12 Kasım 2025 Çarşamba

Kalkınma, Barış,Demokrasi

 

“Barış” ve “demokrasi”: ekonomik ve sosyal kalkınmanın alt yapısı

Mustafa Durmuş

12 Kasım 2025


Türkiye ekonomisinin birçok yapısal problemi var. Bunların başında onlarca yıldır ekonominin yılda ortalama %4-5 büyümesine rağmen, ülkenin ekonomik ve sosyal olarak kalkınamaması ve gelişememesi geliyor. Hatta son 22 yıldır ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda gerilediği bir gerçek.

Bu neden böyle?

Öncelikle ekonomik ve sosyal kalkınmadan ne anladığımızı açıklayalım. Bu, “toplum refahı­nın artırılmasını hedefleyen ekonomik ve sosyal dönüşümü     ifade eden bir kavram. Yani kişi başı milli gelir büyümesini ve kalkınmayı da (sanayileşme dahil) içeren sosyoekonomik yapısal bir dönüşümü anlatıyor. Öyle ki büyüme olmadan kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün olmazken, kalkınmaksızın bir ekonomiyi büyütebilmek mümkün.

“Ekonomik ve sosyal kalkınma; üretici güçlerde kesintisiz bir gelişme ve dinamizm, ekonomik, sosyal, toplumsal ve siyasal yapıların değişerek insan yaşamının maddi ve manevi alanlarda ilerlemesi, birey ve toplum refahının artması, yani sosyoekonomik yapısal bir dönüşümü” anlatır. Buna karşılık “ekonomik büyüme” bu kalkınma sürecinin ilerleticisidir ve kişi başı milli gelirdeki artışla ifade edilir. Kısaca Türkiye örneğinde olduğu gibi, tek başına yüksek ekonomik büyüme bütüncül bir kalkınmayı sağlamazken, ülkedeki başta gelir ve servet eşitsizlikleri olmak üzere eşitsizlikleri daha da artırabilmektedir.

Kapitalizm altında kalkınabilmek mümkün mü?

Daha somut bir ifadeyle, ekonomik ve sosyal kalkınma; sanayileş­me, kişi başı gelir artışı (büyüme), adil bir gelir dağılımı, etkin bir kaynak tahsisi, ileri teknoloji, sosyokültürel ilerleme, demokrasi ve insan hakla­rı, nitelikli eğitim, sağlık, barınma ve sosyal güvenliğin insan hakkı olarak kabul edilmesi, çevre bilincinin gelişmesi, kadının güçlendirilmesi, hakkaniyetli bir kamu yönetimi, eşit yurttaşlık, engelli haklarının tanınması, ekolojik olarak sürdürülebilir bir ekonomi ve bir bütün olarak adaletli bir top­lum kurmayı anlatır. (1)

Bu tanım, günümüzde kapitalizm altında bu içerikte bir kalkınmanın sağlanmasının artık imkânsız olduğu gerçeği ile yüzleşmemizi gerektiriyor. Nitekim Türkiye dahil azgelişmiş ülkelerin kapitalist sistem içinde ekolojiyi koruyarak sanayileşebilmesi ve ekonomik anlamda dahi kalkınabilmesi artık kapitalizmin hem asıl olarak kâr amaçlı bir sistem olması hem de uzun süreli krizleri ve durgunlukları nedeniyle oldukça zordur.

Kalkınmanın barış ve demokrasi ile ilişkisi

Ünlü kalkınma iktisatçısı Amartya Sen iktisadi kalkınmayı, öz itibarıyla “insani kapasitenin ve özgürlüklerin geliştirilmesi” olarak tanımlar. Ona göre, “asıl kalkınma unsu­ru, insanların tercih yapabilmeleri anlamında kapasiteleridir”. Bu kapasitelerin varlığı, insani gelişimin odağında yer alır. Kapasiteler koşullarla, değerler­le değişir ve arzularla gelişir. Aşırı yoksunlukla sınırlandırılmış olan temel kapasitelere sahip bulunmak bugün artık yeterli değildir. İnsanların kendi yaşam öyküleri için geliştirilmiş kapasiteler giderek zorunlu hale gelir. Sen, herkesin daha uzun ve refah içinde yaşamak, iyi sağlık, eğitim, toplumsal yaşama aktif ka­tılım gibi temel kapasitelere erişme hakkının kabul edilmesini kalkınmanın ilk koşulu olarak kabul eder. (2)

“Özgürleşerek kalkınmak”

Bir başka anlatımla, A. Sen’e göre, kapitalizmin neden olduğu sorunlarla baş edebilmenin ve sosyoekonomik kalkınmanın yolu “bireyin özgürleştirilme­si konusunu işin merkezine almaktan” geçiyor. Ancak bireysel özgürlükleri belirleyen ya da kısıtlayan sosyal, politik ve ekonomik koşullar ve fırsatlar da çok önemlidir. Dolayısıyla birey ve sosyal düzenlemeler birbirini tamamlayan şeylerdir, birbirinden kopuk değildir. Kalkınma için sosyal ve kurumsal düzenlemeler yapılması da şarttır.

Özetle, eş anlı olarak bireyin özgürleşmesini merkeze aldı­ğımız kadar, sosyal etkilerin bu bireysel özgürleşmeyi etkilediği gerçeğini de kabul etmek durumundayız. Bu yüzden bireysel özgürlük toplumsal bir taahhüt olarak görüldüğünde, sözü edilen yoksunluklarla mücadele etmek mümkün olabilir.

John Rawls’a göre ise kalkınma, “tüm bireylerin temel haklara, özellikle de herkesin potansiyelini mümkün olduğunca gerçekleştirmesi­ni sağlayacak bir çerçevede faaliyet gösterme hakkına sahip olduğunun kabul edilmesi” olarak tanımlanabilir. Bu anlayış, salt ekonomik bakışa kökten karşı çıkan ve kalkınmayı sosyal, politik ve ekonomik düzende öz­gürlükle özdeşleştiren bir tanımda en uç biçimini bulur. (3)

Türkiye’de yıllardır insani kapasiteler yok ediliyor!

Türkiye’nin de aralarında olduğu birçok azgelişmiş ülke ise bu­güne kadar bu kapasiteleri yaratmadan, hatta mevcut kapasiteleri daha da aşındırarak, vasatı temel alarak, demokrasiyi giderek yok ederek, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak (hatta daha da kısıtlayarak) ekonomik büyümesini sağladı.

O halde toplumcu bir ekonomik ve sosyal kalkınma hedefinden sapmadan, orta vadede kalkınmanın alt yapısını yaratmamız gerekiyor. Bu beklendiği gibi, beş yıllık kalkınma planlarının ve orta vadeli programların yapılması, buna uygun olarak seçili sektörlerde yeni yatırımların teşvik edilmesi gibi araçların kullanımının ötesinde, temel bir alt yapıyı inşa etmekten geçiyor: “barış ve demokrasinin inşası”. Çünkü bu ikisi bir önkoşul olarak gerçekleştirilmeden ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanabilmesi imkansızdır.

Alt yapı olarak barış

Dünyanın çok çalkantılı bir dönemden geçtiği malum. Bugün, 1980'lerden bu yana hiç olmadığı kadar çok insan silahlı çatışmalarda hayatını kaybediyor. Aktif savaşların sayısı tarihsel olarak çok yüksek seviyede. Bu savaşların etkileri askeri alanın çok ötesine uzanıyor: ölümlerin yanı sıra, milyonlarca insan yerinden ediliyor, gıda ve enerji üretimi sekteye uğruyor, doğa tahrip ediliyor, iklim değişikliği ile mücadele programları ve kalkınmaya yönelik sosyoekonomik çabalar bir kenara itiliyor. Öncelik, başta ABD ve Avrupa’da olmak üzere, silah sanayine ve askeri harcamalara veriliyor.

Son 75 yılda 145 ülkede yaşanan 115 çatışmaya ait verileri kullanan bir makale savaşların ekonomilerde derin ve kalıcı izler bıraktığını, savaşların başlamasının ardından üretim, yatırım ve ticaretteki büyük ve kalıcı düşüşleri belgeliyor ve 10 yıl sonra bile toparlanma belirtisi görülmediğini ortaya koyuyor. Devlet gelirleri dibe vururken, harcamalar sabit kalıyor ve bu da iktidarları enflasyonist finansmana ve kısa vadeli borçlara bağımlılığa zorluyor. Bulgular, savaşın gerçek maliyetinin savaş alanının çok ötesine uzandığını ve gelecek yıllar için mali ve parasal istikrarı yeniden şekillendirdiğini gösteriyor. (4)

Toplumsal barış olmadan kalkınma olmuyor!

Oysa barış sadece bir hedef değil, diğer tüm hedeflerin temelidir, bunların alt yapısı olarak işlev görür. Bu yüzden de barış olmadan, kalıcı ve kapsayıcı bir kalkınmanın gerçekleşmesi imkansızdır. Barışın olmadığı yerlerde sürdürülebilirlik her alanda tehlikeye girer. Çatışmalar başta yatırımlar olmak üzere, ekonomik faaliyetleri aksatır, sağlık sistemlerini tahrip eder ve eğitime büyük darbe vurur. Toplumsal güveni ve demokratik kurumları zayıflatır.

Bir başka anlatımla ne dünya ne de Türkiye artık ekonomik ve sosyal kalkınma ve barışın inşasını ayrı gündemler olarak ele alma lüksüne sahiptir. Bunlar birbirinden ayrılamaz bir şekilde bağlantılıdır. Barış kalkınmanın temelidir ve (kuşkusuz) iyi tasarlanmış içermeci, ekolojik kalkınma müdahaleleri de barışı güçlendirir.

Alt yapı olarak demokrasi

İçinde bulunduğumuz hızlı otoriterleşme ve/veya otokrasiye yönelim neo-liberal politikaların kaçınılmaz bir uzantısıdır. Şöyle ki bu politikalar, çalışma-emek rejimini düzensizleştirdi, güvencesizleştirdi.  Egemen sınıflar ve onların politik alandaki sözcüleri, plütokratlar, patriarka ve aşırı sağcı hareketler, aşırı bir servet ve gelir eşitsizliği yarattıktan sonra, şimdi yapay zekâ, göçe zorlama, kaynak kıtlığı ve iklim felaketleri gibi felaketlerin neden olabileceği belirsiz bir geleceğe karşı kendilerini, kusurlu da olsa demokrasiyi yok ederek, güvence altına almak istiyor.

Bu amaçla, örneğin Macaristan'da sivil toplum grupları “yabancı ajanlar”, Türkiye’de bir gazeteci ve bir belediye başkanı “siyasi casus” olarak etiketlenebiliyor. Rusya'da çevre örgütleri “aşırılıkçı” olarak tanımlanabiliyor. Myanmar'da demokrasi aktivistleri sokak ortasında öldürülebiliyor. Böyle rejimler altında demokratik- yasal örgütler ve kurumlar sadece finansal kaynaklarından olmuyor, aynı zamanda yasadışı da ilan ediliyorlar. Bu örgütlerin yöneticileri sadece tacize uğramıyor, hapse de atılıyorlar.

Demokrasiyi koruma mücadelesi küçümsenmemeli

Bu yüzden de (kimilerine tuhaf gelebilirse de), bizi hiçbir zaman tam olarak kucaklamamış bir demokrasiyi korumak için de mücadele etmemiz gerekiyor. Üstelik, bunu yaparken kusurlu bir demokrasiyi savunmakla, hatta onun başarısızlıklarını meşrulaştırmakla suçlanabiliriz.  

Ancak bu suçlamalar temelsizdir. Öncelikle, demokrasinin bütünüyle ortadan kaldırılmasına izin vermek, onun başarısızlıklarının meşruiyetini ortadan kaldırmaz, tersine bunları düzeltmeyi imkânsız hale getirir. Nazilerin Almanya’da burjuva demokrasisini ortadan kaldırdığında, toplama kamplarının daha az gerçek hale gelmediği, hatta daha gerçek, daha yaygın ve daha sistematik hale geldiği unutulmamalıdır.

Yaptığımız şey statükoyu savunmak değil, gerçek mücadelenin yaşandığı savaş alanını savunmaktır. Mevcut kusurlu demokrasinin yeterince iyi olduğunu söylemiyoruz, değiştirilebilir olduğunu ve bunun da savunulmaya değer olduğunu söylüyoruz.

“Kusurlu olanla” “hiç olmayan” arasındaki bir seçim

Keza “mükemmel demokrasi” ile “kusurlu demokrasi” arasında bir seçim yapmadığımızı, kusurlu demokrasi ile hiç demokrasi olmaması durumu arasında seçim yaptığımızı da bilmemiz gerekiyor. Çünkü örgütlenme hakkı, demokratik protesto hakkı, dava açma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkı, ifade ve basın özgürlüğü gibi haklar, kusurlu da olsa demokrasi sayesinde mevcuttur. Bunlar soyut ilkeler değil mücadelemizi mümkün kılan araçlardır. Otoriter rejimlerde ve/veya açık diktatörlüklerde bu haklar sınırlanmaz, bütünüyle suç sayılırlar. (5)

Sonuç

Mükemmelliğin, mümkün olanın karşıtı olmasına izin vermemek gerekiyor. Mümkün olanı, dönüşüm için bir basamak olarak kullanmak akılcı olandır. Kaldı ki demokrasi tarihinde her demokratik/reformist hareket baskıcı sistemleri meşrulaştırdıkları yönünde eleştirilerle karşılaşmıştır.

Bu bağlamda emekten yana olanlar, gerçek demokratlar, sosyalistler sınıflı bir toplum olan kapitalizmde barış ve demokrasiyi “hedef” olarak görmekten ziyade, bir “sosyal altyapı” olarak ele alırlar. Kısaca, barış ve demokrasi; sınıfsız-sömürüsüz- sınırsız-sosyal adaletçi, eşitlikçi ve ekolojik bir toplum için daha iyi mücadele etmenizi sağlayan zorunlu bir altyapı olarak görülmelidir.

Marx’ın “toplumlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ancak verili koşullar altında…” sözü akıldan çıkarılmamalıdır. Gelecek için toplumsal barış ve demokrasinin çok ilerisinde (sosyalizm gibi) hedeflerimiz olabilir ama verili koşullar öncelikli olarak, barış ve demokratikleşmeyi hayata geçirmeyi gerekli kılıyor.

Bu böyle kavrandığında yine Marx’ın bir başka sözü: “hiçbir toplum çözemeyeceği sorunları gündemine almaz. Sorun ortaya çıktığında çözüm yolları da olgunlaşmaya başlar” sözü ete kemiğe bürünür. Türkiye toplumu bu sorunları gündemine almıştır ve artık geriye dönüş söz konusu değildir. Verili koşullar altında barış ve demokrasiyi alt yapı olarak kurgulayarak, ekonomik ve sosyal kalkınma için yeni bir yol açmak mümkün ve gereklidir.

Dip notlar:

(1)  Mustafa Durmuş, Çoklu Krizler Çağında İktisadi Kalkınma, Büyüme ve Ekoloji, Tez-Koop-İş Sendikası Eğitim ve Araştırma yayınları No.7 (Nisan 2025), s. 17.

(2)  Agk, s. 20.

(3)  Agk, s.21.

(4)  https://www.nakedcapitalism.com/2025/11/the-lasting-economic-scars-of-war.html (4 Kasım 2025).

(5)  https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/democracy-as-infrastructure (2 Kasım 2025).

 

10 Kasım 2025 Pazartesi

"Vazgeçilmez Erdoğan"

 

Vazgeçilmez olan Erdoğan mı yoksa emperyalist çıkarlar mı?

Mustafa Durmuş

10 Kasım 2025


6 Kasım’da ABD’nin önde gelen gazetelerinin birinde Gönül Tol tarafından kaleme alınan bir makale (1) Türkiye’de çok tartışılıyor. Makalede Tol, bir yandan içeride (Türkiye’de) demokrasiden hızla uzaklaşırken, dışarıda, aşağıdaki nedenlerden dolayı, Erdoğan’ın ABD ve Avrupa devletleri açısından vazgeçilemez (indispensible) bir konumda olduğunu ve bunun Erdoğan iktidarını ekonomik olduğu kadar, siyaseten de rahatlatabileceğini ileri sürüyor.

Bir başka anlatımla bu yazıda, ABD ve Avrupa Devletlerinin attığı son adımların, “Erdoğan'ın vazgeçilmez olduğu, yani ülkesindeki demokratik bozulmaya bakılmaksızın kenara itilemeyecek kadar yararlı bir ortak olduğu algısını pekiştirdiği” öne sürülüyor.

Ticari tatlandırıcılar!

Tol özellikle bu ülkelere sunulan bazı ticari tatlandırıcıların altını çiziyor: 200 civarında Boeing 737 uçağı alımı, F-16'ların satın alınması, ABD mallarına uygulanan ek gümrük vergilerinin kaldırılması ve 20 yıllık LNG ithalat anlaşması gibi tavizler bunların başında geliyor. Bunlara yakınlarda İngiltere ile imzalanan 20 Eurofighter savaş uçağını içeren anlaşmayı da eklediğimizde bu tatlandırıcıların oldukça önemli boyutlara eriştiği ileri sürülebilir.

Göç yönetiminden arabuluculuk işlevine

Yazar A. Yeşilada ise söz konusu makaleyi değerlendirdiği yazısında, Erdoğan'ın Batı başkentleri için neden hala kilit öneme sahip olduğunu dört etkene bağlıyor (2):

(i) Göç yönetimi: Türkiye milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapıyor. 2015'teki gibi bir artışın tekrarlanmasını önlemek ve AB ülkelerinde iç siyasi istikrarı sağlamak için Ankara ile iş birliği hala kritik öneme sahip.

(ii) Savunma sanayinin kapasitesi: Türk malı insansız hava araçları, mühimmat ve platformları, rekabetçi maliyetlerle kapasite açıklarını dolduruyor. Avrupa stoklarını yeniden oluşturmak için yarışırken, Türk savunma sanayi hız ve ölçek sağlıyor.

(iii) NATO coğrafyası: Türkiye, NATO’nun güneydoğu kanadını sabitliyor, Montrö Rejimi aracılığıyla Karadeniz’e erişimi kontrol ediyor ve Avrupa'nın giderek daha fazla bağımlı hale geldiği enerji ve ulaşım rotalarının üzerinde bulunuyor.

(iv) Arabuluculuk kapasitesi: Ankara'nın Moskova ve Kiev ile açık tutulan hatları ve Güney Kafkasya’daki etkisi, gerilimin tırmanma riskini azaltacak çözümler arayan Batılı politikacılar için onu yararlı kılıyor.

Bunlara ayrıca Türkiye'nin başta Suriye olmak üzere, Libya ve Güney Kafkasya gibi yakın bölgelerdeki alt-emperyal hedeflerinin Avrupa’nın öncelikleri ile örtüştüğünü de ilave etmek gerekiyor.

Keza bu gelişmelerin özellikle de Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali ile başlayan savaş ve ikinci kez Trump’ın işbaşına gelmesinden bu yana ortaya çıktığını ya da hızlandığını hatırlatmakta fayda var.

Emperyalizm: bugün çok daha önemli

Kısaca, uzunca bir süredir bir kısım sol analizlerde ihmal edilen bir faktör olan emperyalizm faktörünü analizlere yeniden dahil etmek gerekiyor. Üstelik bu emperyalizm, neo-liberal dönem boyunca IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi ticari görüntülü araçlar üzerinden işlemekten ziyade, NATO ve doğrudan Pentagon tarafından yürütülmekte olan bir emperyalizm. Yani emperyalizmin çok daha acımasız ve tahrip edici askeri yüzü ile karşı karşıyayız.

Nitekim hali hazırda Avrupa’daki silahlanma yarışı, NATO ülkelerinin askeri harcamalarını GSYH’lerinin en az yüzde 5’ine yükseltme zorunluluğu bunun bir kanıtıdır. İşte tam da bu noktada Türkiye’nin hem ABD ve Avrupa’nın en büyük silah pazarlarından birisi olduğu gerçeği hem de son yıllarda İHA, SİHA gibi savaş sanayi üretimindeki kapasitesindeki hızlı artış, emperyalist devletlerin ihtiyaçları ve planlarıyla tam olarak örtüşüyor.

Diğer taraftan, dünya genelinde hızlanan militarizm ve artan askeri harcamalar, bu harcamaların ve askeri teçhizatın ana küresel üreticisi ve ihracatçısı olan ABD savaş sanayine olan talebi de patlatıyor. Nitekim, ABD'den diğer devletlere olan askeri teçhizat satışlarına ilişkin FMS verileri dünyanın yeni bir paylaşım savaşına hazırlık yaptığının göstergesi niteliğinde. (FMS, yabancı devletlere büyük askeri teçhizat transferi için kullanılan ana ABD aracıdır. ABD  yabancı devletler ve ABD’li silah imalatçıları/ihracatçıları arasında aracı rol oynar).

Söz konusu veriler ABD menşeli silahları satın alan ülkeleri, ilgili özel ekipmanları (ve mevcutsa miktarları), finansal değerleri, her bildirimle ilişkili yüklenicileri ve satılan ana ekipmanla birlikte paketlenmiş ilgili ekipman ve hizmetleri kapsıyor.  

ABD silah satışları son 17 yılda 3 kat arttı

ABD’nin kendisi dahil diğer ülkelere yaptığı silah satışları 2008 yılında yaklaşık 1,5 trilyon dolardan, 2025 yılında 3 kat artarak 4,5 trilyon dolara ulaştı. Burada çarpıcı olan bir diğer şey Avrupa’daki silahlanmanın artışı ve Avrupa’nın askeri teçhizat anlamda ABD’ye daha da bağımlı hale gelmesidir. Çünkü 2017 yılına kadar Avrupa’ya yönelik bu satışların oranı nispeten düşükken, 2017’den bu yana giderek Avrupa’nın payı arttı ve bugün Avrupa ana alıcı haline geldi. (3)

Türkiye ilk sırada

Aynı verilerde son 5 yılda ABD’den an fazla silah satın alan 3 ülke göze çarpıyor. Öyle ki Finlandiya 35 milyar dolar, Polonya 31 milyar dolar ve Türkiye 23 milyar dolar silah alım yaptı. Bu ülkelerden Finlandiya ve Polonya’nın Rusya’ya karşı korunma amaçlı olarak silahlandığı ileri sürülebilir.  Geçen yıl en fazla alımı yapan ülke ise Türkiye oldu.



Amerika, kendi çıkarları için pazarını büyütmek amacıyla, Avrupa'ya baskı uyguluyor olsa da Avrupa'nın kendi çıkarlarını feda ederek ABD'ye tamamen boyun eğmesi biraz şaşırtıcı.

Bu olgunun bariz bir açıklaması şu anda Avrupa devletleri liderlerinin doğası ile ilgili olabilir. Çünkü bu liderlerin çoğu özellikle de Amerikan iş dünyasıyla yakın bağlara sahip. Örneğin, Almanya Başbakanı Friedrich Merz daha evvel Amerikan çokuluslu yatırım şirketi BlackRock'un Almanya'daki iştirakinin denetim kurulu başkanıydı. (4)

Ayrıca savaşın birçok açıdan son derece kârlı olduğu ve son onlarca yıldır gelişmiş kapitalist dünyanın en önemli gündem maddesi olduğu açık. Avrupa ülkeleri şu anda savaşları ekonomilerinin merkezine yerleştirme sürecindeler. Öyle ki Ukrayna’nın yanı sıra, şu anda Filistin’de tam anlamıyla bir soykırım ve tüm Ortadoğu’da buna bağlı vekalet savaşları şeklinde sürüyor ve bu durum batılı silah şirketleri ile soykırım ekonomisine dahil olan diğer sermaye şirketleri için büyük kârlar ve daha fazla sermaye birikimi sağlıyor.

Türkiye’deki silahlanma artışının nedeni Rusya ve/veya İsrail tehdidi mi?

Bu soruya “Evet” diyebilmek zor. Zira Rusya bütün gücünü Ukrayna savaşına ayırmış durumda, başka bir yere bakacak hali yok. Ayrıca yıllardır münferit bazı olaylar dışında Rusya ile Türkiye’nin ilişkileri kötü olmadı. İsrail’e gelince bu devletin, NATO üyesi ve bu örgütün ikinci büyük ordusuna sahip bir ülke olan Türkiye’ye saldırması zor görünüyor.

Geriye ülkedeki giderek derinleşen siyasal ve ekonomik kriz kalıyor: ülkede 2017 yılından bu yana uygulamaya konulan otokratik rejimin sürdürülmesinin giderek zorlaşması, siyasal muhalefetin yanı sıra toplumsal muhalefetin de giderek büyümesi ve giderek derinleşen ekonomik kriz, siyasal iktidarı her geçen gün daha da yıpratıyor. 500 milyar doları aşan dış borç nedeniyle acil yabancı kaynak girişi ihtiyacı karşısında toplumsal rıza üretmekte zorlanan bu iktidarı askeri yöntemlere başvurmaya itiyor.

Trump Yönetimindeki ABD gibi, emperyalist devletlerin en çok iş yapmak istedikleri rejimler de aslında bu tür otokratik rejimlerdir. Yani iki tarafın da pragmatik ihtiyaçları Türkiye’de militarizmin yükselişine ve devlet bütçesinden giderek daha fazla kaynağın bu amaçlar için kullanılmasına neden oluyor.

Bu yüzden de günümüzde yaşanmakta olan ekonomik ve siyasal krizleri ve bu krizlerden emekten ve halktan yana çıkış yollarını konuşurken; emperyalizm ve onun beslediği otokrasi ve/veya açık diktatörlükler olgusunu mutlaka hesaba katmak gerekiyor.

Sonuç

Emperyalist devletlerin artan militarizasyonu, bu devletlere yönelik herhangi bir kaynaktan gelen güvenlik tehdidinin artmasından kaynaklanmıyor, tam tersine, emperyalizmin hegemonyasına potansiyel tehdit oluşturan iktidarlara sahip ülkelere saldırılar düzenleyerek tüm dünyada rejim değişiklikleri gerçekleştirme isteğinden kaynaklanıyor. Bu bağlamda Trump’ın Savunma Bakanlığının adını “Savaş Bakanlığı” olarak değiştirmek istemesi son derece anlamlıdır.

Yani emperyalizme yönelik olarak algılanan tehdit askeri nitelikte değil, politik ekonomi ile ilgilidir. Bu tehdidi önlemek için rejim değişiklikleri yapma ihtiyacı son zamanlarda aciliyet kazandı çünkü emperyalizm şu anda bu tehdidin, derhal ele alınmazsa büyük ölçüde artacağı bir konjonktürün içinde bulunuyor.

Bunun nedeni, kapitalizmin dünya ekonomisinin durgunluğu ile ifade edilen ve kendi çerçevesi içinde aşılamayacak bir çıkmaza girmiş olmasıdır. 2012-2021 dönemini kapsayan 10 yıl, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ekonomisinin en yavaş 10 yıllık büyüme oranına tanık oldu. Dahası şu anda ABD ekonomisini yapay bir biçimde canlı tutan yapay zekâ (AI) balonu patladığında ekonomi daha da yavaşlayacaktır. Bu gerçekleştiğinde işsizlik, işgücünü yerinden eden yapay zekanın kendisinin neden olduğu işsizlikle daha da ağırlaşacaktır. (5)

Kısacası, mevcut konjonktür, kapitalizmin kendi sınırları içinde çözülemeyen krizinden dolayı köşeye sıkışan emperyalizmin, Güneyin yoksul ülkelerini boyun eğdirmeye devam etmek için askeri gücü eskisinden çok daha fazla kullanmayı planladığı bir konjonktürdür. ABD ve Avrupa’da gözlemlemekte olduğumuz artan militarizasyon bunun bir yansımasıdır. Türkiye’deki artış ise bu gelişmenin bir parçası olduğu kadar, son 10 yıldır ülkede egemen hale gelen otokrasinin içine düştüğü çıkmazın bir sonucudur.

Dip notlar:

(1)    https://www.nytimes.com/2025/11/06/opinion/erdogan-turkey-president-power.html(6 Kasım 2025).

(2)    https://www.paturkey.com/news/2025/the-indispensable-erdogan-western-realpolitik-cushions-ankara-as-domestic-crackdown-deepens-25050/(7 Kasım 2025).

(3)    Mejino-López, J., J. Ospital and G. Wolff (2025) ‘Understanding US Foreign Military Sales globally since 2008: an analysis of a new dataset’, Working Paper 27/2025, Bruegel, available at https://doi.org/10.64153/QOZC5551(7 Kasım 2025).

(4)    https://peoplesdemocracy.in/2025/1102_pd/growing-militarisation-imperialist-countries (1 Kasım 2025).

(5)    https://mronline.org/2025/10/31/capitalism-and-endless-war (29 Eylül 2025).

 

 

6 Kasım 2025 Perşembe

Barış ekonomisi

 

‘Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ndeki yavaş gidişat ekonomi için iyi değil

Mustafa Durmuş

6 Kasım 2025


Ülkede ağır adımlarla da olsa yürümekte olan “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” en son PKK’nin silahlı güçlerini Türkiye sınırları dışına çıkarma kararıyla yeni bir aşamaya geldi. Bu artık Kürt Siyasal Hareketi açısından silahlı mücadele döneminin sona erdiğinin tescilidir.

Bu hamle aynı zamanda, ülkeyi yöneten sağ iktidarların ve /veya muhalefetteki sağ parti ve hareketlerin “terörle mücadele” konusundaki gerekçelerini de büyük ölçüde ortadan kaldırıyor. Çünkü kâğıt üzerinde de olsa fesih ile birlikte mücadele edilecek bir “terör örgütü” kalmadı.  Böylece terörle mücadele için devasa kamu kaynağını ayırmanın da militarist, düşmanca söylemlerin de haklı bir gerekçesi olamaz artık.

Devlet ilk basamakta bile değil

Diğer taraftan, devlet tarafından atılması gereken adımlar hala atılmış değil. Örneğin siyasi tutsakların ve gazetecilerin serbest bırakılması, kayyımların geri çekilmesi ve seçilmiş belediye başkanlarının ve KHK’li barış imzacılarının görevlerine iadesi (birkaç istisna dışında) hala gerçekleşmedi.

Bu bağlamda ilk adım olarak, başta son AİHM kararıyla (bir kez daha) özgür kalması gereken Selahattin Demirtaş olmak üzere, Kobane Davası’ndan hüküm giymiş siyasetçilerin özgürlüklerine kavuşması gerekiyor.

Çok daha önemlisi, artık silahların susması aşaması tamamlandığından, kalıcı bir pozitif barış aşamasına geçilebilmesi için gerekli hukuki düzenlemelerin yapılması şart. Ancak bu konularda iktidar hala ayak diretiyor, oyalama politikasını sürdürüyor.

Kalıcı barış ekonominin temelidir!

Oysa özellikle de yıllardır çok ciddi ekonomik sorunlarla boğuşan, ekonomisi hala ciddi düzeyde kırılganlığını sürdüren, yüksek enflasyonu ve işsizliği hala düşürülememiş, buna karşılık yoksulluğu derin ve yaygın bir yoksulluk haline gelmiş, orta sınıfı neredeyse bütünüyle ortadan kalkmış olan ülkenin, kendisini sosyal ve ekonomik olarak da toparlaması gerekiyor. Bu açıdan da kalıcı bir barış ortamının sağlanması son derece önemli.

Nitekim dünyada yapılmış pek çok bilimsel araştırma, her ciddi barış inşası girişiminin, beraberinde toplumsal istikrarı da getirdiğini gösteriyor. Bu da ekonominin toparlanmasına ciddi katkı sağlıyor.

Çatışmalar kişi başı geliri düşürüyor

Diğer yandan aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, bu araştırmalar, çatışmaların ekonomiyi olumsuz yönde etkilediğini, ekonomideki kırılganlıkları daha da artırdığını, ekonomik büyümeyi yavaşlatırken kişi başı geliri düşürdüğünü ortaya koyuyor.

İngiltere’deki Ekonomi Fakültesi (LSE) bünyesinde 2016 yılında yapılmış olan bir çalışmanın bulguları bu açıdan son derece önemli. “Türkiye'de Otuz Yıllık Çatışma ve Ekonomik Büyüme: Sentetik Kontrol Yaklaşımı” adıyla Fırat Bilgel ve Burhan Can Karahasan tarafından Sentetik Kontrol Yöntemiyle yapılan bu çalışmada; (1) “PKK ile çatışmalar olmasaydı Türkiye'nin kişi başına milli gelirinin nasıl bir seyir izleyeceği” tahmin ediliyor. Elde edilen bulgular şöyle özetleniyor:

21 yıllık bir dönemi kapsayan (1988-2008) Türkiye’nin PKK ile mücadelesi söz konusu olmasaydı kişi başına milli gelir yüzde 13,8 daha yüksek olacaktı. Bir başka ifade ile çatışmalar olmasaydı, kişi başı milli gelir ortalama 1.585 dolar (2015 dolar cinsinden) daha fazla veya yüzde 0,62 puan daha yüksek olacaktı.(2)


Sonuç olarak

Bir bütün olarak Türkiye ekonomisine çok büyük zararlar verdiği ve Bölge ekonomisinin de gelişmesini ve kalkınmasını gerilettiği artık iyice açığa çıkmış olan 50 yıllık savaşa son verilebilmesi ve bu ülkenin en önemli sorunlarının başında gelen Kürt Sorununun demokratik yoldan çözüme kavuşturulabilmesi için kapsamlı hukuki düzenlemelerin yapılması ve güvencelerin oluşturulması zorunludur.

Ayrıca geçmişteki bazı örnekler, devletin/iktidarın tam bir taahhüdü olmadan ve gerekli yasal düzenlemeler yapılmadan barış girişimlerinin, şiddetin, çatışmaların ve istikrarsızlığın tekrar ve daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkmasıyla sonuçlandığını ortaya koyuyor. Böyle olunca da feda edilen sadece insanlar, doğa değil aynı zamanda sosyal refah ve ekonomik kalkınma oluyor.

Özetle, barışın olmadığı bir toplumda, ekonomik ve ekolojik sürdürülebilirlik tehlikeye girer. Çünkü çatışmalar ekonomik faaliyetleri aksatır, yatırımları azaltır, sağlık sistemlerini tahrip eder ve çocukları okuldan uzaklaştırır, toplumsal güveni ve demokratik kurumları zayıflar. Çatışmaların sonucunda ortaya çıkan zorunlu göçler, maddi tahribat ve kritik uzmanlık ve sermaye kaybı toplumsal zararı daha da derinleştirir.

Yani barış olmadan, kalıcı ve kapsayıcı bir demokratikleşme ve kalkınma imkansızdır. Kuşkusuz tek başına barışın inşası demokratikleşmeyi de kalkınmayı sağlamaya yetmez: barış asıl olarak bir önkoşuldur. Keza gerekli olan sadece barışı savunan siyasi iradenin varlığı değil, aynı zamanda, barışın toplum tarafından benimsenip, sahiplenilmesi ve savunulmasıdır. Önümüzdeki görev barışı toplumsallaştırmak için çaba göstermektir.

Dip notlar:

(1)    Fırat Bilgel ve Burhan Can Karahasan, Thirty Years of Conflict and Economic Growth in Turkey: A Synthetic Control Approach, LEQS Paper No. 112/2016 (June 2016).

(2)    Silahlı çatışmaların etkisini inceleyen başka çalışmalar da mevcut: Castañeda ve Vargas (2012), egemenlik riski algısı ile ölçülen finansal piyasaların tepkisinin, Kolombiya'da FARC'a karşı siyasi olaylara özgü olduğu sonucuna varıyor. Singhal ve Nilakantan (2012), Hindistan'ın Andra Pradesh eyaletinde kişi başı net iç hasılanın yüzde 16'sının geri kazanıldığını bildiriyor. Bu konuda bkz: Fırat Bilgel ve Burhan Can Karahasan, agm.

 

31 Ekim 2025 Cuma

Eurofighter Typhoon Anlaşması

 

Eurofighter Typhoon Anlaşması: temel ihtiyaçlar militarizm çelişkisi

Mustafa Durmuş

31 Ekim 2025


Bir yandan M16 İngiliz Gizli Servisinin Başkanının da adının geçtiği (1) siyasal casusluk suçlamalarıyla muhalif bir gazeteci ve politikacı tutuklanıyor, diğer yandan 10,66 milyar dolar değerinde 20 adet Eurofighter Typhoon adlı savaş uçağının satışı için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Kein Starmer arasında Ankara’da bir anlaşma imzalanıyor.

İngiltere Başbakanlık Ofisi yaptığı açıklamada bu anlaşmayı “bir neslin en büyük savaş uçağı ihracat anlaşması” olarak nitelendirdi.  Ankara'yı ilk kez ziyaret eden Starmer ise yaptığı açıklamada, “Türkiye ile imzalanan bu tarihi anlaşma, İngiltere ekonomisi, İngiliz savunma sanayi, bu sektörde çalışan İngiliz işçiler ve NATO'nun güvenliği için bir kazançtır" diyor.

Emperyalistler ve savaş baronları için önemli bir kazanç olduğu kesin

İngiltere Hükümeti ise açıklamasında, “Türkiye ile yapılan anlaşma, İngiliz sipariş defterine büyük bir ivme kazandırdı. Bu anlaşma, neredeyse 20 yıldır yapılan en büyük savaş uçağı anlaşması ve Warton Üretim Hattını kurtardı. Avrupa’nın iki ucunda yer alan İngiltere ve Türkiye, günümüzün zorluklarının üstesinden gelmek için hayati öneme sahiptir ve bu anlaşma, tehditleri caydırırken ve ulusal çıkarlarımızı korurken silahlı kuvvetlerimizin daha da yakın iş birliği içinde çalışmasını sağlayacaktır” diyor.

Bu açıklama, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Arap Körfezi ülkelerine yaptığı geziden birkaç gün sonra geldi. Erdoğan bu gezide Türkiye’nin Umman ve Katar’dan kullanılmış Eurofighter Typhoon Jetleri satın almak için müzakere halinde olduğunu söylemişti. Türkiye, yerli olarak geliştirilen beşinci nesil KAAN savaş uçağı operasyonel hale gelene kadar filosunu güçlendirmek için geçici bir önlem olarak düzinelerce Eurofighter ve diğer gelişmiş jetleri satın almayı hedefliyor. Bu uçaklar, yerli üretim motorlarla veya F-16 savaş uçağına da güç sağlayan ithal motorlarla uçacaklar. (2)

Anlaşma, iki ülke arasında temmuz ayında İstanbul'da düzenlenen Uluslararası Savunma Sanayii Fuarında imzalanan ve toplam 40 adet dördüncü nesil savaş uçağına ilişkin Mutabakat Zaptı'nı da (MoU) kesinleştiriyor.

Uçakları üreten konsorsiyum

Airbus, BAE Systems ve Leonardo adlı uluslararası şirketler tarafından oluşturulan konsorsiyumda dolaylı olarak İtalya, İspanya, Almanya ve İngiltere hükümetleri temsil edildiğinden bu ülkelerden bazılarının başbakanları söz konusu bu satışta aktif rol oynadılar.

Nitekim Almanya Başbakanı Friedrich Merz, Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında Türkiye'nin Eurofighter jetlerini satın almasını tüm NATO ortaklarının güvenliğine bir katkı olarak değerlendirdi: “NATO ortakları olarak Almanya ve Türkiye ortak güvenlik çıkarlarını paylaşıyor. Hem Ankara hem de Berlin şu konuda hemfikir: Rusya'nın eylemleri tüm Avrupa-Atlantik güvenliğini tehdit ediyor.” (3)

Kısaca, bu anlaşmadan emperyalist İngiliz devleti başta olmak üzere, savaş uçaklarının yapımında yer alan konsorsiyumun diğer üyeleri olan İtalyan, Alman ve İspanyol emperyalizmi ve savaş baronları son derece memnun. Çünkü bir kalemde yaklaşık 11 milyar dolarlık bir silah satışı pek rastlanan bir şey değil. Özellikle de durgunluk içindeki ekonomilerini canlandırmaya yarayabilecek bir fırsat.

Öyle ki İngiltere Başbakanı bu anlaşmanın kendi savaş sanayilerini kurtardığını, aynı zamanda ekonominin, askeri sanayi karması sektörün, burada çalışan işçilerin ve emperyalizmin çatı örgütü olan NATO’nun yararına olduğunu açıkça söylüyor.

Ya bizim yararımız?

Peki bu anlaşmaya imza atarak yaklaşık 11 milyar doları (bu uçakların yıllık bakım ve revizyon maliyetleri hariç) göze alan siyasal iktidar da bu anlaşmanın ülke ekonomisi, işçi sınıfı ve Türkiye toplumunun yararına olduğunu söyleyebiliyor mu?

İktidar, jeopolitik gerilimleri ve sürmekte olan savaşları gerekçe göstererek “ulusal güvenliğimizin sağlanması için bunun yapılması gerektiğini” ileri sürebilir. Nitekim dünyanın genelde bir silahlanma artışına yöneldiği günümüzde bu değerlendirme kısmen doğru da olabilir.

Örneğin, “Avrupa'nın 2030 Savunma Yol Haritası”, diktatörlük ve küresel savaşın temellerini atıyor. Diğer bir deyişle, AB, ekonomik ve jeostratejik çıkarlarını ABD’den bağımsız olarak sürdürmek için dünya çapında bir savaşa hazırlanıyor. Raporda, “geleneksel müttefikler ve ortakların odaklarını dünyanın diğer bölgelerine kaydırdığı” açıkça belirtiliyor ve “Avrupa'nın savunma duruşu ve yeteneklerinin, savaşın değişen doğasına uygun olarak yarının savaş alanlarına hazır olması gerektiği” sonucuna varılıyor. (4)

Ayrıca böyle bir büyük alım Türkiye’nin Avrupa devletleriyle arayı düzeltmek için verilmiş bir taviz olarak da değerlendirilebilir. Böylece bu devletlerin Türkiye’deki siyasal iktidara olan ekonomik ve siyasi desteklerinin sürmesi bekleniyor olabilir.

Alternatif maliyet

Ancak meselenin bir de başka boyutu var: her harcamanın bir alternatif maliyeti olduğu gibi bu tür büyük askeri harcamaların da bir alternatif maliyeti var.

Öncelikle, Türkiye 2017 yılında, Rusya ile ilişkileri düzeltmek için de 2,5 milyar dolar karşılığında S-400 füze savunma sistemini Rusya’dan satın aldı ancak bu durum ABD ve NATO ile ilişkilerde soruna neden olduğu için bu sistemin kurulması sürüncemede kaldı.  Bugün bu füzeler için harcanan paranın israf niteliğinde olduğu genel olarak kabul ediliyor.

İkinci olarak, 10,66 milyar dolar Türkiye ekonomisinin ilk 8 ayda verdiği cari açığın yüzde 68’ine denk düşüyor. Cari açığın hep sorun olduğu bir ülkede bu sorunu daha da büyütecek işlemlere başvururken daha dikkatli olmak gerekiyor.

Eğer bu para çok zenginlerin vergi cennetlerinde tuttukları onlarca milyar dolarlık servetlerinden ya da çok zenginlerden alınacak bir servet vergisiyle ödenecekse sorun olmayabilir. Ama bunun böyle olmayacağını biliyoruz. Bu para kamu bütçesinden ödenecek ve bunu da her zaman olduğu gibi halklarımız verdiği vergilerle karşılayacak.

Üçüncü olarak, basit bir hesapla; 11,66 milyar dolar 476 milyar TL yapıyor. Peki gelecek yıl iktidar bloku Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerini nasıl dağıtacak? Bu sorunun cevabı 2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Gerekçesinde mevcut. Aşağıdaki grafik bu amaçla hazırlandı.



Yani;

Gelecek yıl 1 trilyon 179 milyar TL olan Savunma Bütçesi, bu anlaşma ile 1 trilyon 655 milyar TL’ye çıkacak. Aynı yıl  Sosyal Güvenliğe ayrılan bütçe 1 trilyon 822 milyon TL; Temel Eğitim Bütçesi 1,0 trilyon TL; Tarım Bütçesi 458 milyar TL; Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma Bütçesi 362 milyar TL; Ailenin Korunması Bütçesi 22 milyar TL; Bölgesel Kalkınma Bütçesi 8 milyar TL; Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi Bütçesi 171 milyar TL; İnsan Hakları Bütçesi 933 milyon TL; Kadının Güçlenmesi Bütçesi 8 milyar TL; Kırsal Kalkınma Bütçesi 61 milyar TL; İstihdam Bütçesi 311 milyar TL; Koruyucu Sağlık Bütçesi 407  milyar TL; Hukuk ve Adalet Bütçesi 391 milyar TL; Gençlik Bütçesi 11 milyar TL; Çocukların Korunması ve Gelişiminin Sağlanması Bütçesi 55 milyar TL; Bağımlılıkla Mücadele Bütçesi 15 milyar TL ve Engellilerin Toplumsal Hayata Katılımı ve Özel Eğitim Bütçesi 250 milyar TL; Yüksek Öğretim Bütçesi 681 milyar TL ve Hayat Boyu Öğrenme Bütçesi 42 milyar TL  olacak. Bu tablo ayrıca yoruma gerek bırakmadan kendini çok iyi anlatmıyor mu?

Buna bir de önümüzdeki yıllarda merkezi yönetimin yapacağı dış borç ana para ve faizlerini eklediğimizde sıkıntı daha da büyüyor. Çünkü Hazine ve Maliye Bakanlığına göre önümüzdeki 10 yıl içinde 119,891 milyar dolar anapara ve 47,851 milyar doları faiz olmak üzere toplam 167,741 milyar dolar dış borç ödemesi yapılacak. (5)

Sonuç

Bu anlaşma her ne kadar bir ekonomik alışveriş anlaşması gibi görünse de bunun çok ötesinde sonuçları olacak bir anlaşmadır.

Bu anlaşma, her şeyden evvel ülkenin kaynaklarının nereye harcanacağının asıl olarak; siyasal rejimin karakteri, emperyalizme olan bağımlılığı ve emek-sermaye güç ilişkisinde hangisinin güçlü olduğu tarafından belirlendiğini kanıtlıyor.

“Mali disiplin” adı altında halkın temel ihtiyaçları dahi kısılırken, kaynakların ağırlıklı olarak askeri amaçlar için harcanması, iktidarın olduğu kadar muhalefetin de üzerinde ciddi bir biçimde düşünmesi gereken bir konudur.

Dip notlar.

(1)  https://t24.com.tr/haber/casusluk-sorusturmasinda-ingiltere-istihbarat-elemani-oldugu-iddia-edilen-huseyin-gun-un-telefon-rehberi-cia-mi-6-mossad (27 Ekim 2025).

(2)  https://breakingdefense.com/2025/10/turkey-inks-deal-for-20-eurofighter-typhoon-jetss (27 October 2025).

(3)  https://tr.euronews.com/my-europe/2025/10/30/merzin-ankara-ziyareti-israil-konusunda-erdoganla-gorus-ayriliklar (30 October 2025).

(4)  https://www.wsws.org/en/articles/2025/10/25/ptfo-o25.html?pk_campaign=wsws-newsletter&pk_kwd=wsws-daily-newsletter (25 October 2025).

(5)  2026 Yılı Bütçe Gerekçesi, Ekim 2025, s. 336.

 

 

23 Ekim 2025 Perşembe

Torba Yasa

Yeni vergi ve prim düzenlemeleri: Vergi ve prim gelirleri artırılıyor, vergide adalet bir başka bahara!

Mustafa Durmuş

23 Ekim 2025


Toplam 36 maddeden oluşan ‘Vergi Kanunları ile Bazı Kanunlarda ve 631 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi' nin görüşmelerine 22 Ekim tarihinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda başlandı. Kanun Teklifinde vergi düzenlemeleri dışında sosyal güvenlik alanında yapılan düzenlemeler de bulunuyor.

Toplamda 350 milyar TL’lik bir gelir hedefleniyor

Yapılan etki analizine göre bu düzenlemelerle, 200 milyar TL'nin üzerinde ek bütçe geliri, 150 milyar TL de tasarruf öngörülüyor. Gelirler tarafında, işveren prim oranının 1 puan artırılması 2026’da yaklaşık 111 milyar TL, prime esas kazanç üst sınırının asgari ücretin dokuz katına çıkarılması 63,7 milyar TL ek gelir sağlayacak. Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’na iç borçlanma yetkisi verilmesiyle taşınmaz satışları ve maliyet tasarruflarından 24,6 milyar TL gelir öngörülüyor. Mesken kira gelirlerindeki istisnanın sınırlandırılması 2027’de yaklaşık 22 milyar TL ek gelir getirecek. Araç alım-satım işlemlerinde noter harcı alınması ise 2026’da 13,1 milyar TL gelir yaratacak.

Giderler tarafında ise malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları işveren prim teşvikinin 4 puandan 2 puana indirilmesi 97,6 milyar TL, genç girişimci teşvikinin kaldırılması ise 11,7 milyar TL tasarruf sağlayacak. Belediyeler ve il özel idarelerinin paylarından yapılan kesintilerin artırılması, Cumhurbaşkanının yetkisini kullanması halinde yıllık 12 milyar TL ek tasarruf sağlaması bekleniyor. (1)

Teklifte neler var?

Kanun Teklifi ile vergi mevzuatında; “vergi dışında kalan alanların kapsama alınması”, “bazı istisnaların kaldırılması”, “kayıt dışılıkla etkin mücadele edilmesi” ve “vergi adaletinin güçlendirilmesi”nin amaçlandığı ileri sürülüyor.

Gelir Vergisi Kanunu kapsamındaki bazı istisnalar kaldırılıyor

*Mesken kira gelirlerinde gelir vergisi istisnası uygulamasının kapsamı daraltılıyor:

Mesken kira gelirlerindeki vergi istisnası kaldırılıyor, bundan böyle sadece emekli, malul, dul ve yetim aylığı alanlar bu istisnadan yararlanmaya devam edecek. (Madde 1- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026).

*Kiraya verilen konutlar dolayısıyla yapılan ve bunlara sarf olunan borçların faizlerinin gayrisafi kira hasılatından indirimine son veriliyor:

Vergi adaletini sağlamak iddiasıyla, konut dışı kiralamalarda kullanılan kredilere ilişkin faizlerin gider olarak indirilmesine son veriliyor. (Madde 2- Yürürlük Tarihi: 2025 Yılı Gelir ve Kazançlarına Uygulanmak Üzere- Kanun Yayım Tarihi). Buna göre, konutlar hariç olmak üzere kiraya verilen mal ve haklar dolayısıyla yapılan ve bunlara sarf olunan borçların faizleri ile konut olarak kiraya verilen bir adet gayrimenkulün iktisap yılından itibaren 5 yıl süreyle iktisap bedelinin %5’i indirilebilecek. Bu hüküm, 2025 yılı gelir ve kazançlarına uygulanmak üzere düzenlemenin yayımı tarihinde yürürlüğe girecek.

Bir başka anlatımla, uzun vadeli konut kredisi kullanarak satın aldığı gayrimenkulleri kiraya verenlerin, bu krediler için ödediği faizleri kira gelirlerini beyan ederken gider olarak indirme imkanına sahip olmaları nedeniyle, kiraya verilen gayrimenkulü kredili veya kredisiz alan kişiler arasında vergi yükü açısından ortaya çıkan farklılığın ortadan kaldırılması amaçlanıyor. Böylece tasarrufların üretken yatırımlara yönlendirilmesi ve servet edinimi için katlanılan borç giderlerinin vergiye tabi gelirin tespitinde gider olarak dikkate alınmak suretiyle vergi matrahında neden olduğu erozyonun da önlenmesi hedefleniyor.

*Gerçek bedeli yakalamak

Gayrimenkul satışlarında gerçek bedelin beyanını teşvik etmek amacıyla, eksik beyan durumunda uygulanan ceza oranı bir kat artırılıyor. (Madde 7-Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi). Böylece tapuda yapılan işlemden sonra, emlak vergisi değerinden daha düşük bir bedel üzerinden harç ödendiğinin veya beyan edilen devir ve iktisap bedelinin gerçek durumu yansıtmadığının tespit edilmesi halinde aradaki farka isabet eden harcın tarh edilmesinde, vergi zıyaı cezası %25 yerine “bir kat” (%100) şeklinde uygulanacak.

Sermaye kesimine tanınan bazı istisnalar kaldırılıyor:

*Serbest yatırım fonlarının istisnaları kaldırılıyor

Bilindiği üzere, sürekli olarak portföyünün en az %51'i Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinden oluşan yatırım fonlarının bir yıldan fazla süreyle elde tutulan katılma paylarının elden çıkarılmasında tevkifat uygulanmıyor ve bu katılma paylarından elde edilen gelirler için beyanname de verilmiyor.

Bu teklifle, bu teşviki kötüye kullandığı tespit edilen bazı serbest yatırım fonlarının ortaya çıkması nedeniyle, bir yıl elde tutma şartına bağlı vergi istisnası kaldırılıyor. (Madde 4- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi). Teklifle portföyünün en az %51'i Borsa İstanbul'da işlem gören hisse senetlerinden oluşan bazı serbest fon yatırımcıları, yatırımcılar tarafından bir yıldan fazla süreyle elde tutulan katılma paylarından elde edilen gelirlere ilişkin gelir vergisi istisnası kaldırılıyor.

Daha açık bir biçimde, sürekli olarak portföyünün en az %51’i Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonlardan, katılma payları sadece nitelikli yatırımcılara satılabilen, Türkiye Elektronik Fon Alım Satım Platformu’nda (TEFAS) işlem görmeyen ve fon portföyüne alınacak varlık ve işlemlere ilişkin herhangi bir oransal sınırlamaya tabi olmayanlar için bir yıllık elde tutma süresine bağlı tevkifat istisnası uygulanmayacak. Bunların dışında kalan, sürekli olarak portföyünün en az %51’i Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinden oluşan fonların katılma payı sahipleri ise söz konusu istisnadan yararlanmaya devam edecek.

Bazı harçlardan muafiyetler kaldırılıyor:

*İkinci el araç satışlarında noter harç muafiyeti sona eriyor.

Araç satışlarında, noterler satış bedeli üzerinden binde 2 oranında, en az 1.000 TL olmak üzere harç tahsil edecek. (Madde 8- Madde 12- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihini İzleyen Ayın Başı).

Vergi tabanını genişletme düzenlemeleri:

Bazı ruhsat ve yetki belgeleri için (örneğin kuyumculuk, taşınmaz ticareti, özel sağlık kuruluşları) yıllık harç uygulaması hayata geçiriliyor. (Madde 10- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026).

Kanun teklifiyle, mevcut durumda harca tabi olmayan ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşları ile ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait belgeler, veteriner hekim muayenehane ve poliklinikleri ile hayvan hastanelerine verilen ruhsatlar ve kıymetli madenler kuruluş ve faaliyet izin belgeleri, kuyum, ikinci el motorlu kara taşıtı ve taşınmaz ticareti yetki belgeleri ile ticari havayolu ve genel havacılık işletme ruhsatlarından yıllık harç alınacak. Mevcut durumda sadece ruhsat alımında harca tabi hususi hastaneleri ve laboratuvarları açmak için düzenlenen ruhsatnameler ile turizm müessesesi işletme belgelerine ilişkin harç yıllık alınacak. Buna göre, her yıl için kuyum ticareti ile iştigal edilebilmesi için şubeler dahil kuyum işletmeleri adına düzenlenen yetki belgelerinden 30 bin TL, ikinci el motorlu kara taşıtı ticaretiyle iştigal edilebilmesi için şubeler dahil işletme adına düzenlenen yetki belgeleri ile taşınmaz ticaretiyle iştigal edilebilmesi için şubeler dahil işletme ve sözleşmeli işletmeler adına düzenlenen yetki belgelerinden 20 bin TL alınacak.

Özel hastane açma ruhsatnameleri ile laboratuvarlara ait ruhsatnameler de her yıl için alınacak. Laboratuvarlara ait ruhsatnameler arasına özel gıda kontrol laboratuvarlarına verilen kuruluş izin belgeleri de eklenecek. Ayakta teşhis ve tedavi yapılan özel sağlık kuruluşlarına ait ruhsatnameler kapsamında her yıl için muayenehane uygunluk belgesi 20 bin TL, özel poliklinik ruhsatnamesi 30 bin TL, özel tıp merkezi ruhsatnamesi 50 bin TL olacak. Ağız ve diş sağlığı hizmeti sunulan özel sağlık kuruluşlarına ait ruhsatnameler çerçevesinde ise her yıl için alınacak bedel, ağız ve diş sağlığı muayenehanelerinden 20 bin TL, ağız ve diş sağlığı polikliniklerinden 30 bin TL, ağız ve diş sağlığı merkezlerinden 40 bin TL, ağız ve diş sağlığı hastanelerinden 40 bin TL olacak.

Bu harçlar, büyükşehir belediyesi olan illerde, bir önceki takvim yılının son günü itibarıyla TÜİK tarafından yayımlanmış son verilere göre nüfusu 30 bini geçmeyen ilçeler hariç olmak üzere, bir kat artırımlı uygulanacak. Turizm müessese belgeleri kapsamında birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıf turizm müessesesi işletme belgelerine ödenen harçlar da yıllık alınacak. Hayvanların muayene edildiği, hastalıklarının teşhis ve tedavilerinin yapıldığı muayenehane ve poliklinikler ile hastanelere verilen ruhsatnameler kapsamında alınacak harç bedeli, her yıl için veteriner hekim muayenehane ruhsatı 10 bin TL, veteriner hekim poliklinik ruhsatı 20 bin TL, hayvan hastanesi ruhsatı 40 bin TL olarak uygulanacak.

Harç bedeli, kıymetli maden rafinerileri kuruluş izin belgeleri 7 milyon 500 bin TL, kıymetli maden rafinerileri faaliyet izin belgeleri her yıl için 7 milyon 500 bin TL, kıymetli madenler aracı kurum ve kuruluşları faaliyet izin belgeleri her yıl için 5 milyon TL olacak.

Hava yolu ve genel havacılık işletme ruhsat harçları da düzenleniyor. Buna göre, her yıl için alınacak harç bedeli, tarifeli ve tarifesiz seferlerle yolcu ve yük taşımacılığı yapacak hava yolu işletmelerine verilen ruhsatlarda 2 milyon TL, sadece tarifesiz seferlerle yolcu ve yük taşımacılığı yapacak hava yolu işletmelerine verilen ruhsatlarda 1 milyon 500 bin TL, tarifeli ve tarifesiz seferlerle sadece yük taşımacılığı yapacak hava yolu işletmelerine verilen ruhsatlarda 1 milyon TL, hava taksi işletmesi ruhsat harcında 500 bin TL, genel havacılık işletme ruhsatında 100 bin TL olarak uygulanacak. (2)

Bireysel Emeklilik Sistemine (BES) devletin katkısı değişiyor

Sistemin etkinliğini artırmak için BES'teki devlet katkısı oranını artırma veya azaltma yetkisi Cumhurbaşkanına veriliyor. (Madde 16- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi). Teklifle, Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu’na göre, işveren tarafından ödenenler hariç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı katılımcılar ile Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun ilgili hükmü kapsamındaki katılımcılar adına bireysel emeklilik hesabına ödenen katkı paylarının %30’una karşılık gelen tutar, şirketler tarafından emeklilik gözetim merkezine iletilen bilgiler esas alınarak devlet katkısı olarak emeklilik gözetim merkezince hesaplanacak. Teklifle Cumhurbaşkanı’na, bu oranı %50’sine kadar artırma, sıfıra kadar indirme yetkisi veriliyor.

Ek borçlanma yetkisi veriliyor

Deprem harcamaları ve 2025 bütçesinden kaynaklanan artan finansman ihtiyacını karşılamak amacıyla, Hazine’nin 2025 yılı borçlanma limitine 595 milyar TL ek borçlanma yetkisi veriliyor. (Madde 17- Yürürlük Tarihi: Kanun Yayım Tarihi).

Öngörülen SGK düzenlemeleri

Teklifte ayrıca, sigorta prim tahsilatlarını artırmak amacıyla, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda yapılması öngörülen bazı düzenlemeler yer alıyor:

▪İmalat dışı sektörlerde işverenlere sağlanan Hazine prim teşvikleri azaltılırken, genç girişimci prim desteği tamamen kaldırılıyor. (Madde 20- Yürürlük Tarihi: 2026 Yılı Ocak Ayı Başında). (Daha önce 4 puanlık indirim 5 puan olarak uygulanmaktaydı). Ayrıca genç girişimcilere bir yıl süreyle sağlanan prim desteği sonlandırılıyor.

▪Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları işveren prim oranları %11’den %12’ye yükseltiliyor.  

▪Kısmi süreli çalışanlar ve ev hizmetleri gibi bazı grupların MYÖ sigorta prim oranı yükseltiliyor. İsteğe bağlı sigorta, tarım işçileri, kısmi süreli çalışanlar ve ev hizmetlerinde 10 günden az çalışanların malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları prim oranları %20’den %21’e çıkarılıyor. (Madde 19- Yürürlük Tarihi: 2026 Yılı Ocak Ayı Başında).

▪5510 sayılı Kanunun 82’nci maddesinde yapılan değişiklikle, prime esas günlük kazanç üst sınırı asgari ücretin 7,5 katından 9 katına çıkarılıyor.

▪Emeklilik prim oranının işveren hissesi 1 puan artırılıyor.

▪Sigortalılar arasında eşitliği sağlamak gerekçesiyle askerlik hizmetinin borçlanma prim oranı %32’den %45’e çıkarılıyor. (Madde 33- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026).

▪BAĞ-KUR primlerinin ödenmemesi nedeniyle durdurulan sigortalılık sürelerinin ihya prim oranının %45 olarak belirleniyor. Kanun teklifiyle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda değişikliğe gidilerek durdurulan sigortalılık süresinin ihya maliyetinin, yasal süresinde ödenen prim maliyetinden yüksek tutularak sigortalıların primlerini yasal süresinde ödeme alışkanlığının artırılması ve prim tutarlarını zamanında ödeyen sigortalıların dezavantajlı duruma düşmemeleri amaçlanıyor. Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu hükümleri uygulanan sigortalılar için de borçlanma prim oranları %45 olarak alınarak sigortalılar arasında eşitlik sağlanması hedefleniyor.

*Gelir ve aylık bağlanmış olanlarda prim borçlarının gelir ve aylıklarından kesilmesi sağlanıyor

Sosyal Güvenlik Kurumundan gelir veya aylık alanların, genel sağlık sigortası primi dâhil olmak üzere prim ve prime ilişkin borçlarının, kendilerine veya hak sahiplerine bağlanan gelir veya aylıklardan %25 oranını geçmemek üzere kesinti yapılarak tahsil edilmesi düzenleniyor. (Madde 22- Yürürlük Tarihi: 01.01.2026). Bunun emeklilerin durumlarını daha da güçleştireceği çok açık.

Vergi kaybına neden olacak düzenlemeler:

Katma Değer Vergisi Kanunu’nda yapılan düzenlemeye göre, yatırım izleme ve koordinasyon başkanlıklarının mülkiyetindeki taşınmazların satışı suretiyle gerçekleşen devir ve teslimler KDV’den istisna tutulacak.

UEFA organizasyonlarında Türkiye’de kazanç elde eden yabancı takımlar ile Organizasyonda görevli tüzel kişilerin kazançları Gelir ve Kurumlar Vergisinden muaf tutulacak.

Sonuç ve değerlendirme

Her ne kadar kanun teklifinin gerekçesinde öngörülen düzenlemelerin; vergi dışında kalan alanların kapsama alınması, bazı istisnaların kaldırılması, kayıt dışılıkla etkin mücadele edilmesi ve vergi adaletinin güçlendirilmesi amacıyla yapıldığı ileri sürülse de düzenlemelerin asıl olarak fiskal amaçlı yani yeni gelir yaratmak amaçlı olduğu anlaşılıyor.

Bu amaçla, vergi oranları artırılmaksızın, sırasıyla bazı meslek gruplarına “ruhsat harcı” adı altında yeni vergiler getiriliyor. Yani vergi tabanı genişletiliyor. Bazı istisnaların kaldırılması ise matrah genişletme amacıyla yapılıyor. Gayrimenkul satışlarında piyasa fiyatının altında bedel bildirilmesinin vergi ile cezalandırılması ise kayıt dışılıkla mücadele olarak ele alınabilir.

Diğer yandan bu düzenlemelerin vergilemede adaleti sağlamaya yönelik olduğu söylenemez. Öncelikle fonlara sağlanan istisna kaldırılırken, konut kiralarından elde edilen gelirin vergilendirilmesinde sağlanan istisna daraltılıyor. Bu alt-orta sınıfta yer alanların vergi yükü artacak demektir.

Kaldı ki istisnalar daraltılsa da toplamda istisna, muafiyet ve indirimlerden oluşan ve büyük bir kısmı sermaye kesimince kullanılan “vergi harcamaları” adı verilen teşviklerin boyutu 2026 yılında 3 trilyon TL’den 3,600 milyar TL’ye yükseltiliyor.

Hepsinden önemlisi vergi adaletini bozan dolaylı vergilerin ağırlığı azaltılmıyor. Oysa toplam vergi sistemi içinde üçte iki oranında bir paya sahip olan KDV, ÖTV ve harçlar gibi vergi ve benzerleri son derece adaletsizdir. Zira düşük gelirliler tarafından daha ağır hissedilir.

Dahası yüksek enflasyon zamanlarında mal ve hizmetlerin fiyatları arttığında bu vergiler de otomatik olarak arttığından halk enflasyon altında dolaylı vergiler tarafından bir kez daha ezilir. Ancak halkımız fiyatlardaki bu artışın bir kısmının vergi artışından kaynaklandığını bilmediğinden yani mali anestezi etkisi altında tepkisiz kalıyor.

Diğer yandan dolaysız vergilerin başında gelen Gelir Vergisi’nin tarife yapısı ve uygulanan vergileme usulü nedeniyle emekçiler yılın daha ilk çeyreğinden itibaren bir üst vergi dilimine giriyor.

Bu teklifte bu durumu ortadan kaldırmaya yönelik (dik artan oranlı bir tarife düzenlemesi ve verginin hesaplanma yönteminin değiştirilmesi gibi) düzenlemeler mevcut değil. Oysa on milyonlarca ücretli emekçinin beklentisi tam da bu düzenlemelerin artık hayata geçirilmesidir.

Keza vergi düzenlemelerinde çok zenginlerden alınabilecek bir servet vergisinden hiç söz edilmiyor.  

Son olarak, yapılacak vergi düzenlemelerini kamu harcama reformu ile birlikte düşünmek gerekir. Devlet başta lüks nitelikte ve ekonomik olarak verimsiz, israf niteliğindeki faiz ve güvenlik-otoriterleşme harcamalarını kısmadığı sürece yani kamu harcamalarının dağılımında bir adalet sağlanmadığı sürece vergi düzenlemesi ne kadar gelir yaratıcı olursa olsun toplumsal bir fayda sağlamayacaktır.

Dip notlar:

(1(1) https://www.odatv.com/guncel/200-milyar-liralik-yeni-vergi  (22 Ekim 2025).

(2(2) Vergiye Yönelik Düzenlemeleri İçeren Kanun Teklifi – Açıklamalar, Alomaliye.com.tr (17 Ekim 2025).