28 Ekim 2018 Pazar

WASHİNGTON’DAN BAKILDIĞINDA TÜRKİYE EKONOMİSİNİN GÖRÜNÜ


WASHİNGTON’DAN BAKILDIĞINDA TÜRKİYE EKONOMİSİNİN GÖRÜNÜMÜ

Mustafa Durmuş

28 Ekim 2018

Verilere göre, küresel ekonomi 2011 yılından bu yana büyümesini sürdürüyor. Diğer yandan hem küresel borsalarda son bir haftadır yaşanan düşüşler, hem de uluslararası örgütlerin raporları işlerin göründüğü kadar iyi olmadığını da ortaya koyuyor.

KÜRESEL BORSA BALONU SÖNÜYOR MU?
Öncelikle, bu hafta Avrupa ve Asya borsalarındaki düşüşün ardından ABD borsalarında ciddi düşüşler, dolayısıyla da ciddi düzeyde zarar yaşandı. Bu düşüşün birçok açıklaması olabilir, ama asıl nedenin küresel ekonominin yavaşlaması olduğu ileri sürülüyor (1).
Detaylandırırsak, New York Borsası’nda kote 176 şirketin hisseleri son 52 haftanın en yüksek düzeyinin en az yüzde 50’si oranında düşüş gösterdi. Facebook, Amazon, Netflix, Google’s ana şirketi Alphabet, Microsoft, Apple ve NVIDIA’nın hisseleri Ağustos’tan bu yana ortalama yüzde 7,8 düştü. Yedi şirketten üçünde düşüş yüzde 20 ve ikisinde yüzde 13 -14 civarında oldu (2).
Böylece, Trump’ın zenginlerin vergi oranlarını düşürmesinin ardından coşan ABD borsalarında bir yılda sağlanan kazançlar bir haftada erirken, küresel çapta borsalar 2012 avro borç krizinden bu yana en kötü performanslarını sergilemiş oldular.
Bir kısım iktisatçı bu gelişmeyi sadece bir “düzeltme” olarak nitelendirse de durum o kadar basit görünmüyor. Daha ziyade bu düşüşler, FED faiz oranlarını yükseltmeyi sürdürürken (dolayısıyla borçlanma maliyetleri artarken), Trump’ın yaptığı cömert vergi indirimlerinin neden olduğu kâr patlamasının kısa süre içinde sona ereceği ile ilgili olarak korkuya kapılmalarının ardından satışa yönelmelerinin bir sonucu gibi görünüyor.
Kısaca borsalar her zaman ve tam olarak reel ekonomide neler olduğunu göstermeseler de sanki bu kez bu işlevi yerine getiriyorlar (3).

KÜRESEL EKONOMİK BÜYÜME HIZI YAVAŞLIYOR
Küresel ekonominin finansal tarafında bunlar olurken, reel tarafında da işlerin iyi gitmediğini uluslararası örgütlerin raporları ortaya koydu.
Örneğin IMF, bu ay kamuoyu ile paylaştığı iki raporunda (4), 2016 yılında yaşanan mini resesyonun ardından ilk kez küresel büyüme beklentisini, hem bu yıl hem de gelecek yıl için üç ay önceki tahmini olan 3,9’dan yüzde 3,7’ye düşürdü. Buna neden olarak da başta Brezilya ve Türkiye olmak üzere bazı yükselen ekonomilerde artan ekonomik ve siyasal gerilim ve stresi ve böylece ortaya çıkan kırılganlıkları gösteriyor.
Aynı tahmini OECD Eylül ayında yayımladığı ara raporunda (5) yapmış ve bu yıl ve gelecek yıl için küresel ekonomik büyümenin yüzde 3,7 olarak gerçekleşeceğini ileri sürmüştü. Rapora göre bu iki yıl için sadece Hindistan ve S. Arabistan’ın büyümesi yukarı yönlü olacak.

KAPİTALİST BÜYÜME SINIRLARINA ULAŞIYOR
Diğer yandan, 2017 ve 2018 yıllarındaki göreli olarak yüksek büyüme hızlarının dünya ekonomisinin 1987-2007 arasına elde ettiği yıllık ortalama yüzde 3,9 - 4,0 gibi büyüme hızlarının hala altında kaldığını vurgulamak gerekiyor. Yani kapitalist dünya artık eski hızında büyüyemiyor.
2008 krizi sonrasında dünya ekonomisinde görülen cılız toparlanma kapitalizmin kendi dinamiklerini harekete geçirerek, yani, kârlılık, üretkenlik ve üretim artışlarıyla değil, daha ziyade devlet müdahaleleriyle gerçekleşiyor.
Öyle ki sadece dünyadaki ekonomik büyümenin ana motorlarından olan ABD’de değil, neredeyse bütün Merkez Ekonomilerde reel yatırım düzeyleri hala 2008 Büyük Resesyonu’ndaki düzeyin altında kaldı. Bunun nedeni ise hem kârlılığın düşük (hala 2007’nin altında), hem de özel sektörün borç stoklarının çok yüksek olması.
Böylece küresel kapitalizm giderek büyüme sınırlarına ulaşıyor ve giderek daha fazla, hem ekonomik, hem de politik olarak devlet desteğine ihtiyaç duyuyor, emeği ve doğayı çok daha fazla sömürüp tahrip ediyor ve çok daha fazla otoriterleşiyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİNDE ÇAKILMA
İki örgütün raporlarına göre ekonomik büyüme açısından aşağı doğru en büyük düzeltmeyi Türkiye ekonomisi yaşayacak. Öyle ki OECD’ye göre Türkiye bu sene sadece yüzde 3,2 ve 2019 yılında ise sadece binde 5 büyüyebilecek.
IMF’ye göre (6) ise 2017 yılında ve 2018 başında Türkiye’de ekonomik büyüme çok güçlüydü ama bu keskin bir biçimde, örneğin 2018’de yüzde 3,5’e ve 2019 yılında binde 4’e kadar düşecek.
Bu düşüşün nedenleri arasında; parasal koşulların kötüleşmesi (uluslararası likiditenin daralıp, daha pahalı hale gelmesi), liranın dünya paraları karşısında daha da zayıflaması, yükselen petrol fiyatları, artan faizler ve riskler nedeniyle yükselen borçlanma maliyetleri, yatırımcı ve tüketici talebi üzerinde çok etkili olan yüksek düzeydeki belirsizlikler akla ilk gelenleri.
Büyümenin yavaşlaması demek şirketlerin daha az kâr etmesi, kârlılıklarının azalması ve gelirlerinin düşmesi, hatta zarar etmesi demek. Bu da, böyle yüksek faiz ve döviz kurlarından borçlarını geriye ödemekte çok zorlanacakları, iflasların, toplu işçi çıkarımlarının yapılacağı (hali hazırda yapıldığı) anlamına geliyor.
Nitekim 3 bin civarında şirketin konkordato ilan etmesi ve bunların arasında Türkiye’nin ilk 500 şirketlerinden bazılarının da bulunması, resmi işsiz sayısının 3,5 milyonu, gerçek işsiz sayısının ise 6,5 milyonu bulması (7) durumun ciddiyetini gösteriyor.

DEĞİRMENİN SUYU KESİLDİ
Ayrıca Türkiye ekonomisi uluslararası sermaye hareketlerinin ani yer değiştirmesine ve jeopolitik risklere karşı duyarlı kalmaya devam edecek gibi görünüyor.
Bu tespiti doğrular bir biçimde, uluslararası sermaye hareketlerini izleyen bir kuruluş olan IIF’e göre Türkiye’den önümüzdeki yıl ciddi bir sermaye çıkışı beklenmiyor, ama ülkeye gelecek olan yabancı kaynak 5,1 milyar dolar ile sınırlı kalacak.
Bu geçen yılki girişlerin yaklaşık 35 milyar dolar ve bu yılki girişlerin 17 milyar dolar altında demek oluyor (8). Böylece ülkeye son 17 yıl süresince ilk kez bu kadar az miktarda yabancı kaynak girmiş olacak (çünkü 2002 yılında dahi giriş miktarı 7 milyar dolara yakındı).

İKTİDARIN İYİMSERLİĞİ SÜRÜYOR
Buna rağmen hem bu ay açıklanan Yeni Ekonomi Programı, hem de 2019 Yılı Bütçe Sunuş Konuşmasında Türkiye ekonomisinin büyümesinin, bu yıl yüzde 3,8, 2019’da yüzde 2,3, 2020’de yüzde 3,5 ve 2021’de yüzde 5 olmak üzere süreceği ifade edildi.

FİNANSAL KRİZİN GÖSTERGELERİ
IMF, raporlarında ekonomik durgunluk ya da resesyon tehlikesine dikkat çekerken, yeni bir finansal kriz riskinin de altını çiziyor. Özellikle de bu riskin çok yüksek düzeydeki küresel borç stoklarından, bu borçların yüksek artış hızından, borsa, tahvil ve türev piyasalarda şişmekte olan balonlardan ve bütün bunları harekete geçirecek olan faiz oranı artışlarından kaynaklandığını belirtiyor.
Finansal risk bağlamında IMF, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ekonomilere özellikle dikkat çekiyor. Örneğin Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda (9) finansal göstergeler açısından Arjantin, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerin kırmızı bölge içinde yer aldığını belirtiyor.
Sırasıyla; döviz rezervlerinin yeterliliği ve nakit döviz ihtiyacı açısından yapılan değerlendirmeye göre, Türkiye’nin dış borçları ihracat gelirlerinin iki katından fazla iken döviz rezervleri bunun yarısını bile karşılamaktan uzak.
Döviz gelirlerindeki hızlı erime açısından Türkiye diğer ülkelerden belirgin bir biçimde ayrışıyor. Öyle ki potansiyel döviz erime riskinin dörtte üçünü koşullu yükümlülükler adı verilen kamu-özel ortaklığı (KOÖ) projelerinden gelen riskler oluşturuyor. Bu risklerin ülkenin toplam döviz gelirlerinin yüzde 80’ini oluşturduğu tahmin ediliyor.
Yabancı sermaye çıkışları ve borcu borçla çevirme (roll over) oranı en yüksek ülkelerin başında Güney Afrika, Arjantin ve Türkiye geliyor. Ayrıca bu grup içinde Türkiye’nin ihracatı da en yüksek düzeyde olduğundan, korumacılık nedeniyle ortaya çıkabilecek dış talep şokları açısından da Türkiye riskli ülkeler arasında sayılıyor.
Dış borçlarının GSYH’sinin yüzdesi olarak yüksekliğinin ötesinde bu borçların vade yapısı açısından en riskli ülkeler arasında ilk sırayı ilk sırada Türkiye ve Arjantin yer alıyor. Bu borçların içinde dövizli olanların payı en yüksek olan ülke ise Türkiye.

FATURA YİNE EMEKÇİLERE KESİLDİ
Kuşkusuz Washington, Türkiye’ye (kuruluş amacına uygun bir biçimde), krizden çıkış önerilerinde de bulunuyor.
Örgüt öncelikli olarak hükümete yeni bir mali imkân sağlayacağı için acil bir sosyal güvenlik reformu (!) yapmasını öneriyor. Bu arada orta ve uzun vadeli hedeflerin tutturulabilmesi için kamu maliyesi dengelerini etkileyen kamu özel ortaklığı projelerinin dikkatlice yönetilmesi ve devletin özel sektöre verdiği garantilerin azaltılması gerektiğinin altı çiziliyor (10).
İşsizliğin azaltılabilmesi, enflasyonu düşürme (dezenflasyon) sürecinin neden olacağı hasıla kayıplarının hafifletilmesi, dış kaynak bileşiminin iyileştirilebilmesi ve ülkenin nakit akışkanlığının sağlanabilmesini için örgüt, yatırımcı iklimini iyileştirebilmesini, dolayısıyla da işgücü piyasalarının daha da esnekleştirilmesi gerektiğini savunuyor (11). Yani yatırımcıların gönlünün hoş tutulması gerektiğini vurguluyor.
Dikkat edilirse bu öneriler açıklanan Yeni Ekonomi Programı’nda yer alan öneriler. Böylece ülkenin ekonomik krize girmesinde (toplumsal sorunlara olan ilgisizliği dışında) hiçbir sorumluluğu olmayan başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin, halkın krizden çıkabilmek için bir kez daha bedel ödemesi, ekonomik fedakârlıklara katlanması kadar, kıdem tazminatı, iş güvencesi gibi kazanımlarından tamamen vazgeçmesi bekleniyor.
Son olarak, 2019 yılında vergi gelirlerinin en az yüzde 20 oranında artırılması öngörülürken, vergi gelirlerinin büyüklüğü sıralamasında KDV (237 milyar lira), Gelir Vergisi (172 milyar lira), ÖTV (163 milyar lira) ve Kurumlar Vergisi (74 milyar lira) ilk dörtte yer alıyor (12).
Böylece halktan daha fazla KDV ve ÖTV adı altında vergi toplanırken ve ücretlilerden daha fazla Gelir Vergisi alınırken, sermayeden alınacak Kurumlar Vergisinin sınırlı tutulacağı anlaşılıyor.
Yani sadece sosyal politikalar aracılığıyla değil, vergi politikaları aracılığıyla da krizin bedeli emekçilere ödettirilecek gibi görünüyor.
Krizin bedelini ödememenin ve bu bedeli gerçek sorumlularına ödetmenin yolu bilinçli ve örgütlü bir ekonomik-demokratik mücadeleden geçiyor.
………

(1) Edward Harrison, “European Selloff Highlights Resumption Of US Treasury Bear Flattening”, https://pro.creditwritedowns.com (Oct 23, 2018).
(2) Wolf Richter, “This Stock Market Is “Gradually” Rotting Under the Covers”, 
https://wolfstreet.com (Oct 23, 2018).
(3) 
https://thenextrecession.wordpress.com/2018/10/25/correction.
(4) IMF, World Economic Outlook October 2018, s. 32 ve IMF, The Global Financial Stability Report (GFSR) October 2018.
(5) OECD, Interim Economic Outlook September 2018.
(6) IMF, World Economic Outlook, AGR. s. 41.
(7) TÜİK ve DİSK-AR’ın Ekim ayında yayımladığı işsizlik verileri.
(8) 
http://www.hakanozyildiz.com/…/turkiyeye-scak-para-girisler… (19 Ekim 2018).
(9) IMF, The Global Financial Stability Report (GFSR) October 2018, s. 21-24.
(10) IMF, World Economic Outlook, AGR.,s. 28.
(11) Agr., s. 29.
(12) Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın 2019 Yılı Bütçe Sunuş Konuşması, s. 27.


Formun Üstü


21 Ekim 2018 Pazar

BREZİLYA: POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (2)


BREZİLYA: POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (2)
(Brasilia'dan Ankara'ya Ortak Yönler)

Mustafa Durmuş

21 Ekim 2018

ARTAN SUÇ VE ŞİDDET

Brezilya’da ciddi ekonomik sorunlara ilave olarak, ülkede giderek artan ve yaygınlaşan şiddet olayları ve işlenen suçlar aşırı sağın ekmeğine yağ sürdü. Öyle ki sadece 2014 yılında 60 bin kişi öldürüldü. Polis olayları çözmek konusunda isteksiz davranınca da bu boşluk aşırı sağcı ya da Neo Nazi silahlı çeteler tarafından dolduruldu. Bunlar halkın kurtarıcıları olarak sahne almaya başladılar. Aynı yıl sağ muhalefet İşçi Partisi’nin (İP) Başkanını yolsuzlukla suçladı. Tüm bu gelişmeler sonucunda İP tabanını kaybederken, Bolsonaro ile temsil edilen aşırı sağcı ırkçı hareketler güçlenmeye başladı (1).

Bu kitle hareketleri, protestolar ve artan şiddet ve suç vakaları aslında neo-liberal dönüşümün semptomlarıydı. Bunlar siyasetin lümpenleşmesine yol açtılar.  Öyle ki bazen bu hareketler kolektivizmin restorasyonu ve neo-liberalizmle çatışmayı hedefleyen platformlara destek verirken, bazen de faşizmin oluşumu için verimli bir zemin oluşturdular (2). 

“SOSYAL KALKINMACILIK” ÇÖKTÜ, SINIFSAL ÇELİŞKİLER ARTTI

Marksist bazı yazarlarsa Brezilya’daki gelişmeleri uygulanan birikim stratejisinin çökmesine ve sınıf savaşının artmasına bağlıyorlar. Bu strateji, devlet öncülüğünde yürütülen “sosyal kalkınmacılık” adı verilen bir strateji. Kabaca, doğal kaynak ihracata dayalı, aynı zamanda da iç talebe, dolayısıyla da iç pazara odaklı ve devasa alt yapı yatırımlarıyla hayata geçirilen bir büyüme ve birikim strateji.

İşçi Partisi öncülüğündeki koalisyon sosyal kalkınmacılığı tam anlamıyla hayata geçiremese de kamusal yatırımlara öncelik verdi ve federal düzeyde yapılan yatırımlar yılda ortalama yüzde 10,6 oranında arttı. Asgari ücretin yükseltilmesi ve gelir bölüşümünün iyileştirilmesi aracılığıyla iç talep artırıldı (ücretler yılda ortalama yüzde 5 oranında artırıldı). Ekonomik büyüme yıllık yüzde 3,3 gibi bir oranda istikrarda tutuldu ve yoksulluk azaltıldı. Ancak bu gelişim 2011 yılında küresel çapta meta fiyatları düşmeye başlayınca tersine döndü. Zira bu olumsuz küresel gelişmelerden Brezilya’nın ihracatı olumsuz etkilendi. Ülkenin doğal kaynak ürünlerine olan dış talep azalıp, alt yapı yatırımları da yavaşlatılınca bu strateji çöktü. 2015-2016’da ekonomi yüzde 7 küçüldü. Bu arada devletin tepesiyle ilgili büyük çaplı yolsuzluk soruşturmaları başlatıldı. Özellikle de büyük inşaat firmalarının neden olduğu yolsuzluklar ortaya atıldı (bu firmalar ise izlenen ekonomik stratejinin çok önemli unsurlarıydı). Halkın hoşnutsuzluğu arttı ve bu tepkiler dönemin İP Başkanı D. Roussef’e yöneldi. Irkçı aday Bolsonaro bu durumu çok iyi değerlendirerek kendini bir alternatif olarak halka sunma imkânını buldu (3).

PRAGMATİZMİN İFLASI

Brezilya’da aşırı sağın yükselişini, “pragmatik sol popülist yaklaşımın tersine dönen dış konjonktür koşulları nedeniyle iflas etmesi” olarak açıklayan görüşler de mevcut.
Buna göre Brezilya deneyimi kendi sınırları içinde de olsa, politik alandaki pragmatizmin ilerici ekonomik değişiklikleri destekleyebildiğini, ama gerçek sonucun asıl olarak dışsal koşullarca ve iktidarı destekleyen politik koalisyonun istikrarı ile belirlendiğini ortaya koyuyor.

Örnek olarak, Loureiro ve Filho’ya göre (4), İP’in stratejisi bir pragmatik politik ve ekonomik stratejiydi (neo-liberalizm altındaki asgari direniş biçimiydi). Lehte dışsal konjonktür sayesinde (ABD’deki Büyük Moderasyon, AB’deki göreli refah artışı ve Çin’deki hızlı büyüme) İP pragmatizmi kısa dönemde ülkede siyasal istikrarı sağladı, ekonomik büyümeyi hızlandırdı ve gelir bölüşümünün iyileştirilmesine yardımcı oldu. Bu strateji, oyunun kurallarına ve Anayasaya sadık kalmayı ve ulusal geliri (sınırlı düzeyde kalmak kaydıyla) sosyal transfer programları ve emek gücü piyasalarında yapılan iyileştirmelerle emekten yana yeniden bölüştürmeyi öngörürken, diğer yandan oldukça adaletsiz servet bölüşümüne dokunmamayı, ideolojik çatışmalara girilmemesini ve sınıf temelli politikalar yürütmemeyi içeriyordu.

Bir başka anlatımla ihracat mallarının fiyatlarındaki artışlar ve büyük çaplı sermaye girişleri İP’in liderliğindeki iktidarın pragmatik ve çatışmasız reformist politikaları hayata geçirmesini mümkün kıldı. Ama bu pragmatizm Brezilya’daki ekonomik büyüme engellerinin ortadan kaldırılmasından ziyade, sadece hafifletilmesine yardımcı oldu. Mevcut birikim sistemi dönüştürülemediği gibi, orta vadede kapitalist büyümeyi kısıtlayan faktörler de ortadan kaldırılamadı.

Küresel ekonomik koşullar tersine dönmeye başlayıp, iktidara verilen sınıfsal destek azalınca İP’in tabanı erimeye başladı ve bu durum onu giderek iktidardan uzaklaştırdı. Sonuçta bir dönüm noktası olarak 2016 yılında Başkan Rousseff iktidardan düşürüldü. Bu dönemde politik çatışma burjuvazinin yerli kanadı ile küresel sermayeye eklemlenmiş olan kanadının arasındaki farklılıklarla derinleşti. Bu iki grubun ideolojik ayrılıkları, aralarındaki, izlenen ekonomi politikaları, kurumlar, politik temsiliyet konularındaki mücadeleler sonuç üzerinde etkili oldu. Bu süreç otoriter bir demokrasinin ortaya çıkmasıyla neticelendi (5).

BOLSONARO BREZİLYA HALKININ SORUNLARINA ÇÖZÜM OLAMAZ

Bolsonaro’nun (diğer aşırı sağcı popülist liderler gibi)  müesses nizam karşıtı söylemleri mevcut.  Böylece (kitleselleşmiş soldan bir meydan okuma söz konusu olmadığından), tipik bir biçimde halkın gözünde meşruiyetini kaybetmiş olan neo liberalizme sağdan bir meydan okumayı temsil ediyor.  Özellikle de neo liberal politikaların iyice dışlayıp marjinalleştirdiği kesimlere erişmeye çalışıyor ve aldığı oyun yüksekliğine bakıldığında bu konuda oldukça başarılı olduğu görülüyor.

Diğer yandan, eğer başkan seçilirse, ülkeyi sadece politik olarak, faşist bir otoriterliğe kaydırmayacak, aynı zamanda ekonomiyi daha da derinleştirilmiş bir neo liberalizme mahkûm edecektir. Bu ikilinin bir arada yürümesi şart görünüyor. Çünkü büyük sermaye ve yönetenler eğer müdahale edip, manipüle etmezlerse devasa eşitsizliklere ve krizlere neden olan sistemlerinin sosyal patlamalarla yıkılabileceğini farkındalar. Bu nedenle de kitleleri farklı hedeflere yönlendirebilecek hareketlere ve liderlere ihtiyaçları var. Bolsonaro’yu desteklemeleri asıl olarak bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Nitekim Bolsonaro, aşırı serbestleştirilmiş bir strateji çerçevesinde, mevcut kamusal yatırım projelerinin sürdürülmesinden vazgeçmeyi ve yaygın özelleştirilmeleri başlatmayı planlıyor. Bu konudaki fikir babası ise adı kamu fonlarıyla ilgili bir rüşvet olayına karışmış olan Şikago Okulu’na mensup, aşırı serbest piyasacı, sağcı ekonomist P. Guedes.  Guedes sosyal nitelikteki kamu harcamalarının büyük ölçüde kısılmasını, özelleştirmeleri, daha da adaletsiz bir vergi sistemini (düz oranlı vergileme) savunuyor.
Yani Bolsonaro, adil bir sosyo-ekonomik kalkınmaya hiç yer vermediği ekonomik programı aracılığıyla sosyal muhafazakârlık ve aşırı ekonomik liberalizmi sentezliyor. En zengin 6 kişinin 100 milyonun servetine eşit bir servete sahip olduğu bir ülkede (6) böyle bir programın bırakın eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı, halkın en temel ekonomik sorunlarına bile çözüm olamayacağı, hatta bunları daha da derinleştireceği açıktır.

Buna rağmen, statükodan umudunu kesmiş ve ciddi bir ekonomik reformasyon beklentisi içindeki olan, aynı zamanda Kongre’deki sağcı ittifakın bizzat yönettiği ve tek sesli hale getirilmiş büyük medyanın ve Kilisenin manipülatif etkisi altındaki geniş yığınları peşinden sürükleyebiliyor.

“BBB” İTTİFAKI

Bolsonaro’ya müesses nizamın verdiği destekten bir örnek vermek gerekirse, ülkedeki aşırı sağcıların birçoğu Evanjelist gelenekten geliyor. Ülkede 600 adet Hristiyan TV ve radyo kanalı var. Bunlardan Rede Record ülkenin ikinci büyük TV kanalı ve Evanjelist Kilisesi mensubu milyarder Edir Maçedo’ya ait. Ayrıca bu yapı Kongre’de BBB Sağcı Koalisyonunu (Mermi, İncil ve Et)  kurdurarak ciddi bir politik güce sahip oldu. Öyle ki BBB’nin önerisiyle Brezilya yerlilerinin toprakları sınırlandırıldı, çitlemeler yapıldı. Yerlilere olan karşıtlığa ek olarak, kürtaj ve homoseksüellik, kadın hakları karşıtlığı biçiminde ortaya çıktılar. Aynı zamanda ülkede silahlanmanın kontrol altına alınmasını istemiyorlar (7).

28 EKİM 2018: ANTİ-FAŞİST GÜÇ BİRLİĞİ BREZİLYA'NIN SON ŞANSI

28 Ekimde Başkanlık seçimlerinin ikinci turu yapılacak. Demokrasi güçlerinin hala Bolsonaro’yu yenme imkânı var.

Güçlü bir sol hareket öncülüğünde, işçi sınıfının önemli bir parçasını oluşturduğu anti- faşist bir birliktelik bunu sağlayabilir, ama neo-liberal dönüşüm sırasında bu solun maddi temelleri büyük ölçüde erozyona uğradı. İP ve Rousseff yönetimi sınıfı güçlendirmeyi asla göze alamadı, tersine küçük küçük yasal iyileştirmelere ve düzenlemelere başvurarak sınıfı pasifize etti (8).

Buna rağmen, tehlikenin farkında olan anti- faşist güçler ikinci tur için işbirliği yapmaya hazırlanıyorlar. Brezilya Sosyalist Partisi ve Sosyalizm ve Özgürlük Partisi, bu seçimlerin faşizme ve darbeye karşı mücadele açısından çok önemli olduğunu belirterek adaylar içinde İP’in adayı olan ve ilk turda yüzde 29 oy alan Haddad’ı destekleyeceklerini açıkladılar. İlk turda adayı üçüncü gelen ve yüzde 12,5 oy olan Demokratik Emek Partisi de Haddad’ı destekleyeceğini açıkladı. Haddad ayrıca sandığa gitmeyenlerin, diğer küçük partilerin adaylarına oy veren seçmenlerin oylarını alma gayreti içinde (9). Bolsonaro’nun karşısında hala yüzde 54’lük bir çoğunluğun mevcut olması umudu yükseltiyor.

BRASİLİA’DAN ANKARA’YA ORTAK YÖNLER

Brezilya’daki İP önderliğindeki koalisyonların ve Türkiye’deki tek başına AKP iktidarlarının birbirinden farklı özellikler taşıdığı kuşkusuz. İP yüzünü sola dönmüş, solda konumlanan bir parti iken, AKP Türkiye’de milenyumun ilk neo liberal ve neo muhafazakâr partisi, yani sağda konumlanan bir parti.

Buna rağmen iki partinin ortak özellikleri var. Öncelikle, her ikisi de 15 yıldır iktidarda. İkinci olarak her iki parti de pragmatik bir popülist ajandaya sahip. Yani emperyalist –kapitalist sistemi karşılarına almadan, onun neo liberal versiyonu ile kavga etmeksizin, yoksullara dönük kısmi iyileştirmelerle, yani popülist politikalarla halkın desteğini alabilmeleri her ikisinin de ortak özelliği. Aradaki fark, İP’in sol bir popülizmi, AKP’nin sağ bir popülizmi uygulamakta olması. Ortak nokta ise sonuçta sağ ya da sol bu popülist pragmatizmin çözüm olmadığının ortaya çıkması.

Üçüncü olarak, her ikisi de lehte uluslararası konjonktürden (bol yabancı kaynak, düşük faizler gibi) bol bol faydalandılar, ama bu koşullar tersine dönmeye başlayınca her ikisi de başta ekonomik olmak üzere, çoklu krizlere girdiler. Bunun sonucunda İP tek başına iktidar olamaması yüzünden içinde yer aldığı koalisyona yansıyan sınıf çatışmalarından etkilendi ve giderek taban kaybetti. Benzer bir biçimde AKP iktidarı izlenen birikim stratejisi tersine dönen koknjonktür yüzünden iflas edince krizlere girdi, taban yitirmeye başladı.

Son olarak, her iki ülke de hızla aşırı sağa, otoriter ve totaliter bir rejim değişikliğine savruluyor.  Brezilya’da bu muhalefet hareketi aracılığıyla gerçekleşirken, Türkiye’de iktidar bloğunun kendi içinden oluyor.

………
(1) Alfredo Saad-Filho,  Social Policy Beyond Neoliberalism: From Conditional Cash Transfers to Pro-Poor Growth, http://dx.doi.org (July 2016).
(2)  di Alfredo Saad Filho,   Brazil: Social Change from Import-Substitution to Neoliberalism and the ‘Events of June’ , http://www.nuvole.it/wp/7-brazil-social-change-from-import-substitution-to-neoliberalism-and-the-events-of-june-2 (20 October 2015).
(3) EPA-EFE/Fernando Bizerra , Brazil faces two very different economic models in Bolsonaro and Haddad, https://theconversation.com (11 October 2018).
(4) Pedro Mendes Loureiro, Alfredo Saad-Filho,  “The Limits of Pragmatism: The Rise and Fall of the Brazilian Workers’ Party (2002-2016)”, http://eprints.soas.ac.uk (2018).
(5) Agm.
(6) EPA-EFE/Fernando Bizerrai, agm.
(7) Roxana Pessoa Cavalcanti, “How Brazil’s far right became a dominant political force”, https://theconversation .com (January 25, 2017).
(8) di Alfredo Saad Filho, agm.
(9) https://mronline.org/2018/10/11/brazil-left-unites-in-support-of-haddad-as-candidate-works-to-woo-voters.




20 Ekim 2018 Cumartesi

BREZİLYA: POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (1)


BREZİLYA: POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (1)
Mustafa Durmuş
20 Ekim 2018
Pele ya da Alex’i pek çoğumuz duymuş olsak da Bolsonaro’yu neredeyse hiç birimiz daha önce hiç duymamıştır. Ancak son günlerde dünyadaki emek ve demokrasi güçleri bu isimle ilgili olarak Brezilya’daki gelişmeleri endişe ile izliyor.
Çünkü iki hafta önce yapılan başkanlık seçimlerinin ilk turunda Sosyal Liberal Parti’nin adayı olan Bolsonaro yüzde 46 oy ile birinci çıktı. İktidar bloğunda yer alan sol popülist İşçi Partisi’nin (İP) adayı olan Haddad ise sadece yüzde 29 oy alabildi.

BOLSONARO: FAŞİZMİN DİRİLİŞİNİN SEMBOLÜ
Eski bir asker olan Bolsonaro tıpkı Trump ve dünyadaki diğer benzerleri gibi ırkçı, homofobik, kadın ve LGBTİ düşmanı ve demokrasi karşıtı aşırı sağcı bir politikacı.
Öyle ki ülkesinde 1985 yılına kadar hüküm süren askeri diktatörlüğe ve bu dönemde yapılmış olan işkencelere methiyeler düzebiliyor. Kadınların erkeklerden daha düşük ücret alması gerektiğini, gay bir çocuğu olsaydı onu reddedeceğini, kürtaja, göçmenlere, mültecilere karşı olduğunu açıkça söylüyor. Aynı zamanda da İP’nin başkan yardımcısı olan bir kadın siyasetçiye “tecavüz etmeye bile değmez” diyebilecek kadar kadın düşmanı, tecavüzcü bir provokatör olarak anılıyor ülkesinde.
Bolsonaro faşist politik gelenekteki dirilişi temsil ediyor. Brezilya halklarının ekonomik ve sosyal kazanımlarını ortadan kaldırmak isteyen, büyük özelleştirmeler yapılmasını talep eden neo-liberal ideoloji ile uyumlu hareket ediyor. Bu nedenle de, ülkedeki zengin seçkinlerin eski Başkan Lula’nın içeri atılmasını sağlayarak onun başkanlığının önünü açtığı ileri sürülüyor (1).
28 Ekim tarihinde yapılacak olan ikinci tur seçimlerinde eğer demokrasi güçleri güç birliği yapıp Bolsonaro’nun seçilmesini önleyemezse bu durum sadece Brezilya ve Latin Amerika’yı etkilemeyecek. Aynı zamanda dünyada finans kapitalin doğrudan emrinde olan faşist iktidarlardan biri daha kurulmuş olacak ki bu dünyadaki demokrasi güçleri için çok kötü bir haber.

BOLSONARO’NUN GENİŞ BİR KİTLE DESTEĞİ VAR!
Bolsonaro’nun yükselişi gelip geçici bir durum olmadığı gibi, hafife alınacak bir olgu da değil. Çünkü gücü, etkileyebildiği ve ağırlığını yoksulların, orta sınıfların oluşturduğu seçmen tabanının ve burjuvazinin (özellikle de küreselleşmeye entegre olmuş kanadının), 15 yıllık sol popülist koalisyondan ekonomik ve siyasal olarak umudunu kesmeye başlamış olan bir kısım burjuvazinin, müesses nizamın diğer unsurları olan bürokrasinin, asker ve polisin, Neo Nazi sivil faşist güçlerin, çeteleşmiş yaygın suç örgütlerinin verdikleri destekten kaynaklanıyor.
Keza 52 sandalye ile, Kongre’de 55 sandalyeli birinci parti konumunda olan İşçi Partisi’nin ardından ülkenin en büyük ikinci partisi durumunda. Yani Kongre’de de ciddi bir desteğe sahip.

TEK ÖRNEK DEĞİL, DÜNYADA AŞIRI SAĞCI POPÜLİZM YÜKSELİYOR!
Küreselleşmenin gerilemeye ve ulusal pazarlarda korumacılığın artmaya başladığı bir dönemde, artık dünyanın birçok ülkesinde iktidara ırkçı, aşırı sağcı, faşist partiler gelmeye başladılar. Üstelik bu iktidarlar kısa vadeli olmuyor, en az 10-15 yıl sürebiliyorlar.
Nasıl ki 16.Yüz yılda Martin Luther, Katolik Kilisesinin bir keşişi olmasına rağmen, Kilisenin sahteciliğine ve yolsuzluklarına ve Tanrı ile insan arasında aracılık rolüne karşı çıkarak Hristiyanlıkta reformizm anlamına da gelen Protestanlığı ortaya atarak kitleleri arkasına alabildiyse, emekçilerin kapitalizme olan tepkisini sömüren günümüzün sağcı popülist hareketleri ve liderleri de Luther’in yaptığına benzer bir şey yapıyorlar.
Söylemlerinde zengin seçkinleri hedef tahtasına koyuyorlar, eşitsizliklere ve yoksulluğa karşı çıkıyorlar, yolsuzlukları eleştiriyorlar. Yani halkın siyasal rejime, seçim sistemine olan kızgınlığından yararlanıyorlar. Özellikle de yolsuzlukları ve skandalları kullanıyorlar.
İktidara geldiklerinde uyguladıkları programlar ise çok somut değil. Bazen bir tür refah devletini savunabiliyorlar ya da Brezilya’da açıkladıkları gibi neo-liberal çözümlere yönelebiliyorlar. Ancak bu popülist liderlerin ortak noktası devleti ele geçirerek, hem kendilerini, hem de çevresini zenginleştirmek, bir tür “ahbap-çavuş kapitalizmini” yaygınlaştırmak oluyor (2).
Bu hareketlerin merkezi Doğu Avrupa (özellikle de Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan ve Bosna) olsa da, Merkez Avrupa içinde Avusturya’da, İtalya’da, Almanya, hatta İsveç’te bile ciddi taban oluşturmaya başladılar. Türkiye’de son 15 yıldır sağcı popülist, otoriter Erdoğan iktidarını pekiştirerek sürdürüyor. Putin ise Rusya’da çok güçlü bir konumda. Asya’da; Japonya’dan, Tayland’a ve Kamboçya’ya kadar benzer gelişmeler söz konusu. Hindistan’da Modi iktidarı sağcı otoriterliğin tipik bir örneğini oluşturuyor (bu gidişata sadece Malezya uymadı). Latin Amerika’da, Kolombiya’da yenilerde başkan seçilen Duque neo liberal ekonomik politikaları ve askeri güvenlikçi politikaları hızla hayata geçirirken, Nikaragua’da Ortega yönetimi militarizme kaymaya başladı. Kısaca Bolsonaro dünyada tek örnek değil (3).

NEO-LİBERAL POPÜLİST OTORİTERLİĞİN KAYNAKLARI
Dünyadaki bu gelişmenin nedenlerinin başında yıllardır bu ülkelerde iktidarda olan merkez partilerin neo-liberal küreselleşmeyi benimsemeleri ve buna uygun ekonomi politikaları uygulayarak, ekonomik sorunların ve eşitsizliklerin artmasına, halklarının yoksullaşmasına neden olmaları olgusu geliyor.
Bu durum bu partilerin taban kaybetmeleri ile sonuçlanırken, hızla değişen dünya koşullarında kapitalizmin geleceğine ait belirsizlikler nedeniyle korkuya kapılan halklar, bu korkularını çok iyi kullanan aşırı sağcı partiler ve hareketlerin eline düşmeye başlıyorlar.
Bu bağlamda örneğin, şu ana kadar sosyal refah toplumunun en parlak örneği olarak sayılan Kuzey Avrupa ülkelerinden biri olan İsveç’teki son gelişmeler hem korkutucu, hem de öğretici nitelikte.
Çünkü dünyada tüm zamanların, yurttaşlarına en yüksek refahı sunan ülkelerinin başında gelen ve mültecilere hep kucak açtığı için “dünyanın vicdanı” olarak da anılan İsveç’te aşırı sağ giderek güçleniyor. Eylül başlarında yapılan seçimlerde iktidarın ana ortağı olan Sosyal Demokrat Parti son yüzyılın en kötü sonucunu alırken (yüzde 28), ırkçı, homofobik, mülteci karşıtı, aşırı sağcı popülist parti “İsveç Demokratları” yüzde 20’ye yakın bir oy alarak parlamentoda üçüncü parti konumuna geldi (4).
  
BREZİLYA BU DURUMA NASIL GELDİ?
Aslında soruyu “dünya bu duruma nasıl geldi” diye sormak daha doğru olacaktır. Zira böyle hareketleri, partileri iktidara taşıyan faktörler birbirine çok benziyor: Neo liberalizmin daha da artırdığı bölüşüm eşitsizliği, derin yoksulluk, yolsuzluklar, müesses nizamın ve merkez partilerin ekonomik ve siyasal sorunlara çözüm üretememesi, küreselleşmenin hızlandırdığı göçler ve mültecilik sorunları ve tüm bu sorunların halkta liberal demokrasiden umudunu kesmesine yol açması gibi birçok faktör söz konusu.
Yani neo liberalizmin egemen olmaya başladığı 1980’li ve 1990’lı yıllarda küreselleşme ve serbest ticaretle sorunu olmayan sosyal demokrat ya da merkez sol iktidarlar neo-liberal strateji ve politikalara karşı çıkmadılar, sadece onun daha yumuşak versiyonunu (bir tür sosyal neo liberalizm) hayata geçirdiler. Bu durum onları bir süreliğine iktidarda tutarken, bu politikaların daha da derinleştirdiği ekonomik sorunlar tabanda aşırı sağcı fikir ve örgütlenmelerin güçlenmesi ile sonuçlandı.
Brezilya da bu gelişmelerden nasibini aldı. Son 15 yıldır iktidarda olan sol popülist ağırlıklı koalisyon pragmatik bir yaklaşımla halka dönük küçük iyileştirmeler yaparken, asıl olarak neo liberal politikalar uyguladı. Özellikle de 2011 yılından itibaren uluslararası konjonktür tersine dönmeye başlayıp ekonomik sıkıntılar artınca, bunun sınıfsal ittifaklar üzerinde yarattığı çözücü etkilerin sonucunda hızla taban kaybetti ve bu taban giderek aşırı sağ, ırkçı, faşist hareketlere yöneldi.

HALKA İÇİRİLEN ZEHİRLİ İKSİR
Brezilya’daki bu hızlı sağa kayma konusunda kuşkusuz farklı görüşler mevcut. Bazı yazarlar ülkedeki bu gelişmeleri halkın zengin seçkinler tarafından bir tür zehirlenmesi olarak açıklıyor. Örneğin ünlü ekonomist Thomas Palley bu görüşü savunanlardan birisi.
Palley’e göre (5), “Brezilya halkı şeytanca bir politik büyüye kapıldı. Halk uykusunda geziyor, demokrasiyi yok eden bir felakete doğru adım adım yaklaşıyor. Bu seçmenler zehirli bir politik iksir içmiş gibiler. Hem hafıza kaybı (amnezya) yaşıyor, hem de giderek biçim değiştiriyorlar. Bu iksiri bunlara ülkenin zengin seçkinleri içirdiler. Bunu da parlamentoda yaptıkları darbe ve satın alınmış medyaları aracılığıyla gerçekleştirdiler. Hafıza kaybı yaşıyorlar çünkü haksız bir şekilde yolsuzlukla suçlanıp içeri atılan Başkan Lula döneminde ücretlerinin nasıl arttığını ve eşitsizliklerin nasıl azaldığını unuttular. Ayrıca İP’in yolsuzluğa ortak olduğu iddiasına inandırılarak seçkinlere destek vermeye başladılar. Oysa İP zenginlerin beslendiği hortumu kesmeye çalışıyordu”.

NEOLİBERAL SOSYAL POLİTİKALAR VE KOALİSYONLARIN AÇMAZLARI
Dünyada yoksullukla mücadelede çok yaygın bir sosyal politika aracı olarak kullanılan “şartlı nakit destekleri” (Bolsa Familia) gibi popülist destekler söz konusu.
Bunlar toplumdaki bazı seçilmiş kesimlere sunulan ve vergilerle finanse edilen küçük çaplı, ama şarta bağlı nakit ödemelerini içeriyor. Bu destekler de bir yandan eşitsizliğin azaltılmasını ve yoksulluğun yönetilmesini sağlarken, bir yandan da sisteme olan itirazın ve radikal muhalefetin önlenmesine hizmet ediyor.
Bazı yazarlar Brezilya’daki siyasal gelişmeleri İP’in tek başına iktidar olamamasına, bu nedenle de koalisyon hükümetleri sırasında böyle sosyal politikalarını tam olarak uygulayamamasına bağlıyorlar.
Örneğin siyaset bilimci Cavalcanti’ye göre (6), Brezilya’da irili ufaklı 25 siyasal parti var. Bu nedenle de sol popülist İP hiçbir zaman yüzde 25’tan fazla oy alamıyor. Böylece de İP genelde aralarında küçük sağcı partilerin de bulunduğu partilerle koalisyon yapmak durumunda kalıyor.
Yani İP, bir yandan “Bolsa Familia” gibi sosyal güvenlik ve nakit transferi politikası ile yoksulluğu azaltıcı politikalar uygulayıp, asgari ücreti yükseltip, üniversite eğitimini kitleselleştirmeye çalışmak gibi ilerici politikalar uygulamaya, diğer yandan çok kötü durumdaki kamusal hizmetleri adaletsiz bir vergi sistemi ile finanse etmeye çalıştı. Koalisyondaki diğer partilerin servet zenginlerini vergileyerek buradan sağlanacak finansman ile nitelikli kamu hizmeti verilmesine sıcak bakmaması İP’in yaptığı birçok iyi işin görünür olmasını önledi. Böylece halkın hoşnutsuzluğu giderek arttı. Öyle ki 2013 yılında olduğu gibi, toplu taşım ücretlerinin artırılması sonucunda ülkede yaygın protestolar ve kitle gösterileri patlak verdi.
Böyle sosyal politikalar (bazı araştırmacılara göre) Bolsonaro’nun yükselişinin asıl nedenini oluşturuyor. Çünkü bunlar yoksulların durumunu kısa dönemde iyileştiriyor, düşük ücretlileri sübvanse ediyor ama yoksulluğun yeniden üretimini de, kalıcı bir hale gelmesini de sağlıyor.
Bu bağlamda bu politikalar en iyisinden neo-liberalizm ile uyumlu, ancak yaşam koşullarında iyileştirmek, yurttaşlık haklarını genişletilmek ve neo-liberalizm altında yoksulluk ve adaletsiz yeniden bölüşümün yeniden üretimini önlemek gibi konularında son derece yetersiz kalan politikalardı (7).
Kısaca sağlanan şartlı nakit yardımları, halkın üzerindeki ağır vergilerin ve yüksek ücretli ve kalitesi düşük kamu hizmetlerinin neden olduğu hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmaya yetmedi. Bu da halkın tepkisinin artmasına ve giderek yaygın toplu protestoların ortaya çıkmasına neden oldu.
.....devam edecek: Brasilia’dan Ankara’ya Ortak Yönler

……………..

(1) Thomas Palley, “Brazil is Falling Under an Evil Political Spell”,http://www.thomaspalley.com (16 October 2018).
(2) John Feffer, “Why Is the Radical Right Still Winning?”,commondreams.org/…/20…/10/11/why-radical-right-still-winning (11 October 2018).
(3) Agm.
(4) https://www.npr.org/…/sweden-election-ruling-party-scrapes-….
(5) Palley, agm.
(6) Roxana Pessoa Cavalcanti, “How Brazil’s far right became a dominant political force”, https://theconversation .com (January 25, 2017).
(7) Alfredo Saad-Filho, Social Policy Beyond Neoliberalism: From Conditional Cash Transfers to Pro-Poor Growth, http://dx.doi.org (July 2016).


Formun Üstü


11 Ekim 2018 Perşembe

"ENFLASYONLA TOPYEKÛN MÜCADELE PROGRAMINİN" TOPYEKÛN OLMAYAN ETKİLERİ


"ENFLASYONLA TOPYEKÛN  MÜCADELE PROGRAMINİN" TOPYEKÛN OLMAYAN ETKİLERİ

Mustafa Durmuş

11 Ekim 2018

Çok iddialı bir adı var iki gün önce açıklanan programın: Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı. Böyle bir adla açıklandığı için de haklı olarak kapsamlı ve tutarlı bir program bekliyorsunuz.
Ancak durum hiç öyle değil. İki ay süreli, 50 üründe yüzde 10 fiyat indirimi, kredi faizlerinde yüzde 10’luk bir faiz indirimi ve bekleyen KDV ödemelerinin yapılması gibi kabaca dört önlemde özetlenebilecek minik bir programla karşı karşıyayız.
Her ne kadar bu programı hazırlayanlar topyekûn sözcüğünü kullanarak bunu adeta bir ulusal seferberlik olayı gibi sunmuş olsalar da, bu seferberlikte fedakârlık beklenenler arasında hemen tüm toplumsal kesimler var ama siyasal iktidarın kendi yok.
Örnek olarak işletmelerden indirim, halktan anlayış bekleniyor ama hükümet kendi belirlediği doğal gaz ve elektrik fiyatlarında her hangi bir indirime gitmiyor. Sadece kesin söz vermemekle birlikte bu yılsonuna kadar bu ürünlere zam yapılmayacağını söyleyebiliyor. Üstelik bundan sadece 10 gün kadar önce bu iki ürüne de en az yüzde 10 oranında zam yapılmış olduğu gerçeği ortada iken.

BENİM DIŞIMDA HERKES SORUMLU !
Programda, siyasal iktidarın bu denli yüksek bir enflasyonun nedenlerini açıklayan bir çözümlemesi mevcut olmadığı gibi bu konuda da her hangi bir özeleştirisi yok.
Oysa tarım ve hayvancılıkta sektörlerindeki üretim faaliyetlerini durma noktasına getiren neo liberal tarımsızlaştırma politikaları, yapılan büyük çaplı özelleştirmeler, yabancı kaynakla sürdürülen inşaata dayalı büyüme stratejisi gibi faktörler yüksek ve kalıcı enflasyonun asıl-yapısal nedenlerini oluşturuyor.
Dövizin kurundaki sadece 9 aylık süredeki yüzde 40’ı aşan yükseliş ve faiz oranlarındaki artış enflasyonun konjonktürden kaynaklanan nedenlerinden bazıları.
Hem yapısal hem de konjonktürel nedenler enflasyonu arz yönlü ya da maliyet yönlü olarak artırdı. ÜFE (yüzde 46) ile TÜFE (yüzde 25) arasında 21 puan gibi yüksek bir farkın bulunması da maliyetlerdeki artışın ne denli önemli olduğunu gösteriyor.
Yani şirketlere verilen talimata rağmen bu fark süreç içinde tüketici fiyatlarına yansıtılacaktır. Çünkü kapitalist piyasa mekanizmasının kendi kuralları var ve siyaset buna ancak kısmen etkide bulunabiliyor.
Diğer yandan Kredi Garanti Fonu (KGF) aracılığıyla son iki yıldır pompalanan banka kredilerinin yarattığı tüketim harcamaları artışı enflasyonu talep yönlü artıran bir başka faktör.
Arz (maliyet) ve talep yönlü faktörlerin hepsi bu süreçte ülkeyi yöneten siyasal iktidarın ve kurulmakta olan ‘Yeni Rejim’in sorumluluğu ve kontrolündeydi. Yani, bu gelişmelerden ilk sorumlu tutulması gereken doğal olarak siyasal iktidardır, hükümettir.
Ama “topyekûn program”, “enflasyonla mücadele sadece devletin işi değildir, herkes elini taşın altına sokmalı” gibi açıklamalar bu sorumluluğu muğlaklaştırıyor. Belki de bu nedenle bu ifadeler programa özellikle yerleştirildi. Böylece son zamanlarda her konuda olduğu gibi, siyasal iktidar sorumluluğunu kendi üzerinde bir çırpıda atıveriyor.
Ancak programın özünü oluşturan “beklentiler” ve “güven” gibi konularda bu davranışın pek de olumlu bir etkide bulunduğunu ileri sürebilmek zor. 

İKİ AYLIK BİR MÜCADELE PROGRAMI OLUR MU?
Enflasyon tanımı ile başlarsak, enflasyon fiyatlar genel seviyesinde (TÜFE ile gösterilen) bir kerelik değil, sürekli artışları anlatır. Oysa programa göre yapılacak indirimler sadece iki aylığına yani bir nevi belirli bir süreliğine yapılacak.
Gerçekten bu indirimler yapılacak mı şimdiden bilmek mümkün değil. Bu nedenle de Hükümet bu işin kontrolünü zabıtaya ya da kolluğa bırakmış görünüyor (1).
Ayrıca iki aydan sonrası belirsiz. Program devam edecek mi, hali hazırda stagflasyona girmiş bir ekonomide böyle bir program ekonomik krizi daha da derinleştirmez mi, gibi soruların yanıtları yok.
Oysa yüzde 25 gibi bir oranla son onlu yılların en yüksek enflasyonu ile karşı karşıyayız. Böyle bir gidişat iki aylık bir süre için süpermarketlerin kendilerinin belirleyecekleri ve sayısı 50 ile sınırlı olan ürünlerde yapılacak yüzde 10 gibi cüzi bir indirimle nasıl durdurulabilir?
Üstelik alış veriş yapanlar, özellikle de gıda ürünlerinde yüzde 70-80’leri bulan fiyat artışlarının olduğunu biliyorlar. Yani yakın bir zamana kadar 10 liraya aldığınız bir ürün şimdi 18 lira ise bundan yapılacak yüzde 10’luk (yani 1,8 liralık) bir indirimle yeni fiyat olan 16,2 lira kimin derdine çare olabilir ki?

YENİ ASGARİ ÜCRET ENFLASYON ORANINA GÖRE BELİRLENECEK
Büyük bir olasılıkla program uygulanıp, enflasyon sepetinde yer alan seçilmiş 50 üründe (toplam ürün sayısının yaklaşık sekizde biri) en az yüzde 10 indirim yapıldığında TÜFE’nin değeri bir miktar düşecek ve örneğin Ekim-Kasım aylarının enflasyonu daha düşük çıkacaktır.
Bu düşüşün hem sermaye hem de siyasal iktidar açısından önemi ortada. Her yıl sayıları yaklaşık 7-7,5 milyonu bulan asgari ücretli için Aralık ayı sonuna kadar asgari ücret yeniden belirleniyor.
Bu hesaplamada resmi enflasyon oranı baz alınıyor.
Yani enflasyon ne kadar düşük çıkarsa asgari ücrete yapılacak zam da o denli düşük kalacak.
Ayrıca 2,5 milyon civarındaki kamu emekçisinin yeni yıl zammı da bu enflasyon oranından etkileneceği için toplamda10 milyon civarındaki emekçiye yapılacak ücret zammı açısından enflasyon oranı hayati bir önem kazanıyor.
Buradan programın neden iki aylık yapıldığı ve sonrasına ilişkin her hangi bir saptamada bulunulmadığı anlaşıldığı gibi, bu programın sınıfsal karakteri de ortaya çıkıyor. Program işverenleri, sermaye kesimini sevindiren bir program niteliğinde. Bu nedenle de açıklama yapılırken bu kesimin açıklanan programa yeterince destek verdiğine tanık olduk.
Diğer taraftan geldiğimiz nokta itibariyle, artık orta ve uzun vadeli program ve stratejilerin üretilemediği bir döneme girildiğinin de altının çizilmesi gerekiyor.

HALK SEVİNMELİ Mİ?
Süpermarketlerde raflarda 10-12 bin kalem ürün var ve bunların sadece 50’sinde yüzde 10 indirim yapılacak. Aslında günler öncesinden ne yapılacağından haberdar olan bu büyük marketler düne kadar bunu fiyatladılar ve yeni zamlarını çoktan yaptılar.
Böylece yeni zamlar üzerinden yapılacak indirim bir aldatmacadan öteye gitmez. Kaldı ki indirim yapılan ürün kalemleri arasında örneğin halkın uzun bir zamandır yanından dahi geçemediği et gibi artık lüks sayılan temel gıda ürünleri yok.
Kısaca halkın kısmen de olsa rahatlayacağını ileri sürmek çok güç. Buna karşılık indirim söylemi ve buna ilişkin marketlere asılan görseller, basında yer alan haberler halkın böyle bir indirim psikolojisi altında bu marketlerde daha fazla alış veriş yapmasıyla sonuçlanabilecek.
Bunun kimin işine yaracağı çok açık. İşletmeler stoklarını eritecek, cirolarını, kârlarını artıracaklar. Sayıları 10-15 civarındaki bu dev marketler zincirleri için aslında bu da bir can simidi olarak değerlendirilmeli.
Gelir artışına dayalı olmayan bir tüketim artışı ise halkın borçlarının daha da artmasına neden olurken, talep yönlü olarak yakın gelecekteki enflasyon artışının da kaynağını oluşturacak.

FAİZLER İNECEK AMA TÜKETİCİYE İNDİRİM YOK !
İktisat derslerinde öğretildiği üzere, enflasyonla mücadele söz konusu ise sadece tüketicilerin değil, yatırımcıların da harcamalarını kısması gerekir. Böylece toplam talebin azaltılarak fiyatların baskılanması hedeflenir. Bu yüzden de faizleri düşürmek değil, yükseltmek gereklidir.
Diğer taraftan programda önerilen şey bunun tam tersi. Kredi faizlerinin oranı (1 Ağustos’tan itibaren kullanılan) yüzde 10 azaltılacak. Bunun iki nedeni olabilir. Ya programı hazırlayanlar yüksek faizin enflasyonun nedeni olduğunu ileri süren otoritenin görüşünü aynen paylaşıyorlar (bu bağlamda Merkez Bankası’nın aksi yöndeki görüşü önemini yitiriyor) ya da ticaret ve sanayi sermayesine bu programa destek olmaları için bir gül dalı uzatılıyor.
Faizleri indirecek olan bankaların bu indirim karşılığında karşılaşacakları kaybı nasıl telafi edecekleri, kimlere yansıtacakları önemli. Aslında yansıtacakları kesim belli. Çünkü programda bu kesimin kredi faizlerinde bir indirim öngörülmüyor. Yani sayıları onlarca milyonu bulan tüketicilerden, bizden söz ediyoruz.
Programda tüketici kredisi, ihtiyaç kredisi, konut kredisi veya kredi kartı kullanıcılarına fiilen uygulanan aylık yüzde 3’e dayanan kredi faizlerinin hafifletilmesine yönelik her hangi bir indirim yok.
Sanayicinin, tüccarın ve esnafın azaltılan faizinin yükünü bankalar üstlenmeyecek ve bunu artan tüketici kredisi faizleri ve komisyonlarla tüketicilere kaydıracaktır. Alın size programın sınıfsal niteliğine ilişkin bir sonuç daha.

SERMAYEYE 150-200 MİLYAR LİRALIK KDV İADESİ YAPILACAK
Sermaye kesimine bu program altında verilen bir diğer söz KDV alacaklarının iki ay içinde onlara geri ödeneceği sözü. Bu iade tutarının 150-200 milyar lira arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu alacakların geri ödenmesinin enflasyonla mücadeleyi güçlendirmeyeceği, zayıflatacağı ortada.
Zira bu iadeler bu firmalarda bir genişleme, bu da talep artışı ve böylece fiyat artışı etkisi yaratacaktır. Bir kez daha sermaye yanlısı bir program karşımıza çıkıyor.
Ayrıca bu ödemeler devletin kasasından çıkacağı için hali hazırda iki katına çıkmış olan bütçe açığı daha da artacak, bu da enflasyonu körükleyeceği gibi seneye artacak kamu borçlanması gereğince kamunun kredi kullanımı da artacak.
Bir süredir reel yatırımlardan ziyade Hazine’yi fonlayan bankalar artık giderek daha çok devlete borç verecek, faizler artacak. Bankalara da gün doğmuş olacak.
Böylece bu programın aslında enflasyonla mücadele adını taşımasına rağmen, gerçekte kriz içinde debelenen ekonomiyi, durgunluktan çıkartacak önlemler öngördüğü ortaya çıkıyor. Yani adı enflasyonla mücadele olsa da yeni yıldan itibaren enflasyonu daha da körükleyen bir programa dönüşebilir.
Diğer taraftan bu yapılırken, bugün yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı genelgesine göre (2), devletin yeni yatırımları durdurulacak. Yani özel sektör desteklenirken, kamu ekonomiden iyice çekilecek. Bunun öncelikle kamuda iş olanaklarının iyice azalacağı anlamına geldiği açık.

OLUMLU BEKLENTİ "GÜVEN" İLE OLUŞTURULABİLİR !
Stok eritme etkisi, faiz indirimi, KDV iadeleri gibi sermaye kesimimin kısa vadeli ihtiyaçlarını karşılayabilecek gibi dursa da bu program ekonominin aktörlerinde yaratmak istediği güveni yaratabilecek mi?
Program bildik anti enflasyonist maliye ve para politikalarını reddederken, asıl olarak iktisatta “beklentiler modeli” olarak da anılan bir modeli esas alıyor. Buna göre eğer ekonominin temel aktörleri (tüketiciler, firmalar, piyasalar) enflasyonun düşeceğine inanırlarsa, böyle bir beklenti içine girerlerse enflasyon düşürülebilir (3).
Ekonominin psikolojik faktörler de dâhil olmak üzere çok sayıda faktörden etkilendiği gerçeğinden hareketle bu bakışta haklılık payı olduğu ileri sürülebilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için siyasete ve siyasal iktidara güven duyulması önkoşuldur.
Yani hem ekonomideki hem de demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler gibi konularda belirsizlikleri ve riskleri ortadan kaldıran bir güven yaratılmak zorunda.
Belki de bu programın kendi içinde en yumuşak karnı burası. Ülkenin demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi konulardaki karnesi biliniyor. Neredeyse bütün ekonomik kararların tek bir merkezden alındığı, ülkeye ait bütün mali kaynakların tek bir merkeze bağlandığı yeni bir rejim yaşıyoruz.
Bu arada karar alıcılar konusundaki güven duygusunun en çok aşındığı bir dönemden geçiyoruz. Öyle ki McKinsey olayında da yaşandığı gibi bir Bakanın yaptığı anlaşma üç gün sonra en tepeden gelen bir müdahale ile bozulabiliyor. YEP açıklanıyor, enflasyon oranı yüzde 20,8 olarak ilan ediliyor, daha bir hafta geçmeden bu oran yüzde 25 olarak düzeltiliyor.
Böyle bir durumda yerli ve yabancı piyasa aktörlerinin, irili ufaklı işletme sahiplerinin duyması gereken ve beklenti modelinin özünü oluşturan bu güven nasıl oluşturulacaktır? Belki de bu bilindiğinden, bu kesimlere faiz indirimi, KDV iadesi gibi teşvikler sunularak tepkileri hafifletiliyor.
Halkın payına düşen ise büyük olasılıkla gelecek yıldan itibaren daha da artacak olan işsizlik, yoksulluk ve borç yüküne ilave olarak hız kesmeyecek olan enflasyon ve hayat pahalılığı olacaktır.

…………
(2) 2019-2021 Dönemi Yatırım Programı Hazırlıkları ile İlgili 2018/12 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesi, http://www.resmigazete.gov.tr.
(3) https://larspsyll.wordpress.com/…/david-k-levine-is-totally… (14 February, 2012).


Formun Üstü