devletini tartışma konusu edilemeyecek bir düzeye getirmek içeride ve dışarıda ülkemize, kurumlarımıza, demokrasimize güveni artırmak hiç şüphesiz ekonomimizi de güçlendirecektir.”

Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği (ASKON) Genel Başkanı Orhan Aydın’ın konuşmasından:

“Şunu çok iyi biliyoruz ki huzur ve güvenin sağlanmadığı bir ortamda yatırım iklimi maalesef oluşamaz. Siyasi ve ekonomik istikrarın bulunmadığı koşullarda üretim sürdürülemez. Toplumsal birlik ve beraberliğin olmadığı yerde ise ihracatın kalıcı ve sürdürülebilir olmasını da maalesef ki konuşamıyoruz. Ve şunu net şekilde ifade edebiliriz ki dünyanın neresinde olursa olsun iş insanları her daim güvenli limanları tercih ediyor. İşletmeleri veya şirketleri bir yerde yatırım yapmaya iten temel faktörler ham madde, yarı işlenmiş mamul, enerji pazarına yakın olma, bol ve nitelikli iş gücü gibi faktörlerdir ancak bütün bu faktörlerin cazibesine ve devletimizin bu ana kadar detaylı bir şekilde vermiş oldukları teşvik paketlerine rağmen adı terörle anılan bölgelere gidilememesi yapılacak yatırımın güvenliğinin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir ve unutmayalım ki bir fabrikanın bacasından tüten duman sadece üretimi değil, aynı zamanda huzuru da temsil ediyor.”

İşçi sendikalarının barış ve demokrasi ile olan ilişkisi  

Kapitalizmin bir ürünü olan işçi sendikaları ile liberal temsili demokrasi ve barış arasındaki ilişkiyi karakterize ettiği düşünülen birbiriyle ilişkili üç bağ mevcuttur.

İlk olarak, sendikalar demokrasinin bir ürünü olarak görülürler çünkü güçleri demokratik kurumların varlığına ve dayanıklılığına bağlıdır. Örgütlenme özgürlüğü veya grev hakkı gibi demokratik normlar, sendikalara işyerinde, işgücü piyasasında ve bir bütün olarak politik ekonomide karar alma süreçlerine katılmaları için gereken alanı sağlar. Savaş ortamı ise işçilerin demokratik haklarını hayata geçirmelerini önler.

İkinci olarak, barış ve demokrasi ortamında sendikalar işçiler ve onların sınıfsal çıkarlarına hizmet eden ekonomi politikalarını cesaretlendirme ve uygulama becerileri sayesinde demokrasiye önemli katkılarda bulunurlar.

Üçüncü olarak, sendikalar seçimlerde emekten yana duruş sergileyen siyasi partileri destekleyerek ve onların gündemlerini etkileyerek siyasette merkezi roller oynamak için üyelerini yönlendirirler.

Kısaca, işçi sendikaları barışın ve demokrasinin inşası ve güçlendirilmesinde önemli roller oynayabilirler.  Bu yöndeki mücadeleleri için üretimden gelen güçlerini, grevler ve iş durdurmalar yoluyla kullanırlar. Bu durum da onların genelde politik olarak sağ ya da aşırı sağdan ziyade sosyal demokrasi ve sosyalist partilerle birlikte hareket etmelerini sağlar.

Sendikalar sadece emek mücadelesi vermezler

Bir başka anlatımla, işçi sendikalarının ekonomik eşitliği desteklediğini ve işçilerin gücünü artırdığını, işçilerin ücret artışı, daha iyi sosyal haklar ve daha güvenli çalışma koşulları kazanmalarına yardımcı olduğunu biliyoruz. Ancak sendikaların tek yaptığı bu değildir. Sendikaların insanların iş dışındaki yaşamları üzerinde de güçlü etkileri vardır. Dayanışmayı teşvik ederler, sivil ve demokratik siyasi katılımı ve barış çabalarını desteklerler, işçi sınıfının örgütlerine ekonomi politikalarının yaşamlarını nasıl etkilediği konusunda güvenilir bilgi sağlarlar ve demokraside sermayenin gücüne karşı bir denge unsuru olarak hizmet ederler. Tarih boyunca sendikalar, demokratik olmayan iktidarlara karşı direnişin motoru olmuş; eşitsizliğe meydan okumak, insan haklarını ve barışı savunmak ve her türlü otoriterliğe karşı çıkmak için işçileri harekete geçirmişlerdir.

Nitekim 1980'lerde "üçüncü demokratikleşme dalgası" olarak adlandırılan sürecin ardından, siyaset bilimciler Rueschemeyer, Stephens ve Stephens (1992) 37 tarihsel demokratikleşme vakasını karşılaştırarak 19. ve 20. yüzyıllar boyunca demokratik hakların tam olarak genişletilmesini en çok işçi sınıfının desteklediği sonucuna varmıştır. (4)

Neo-liberalizm altında işçi sendikalarının değişen rolü

Buna karşılık son 30 yılda bazı işçi sendikalarının bu tutumlarının tersine örnekler sergilediği ve demokrasi ve barışı savunmak bir yana, otoriterliğin ve militarist politikaların destekçileri haline gelerek demokrasilerin aşınmasına neden oldukları da görülüyor.

1990 ve 1991'de Romanya'da ve 1991'de Yugoslavya'da işçi sınıfı demokrasiye karşı seferber edildi ve zamanla demokrasi aşındırıldı. Dahası, Meksika ve Arjantin'de otoriter bir geçmişe sahip olan sendikalar, neo-liberal bağlamda da neo-popülist partilerin ve yozlaşmış elitlerin siyasi müttefikleri olarak görüldü. (5)

İsrail ve Polonya örnekleri

Bu dönemdeki en çarpıcı iki örnek İsrail ve Polonya’dır. Öyle ki bu ülkelerin her ikisi de sendikaların gerçekten de demokratik gerileme süreçlerinde önemli aktörler olabileceğine tanık oldu. Her iki örnekte de büyük sendikalar önceden demokratik bir rejimin oluşumunda önemli roller oynasalar da neo-liberal uygulamaların hızla ilerlemesiyle (İsrail'de 1980-1990'larda, Polonya'da ise 1990-2000'lerde) bir kenara itildiler. Hem Histadrut (İsrail) hem de Solidarity (Polonya), kendi ülkelerinde, daha sonra sağcı popülist partilerle koalisyonlara yeniden entegre olmalarına dayanan yeni bir koalisyon gücü geliştirerek geçmişteki etkilerinin bir kısmını geri kazanmanın yollarını aradılar.

Polonya’da, sendikaların demokratik gerileme karşısındaki rolü sağcı popülist Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) ile olan güçlü ortaklığına bakılarak da anlaşılabilir. Bu ittifak, sendikanın ekonomik hedeflerini desteklerken, sivil toplumun güçlü direnişine rağmen PiS'in güç kazanmasına ve demokratik gerilemeyi sürdürmesine yardımcı oldu. Pek çok insan Dayanışma'nın PiS'e verdiği açık desteğin partinin ezici başarısında ve PiS Hükümetinin istikrarında ve algılanan meşruiyetinde (2015-2023) önemli bir faktör olduğuna inanıyor.

Solidarity: ekonomik kazanım için demokrasiden vazgeçmek!

Öyle ki yargıçların toplu olarak görevden alınmasında PiS, seçimlerden önce sendikanın başlıca taleplerinden biri olan Polonya'daki emeklilik yaşının düşürülmesini kolaylaştırdığı için bu önlemi savunan Solidarity’nin (Dayanışma) ezici desteğini aldı. Böylece, yargıdaki dramatik reform Solidarity tarafından emek yanlısı bir önlem olarak meşrulaştırıldı ve sivil toplum örgütleri PiS'in öncülük ettiği antidemokratik önlemlere karşı harekete geçseler de Solidarity’den hiçbir destek görmediler. Dahası, sendika, özgür basının zayıflatılması veya bireysel özgürlüklerin ihlali (kürtaj haklarının kısıtlanması) gibi Polonya'nın demokratik altyapısının erozyona uğratılması anlamına gelen diğer PiS politikalarına karşı hiçbir direniş belirtisi göstermedi. (6)

Sendikaların bazılarının demokrasi saflarından demokrasi karşıtı saflara geçişinin temel nedeni neo-liberalizm ile birlikte sendikaların ciddi bir güç ve nitelik kaybına uğramaları ve bu kaybı başka biçimlerde telafi etme yoluna gitmeleridir. Öyle ki sendikalar, genellikle bu dönemin bir belirtisi olarak kademeli ve sürekli bir gerileme yaşadılar. Bu, sendikaların örgütlenme gücündeki düşüş (sendika yoğunluğu/üye sayısı); grevlerin kademeli olarak ortadan kalkmasında da görüldüğü üzere örgütsel gücün azalması; sendikaların kapsamı (toplu sözleşmeler yoluyla) ve düzenleyici kurumlara katılımlarında görüldüğü üzere yasal veya kurumsal güçlerinin azalması biçiminde kendisini gösterdi.

Kısaca, işçi sendikalarının demokrasilerde tartışmasız önemli bir siyasi rol oynamalarına rağmen, bu rolü sürdürme kabiliyetleri neo-liberal karşı devrimci güçler tarafından büyük ölçüde aşındırıldı. Geleneksel güç kaynakları azaldıkça, sendikalar doğrudan (ekonomik) çıkarlarını desteklemek için giderek daha fazla dış desteğe başvurdular ancak bu kendi özerkliklerini zayıflatma ve kendilerini ortaklarının çıkarlarına ve siyasi projelerine tabi kılma pahasına oldu.

12 Eylül Cunta Hükümetine bakan veren sendika?

Nitekim Türkiye’de de neo-liberalizmin siyasal anlamda başlangıcı olarak kabul edilen 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü döneminde bazı sendikaların demokrasiyi aşındıran rolü açıkça ortaya çıktı. DİSK kapatılıp, yöneticileri hapse atılırken, TÜRK-İŞ, açık tutulduğu gibi, bir yöneticisi cunta tarafından oluşturulan hükümete çalışma bakanı olarak atandı.

Sonuç olarak

Bugün kamuda MEMUR-SEN’in ve T. KAMU-SEN’in İktidar Blokunun birer aparatı olarak kullanılması, keza  işçi sınıfının açlık sınırında ücretlere mahkum edildiği bir dönemde asgari ücrete enflasyon kadar dahi zam yapılmasına izin vermeyen, grevlerin ertelenerek yapılmasını imkansız kılan politikalara ve emek karşıtı kemer sıkma politikalarını amaçlayan ekonomi politikalarına ses çıkarmadığı gibi, işçileri pasifize ederek bu politikaları meşrulaştıran TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in işbirlikçi tavrı tesadüf değildir.

Tarih emek, demokrasi ve barış mücadelesinin bir bütün olarak verilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Gerçek bir emek mücadelesi yürütmeyen, demokrasinin otokrasiye dönüşmesine katkıda bulunanların barışı savunmalarını da beklememek gerekiyor.

Aynı şekilde barış ve demokrasiyi savunmayanların emek mücadelesi vermeleri de mümkün değildir. Yapılması gereken şeylerden birisi de barışın inşasının başarıyla sonuçlanması ve aynı zamanda ülkenin demokratikleşmesi ve işçi sınıfının   güçlendirilmesi için mücadele ederken, bunlara içerden karşı çıkan işçi aristokratlarını teşhir etmek ve onlarla da aynı kararlılıkla mücadele etmektir.

Dip notlar:

(1)      https://www.csgb.gov.tr/Media/5mdbbwjh/2025-temmuz-kamu-gorevlileri-sendikalarinin-uye-sayilari.pdf (6 Temmuz 2025).

(2)      6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Gereğince; İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına İlişkin 2025 Temmuz Ayı İstatistikleri Hakkında Tebliğ"i (24 Temmuz 2025 tarihli ve 32965 sayılı Resmî Gazete).

(3)      TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı, İncelenmemiş Tutanaklar (11-12 Eylül 2025 Tarihli Oturumlar).

(4)      Lucio Baccaro, Chiara Benassi ve Guglielmo Meardi, “Theoretical and empirical links between trade unions and democracy”, 40 (1). s. 3-19, https://journals.sagepub.com (24 August 2018).

(5)      Agm.

(6)      Assaf S. Bondy,  “Workers for democracy? Trade unions and the struggle against democratic backsliding”, https://www.tandfonline.com (23 May 2025).