30 Ekim 2024 Çarşamba

Asgari ücret IMF

 

Asgari ücret artışı konusu “gerçekleşen-beklenen enflasyon” tartışmasına sıkıştırılmamalıdır!

Mustafa Durmuş

30 Ekim 2024


Asgari ücrete yapılacak artış tartışması bu sene de erken başlatıldı. Önce IMF, asgari ücretin enflasyonla mücadeleyi akamete uğratacak biçimde artırılmamasını buyurdu, ardından da IMF’siz IMF politikası uygulayan iktidar bu yılki zammın sınırlı tutulacağını açıkladı.

İktidar cephesinden buna gerekçe olarak enflasyonla mücadele gösteriliyor. Belli ki “enflasyon düştüğünde dar gelirlilerin durumu da düzelir” biçimindeki “ölme eşeğim ölme, yaz gelince yonca bitecek…” masalını anlatmayı sürdürecekler.

Ortak bildiri

Asgari ücret tartışmasına ilk kez, aralarında çok seçkin iktisatçı hocalarımızın da bulunduğu 118 iktisatçımız ortaklaşa yayınladıkları bir bildiri ile katıldı. Bu reaksiyonda IMF’nin yaptığı açıklama etkili olmuş olabilir.

Şahsen bu bildiriden haberim yayınlandıktan sonra oldu. Geriye dönüp araştırdığımda bir iktisatçı dostumun SMS biçiminde bildiriyi bana gönderdiğini, benim de yoğunluğumdan gözden kaçırdığımı fark ettim. Bildiriden asıl olarak yayınlandıktan sonra sosyal medya aracılığıyla haberdar oldum.

Öncelikle, bildiriyi hazırlayanların ve imzalayanların emeklerine sağlık. Ne de olsa (belki de) ilk kez akademisyen iktisatçılar kabuklarından çıkıp önemli bir konuda ortak bir ses verdi. Umarız benzer bir ses yeni anayasa tartışmaları yapılırken akademisyen hukukçulardan da çıkar.

Daha geniş bir zeminde tartışmak daha yararlı olabilirdi

Ancak bu bildiri, yayınlanmadan önce, daha geniş akademisyen-iktisatçı zemininde tartışılabilirdi ve bildiriye yapılabilecek katkılarla, daha fazla sayıda imza ila yayınlanır ve belki de daha fazla ses getirirdi. Bu şans kaçmış gibi görünüyor.

Özüne karşı çıkmadığım bildiride, emekten yana bir perspektif oluşturması açısından da aşağıda vurguladığım noktaların yer almasının çok daha faydalı olabileceğini düşünüyorum.

Bildiri asgari ücrete yapılacak artışın, özünde,  “beklenen değil, gerçekleşen enflasyona göre” yapılmasını, enflasyonla mücadelenin dar gelirlilerin üzerine yıkılmamasını, bütüncül ve yeniden bölüştürücü önlemlerin de gündeme alınmasını istiyor.

Detaylandırılması gereken talepler

Bu talepler genel olarak doğru olsa da emek perspektifinden iktisat kamuoyunda tartışılacak nitelikte talepler. Bu yüzden de detaylandırılmaları yerinde olabilir.

Öncelikle, Türkiye’de TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verileri gerçeği tam olarak yansıtmıyor çünkü enflasyon olduğundan çok daha düşük gösteriliyor. Bu konuyu her seferinde açıklamaktan ENAG’ın dilinde tüy bitti denilebilir? Bunun nedeninin asgari ücretliye, emekçiye ve emekliye yapılması gereken ücret zammının düşük gösterilmek istenmesi olduğunu biliyoruz.

İkinci olarak, TÜİK’in TÜFE olarak açıkladığı ve belli mal ve hizmetlerden oluşan sepetteki fiyat değişiklikleri, başta asgari ücretli işçiler olmak üzere (toplam ücretlilerin neredeyse yarısını oluşturuyorlar) toplumun geniş kesimlerinin gerçek yaşam maliyetlerini yansıtmaktan çok uzak.

Çünkü enflasyonun bir göstergesi olarak TÜFE aslında genel fiyat seviyesinin ve enflasyonun tam bir göstergesi değil. TÜFE'de ülke çapında 28,852 iş yeri ve 5,246 konuttan (kira) 406 madde, 913 madde çeşidi için her ay yaklaşık 608,594 fiyat derleniyor. Yani TÜFE kentli hane halkları tarafından en çok satın alınanların fiyatlarındaki ortalama değişiklikleri yakalamaya çalışıyor.

Gerçekleşen enflasyon ölçütü “iyileştirme” için yeterli değil

Üçüncü olarak, gerçekleşen enflasyon oranında ücret artışı yapmak sadece asgari ücretlilerin bu yılki enflasyon karşısındaki zararını karşılamak demektir ki bu durum bir iyileştirme değildir.

Nitekim bu yılın Ekim-Aralık aylarındaki aylık TÜFE’nin ortalama yüzde 2,60 civarında olabileceğini düşünürsek, 2024 yılında enflasyonun etkisini sıfırlayacak olan ücret artışı yüzde 39,0 olacaktır. Yani işçiler bu zamla ancak 2024 yılındaki reel kayıplarını telafi etmiş olabilecekler. Bu hesap da TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verilerinin doğru olduğu varsayıldığında doğru olabilir.

Oysa TÜİK’in Haziran ayında uzman doktor muayenesini 34 TL, yurt ücretini 457 TL, ev kirasını 5.845 TL, beyaz peynir fiyatını 147 TL ve yumurta fiyatını 2,5 TL olarak dikkate aldığı hala hafızalardadır.

Yani basında yer aldığı gibi beklenen enflasyona göre yüzde 25- 30 zam yerine, gerçekleşen enflasyona göre yüzde 39-40 zam talep etmek, asgari ücretliler ve bu artışın etkileyeceği diğer ücretliler için çok büyük bir fark yaratmayacağı gibi, bu durum ekonomik bir refah artışı anlamına da gelmeyecektir.

İşgücü verimliliğinin artış gösterdiği ve milli gelirin şu ana kadar ortalama yüzde 4 civarında büyüdüğü bir ekonomide işçilerin refahının artırılabilmesi için asgari ücret artışının gerçek enflasyonun çok daha üzerinde olması gerekir.

Yani sorun, gerçekleşen ve beklenen enflasyon farkından çok daha büyük bir sorundur. Bu yüzden de “beklenen” yerine “gerçekleşen” enflasyona göre asgari ücrete zam talep etmenin, derin bir yarayı yara bandı ile kapatmaktan pek de farkı olmayacaktır.

Dördüncüsü, asgari ücret yerine “insan onuruna yaraşır bir yaşam ücretinin uygulanması talep edilebilir. Nitekim  gelişkin ekonomilerde benzer bildiriler hazırlayan iktisatçıların ilk talepleri asgari ücretin bu şekilde yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir.

Yeniden bölüştürücü önlemler?

Beşincisi, yeniden bölüştürücü önlemlerin neler olduğunun birer cümle ile açıklanması çok yerinde olurdu. Örnek olarak, çok zenginlerden alınacak bir “servet vergisi”nin ve buradan hareketle de “Temel Gelir Güvencesi”nin gerekliliğini dillendirmenin tam zamanıdır.

Aynı şekilde Gelir Vergisi dilimlerinin emekçilerin yıl ortasından itibaren bir üst gelir dilimine girmesini önleyecek ölçüde yükseltilmesi ve vergi hesaplanırken, vergiden değil, “matrahtan indirim” yönteminin uygulanması savunulabilir.

Ayrıca et, süt, çocuk maması, çocuk bezi, gübre, mazot gibi zaruri mallardan alınan KDV ve ÖTV’nin sıfırlanması talep edilebilir.

Denetimler ve kamulaştırmalar

Enflasyonla mücadelede “üç harfliler” olarak da bilinen tekel konumundaki iskonto marketlerin daha sıkı denetlenmesi ve gıda, enerji gibi zaruri malların üretiminin kamulaştırılması önerilebilir.  

Bu öneriler emekten yana, kamucu ama aynı zamanda da sistem içi önerilerdir. Daha ziyade Keynesyen-sol/sosyalist bir yelpazede yer alırlar. Buna karşılık ortak bildiride yer alan ve sadece birer cümle ile sözü edilmiş öneriler böyle bir perspektiften yoksun olan ve piyasaları ve sermayeyi karşısına almayan öneriler görünümündedir.

Oysa enflasyonla mücadele ya da ücret artışları, sınıflı bir toplum olan kapitalizmde sınıflar üstü sonuçlar yaratmaz, yani tarafsız değildir. Bu nedenden dolayı da bu konularla ilgili tarafsız kalınamaz, emekten yana tavrın çok daha net ortaya konulması gerekir.

Özcesi, ülkedeki emek sömürüsünün ve gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin devasa boyutlara ulaştığının farkında olan ve bu yüzden de emekçilerin yanında yer alan, aynı zamanda sınıfın da bir parçasını oluşturan iktisatçılar olarak sınıf adına olan talepleri bu kadar geride tutmak durumunda kalıyorsak,  patronların ve devletin kontrolündeki işçi sendikalarının daha fazlasını istemesini ve bunun mücadelesini vermesini bekleyemeyiz.

 

20 Ekim 2024 Pazar

Savaş ve Ekonomi

 

Ekonomik sorunlar derinleştikçe savaş rüzgârları estiriliyor

Mustafa Durmuş

20 Ekim 2024


Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan iki gün önce, “İsrail ile İran arasındaki olası savaşı yüksek bir ihtimal olarak değerlendirmek gerektiğini belirterek, ülke ve bölge olarak buna hazır olunması uyarısında bulundu”. (1) 

Aslında, İsrail Devletinin bundan sonraki hedefinin Türkiye toprakları olduğu daha önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ileri sürülmüş ve  “vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır” (2) denilmişti.

Bunun hemen ardından başta kredi kartı limiti 100 bin lirayı aşanlar ve bazı tapu ve noterlik işlemleri üzerinden Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılmak üzere “katılım payı” adı altında kesinti yapılmasını öngören kanun teklifi Meclis’e sunulmuş, ancak halktan gelen yoğun tepkiler üzerine bu teklif geri çekilerek, bir başka tarihe ertelenmişti.

Bir AKP-MHP klasiği

Artık bir AKP-MHP klasiğine dönüşen, teklife karşı ciddi tepkiler oluşunca geri çekip bir süre sonra yeniden gündeme getirme yöntemi hala yürürlükte. SSDF ile ilgili teklifin (kredi kartları kısmı çıkartılmış olsa da) en uygun zamanda tekrar gündeme getirileceği kesin.

Bu günler o en uygun zamanlardan biri olabilir. Zira İsrail Devleti Hamas’ın yeni lideri Sinvar’ı da suikast ile öldürdü. Bu durum bölgede suların iyice ısınmasına neden oldu.

Diğer taraftan, siyasal iktidar bir yandan İsrail ile olan ticaretini (Filistin’e yapılıyormuş gibi göstererek) artırarak sürdürürken (3), diğer yandan İsrail Devleti karşıtı söylemlerini artırıyor, hatta İsrail’i bir gece ansızın Türkiye’ye girebileceği iddiası ile suçluyor.

“Mesele vatansa gerisi teferruat…”

Böyle bir işgal ve savaş korkusu altında, özellikle de milliyetçi ve siyasal İslamcı taban olmak üzere, toplumu savaşçı politikaların ardına dizmek çok zor olmasa gerek. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.

İktidar bloku bunu bildiğinden bir savaş algısı yaratıyor ve hem halktan hem de muhalefetten ekonomik sorunlar için sabır beklerken, savaşla ilgili olarak da iktidarı açıktan desteklemesini istiyor.

“Etkin casusluk” yeniden gündemde!

Kısaca, ortada ülkemize yönelik somut bir saldırı tehdidi mevcut değilken, “savaşa hazırlıklı olmalıyız” türünden söylemlerin artırılması ve “casusluk eylemleriyle daha etkin mücadele edilebilmesi amacıyla Türk Ceza Kanunu’nda yeni bir suç ihdas edilmesi” yönünde daha önce bir kez ertelenmiş olan bir düzenlemenin bu kez yeni bir torba yasada tekrar gündeme getirilmesi pek hayra alamet olmasa gerek.

Torba yasanın 16. maddesi ile yapılması öngörülen düzenleme şöyle:

“Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işlenmesi yaptırıma bağlanmaktadır. Devletin iç veya dış siyasal yararına yönelik gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiillerin bu madde kapsamında ayrıca cezalandırılması kabul edilmektedir. Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilmektedir. Dolayısıyla casusluk maksadıyla bu gibi yararlar aleyhine gerçekleştirilen ve suç teşkil eden fiiller, ihdas edilen bu suçun konusunu oluşturabilecektir. Maddenin ikinci fıkrasıyla, fiilin savaş sırasında işlenmiş veya devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış olması halinde faile sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verileceği kabul edilmektedir”. (4)

Savaş kötüdür!

Mevcut İsrail-Filistin savaşı Gazze milli gelirinin yüzde 81 oranında azalmasına, kitlesel iş kayıpları nedeniyle işsizliğin ve yoksulluğun artmasına ve insani krizlerin daha da kötüleşmesine yol açtı. Ayrıca savaş nedeniyle ortaya çıkan ticaret kısıtlamalar Batı Şeria ekonomisinin ciddi şekilde sekteye uğramasına, gelir kesintilerine ve yardımların azalmasına ve fiilen Filistin Hükümetinin işleyişinin sekteye uğramasına neden oldu.

Öyle ki Batı Şeria'daki kitlesel işsizlik ve artan yoksulluk işletmelerin yüzde 96’sının faaliyetlerinin azalmasının ve yüzde 42,1'inin işçi istihdamını azaltmasının doğrudan bir sonucudur. Toplam 306 bin istihdam kaybı yaşandı ve Batı Şeria’da savaş öncesi yüzde 12,9 olan işsizlik oranı yüzde 32’ye yükseldi. Bu istihdam kayıpları Filistinli hanelerin ekonomik dayanıklılığını ciddi bir şekilde aşındırdı ve sosyal zorlukları daha da kötüleştirdi (tahmini günlük 25,5 milyon dolarlık işgücü geliri kaybı). (5)

Dışarıdaki savaş içerideki otoriterliği besler

Meselenin bir boyutu da dışarıdaki savaş ile içerdeki otoriterlik arasındaki zorunlu bağdır. Yani dışarıda yürütülen savaş ile yurtiçindeki insanlık dışı uygulamalar, insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanması,  hak arama eylemlerine izin verilmemesi arasında derinden bir bağ vardır. Bu da aslında savaşın ve militarizmin bir başka biçimidir. Polis güçlerinin militarize edilmesi bunun somut bir örneğidir. Devlet savaşçı ve sömürgeleştirici bir emperyal güç haline geldiğinde, toplumsal kişilikteki aynı dürtüler kaçınılmaz olarak kendi halkına karşı döner.

Savaş yoksulların düşmanıdır

Öyle ki yoksullukla işsizlikle ve yolsuzlukla mücadele programlarının, savaştan çıldırmış bir toplumun elinde etkisiz kılınmasını izlemek durumunda kalırız. Savaş sektörü insan, beceri ve para çekmeye devam ettiği sürece, yoksulların rehabilitasyonu için gerekli fonları ya da enerjiyi bulabilmek mümkün olmaz. Bu yüzden savaşları yoksulların düşmanı olarak kabul etmek gereklidir.

Savaş yeni vergiler, borçlanma ve enflasyon demektir

Savaş, neden olacağı devasa insani zarar ve doğa yıkımının yanı sıra, vergilerimiz başta olmak üzere, kısıtlı kamusal kaynakların eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, işsizlik ve yoksullukla ve uyuşturucu kullanımıyla mücadeleye değil, savaş sanayine ayrılması, savaş baronlarının ve zenginlerinin daha da semirtilmesi demektir.

Türkiye’nin de dâhil olacağı bir savaş ise, ekonomik çöküntü kadar, halkın daha da yoksullaşması, yeni vergilerin konulması, daha fazla devlet borçlanması ve enflasyonun patlaması ve TL’nin daha da değersizleşmesi demek olacaktır.

Ertelenen kanun teklifi örneğinde gördük ki, savaş altında dahi büyük servetlerin sahiplerinden vergi almayı akıllarından geçirmeyen siyasal iktidar, yaşamımızı sürdürebilmek için bağımlısı hale getirildiğimiz banka kredi kartlarından dahi yeni vergiler almak istedi.

Sorumluluk savaşa mı yıkılmak isteniyor?

Çok ciddi bir ekonomik kriz ve toplumsal bir çürümenin ve çöküşün yaşandığı ülkemizde bu çöküşün asıl sorumluları, bu çöküşün sorumluluğunu savaşa yükleyip, böylece işin içinden sıyrılmak istiyor olabilirler mi?

Milliyetçilik, militarizm ve savaşçı söylemlerin ve davranışların ardına sığınarak, ekonomik çöküşün, derin yoksulluğun, devasa pahalılığın, yaygın işçi, kadın ve bebek cinayetlerinin, çocuk tacizlerinin ve yaygın yolsuzlukların üzerini mi örtmeye çalışıyorlar?

Savaş işçi sınıfının düşmanıdır!

Savaş umacısı altında işçi sendikalarını ve demokratik kitle örgütlerini, siyasal partileri daha da zayıflatarak işçilerin, emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerini mi baskılamaya çalışıyorlar?

Ülkeyi bir savaşın içine sokarak, bizleri sonsuz bir insani zarara ve doğa yıkımına mı mahkûm etmeye çalışıyorlar?

Bilim, sanat ve kadın düşmanlığını körükleyerek ülkeyi Orta Çağ’ın karanlığına mı sürüklüyorlar?  

Sonuç: Savaşa karşı barış sözcüklerinin gücü!

Birinci Dünya Savaşında Bakhmut'ta savaşan ve daha sonra Kızıl Ordu’ya katılan, ikinci Dünya Savaşı sırasında ise Nazilere karşı verilen savaşın öneminin farkında olan, buna rağmen savaşta hayatını kaybeden 27 milyon Sovyet vatandaşının acısını derinden yaşayan, bu yüzden de savaşa karşı olan Sovyet şair Volodymyr Mikolayovich Sosiura, savaşa karşı müzakerenin (sözcüklerin) gücünü 1961 yılında yazdığı bir şiirinde şöyle anlatır (6):

“Sözün gücünü bilirim.

Bir süngüden daha keskindir

ve bir mermiden bile daha hızlı,

bir uçaktan daha hızlı.

Oh, mutluluk silahı: sözcükler!

Sizin yanınızda yaşamaya alıştım”…

Dip notlar:

(1)    https://www.aa.com.tr/tr/gundem/disisleri-bakani-fidan-israil-iran-savasi-bunu-yuksek-bir-ihtimal-olarak-degerlendirmek-gerekiyor (17 Ekim 2024).

(2)    https://www.bbc.com (1 Ekim 2024).

(3)    https://x.com/Alaattin_Aktas/status (17 Ekim 2024).

(4)    18. 10. 2024 Tarih ve 72 Sayılı  “Noterlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”, Md. 16

(5)    https://unctad.org/news/economic-crisis-worsens-occupied-palestinian-territory-amid-ongoing-gaza-conflict (12 September 2024).

(6)    https://thetricontinental.org/newsletterissue/the-ukraine-war-must-end (15 February 2024).

 

16 Ekim 2024 Çarşamba

Savunma Sanayi Destekleme Fonu

 

Denize düşen yılana sarılırmış…

Mustafa Durmuş

16 Ekim 2024


İsrail devletinin Orta Doğu’da, Gazze ve Lübnan başta olmak üzere neden olduğu insan ve doğa kıyımı sürerken, siyasal iktidar ülkemizin İsrail’in askeri olarak hedefinde olduğu açıklamasında bulundu. (1)

NATO üyesi ve dünyanın en büyük altıncı ordusuna sahip bir ülke olarak, üstelik de İsrail’in “Kutsal Topraklar” tanımı içinde yer almamasına rağmen, “bir sonraki hedef olduğumuzun” en yetkili ağızdan söylenmesinin ardındaki sır perdesi ise gündeme gelen bir torba yasa ile biraz aralanır gibi oldu.

Ekonomik ve sosyal kriz derinleşiyor!

Ancak önce bir arka plan okuması yapmakta yarar var. Şöyle ki son 40 yılın en derin krizini yaşayan Türkiye ekonomisi izlenen her türden emek karşıtı kemer sıkma politikasına rağmen krizden bir türlü çıkamıyor; enflasyon beklendiği hızda düşürülemiyor, üstelik de ekonomi aynı anda ciddi bir durgunluğa doğru sürükleniyor.

Yurt dışından beklenen sermaye akımları ise, başta carry trade olmak üzere spekülatif portföy yatırımları (sıcak para) ve yüksek maliyetli dış krediler dışında gelmiyor, bütçe ve genel devlet açığı ise giderek artıyor.

Sınıf mücadelesi sertleşiyor: “Zordayız, geçinemiyoruz!”

Kuşkusuz bu durum, başta işçiler ve emekliler olmak üzere, toplumun en zor durumdaki kesimlerinin tepkilerine neden oluyor. İşçiler birçok işyerinde grev ve iş yavaşlatma dâhil eylemlere başladı. Öyle ki alanlardan uzak durmayı tercih eden TÜRK-İŞ yönetimi dahi 20 Ekim’de Ankara’da “zordayız, geçinemiyoruz” mitingi düzenleme kararı aldı.

Kısaca, ekonomik krizin derinleştiği bu günler sınıf mücadelesinin de sertleşmeye başladığı günler. Siyasal iktidar ve temsil ettiği egemen sınıflar açısından böyle dönemleri atlatabilmenin en kestirme yolu, işçi sınıfını, emekçileri ve demokratik kitle örgütlerini baskı altına almaktan geçiyor, böylece onların seslerini kısarak örneğin ücret artışı taleplerini savuşturmaya çalışıyor. Bu arada giderek büyüyen bütçe açığını azaltabilmek için de yeni vergiler koyarak ilave gelir yaratmaya çalışıyor.

İşte böyle bir emek ve toplum karşıtı stratejinin hayata geçirilebilmesi için, dolayısıyla da açlığın, yüksek enflasyonun, işsizliğin, yoksulluğun konuşulmaması için, iktidar bloku bir yandan muhalefete el uzatıyormuş gibi yaparken, diğer yandan da militarist ve milliyetçi söylemleri yükseltiyor. Ülkemize yönelik savaş tehditlerinden, örneğin Orta Doğu’daki savaşı gerekçe göstererek, İsrail’in bir gece ansızın gelebileceğinden söz ediyor.

Ertelenen kanun teklifi

İki gün önce ertelenen torba yasadaki teklifi bu arka plana bakarak değerlendirmekte yarar var.

Bilindiği gibi, 11 Ekim’de “Savunma Sanayii ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” Meclis’e Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülmek üzere gönderilmişti. Ancak toplumun değişik kesimlerinden gelen yoğun tepkiler üzerine teklif geri çekildi ve şimdilik ertelendiği söylendi.

Bu teklifin analizi /ertelenmiş olsa da) önemini sürdürüyor çünkü bu teklif ülkedeki militarist otoriterleşme, askeri sanayi karması sektör ve vergileme arasındaki ilişkiyi de açığa çıkartıyor. Bu kanun teklifiyle Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun (SSDF) finansman kaynaklarının daha da güçlendirilmesinin amaçlandığı ileri sürülüyor. (2)

SSDF, kökleri 1985 yılına kadar giden ama asıl şeklini 2017 yılında alan bütçe dışı bir fon olup ve Savunma Sanayi Başkanlığı bünyesinde yer alıyor. Fonun karar mekanizması ise Savunma Sanayi İcra Komitesi (SSİK) ve bu komitenin başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan.

Bu Fon 5018 Sayılı Kanun’a tabi değil. Ödenek tahsisleri, serbest bırakma işlemleri bu kanuna tabi olmadığı gibi, Fon üzerinde TBMM’nin her hangi bir doğrudan denetim yetkisi de mevcut değil. TBMM adına hareket etse de Sayıştay Fonu sadece biçimsel olarak denetleyebiliyor. Bu denetim de genelde son derece yetersiz kalıyor. Fon’un denetimi asıl olarak, Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın iki yıl süreyle seçeceği bir kurul tarafından yapılıyor. (3)

Fon’un büyüklüğü      

2023 yılında Fonun bütçe büyüklüğü 135,1 milyar TL ve 2024 yılı bütçesi 162,5 milyar TL. 2023 yılında Fon 21 milyar TL’lik bir bütçe fazlası verdi. Fonun gelirlerinin yüzde 95’i vergilerden ve kalanı bağışlar ve TSK Güçlendirme Vakfı katkılarından; giderlerinin yüzde 91’i ise piyasalardan satın alınan mal ve hizmet bedellerinden oluşuyor.

Bu noktada bu satın alımların hangi sermaye gruplarından ve hangi fiyatlar ve koşullar altında yapıldığı önem kazanıyor. Örneğin bu tedarikçi gruplar içinde iktidara çok yakın silah ve mühimmat üreticilerinin olup olmaması önemli. Fon’a yönelik eleştirilerin başında bu konuda yeterli şeffaflığın olmaması geliyor.

Fon’un vergi geliri kaynakları

Fon’a her yıl Gelir Vergisinden yüzde 6, Kurumlar Vergisinden yüzde 6, Motorlu Taşıtlar Vergisinden yüzde 20 (yeni kanun teklifi ile küçük ölçekteki motosikletler de bu kapsama alınıyor), Veraset ve İntikal Vergisinden yüzde 25, alkollü içki ve tütünden alınan Özel Tüketim Vergisinden yüzde 20 pay aktarılıyor. Ertelenen teklifle Fon’a ayrıca 5,000 TL değerini aşan kol saatleri ve drone oyuncaklardan alınacak olan ÖTV de ekleniyordu. Özetle, Fon’un kaynakları asıl olarak emekçilerin ödediği gelir vergileri olmak üzere toplumun tüm kesimlerinden alınan vergilerden oluşuyor.

Meclis’e gönderilip de tepkiler üzerine görüşülmesi ertelenen kanun teklifine göre ise bu vergilere “katılma payı” adı altında yeni gelir kaynakları ekleniyor. Öyle ki:

1.    Her türden verilecek beyannameden (vergi, gümrük, muhtasar gibi) alınan Damga Vergisi kadar katılma payı (4) alınacak (Gelir Vergisi beyannamelerinde bu yarıya iniyor).

2.    Tapu ve kadastro işlemlerinden; taşınmazlarda hem satın alan hem de satandan 750’şer TL ve diğer işlemlerden 375 TL alınacak.

3.    Limiti 100 bin TL’nin üzerinde olan kredi kartlarından kart başına 750 TL (yıllık) katılma payı alınacak.

Noterlik işlemlerinden; taşınmazlarda alıcı ve satıcıdan 750’şer TL, ilk araç tescilinde 3,000 TL, daha önce tescil edilmişlerde 1,500 TL ve diğer noterlik işlemlerinde 75 TL katılma payı alınacak. (5)      

 Beklenen gelir

Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılacak katılma payı tutarı 2025 yılı için 69,3 milyar TL olarak hesaplanıyor. Şöyle ki (yapılan etki analizine göre), 100 bin TL üzeri limiti bulunan kredi kartlarından 13,1 milyar TL, beyannamelerden 28,8 milyar TL, tapu ve kadastro işlemlerinden 9 milyar TL ve noter işlemlerden de 18,4 milyar TL gelir sağlanması öngörülüyor. Ayrıca motor gücü 100 cc altındaki motosikletlerden alınacak MTV tahsilatının yüzde 20’si de fona aktarılacak. (6)

Adaletsiz bir düzenleme

Bu düzenleme, adına her ne kadar vergi denmese de, Anayasa’da yer alan mali güce göre vergi alma ilkesine (Md. 73) aykırı. Çünkü 100 bin TL’lik kredi kartı sınırını aşan çok sayıda mükellef söz konusu ve bunların harcama güç ve kapasiteleri aynı değil.

Ayrıca bir tür dolaylı vergi gibi değerlendirilebilecek bu katkı payı ve diğer vergiler adaletsiz dolaylı vergilerin vergi sistemi içindeki payının daha da artmasıyla sonuçlanacaktır. Oysa sistem içindeki dolaylı vergilerin payının azaltılması, buna karşılık Gelir, Kurumlar ve Servet Vergileri gibi dolaysız vergilerin payının artırılması toplumun büyük bir kesiminin yararınadır.

Sermayeye taviz, emeğe ilave yük!

Keza aynı kanun teklifinde “yapılmakta olan yatırımlara”, “henüz tamamlanmadıkları gerekçesiyle”,  enflasyon düzeltmesinden vazgeçilerek daha fazla vergi ödenmesini önleyen bir düzenleme yapılırken, tüketicilere harcanmamış, borca dayalı gelirlerinden vergi alınması büyük haksızlık.

Aynı teklifte yapılan bu iki düzenleme, iktidarın sermaye kesiminin vergi yükünü azaltırken, emekçilerin vergi yüklerini nasıl artırmak istediğini ortaya koyuyor.

Çünkü etki analizinde, “enflasyon düzeltmesinin yatırım döneminde ertelenmesine dönük düzenleme ile 16 milyar TL vergi ertelemesi yapılacağı kaydediliyor. 2024 yılı ikinci geçici vergi döneminde 20 bin 6 mükellefin yatırımlar hesabını düzeltme işlemine tabi tutulduğu ve yaklaşık 200 milyar TL enflasyon düzeltmesi kârının ortaya çıktığı belirtilen etki analizi raporunda şu tespitler yer alıyor:

“Bu mükelleflerin mali tablolarındaki kâr/zarar durumları (Kurumlar Vergisi mükelleflerinin yaklaşık yarısı kâr beyan etmektedir) ile efektif Kurumlar Vergisi oranı (yüzde 10) dikkate alınarak yapılan analizde yıllık yaklaşık 16 milyar TL vergi ertelemesi söz konusu olacaktır. Bu miktar yatırımların tamamlandığı sonraki dönemlerde yeniden değerleme oranları uygulanmak suretiyle tahsil edilecektir.”(7)

Bu kanun teklifini Orta Vadeli Program’da yer alan sıkı maliye politikalarının ilk adımı ve ekonomik krizin bedelini halka ödettirmenin bir aracı olarak görmek daha doğru olur. Ancak bu vergiler de çözüm olmayacağı gibi, ikinci çeyrekten bu yana daralan ekonominin bu kez küçülmesiyle sonuçlanabilecektir.

Bu teklifi değerlendirirken, iktidarın daha önce Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun şans oyunlarından gelen kaynağını yarı yarıya düşürerek Demirören Grubuna sağladığı haksız kazanç ve neden olduğu kamu geliri kaybı da unutulmamalı. (8)

Ulusal güvenlik için ayrılan kaynak yetersiz mi?

Bakan M. Şimşek bu kanun teklifini savunurken, “toplanacak bu paralarla ülkeye çelik kubbe yapılacağını böylece de hava savunma sisteminin güçleneceğini” ileri sürdü. (9)

Diğer yandan, ulusal güvenlik meselesi toplumu bir korkutma ve buradan hareketle de bütçe açıklarını kapatma ve yandaş silah şirketlerine kaynak aktarma aracı olarak kullanılmamalıdır.

Zira Cumhurbaşkanlığının verilerine göre (10); 2024 yılında ulusal güvenliğe ayrılan kaynak SSDF ile birlikte 1,2 trilyon TL’yi buluyor. (Merkezi Yönetim Bütçesinin yüzde 10,2’si).

Bunun ne anlama geldiği bütçeden 2024 yılında diğer programlara ayrılan paylara bakılarak daha iyi anlaşılabilir. Örnek olarak, Program bazında; İstihdam için 238,1 milyar TL, Toprakların Kullanımı ve Yönetimi için 121 milyar TL, Tarım için 142,3 milyar TL (2023), Orman ve Doğanın Korunması için 22 milyar TL, Kültür ve Turizm için 28 milyar TL, Gençlik için 8,5 milyar TL ve Kadının Güçlendirilmesi için 3,8 milyar TL kaynak ayrılmış bulunuyor.

Kısaca, kaynaklar giderek daha fazla ulusal savunmaya ayrıldıkça diğer hizmetler için yeterince kaynak kalmıyor. Oysa eğitim ve sağlık hizmetlerindeki son dönemde artan kötüleşme, öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek verilememesi, başta üniversite öğrencilerinin barınma sorunu olmak üzere, ülkede bir krize dönüşmeye başlayan barınma sorunu gibi sorunlar abartılmış bir ulusal güvenlik algısı yaratarak göz ardı edilmemelidir.

Sonuç olarak

Bir ülkenin gücünün asıl göstergesi “çelik kubbe” gibi aparatlara sahip olmaktan ziyade, sosyal adalet, insan hakları, eşit yurttaşlık ve hukukun üstünlüğünün yanı sıra, temel kamusal mal ve hizmetlerin nicelik ve niteliği ve tüm yurttaşların bu hizmetlerden asgari maliyetle faydalanabilmeleridir.

Bu bağlamda, “saldırı tehdidi altındayız” algısı yaratmaktan vazgeçilmeli ve tüm kaynakların, TBMM denetimine tabi olacak şekilde bütçe içine alınması sağlanmalı, kaynaklar daha etkin ve verimli bir biçimde dağıtılmalı, kullanılmalı ve bu bakış açısı 17 Ekim’de Meclis’e gelecek olan 2025 Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifine de yansıtılmalıdır.

Kaynak için, yeni vergiler ya da katılma payları yerine öncelikle, bu yılın ilk 6 ayında 653 milyar TL’yi bulan ama sadece 58 milyar TL’si tahsil edilebilen (yüzde 9,1) vergi, para ve idari cezalar tahsilatı yoluna gidilmelidir. (11)

Keza sermayeye bu yıl için sunulan ve 2 trilyon TL’yi bulan vergi indirim, muafiyet ve istisnalardan vazgeçilmelidir. Olası bir saldırıdan potansiyel olarak en fazla zarar görebilecek kesim büyük mülklerin, işyerlerinin ve zenginliklerin sahibi olan sermaye sınıfı olacağından, eğer bir çelik kubbe inşa edilmek isteniyorsa bunun finansmanı bu kesimlerden alınacak servet vergisi ile yapılmalıdır.

Asıl yapılması gerekense; emperyalist, Siyonist saldırganlığa karşı dururken,  tüm halkların eşitliğini ve kardeşliğini ve barışı savunmaktır. Eşitliği sağlayacak, yoksulluğu ortadan kaldıracak, doğa ile dost, ezilen kimlikleri ve kadını güçlendiren, sınırların, toplumsal sınıfların ve savaşların olmadığı bir dünya inşa etmek, bunun için de emperyalist kapitalist sisteme karşı çıkmak gerekir.  

Dip notlar:

(1)  https://www.youtube.com/watch ( 15 Ekim 2024).

(2)  11.10.2024 Tarih ve 71 Sayılı “Savunma Sanayii ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”.

(3)  T.C. Savunma Sanayi Başkanlığı, Savunma Sanayi Destekleme Fonu 2023 Düzenlilik Denetim Raporu (Eylül 2024), s. 11-12.

(4)  Düzenlemenin neden vergi değil de katılma payı olarak yapıldığı konusunda bak: https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bati/katilma-payi-gorunumlu-vergi (15 Ekim 2024).

(5)  11.10.2024 Tarih ve 71 Sayılı “Savunma Sanayii ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda    Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”.

(6)  https://www.ekonomim.com/ekonomi/katilim-payi-693-milyar-lira-gelir-yaratacak-haberi (15 Ekim 2024).

(7)  Agh.

(8)  https://www.sozcu.com.tr/savunmanin-piyangosu-demiroren-in-cebine-gitti (15 Ekim 2024).

(9)  https://www.bloomberght.com/simsek-celik-kubbe-insa-edilecek (15 Ekim 2024).

(10)               T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Vatandaşın Bütçe Rehberi, 2024 Yılı Bütçesi, s. 7-14.

     (11)               https://x.com/Alaattin_Aktas/status/1845189665990545806/photo/1 (12 Ekim 2024).      

                                                                                




B

11 Ekim 2024 Cuma

Gelir eşitsizliği

 

Yüksek enflasyon kötüdür peki ya gelir eşitsizliği?

Mustafa Durmuş

12 Ekim 2024


Siyasal iktidar enflasyonla mücadeleyi her şeyin önünde tutan bir görüntü sergiliyor. Bu yüzden de öncelikle bu konuda şu ana kadar nasıl bir gelişme sağlandığına bakalım.

Bu hafta TÜİK Eylül ayı enflasyonunu (TÜFE) açıkladı. Buna göre Eylül ayında enflasyon; aylık yüzde 2.97; yıllık (bir önceki yılın aynı ayına göre) yüzde 49,4; bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 35,9 ve 12 aylık ortalamalara göre yüzde 63,5 olarak gerçekleşti.

Özellikle de hizmetler sektöründeki enflasyon yüksekliğini koruduğu anlaşılıyor. Öyle ki Eylül’de eğitim hizmetlerinde aylık enflasyon yüzde 14,2; alkollü içecekler ve tütünde yüzde 4,2 ve konutta yüzde 4,2 oldu. (1)

ENAG ile TÜİK verileri arasındaki farkın 39 puan gibi (yıllık enflasyonda) çok yüksek düzeyde olması ise, resmi verilerle ilgili güven sorununun devam ettiğini gösterirken, enflasyonun olduğundan düşük gösterilmesinin dar gelirli emekçilerin ve emeklilerin gerçekte çok daha fazla kayba uğramalarıyla sonuçlanıyor.

Dezenflasyon işlemiyor

Her ne kadar Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek enflasyonu düşürme programının (dezenflasyon) başarılı bir biçimde yürüdüğünü ileri sürse de, Ağustos ayında yıllık enflasyonun yüzde 51,9 olduğu göz önüne alındığında, enflasyondaki gerilemenin sadece yüzde 2,5 olduğu ve bunun büyük ölçüde baz etkisinden kaynaklandığı ileri sürülebilir.

Keza geçen yıl Ağustos ayında yıllık enflasyonun yüzde 61,5 olduğu dikkate alındığında, bir yılda enflasyondaki düşüşün sadece yüzde 12 olduğu görülüyor (ayda ortalama 1 puan). İlave olarak, aylık enflasyonun Ağustos ayında yüzde 2,4 olması; buna karşılık Eylül ayında 0,49 puan artarak yüzde 2,97’ye çıkmış olması, dezenflasyonun beklendiği gibi işlemediğini ortaya koyuyor (bu süreçte aylık enflasyonun yüzde 3 gibi yatay bir seyir izlediği görülüyor).

Enflasyonu düşürmek önceliği farklı kesimler için farklı öneme sahip!

İktidarın, en azından söylemde, neden enflasyonu düşürmeyi öncelediği anlaşılabilir bir durum. Çünkü yüksek enflasyon piyasaların esasını oluşturan fiyat mekanizmasının beklendiği gibi işlemesini zorlaştırdığı gibi (piyasalarda fiyat alıp vermek zorlaşıyor), yabancı kaynak girişini de olumsuz etkiliyor.

Öte yandan, ekonominin ciddi boyutlarda yabancı kaynak girişine ihtiyacı olduğu da çok açık. Enflasyonun yol açtığı hayat pahalılığının iktidarı seçmen nezdinde yıpratması ve iktidar partilerinin oylarının erimesi de işin başka bir boyutu. Özetle, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Bakan Şimşek açısından olmak üzere, siyasal iktidar için yüksek enflasyon adeta bir türlü defedilemeyen bir belaya dönüşmüş durumda.

En yoksulun gıda enflasyonu en zengininkinin iki katından fazla!

Yüksek enflasyon halk açısından da (farklı nedenlerden ötürü), çok ciddi bir sorun çünkü en çok en düşük gelirli insanları vuruyor.

Örneğin, gıda enflasyonunun gelir gruplarıyla ilişkisini ele alan DİSK-AR’ın raporuna göre, en düşük gelirli yüzde 20’lik grubun gıda enflasyonu yüzde 77,7’ye kadar çıkarken, en yüksek yüzde 20’lik grubun gıda enflasyonu yüzde 30,8 oldu. Emeklilerin gıda enflasyonu ise yüzde 60,3 olarak hesaplanıyor. Yani en yoksulun enflasyonu en zengininkinin iki katından fazla. (2)

Daha geniş bir tanımla, “zaruri ihtiyaçlar” enflasyonunun yüzde 57, manşet enflasyonun yüzde 52 olduğu, yüzde 20’lik gelir gruplarına göre zaruri ihtiyaç harcamasının en düşük gelirli hanelerde yüzde 73 ve en yüksek hanelerde yüzde 43 paya sahip olduğu dikkate alındığında (3), enflasyonun teknik bir konu değil, sınıfsal bir konu olduğu anlaşılıyor. Yani enflasyon asıl olarak işçileri, emekçileri, emeklileri ve yoksul halkları vuruyor.

Enflasyonu esas olarak emekçilerin ücretlerindeki artışa bağlayan iktidarsa, Venezüella’dan sonra dünyanın en yüksek faiz oranlarını uygulayarak, tüketicilerin borçlanma maliyetini artırıyor, borç yükünü daha da ağırlaştırıyor, yatırım kredisi kullanımını daraltarak yatırımları azaltıyor ve ekonomiyi daraltıyor, işsizliği artırıyor ve insanları daha da yoksullaştırıyor.

Aynı kaygı gelir dağılımı adaletsizliği ile ilgili olarak duyulmuyor!

Diğer taraftan siyasal iktidar enflasyonla ilgili olarak duyduğu kaygıyı, “enflasyonla mücadele” adı altında yürüttüğü yüksek faiz ve ücretleri dondurma politikalarının neden olduğu gelir dağılımı adaletsizliği ve artan yoksulluk konusunda duymuyor.

Aksi olsaydı 1,2 trilyon liralık bir faiz ödemesiyle sonuçlanan ve zengini daha da zengin ederken emekçilerin vergi yükünü artırarak onları daha da yoksullaştıran Kur Korumalı Mevduat (KKM) politikalarını hayata geçirmezdi  (çünkü bu uygulamaya, döviz kurunun artmasını, dolayısıyla da enflasyonun artmasını önlemek amacıyla yöneldiklerini açıklamışlardı).

Aslında, yıllardır neo liberal iktidarların, yandaş medyanın, yandaş ekonomistlerin, siyasetçilerin ve bazı bürokratların, zenginleri daha da zenginleştirerek servetin sermaye sınıfına doğru akmasına izin vermekten, hatta bu olanağı onlara sağlamaktan rahatsız olduğu söylenemez. İktidar, siyasal bir tercih yaparak adeta bu sınıfın adına hareket ediyor. Bu yüzden de “önce enflasyonu düşürelim, yoksulluk kendiliğinden azalır” gibi oyalamalar ve “sabır dilemek” dışında artan eşitsizliğe ve yoksulluğa pek aldırış etmiyor.

Nitekim iktidar, yüksek enflasyona halkın yaptığı harcamaların neden olduğunu ileri sürerek, örneğin asgari ücreti bu Temmuz ayında yükseltmediği gibi, bundan böyle ücret zammının gerçekleşen değil, “hedeflenen (beklenen)” enflasyona göre yapılacağını açıkladı. (4) Bu da önümüzdeki yıl işçi ve memur zamlarının çok düşük kalacağını gösteriyor.

Türkiye, Avrupa’da gelir eşitsizliği en yüksek olan birinci ülke!

Diğer yandan ülkedeki gelir dağılımı verileri korkutucu bir hal almaya başladı ve bu kötüleşme hızlı bir biçimde sürüyor.

Öyle ki TÜİK verilerine göre (5, Türkiye’de en zengin yüzde 20’nin içinde yer alan nüfus, milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde 10’luk nüfus en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor (Gelir Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,52 ve Servet Gini katsayısı 0.84 olarak hesaplanıyor).

Ayrıca aşağıdaki tabloya göre, 2014-2023 yılları arasında, hane halkı kullanılabilir geliri dağılımında, son yüzde 20’lik en zengin grubun payı yüzde 2,8 artarken, diğer bütün grupların payı düştü. Özellikle üçüncü ve dördüncü yüzde 20’lik grupların yüzde – 2’lik kaybı orta sınıfın nasıl eridiğini gösteriyor.

Yani gelir ve servet dağılımı açısından ülkede büyük bir uçurum söz konusu (benzer kişi başına gelir düzeyine sahip ülkelere kıyasla).

Öyle ki en üstteki yüzde 1’lik ve en üstteki yüzde 10’luk nüfus, milli gelirin yaklaşık yüzde 19 ve yüzde 52’sini ve toplam servetin yüzde 37’sini ve yüzde 68’ini alıyor. Avrupa genelindeki en zengin yüzde 1’in gelirden aldığı pay ise ortalama yüzde 11,5. Bu haliyle Türkiye, Avrupa’da gelir eşitsizliği en yüksek olan ülke konumunda. (6)

Milli gelirin üretim faktörleri arasındaki dağılımı

Türkiye’de bölüşüm ilişkilerindeki gelişim “İSO 500” çalışmalarından izlenebilir. İSO 500, 1982’den bu yana Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarında yaratılan “net katma değerin” üretim faktörleri arasında nasıl pay edildiğini gösteriyor. Buna göre milli gelirin kabaca üçte ikisi kâr ve faiz geliri sahiplerine, üçte biri ise ücretlilere gidiyor.

“2023 yılında İSO 500’ün yarattığı net katma değer içinde milli gelir anlamında kârın payı 2022’deki yüzde 54,5 düzeyinden yüzde 36,1’e gerilerken, ödenen faizlerin payı yüzde 18,6’dan yüzde 25,2’ye ve ödenen maaş ve ücretlerin payı ise yüzde 26,9’dan yüzde 38,8’e yükseldi”. (7)

Ancak kârın payının düşmesi ve ücretlerin payının artmasında,  2023 yılındaki yüksek nominal ücret artışlarının ve erken emeklilik düzenlemesi (EYT) kapsamındaki ikramiye ödemelerinin etkili olduğunu vurgulamakta yarar var. Öyle ki ücretlerin payı halen 2021 öncesi seviyelerinin altında bulunuyor.

Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, 2015-2023 arasında ödenen maaş ve ücretlerin katma değer içindeki payı yaklaşık yüzde 32 oranında azalırken, faizin payı yüzde 61 ve kârın payı yüzde 26 oranında arttı. Bu dönemde ücretli çalışan sayısında ise milyonları aşan artışlar oldu. Bu da kişi başı ücreti reel olarak düşürdü.

 

Net katma değerin faktör gelirlerine göre dağılımı (%)

 


Sistemik nedenler ve siyasal tercihler etkili

Gelir dağılımı eşitsizliği ve onun beslediği derin yoksulluk kapitalist sistemin işleyiş biçiminin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Yoksulluk, bu bağlamda, kader ya da sıradan insanların kişisel bir başarısızlığının değil, sınıflara bölünmüş kapitalizmin ve kapitalist devleti yönetenlerin politik tercihlerinin bir neticesidir. Çünkü bu sistemde (özellikle de neo liberalizm altında), emek gelirleri baskılanırken, sermaye gelirlerinin devasa bir biçimde artmasına izin verilir.

 


Bu duruma gelinmesinde siyasal iktidarların da çok büyük sorumluluğu var. Zira “ikincil bölüşüm ilişkileri” denilen, yani para (faiz), maliye/vergi ve harcama politikaları, eğer emek karşıtı ise, devlet bütçesini emekçilerin, yoksulların aleyhine değiştirir ve mevcut adaletsizliği daha da artırır.

Yoksulluk yardımlarındaki artış yoksulluğun arttığını gösteriyor!

Yoksulluğun diğer yüzünde artan yoksulluk yardımları var. Bu durumu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın son verileri gözler önüne seriyor.

Öyle ki Temmuz ayında; 3.792.340 haneye düzenli sosyal yardım harcaması yapıldı. 3.658.880 haneye elektrik tüketim desteği, 598,902 haneye doğalgaz tüketim desteği verildi ve 8.346.946 kişinin Genel Sağlık Sigortası primi Bakanlıkça ödendi. (8) AKP’li yıllar boyunca, yoksulluk ortadan kalkmadığı gibi daha da arttı, zira adeta bir “sadaka ekonomisi” altında iktidarların iktidarda kalmalarına hizmet edecek bir biçimde yönetildi.

Yoksulluğun diğer boyutu bireysel borçlanmadaki artış

Öyle ki bu yılın ilk 7 ayında bireysel kredi ve kredi kartını ödeyemeyen kişi sayısı 1.000.063 bin kişiye ulaştı, protesto edilen senet miktarı geçen yıla göre yüzde 175 artarak 22 milyar lirayı buldu. İlk 8 ayda karşılıksız işlemi yapılan çek miktarı yüzde 225 artarak 102 milyar liraya ulaştı ve her ay ortalama 250.000’e yakın insanımız kredi ve/veya kredi kartı borçlarından dolayı yasal takibe düşmeye başladı. Bunlar adaletsiz gelir dağılımı ve yoksullaşmanın bireysel borçluluğu da artırdığını gösteriyor. (9)

Aylık faiz ödemelerinde yaşanan patlama

Yoksulluğu artıran bir diğer faktör kamu gelirlerinin yoksulluğu azaltan mal ve hizmet üretiminden ziyade faiz ödemeleri için kullanılması. Türkiye sadece yerli para cinsinden değil, yabancı para cinsinden de çok yüzsek faizler ödüyor. Öyle ki 10 yıllık kamu tahvillerinin faizi, ABD’de de yüzde 3,96 iken, bu oran Türkiye’de yüzde 27,8. Neredeyse yüzde 24 puan kadar net getiri farkı söz konusu. Bu da büyük bir yoksullaşmaya neden oluyor.

Ayrıca aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, son dönemde Hazine’den yapılan aylık faiz ödemelerinde çok büyük bir artış söz konusu. Vergi gelirlerinin halkın ihtiyaçlarını karşılamaya dönük sosyal harcamaları karşılamak yerine faiz ödemelerinde kullanılması, servet zenginlerinin zenginliğini artırırken, halkın daha da yoksullaşmasıyla neticeleniyor. Keza sıkı para politikaları enflasyonu düşürürken, aynı zamanda da işsizliği körüklüyor, sendikaları zayıflatıyor ve işçilerin toplu pazarlık gücünü azaltıyor.

Dolayısıyla bu politikalar tarafsız politikalar değil, emek karşıtı, sermaye dostu yeniden bölüştürücü politikalardır. Nitekim bu süreçlerde finansal piyasaların, bankaların, sigorta şirketlerinin ve genel olarak finans kuruluşlarının, özellikle de spekülasyona dayalı kârları artmaya devam etti.

Servet vergisi kısa vadede çözüm olabilir

Böylece, yüksek enflasyon koşullarında çalışan halk sınıflarının yaşam standardını korumaya dönük emekten yana bir mücadele programı, kaçınılmaz olarak uzun vadede neo-liberalizme ama asıl olarak da kapitalizme karşı olmak zorundadır. Ancak kısa vadede sistem içi çözüm önerilerine de ihtiyaç olduğu çok açıktır.

Bu bağlamda, sistem içi bir öneri olarak; yüksek enflasyonla mücadele edilirken, aynı zamanda işsizliği kalıcı olarak azaltan, topluma yararlı yeni kamusal yatırımları fonlayarak hayata geçiren, adil bir gelir ve servet dağılımını gerçekleştiren vergi ve harcama politikaları ve yaşanabilir bir ücreti esas alan gelir politikası hayata geçirilmelidir.

Bu çerçevede, milli geliri büyütmek ve gelir ve servet dağılımını iyileştirmek istiyorsak bunu kısmen yüksek düzeydeki servetleri vergilendirerek yapmak mümkündür. Büyük servetleri olanlardan bu servetlerin bir kısmını artan oranlı bir “servet vergisi” ile alıp bunu, bu kaynağı kalkınmacı ve doğa dostu kamusal yatırımları fonlamak için kullanmak gerekir.

Ana akım iktisatçılarsa, uygulanacak bir servet vergisiyle servet eşitsizliğini azaltmanın -“halkın elinde çok fazla paranın toplanmasıyla sonuçlanacağına, bunun da enflasyonu yükselteceğine inanırlar. Yani insanların birdenbire harcayacak daha fazla parası olduğunda fiyatların (sihirli bir şekilde) yükseleceğini düşünürler (!).

Oysa fiyatları belirleyen ve kârlarını şişirmek için insanların elindeki fazla nakitten yararlananların asıl olarak sermayedarlar olduğu bir gerçektir. Bu kesimler, bu gerçeği gizleyebilmek için enflasyon ve aşırı şirket kârları arasındaki bağlantının üzerini örtmeye çalışırlar.

Servet üzerinden alınacak vergiden sağlanacak geliri; ücret ve gelir artışları, “temel gelir güvencesi”, sosyal yardımlar gibi yollarla tasarrufları olmayan ve bu nedenle gelirleri açısından oldukça savunmasız durumda olanlara, yani daha düşük gelirli olanlara yeniden dağıtırsak yaptığımız şey, aldıkları her lirayı neredeyse harcayacak olan insanlara ilave harcama yapma gücü aktarmakla aynı şey olacaktır. Bu da “ücret sürümlü bir ekonomik büyüme” nin önünü açacaktır ki bu kısa vadede ekonomik toparlanmanın sağlanmasına hizmet edebilir.

Sonuç olarak

Yüksek enflasyon ve gelir dağılımı adaletsizliği birbirleriyle doğrudan ilişkili olan ancak her ikisi de kapitalist sistemin işleyiş biçiminin kaçınılmaz sonuçları olan ciddi sorunlardır. Bu sorunların patlak vermesinde burjuvazinin kontrolü altındaki siyasal iktidarların izlediği ekonomi politikalarının da büyük rolü vardır.

Böyle iktidarlar ekonomideki istikrarlı bir fiyat işleyişi sağlayabilmek ve böylece kârlı bir sermaye birikimini sürdürebilmek için yüksek enflasyonu düşürmek zorundadırlar. Bu ayrıca Türkiye’de olduğu gibi, acil yabancı kaynak girişini sağlayabilmek de için gereklidir.

Diğer yandan, iktidarlar yüksek enflasyonla daha da adaletsiz bir hal alan gelir ve servet dağılımını düzeltmek için ciddi her hangi bir çaba içine girmezler. Aksine işçi sınıfının örgütlerini zayıf, toplumsal muhalefetin güçsüz olduğu dönemlerde enflasyonu düşürmek bahanesiyle gelir ve servet adaletini daha da bozacak politikalar uygularlar. Sıkı para ve sıkı maliye politikası, sıkı gelir politikası ve kur korumalı mevduat gibi uygulamalar bunların başında gelir.

Bu gidişatın tersine çevrilmesi ancak güçlü bir sınıf ve halk hareketi ile mümkündür. Kısa vadede neo liberalizm ile hesaplaşmayan hiçbir politikanın gelir ve servet dağılımı adaletsizliğini düzeltmesi beklenmemelidir.

Dip notlar:

(1)    TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Eylül 2024, https://data.tuik.gov.tr (3 Ekim 2024).

(2)    DİSK-AR, “Enflasyon sınıfsal bir meseledir”, https://arastirma. disk. org.tr (3 Ekim 2024).

(3)    https://x.com/SelvaBaziki ( 6 Ekim 2024).

(4)    T.C. Cumhurbaşkanlığı Bütçe ve Strateji Başkanlığı, Orta Vadeli Program (2025-2027), (Eylül 2024).

(5)    TÜİK, Gelir Dağılımı İstatistikleri, 2023, https://data.tuik.gov.tr (29 Ocak 2024).

(6)    World Inequality Database (Eylül 2024).

(7)    İstanbul Sanayi Odası, Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu, 2023 (Haziran 2024), s. 103.

(8)    https://x.com/inanmutlu1(9 Ekim 2024).

(9)    Agi.