25 Şubat 2018 Pazar

İKİ KONU BİR SONUÇ


İKİ KONU BİR SONUÇ
Mustafa Durmuş
25 Şubat 2018
Bu haftayı kendi adıma verimli (bir o kadar da yorucu) geçirdiğimi düşünüyorum. İki önemli konunun birinde panelist, diğerinde ise tek konuşmacı oldum. 150 civarında dinleyici ile tanıştım. İlk kez dinleyicilerimin arasında farklı mesleklerden olduğu kadar farklı yaşlardan insanlar vardı. Toplumun içine kapandığı, geri çekildiği böyle bir dönemde insanlarımızın heyecanını ve enerjisini görmek beni cesaretlendirdi. Üniversitelerin de sessizliğe büründüğü bir dönemde belki de yüzümüzü doğrudan toplumun kendine döndürmek daha doğru.
İlk konu Büro Emekçileri Sendikası'nın düzenlediği ve Tüketici Haklarını Koruma Derneği’nin tam destek verdiği "Türkiye’deki vergi adaletsizliği ve buna karşı mücadele", diğeri ise İstanbul Yüksek Ticaret ve Marmara Üniversitesi İİBF Mezunları Derneği Ankara Şubesi’nin düzenlediği "özelleştirmelerin sosyal ve ekonomik etkileri" ile ilgiliydi.
İlki bilinçli olarak ‘vergi haftası’na denk düşürülmüşken, diğeri 14 şeker fabrikasının özelleştirilmesi kararı ile tesadüfen çakıştı. Dolayısıyla her ikisine de ilgi büyüktü diyebilirim. Hele ikincisinde yaş ortalamasının (öğrencilerimin haricinde) 60’ın üzerinde olmasına rağmen yaklaşık 2,5 saat boyunca canlılıklarını koruması muhteşem bir gözlem oldu benim için. Sanıldığı gibi insanlar önlerine kader gibi konulana pek de rıza göstermiyorlar.
Anlattıklarımı (zaman yetersizliği nedeniyle anlatamadıklarımla da birleştirerek) sizler için aşağıda özetliyorum.

Türkiye’de ciddi bir bölüşüm adaletsizliği ve yığınsal yoksulluk dönemi yaşanıyor!
Bugün ülkede en zengin yüzde1’lik nüfus milli gelirin yüzde 23’ünden fazlasını alıyor ve toplam servetin de yüzde 54’ünden fazlasına el koyuyor. En zengin yüzde 20’lik nüfus ise milli gelirin yüzde 47’sine, en zengin yüzde 10’luk nüfus servetin yüzde 78’ine sahip.
Diğer yandan, net asgari ücret aylık, 1,603 lira, açlık sınırı 1,615 lira ve 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 5,300 liranın üstünde. Asgari ücret karşılığında kayıtlı ve kayıt dışı olmak üzere toplam 10 milyona yakın işçi çalışıyor. Bu arada ülkede 6 milyon işsiz var.
Bu durum yoksulluğun da asıl nedenini oluşturuyor. Öyle ki en yoksul yüzde 60 haneye ayda ortalama sadece 842 lira giriyor. Bu bazı bölgelerde 740 liraya kadar düşüyor.
AB standartlarına göre ülkede 41 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Toplam tüketimin sadece yüzde 11’i Kuzey-Güney ve Doğu Anadolu’da yapılabiliyor. Bu haneler bütçelerinin sadece yüzde 1’ini çocuklarının eğitimi için ayırabiliyorlar. Böylece Türkiye, 34 OECD üyesi ülke arasında yoksulluk oranının en yüksek olduğu ikinci ülke konumuna yükseliyor.
Diğer yandan Credit Swiss’e göre ülkede 29, Forbes’e göre 40 dolar milyarderi ve küresel çapta 40’ın üzerinde dev inşaat şirketi var (dünyada toplam 250 tane var).

İşçi üzerindeki mali yükün en yüksek olduğu ülkeler arasında ön sıralarda yer alıyoruz!
Türkiye 2016 yılında 35 OECD ülkesi içinde yüzde 36,4 ile vergi ve prim gibi ödemelerinin brüt ücreti içindeki payı (mali yük) en yüksek ülkeler arasında yer alıyor. Öyle ki iki çocuklu bir işçi için bu oran OECD’de ortalama yüzde 26,6 iken, Türkiye’de yüzde 36,4. Yani yaklaşık 10 puan daha yüksek.
Keza iki çocuklu bir işçinin vergi yükü OECD’de ortalama yüzde 14,3 iken Türkiye’de yüzde 25,3 (OECD’de ikinci en yüksek ülke). Bu farkın nedeni Türkiye’de diğer ülkelerdeki gibi aile yardımlarının neredeyse hiç olmaması.

Tepeden tırnağa vergi: Yat ve kotrada sıfıra yakın vergi ama vatandaşın kullandığı benzin ve mazotta vergi yüzde 66!
Gündelik hayatlarımızda (birçoğumuz farkında olmasak da) tepeden tırnağa vergilendiriliyoruz. Örneğin kullandığımız elektrik üzerinden: Belediyeler için yüzde 5 Tüketim Vergisi, yüzde 2 TRT payı, yüzde 18 KDV; yaktığımız doğal gaz için: Yüzde 18 KDV ve ÖTV (faturada gösterilmiyor) ve içtiğimiz su için: Atık su bedeline ilave olarak, % ı8 KDV ve Çevre Temizlik Vergisi (m3 başına 24-32 kuruş) ödüyoruz.
Et, süt, eğitim, sağlık gibi halk için zorunlu nitelikteki mal hizmetlerde KDV oranı yüzde 8.
Zorunlu olarak tükettiğimiz bu mallar için böyle yüksek vergiler öderken, lüks tüketim malları olan sırasıyla: Pırlanta ve külçe altında KDV ve ÖTV sıfır.
Sıradan bir binek otosunun alım satımından yüzde 45 -50, köylü dâhil herkesin kullandığı benzin ve mazottan yüzde 66 civarında vergi alınırken, yat ve kotraların alım satımında ödenecek olan KDV yüzde 1, ÖTV ve MTV (motorlu taşıtlar vergisi) ise sıfır.
Daha da kötüsü faiz, kâr payı gibi sermaye gelirlerinden ya hiç ya da asgari ücretliden alınan kadar vergi alınmıyor. 

Yoksullaştıran bir vergi sistemi
Vergilerin içinde dolaylı vergilerin payı yüzde 70’e vardı. KDV ve ÖTV gibi bu vergileri asıl olarak başta emekçiler olmak üzere tüm halk ödüyor. Bu vergiler düşük gelirlilerde daha ağır bir yük olarak hissedilen vergi türleri.
Toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 18 olan Gelir Vergisi’nin üçte ikisini de yine bu emekçiler ödüyor.

Adaletsiz bölüşümün iki nedeni
Hem gelir ve servet bölüşümündeki adaletsizlikler, hem bir dönem sonrasındaki vergiler anlamına gelen borç yükündeki artış, hem sermayeden yana birinci bölüşüm ilişkilerinden, hem de devletin izlediği ekonomi ve sosyal politikalardan (ikinci bölüşüm ilişkileri) kaynaklanıyor.

Kapitalist bir toplumda vergi adaleti sağlanabilir mi?
Bu soruya doğru yanıtı verebilmek için öncelikle şu soruların yanıtını aramamız gerekiyor:
İlk olarak, vergiyi asıl olarak hangi sosyal sınıflar ve kesimler ödüyor, bu vergilerle finanse edilen kamu harcamaları hangi sosyal sınıflara hizmet ediyor? Toplanan vergiler nereye harcanıyor?
Bu sorununun doğru yanıtını vermek için örneğin vergi sistemine bakmak yetiyor. Öyle ki dolaylı vergilerin tamamına yakınını ve dolaysız vergilerin üçte ikisini emekçiler, halk öderken; 750,000’e yakın şirketin ödediği kurumlar vergisi emekçilerin ödediği gelir vergisinin sadece yarısı (yüzde 6), sermaye geliri elde eden 2 milyon civarındaki beyannameli mükellefin ödediği gelir vergisinin toplam vergiler içindeki payı sadece yüzde1 ve dolmuş ve taksiciler gibi basit usule tabi mükelleflerin (850,000 civarında) ödediği vergilerin payı binde1.
İkinci olarak, sermayedarlar kendi yarattıkları değerden mi vergi ödeyerek bu fedakârlığa ya da yüke katlanıyor?
Ana akım vergi teorileri (Faydalanma ve Ödeme Gücü Yaklaşımları) vergilerin emek gücü tarafından yaratılan artı değer üzerinden alındığı ve vergilemenin gerçekte emek üzerinden gerçekleştirilen bir tür el koyma olduğu gerçeğini gizliyor.
Diğer yandan kâr üzerinden alınan kurumlar vergisi ve / veya kâr dağıtımı üzerinden alınan gelir vergisi aslında, kapitalistin işçinin emeğinin ürünü üzerinden el koyduğu kısmın (kâr) devlet ile paylaşılmış bölümünden başka bir şey değil.
Böylece, ‘adil vergileme’ söyleminin bir yanıyla böyle bir artı değer sömürüsünü gizlemeye yaradığı ileri sürülebilir. Örneğin Ödeme Gücü Yaklaşımı toplumda işçi ya da kapitalist herkesin kişisel geliriyle orantılı olarak vergi ödemesini öngörür.
Bu yaklaşımın zımnen ileri sürdüğü şey kamu harcamalarının tüm vergi mükelleflerine eşit fayda sağladığıdır. Oysa bu sav doğru değil. Özce, vergi sömürüsü “eşit durumda olanlardan eşit vergi almak” önerisi altında gizleniyor.
Pragmatik nedenlerden dolayı ödeme gücü yaklaşımının daha adil olduğu savunulsa da, gerçekte bu yaklaşımın da tıpkı diğeri gibi işçi sınıfına karşı önyargılı olduğunun altı çizilmeli.
Çünkü kapitalist toplum eşitsizlerin bir arada var olduğu bir toplum. Yani “mülk sahipleri ve mülksüzler, tekeller ve küçük şirketler, örgütlü işçiler ve örgütsüz işçiler, baskıcı cinsler ve kimlikler ve baskı altındaki cinsler ve kimlikler, baskıcı sosyal gruplar ve baskılananlar, zenginler ve yoksullar” gibi çok sayıda eşitsizlik biçimi mevcut.
Bu nedenle de “eşitlere eşit muamele yapan” bir vergi sistemi sadece mevcut eşitsizlikleri daha da güçlendiriyor.

Kısa dönemde vergilemeyle ilgili olarak nasıl bir tutum izlenmeli?
Diğer yandan kapitalist sistem içinde yaşıyoruz. Vergilemede adalet kapitalist sistemde sağlanamaz ama emekçilerin vergi yükünü kısmen de olsa azaltabilmek mümkün. Bu nedenle de vergilemeye ilişkin en azından kısa dönemde bir tutum belirlemek gerekiyor.
Bu, halkın, emekçilerin üzerindeki yükü arttıran her türlü düzenlemeye karşı çıkmak ve bu yükü azaltan düzenlemeleri desteklemek, savunmak biçiminde olmalı.
Bu bağlamda, özellikle de zorunlu mallar üzerinden alınan ÖTV, KDV gibi vergilerin kaldırılması ve bunlardan doğacak olan vergi kaybının zenginler üzerine konulacak bir servet vergisi ile giderilmesi, Kurumlar Vergisi oranının yükseltilmesi ve üst gelir gruplarının daha ağır vergilendirilmesi talep edilmeli.
Ayrıca bütçe hakkının bir gereği olarak bu toplanan vergilerin nereye harcandığı kontrol edilmeli ve toplumsal yarar sağlamayan harcamalar için kaynak ayrılmasına izin verilmemeli.

Vergi ve harcama politikalarıyla bölüşüm adaletsizlikleri ortadan kaldırılabilir mi?
Bu yönde bir öneriyi en son Piketty yazdığı “21.Yüzyılda Sermaye” adlı çok ses getiren kitabında yaptı. Ona göre kapitalist sistemin devamını ancak servet ve gelir eşitsizliklerinin azaltılması sağlayabilir. Bunun için de servetin ve üst gelir gruplarının artan oranlı tarifelerle daha ağır vergilendirilmesi, böylece düşük gelirliden yana bir yeniden bölüşüm politikasının uygulanması gerekiyor.
Ancak öz olarak ana akım neo klasik iktisattan kopamayan Piketty’nin çözümleri arasında ekonomik-politik kurumlara ya da sosyal güç dengesine ya da sınıf mücadelesine ilişkin her hangi bir şey bulunmuyor. Çünkü bu tür belirlemeler neo klasik iktisadın kapsamı dışında tutuluyor.
Günümüzde sermayenin ekonomi ve siyasetteki gücünün ne denli belirleyici olduğu dikkate alındığında Piketty’nin vergilemeye dayalı yeniden bölüşüm politikaları ile artık sürdürülemez boyutlara yaklaşan eşitsizliklerin ortadan kaldırılabileceğini yönündeki iddiasının ve bu yöndeki önerilerinin ne kadar naif olduğu görülebilir.

Yeniden bölüşümün açmazları
Tarih bize yeniden bölüşümün önünde en az üç engelin olduğunu gösteriyor. Sırasıyla;
(i) Yeniden bölüşüm mekanizmaları uzun ömürlü olmuyor. Kapitalizmin son 40 yıllık tarihinde sosyal devletlerin yok oluşu bunun en güzel örneği.
(ii) Vergilerin yeniden bölüşüm amaçlı olarak kullanılmasına başta büyük sermayedarlardan gelmek üzere bir tepki söz konusu. Bu tepkiler ekonomik koşullar kötüleştiğinde artıyor ve işler tersine dönüyor, dar gelirli emekçiler tembel asalaklar olarak yaftalanıyor, ırkçılık, şovenizm ve göçmen düşmanlığı artıyor.
(iii) Son olarak yeniden bölüşüm de maliyetli bir iş. Vergileme, kamu harcaması ve düzenleme/ denetleme işleri büyük bürokrasi gerektiriyor.
Bu yüzden sorunu asıl kaynağında çözmek ve ilk bölüşümün adil ve eşitlikçi olmasını sağlamak daha doğru bir strateji gibi duruyor. Böyle yapıldığında da yeniden bölüşüme olan ihtiyaç azalıyor.
Bu nedenle de “iyi bir toplum oluşturmanın başlangıç noktası, gelir ya da servetin eşit ya da adil dağılımını belirlemek mi olmalı” sorusunun sorulması gerekiyor. Çünkü eşitsizlik sadece bir sonuç. Asıl neden bu eşitsizliği üreten üretim tarzı ve onun işleyiş ve toplumsal olarak denetlenme biçimi.

“Adil bir toplum” mu, “sınıfsız bir toplum” mu?
Bu yüzden nihai varış noktası “eşit-adil bir toplum”dan ziyade, “sınıfsız bir toplum” olmalı. Bu da toplumun bütünü tarafından sahiplenilen, kontrol edilen bir üretim tarzı; herkesin yeteneğine göre katkıda bulunduğu ve ihtiyacına göre pay aldığı sosyal bir kurulum anlamına geliyor. Adil bir toplum teorik olarak sınıfların ortadan kalktığı böyle bir sosyal düzenin ardından gelecektir.
Bunun yolu ise ekonomik alt yapıda hiyerarşik bir kapitalist girişimci örgütlenmesinden vazgeçip örneğin kooperatifleşme türü bir yatay örgütlenmeye yönelmekten geçiyor.

Yeniden devletleştirme değil, toplumsallaştırma!
Bu noktada özelleştirmeler karşısındaki doğru tutum da netleşiyor. Emekçilerden kesilen vergilerle yaratılan bir sosyal mirasın onlara da sorulmaksızın adeta gasp edilir bir biçimde, üstelik de yok pahasına sermayeye satılması anlamına gelen özelleştirmeye karşı çıkarken, şu ana kadar ki devlet işletmelerinin hiyerarşik işleyiş biçimine, yani geçmişteki kamu işletmeciliğine de karşı çıkılmalı.
Bunun için önerdiğimiz kavram yeniden devletleştirme değil, gerçek anlamda bir toplumsallaştırmayı içeren bir yeni kamulaştırmadır. Bunun için yeni bir kamu ve yeni bir kamu işletmeciliği tanımının da yapılması gerekiyor.
Kapitalist işletmelerde büyük hissedarlar ve onların yönettiği icra kurulları eşitsizliğin temel kaynağını oluştururken, geleneksel kamu işletmelerinde bu işlev politikacılar ve onların emrindeki bürokratlarca yerine getiriliyor ve toplumun geri kalanı, kısmen istihdam sahibi olmak ve göreli olarak daha düşük maliyetli mal (ya da üretimde ara malı ve hammadde gibi) temin edebilmek dışında bir fayda sağlayamıyor. Bir süre sonra (dünyada ve Türkiye’de olduğu gibi) bu kuruluşlar etkin bir şekilde işletilemeyince kamu işletmeleri bir kambur olarak ortaya çıkıyor.

İşçi-Çiftçi-Tüketici Kooperatifleri
Diğer yandan toplumun bütün kesimlerini yatay ve eşitlikçi bir biçimde örgütlenmesinin bir örneği olarak işçi kooperatifi biçiminde şirketlerde işçiler demokrasiye uygun bir işbölümü içinde kendi işlerini yaparken, demokratik karar alma mekanizmaları ile yapılacak üretim, fiyat ve ücret belirleme ve artı değer kullanımı gibi kararlara da katılırlar.
Yani bu tür işletmelerdeki iş bölümü kapitalist işletmelerdekinden bütünüyle farklıdır. Bu kararlara öz yönetimci, demokratik bir koordinasyonu içeren bir planlama modeli ile toplumun geri kalan kısımları, örneğin tüketici kooperatifleri de katılırlar.
Böylece yerinden, bir tür doğrudan demokrasi altında hayata geçirilecek bir özyönetimci ekonomi modelinde, reel sosyalizm deneyiminin mülkiyeti kolektif hale getirerek ve merkezi bir planlamayı esas alarak aşmaya çalışıp aşamadığı sorunların aşılabilmesi de mümkün olabilir.
Daha özgür ve adil bir toplum yerelde, işçilerin işletmeleri kesintisiz bir şekilde ve eşitlik, paylaşım, rotasyon ve kolektif karar almaya dayalı olarak yeniden örgütlemeleriyle, öncelikle bu işletmelerde yerinden demokrasiyi hayata geçirmeleriyle kurulabilir.
Yani emekçiler yaşam boyu bir öz dönüştürme sürecine aktif bir biçimde dâhil olmalıdırlar. Bunun sonucunda emekçiler ekonomide olduğu kadar kültürel ve politik yaşamda da tam bir katılım sağlayabilecek bir donanım ve güdülemeye sahip olabilirler.


16 Şubat 2018 Cuma

CARİ AÇIK: TÜRKİYE EKONOMİSİNİN AMOK KOŞUCUSU MU?


CARİ AÇIK: TÜRKİYE EKONOMİSİNİN AMOK KOŞUCUSU MU? *
Mustafa Durmuş
15 Şubat 2018

Derslerimde öğrencilerime sıklıkla hatırlattığım aşağıda yer alan bir denklem var. Bu denklem cari açıkla, bunun finansman biçimleri ve sonuç olarak kamu ve özel sektör açığını ilişkilendiren bir formül:

(X-M) = FDI + BL + PF = (S-I) – (G-T). Yani;
Cari açık ≡ (Doğrudan yabancı sermaye yatırımları + Banka kredileri + Portföy yatırımları) ≡ (Özel sektör yatırım-tasarruf açığı /borçları + Kamu sektörü açığı/borçları).

Bu denklem Türkiye ekonomisinde son iki yıldır olup biteni açıklamada giderek çok yararlı olmaya başladı. Çünkü Türkiye bir süredir (tartışmalı) yüksek ekonomik büyümesini büyük ölçüde yüksek cari açıkla gerçekleştiriyor. Yani ağırlıklı olarak yabancı kaynak kullanarak büyümesini sürdürebiliyor.

Cari açık yüzde 42 oranında arttı !
Bunun ilk çarpıcı göstergesi dün Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından açıklanan ödemeler dengesi verileri oldu (1).
Buna göre 2017 yılında yüzde 6-7 civarında büyümesi beklenen ekonomide cari açık uzun süreden sonra ilk kez 47 milyar doların üzerine çıktı ve GSYH’nin yüzde 5,5’ine kadar yükseldi (2016 yılında yüzde 3,8 idi).
Bu artışın nedeni ithalatın ihracattan çok daha fazla artmış olması (dış ticaret açığı).Böylece cari açık son Orta Vadeli Plan’daki öngörüye göre yüzde 8 civarında bir sapma gösteriyor. Bu durumda ya OVP’yi hazırlayanlar yanıldılar ya da işin başında cari açıktaki artışı düşük gösterdiler.

Açığı finanse etmek artık kamunun işi oldu
Denklemde yer alan cari açığın finansman biçimi önemli şeyler söylüyor. Sırasıyla;
Merkez Bankası rezervlerini kullanarak bu açığın yüzde 17’sinden fazlasını kapatmış (8 milyar dolar civarında). Yani bankanın giderek rezervleri eriyor.
Ekonomide daha kalıcı ve daha yararlı olduğuna inanılan doğrudan yabancı sermaye yatımları sadece yüzde 17’nin biraz üzerinde bir katkı sağlamış (8,1 milyar dolar).
Asıl katkıyı yüzde 52’ye yakın bir oran ile portföy yatırımları (borsaya ve devlet tahvillerine yapılan yabancı yatırımlar) sağlamış. Bunun yüzde 70’inin devlet tahviline gelen yatırımlar olduğunu hatırlatalım.
Ve en küçük katkıyı ( yüzde 14’ün altında- 6,5 milyar dolar) bankalara gelen yabancı para cinsinden mevduatlar ve yabancı krediler sunmuş.
Kısaca cari açık bir önceki yıla göre yüzde 42’den fazla büyürken, bu açığın finansman şekli de değişmiş ve neredeyse yüzde 80’i sıcak para biçiminde karşılanmış.
Sıcak paranın en önemli bölümünü ABD tahvillerinin sağladığı ortalama getirinin (faiz) dört-beş katı getiri sunan T.C. devlet tahvili satışları oluşturuyor.
Bankalara gelen döviz cinsinden mevduat ve yabancı kredilerin fonlamadaki payı en geride kalırken, fonlamada Merkez Bankasının rezervleri kullanılmış.

Bazı ekonomi - politik çıkarımlar
https://static.xx.fbcdn.net/images/emoji.php/v9/f4c/1/16/25aa.png▪Ekonominin ve buradan hareketle siyasetin dışa bağımlılığı uzun vadede daha da artmış.
Böylece yüksek faize gelen sıcak parayı getirebilmek ve içeride tutabilmek için faiz oranlarını yükseltmek gerekecek.
Nitekim ABD’de tüketici fiyatlarının bu yılın Ocak ayında beklenin çok üstünde bir biçimde (binde 5 oranında) artmış olması (yani enflasyonun artması)  FED’in bu yıl yapmayı planladığı faiz artışını, hem artırım sayısı, hem de artış oranı anlamında etkileyecektir (2). Böylece ABD’de faiz oranları arttığında Türkiye gibi ülkelerden sermaye çıkışı hızlanacaktır.
https://static.xx.fbcdn.net/images/emoji.php/v9/f4c/1/16/25aa.png▪Yüksek büyüme pahasına göze alınan böyle bir yüksek cari açık riski siyasal iktidarın sıkıntılarının ve buradan hareketle ihtiyaçlarının ne denli derin ve çatışmalı olduğunu gösteriyor.
https://static.xx.fbcdn.net/images/emoji.php/v9/f4c/1/16/25aa.png▪Bu gelişmeler ekonominin büyümesinin (gerçekte sermaye ve servetin) piyasalar ya da özel sektörden ziyade, artık devlet eliyle sürdürülebildiğini gösteriyor. Zira cari açık büyük ölçüde devlet tahvili satışı ve Merkez Bankasının döviz rezervleriyle karşılanıyor.
Bu durum dövize olan ihtiyacı sürekli olarak artıracağından döviz kurunun yükselmesi de kaçınılmaz olacak.
https://static.xx.fbcdn.net/images/emoji.php/v9/f4c/1/16/25aa.png▪Bu gelişmeler devlet ve özel sermaye ilişkilerinde çok çarpıcı bir dönemin de başladığının bir işareti. Yani sermayenin büyütülmesinde devlet bu denli rol aldığında onun özel sermaye grupları üzerindeki etkisi ya da bu grupların devlete olan bağımlılığı daha da artıyor. Bu da ülkedeki siyasal gelişmeler konusunda sermaye gruplarının neden sessiz kaldığını da kısmen açıklar nitelikte.
https://static.xx.fbcdn.net/images/emoji.php/v9/f4c/1/16/25aa.png▪Bankaların, hem çok borçlu olmalarından ve bilançoları çok büyüdüğünden, hem de ülke kredi puanının giderek düşmesi nedeniyle uluslararası piyasalardan borçlanmalarının giderek zorlaşmasından dolayı artık cari açığın ağırlıklı olarak banka kredileri aracılığıyla kapatılması dönemi bitiyor.
https://static.xx.fbcdn.net/images/emoji.php/v9/f4c/1/16/25aa.png▪Küresel likiditenin bu denli bol olduğu bir dönemde doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki azalma ise yabancı reel yatırımcının ülkeyi uzun vadeli yatırım yapılabilir görmediğinin bir göstergesi.

Bütçe açığı arttıkça cari açık artacak
Cari açıktaki bu gelişmelerin asıl olarak dış ticaret açığından kaynaklandığını biliniyor. Çünkü geçen yıl ihracat sadece yüzde 10’un biraz üzerinde, buna karşılık ithalat yüzde 17’den fazla artmış.
Cari açığı etkileyen diğer bir faktör bütçe açığı. Bu açığın bu yıl iki katına çıkarak yüzde 2’yi aşması bekleniyor (bunun içinde koşullu ve doğrudan yükümlülüklerden gelecek olan riskler dâhil değil. Bunar dâhil edildiğinde gerçek açık daha da büyüyor).
Ama asıl bundan sonrası önemli. Çünkü siyasal geleceğini ve bu yöndeki rejim değişikliğini temel öncelik olarak kabul etmiş siyasal iktidar bütçe içi ve dışı bütün kaynakları ekonominin büyütülmesini sağlayabilmek için bir yandan sermayeye sunmaya devam ederken, diğer yandan savaşın getirdiği ve daha da getireceği mali yüklerden dolayı kaçınılmaz olarak bütçe açığını büyütüyor.
Bu da bir süre sonra bütçe açıklarının kapatılması için de yabancı kaynağa yüklenmek gereğini ortaya çıkartıyor.

Tarihsel olayların ekoları: Avro Bölgesi deneyimi
Bu gelişmeleri (savaş dışında) 2010 yılından bu yana avro bölgesi ülkeleri neredeyse bire bir yaşadı.
Hem 2008 krizinden çıkabilmek için teşvik adı altında büyük çapta uyguladıkları sermayeye destek politikaları (öyle ki Avrupa Merkez Bankası’nın bilançosu 3 trilyon dolardan fazla büyüdü), hem de Alman ekonomisinin gücü karşısında rekabet edemedikleri için, kendi büyümelerini Almanya ve Holanda gibi ülkelerden sağladıkları sıcak para ile destekledikleri inşaat-emlak, turizm gibi sektörlerdeki büyüme ile telafi etmeye çalışmaları sonucunda avro bölgesinin çeperdeki bazı ülkelerinde cari açıklar hızla büyüdü.
Bunun sonucunda hem özel sektör borçları, hem de kamu sektörü borçları devasa bir biçimde arttı. Bu durum başta Yunanistan olmak üzere, Portekiz, İrlanda, İspanyol ve İtalyan ekonomilerini vurdu. Bu ekonomiler uzun süredir uyguladıkları halka kemer sıktırma politikalarıyla bu borçlarını ödemeye ve toparlanmaya çalışıyorlar.
Kısaca tarih tekerrür etmese de, her ülkenin kendine özgü koşulları olsa da, tarihte, geçmişte ortaya çıkan olayların bugüne yankıları ya da yansımaları her zaman söz konusu olabiliyor. Benzer koşullar oluştuğunda benzer sonuçlar ortaya çıkıyor.
………..
(*) Stefan Zweig’in 1922 yılında yazdığı bir kitabın adı. Amok Koşucusu bugün dünyanın her yerinde cinnet olaylarında faili tanımlamak için kullanılıyor.
(1) 
http://www.tcmb.gov.tr/…/Od…/Odemeler+Dengesi+Istatistikleri.


Formun Üstü


6 Şubat 2018 Salı

HER ÇIKIŞIN BİR İNİŞİ VAR

HER ÇIKIŞIN BİR İNİŞİ VAR…
Mustafa Durmuş
5 Şubat 2018

Bu sabah (Dow Jones’in Cuma günü 666 puan kaybetmesinin ardından) ABD vadeli işlem borsaları uzun zaman aradan sonra ciddi değer kaybetti.
Bu 2016 Haziran ayındaki Brexit oylamasından bu yana borsaların gördüğü en büyük düşüş. Böylece hem Dow Jones hem de S&P Ocak’ta yaşadıklarının zirvenin yüzde 5 gerisine düştüler (1).
Bugün, benzer (aslında daha dramatik) bir düşüş de kripto para piyasalarında görüldü. Öyle ki öğlen saatlerinde bitcoinin değeri 7,289 dolara kadar geriledi. Bu bir günde yüzde 10’luk bir düşüş anlamına geliyor. Böylece bitcoinin yeni yılda yaşadığı değer kaybı yüzde 40’ı buldu. Bitcoin geçen yıl yüzde 1300 değer kazanmıştı. Böylece şu ana kadar bunun yarısını geri vermiş oldu.
Bitcoindeki düşüşün ardındaki temel etken, bir önceki yazımızda da vurguladığımı bir gerçek (2): Ulus devletler ve büyük bankalar bu paralara karşı bir süredir başlattıkları savaşı daha da yoğunlaştırdılar, saldırılarını artırdılar.
Örnek olarak, Britanya’nın büyük bankacılık gruplarından olan Llyds Banking Group, müşterilerinin bankanın kredi kartlarını kullanarak bitcoin satın almalarını yasakladığını açıkladı. Aynı günlerde, ABD’li iki dev bankacılık grubu JPMorgan ve Citigroup da benzer yasaklar koyduklarını ilan etmişlerdi. Bank of America ise kredi kartları ile kripto para alımını kısıtladı. Yani uluslararası finans kapitalin koordineli bir biçimde saldırılarını yoğunlaştırdığı ve bu saldırıların devam edeceği anlaşılıyor.

Nitekim dünyanın en büyük kripto alım satım merkezi Bitfinex and Tether bugünlerde ABD Vadeli İşlem Piyasaları Komisyonu’nca (CFTC) denetlenirken, Facebook,  kripto paraların ve bu paralarla ticareti yapılan finansal ürrünlerin reklamını hem Facebook’ta hem de  Instagram ve  Audience Network’te yaskladığını açıkladı (3).

Sonuç olarak, borsalardaki yüzde 5 düşüş piyasa deyimiyle bir “düzeltme” mi yoksa toparlanma içinde olduğu ilan edilen dünya ekonomisinde bir süredir aşırı değerlenmiş bulunan finansal varlık fiyatlarının neden olduğu borsa balonunun sönmeye başladığının bir işareti mi, buradan hareketle dünya ekonomisindeki kırılgan finansal fay hattının daha da derinleşmesi mi, bu konuda kesin bir yargıya varabilmek için henüz işin çok başındayız.
Bitcoindeki gelişmeler ise, uluslararası finans kapitalin ve ulus devletlerin yoğun saldırıları karşısında alternatif bir para birimi (ya da birimlerinin) ayakta kalmasının zor olduğunu; geçen yılki yükselişiyle hali hazırda kapitalizme içkin bir durum olan finansal spekülasyonun kazandırdığı gibi bir gün kaybettirdiğini ve daha da kaybettireceğini gösteriyor.
Diğer yandan kripto paraların (özellikle de bitcoin ve ethereumun) ardındaki teknoloji olan blockchain teknolojisinin gelecek açısından yabana atılamayacak kadar değerli bir teknoloji olduğunun altını bir kez daha çizelim (bu konudaki düşüncelerimizi bağımsız bir yazıda paylaşmayı vaat ederek).
Yani küresel borsaları değil, ardındaki krize eğilimli kapitalizmi, kripto paraları değil ardındaki, teknolojiyi ve sosyal ilişkileri masaya yatırmak gerekiyor.
……. 

(1) “Bitcoin extends slide with a more than 10 percent fall”, 
https://www.reuters.com, 5 February 2018.
(2) Mustafa Durmuş, Quo vadis bitcoin, 2 Şubat 2018.




3 Şubat 2018 Cumartesi

BİTCOİN (5): QUO VADİS BİTCOİN?

BİTCOİN (5):
QUO VADİS BİTCOİN?
Mustafa Durmuş
2 Şubat 2018

Bu haftayı kripto paralar ciddi değer kaybıyla kapattılar. Bu paraların en büyüğü olan bitcoinin fiyatı son 24 saatte yüzde 20 ve bu haftanın bütününde yüzde 30 düştü ve bugün itibariyle 7,910 dolardan işlem gördü (1).
Bitcoinin fiyatı Aralık ayının sonunda neredeyse 20,000 dolara kadar çıkmıştı. Fiyatının o günlerde 40,000 dolara, hatta 50,000 dolara kadar yükseleceği beklentisi vardı. Bu da ona olan talebi artırıyor ve fiyatını geçen yılbaşındaki 1,000 dolardan, yılsonunda yaklaşık 20,000 dolara kadar yükseltiyordu. Oysa bugün itibariyle (bu zirveden bu yana sadece 6 hafta içinde) yaklaşık yüzde 60’lık bir kayıp yaşadı.
  
Ethereum ve Ripple da çöktü…
İkinci en büyük kripto para olan Ethereum son 24 saatte yüzde 23 ve üçüncü sıradaki Ripple yüzde 30 değer kaybederek düşüşün bitcoin ile sınırlı kalmasını önledi. Kripto paralardaki bu düşüş ilk değil, son da olmayacak gibi.
Böylece sayıları 1000’i aşan kripto paraların piyasa değerleri birden 700 milyar dolar dolayından 385 milyar dolara kadar geriledi.

Hızlı düşüş nasıl açıklanabilir?
Böyle hızlı yükseliş ve çöküşlere ilişkin ilk açıklama, bu piyasalarda özellikle de son 1 yıldır yürütülmekte olan finansal spekülasyon ve beraberinde şişirilmekte olan balonun artık sönmekte olduğu biçiminde.
Borsalardakine benzer bir biçimde, tıpkı şirket hisselerin fiyatlarının gerçek değerlerinden çok ayrışarak çok artması (ya da düşüşü) gibi, kripto piyasalarda da bu paraların değerleri hızlı ve ani yükseliş ve çöküşler yaşadığında, bu durum bu paraların finansal spekülasyon araçlarından başka bir şey olmadıklarını düşündürüyor ki ana akım iktisatçıların büyük çoğunluğu, hatta bazı Marksist iktisatçılar da olaya böyle yaklaşıyorlar.
O halde bu son düşüşün nedenine bakmak gerekiyor. Çünkü sorunun yanıtı orada yatıyor.

Düşüşü tetikleyen etken: Hükümetlerin yasaklama ve kısıtlamaları
Bu son düşüşü tetikleyen etken, Japonya bitcoini değişim aracı bir yasal para olarak kabul ederken, bir süredir ABD, Çin ve G. Kore’nin ardından Hindistan Hükümetinin de bu paraların kullanımıyla ilgili sert yasaklar getirmesiyle paniğe kapılan yatırımcıların bu paraları elden çıkarmaya başlaması. Bunun sonucunda bu paraların fiyatları çakılarak değerleri sert bir biçimde düşmeye başladı.
Öyle ki, ABD’de örneğin, Gelir İdaresi (IRS) ICO’ları 4 Eylül 2017’de yasaklamakla işe başlarken, SEC (Sermaye Piyasası Kurulu) kripto para cinsinden her hangi bir ETF’yi ya da kripto ile ilgili diğer varlıkları listelemeye onay vermedi, ticaretini yasakladı. Ayrıca bitcoin aracılığıyla ticareti durdurması için yerel yönetimleri uyardı.
AB ülkeleri ise, halkı kripto paraların riski konusunda uyarırken, bunlara “para aklama ve terörizmin finansmanı” olarak yaklaşacağını açıkladı (2).
Çin’de bitcoinin yasaklanması kararı geçen yıl Eylül ayında alınmıştı. Bunun ardından Çin’deki en büyük bitcoin platformu Huobi faaliyetlerini durdurdu ve Singapur’a kaydırdı (3).
Son olarak, 11 Ocak 2018’de G. Kore Adalet Bakanlığı ülkede kripto para ile ticaretin yasaklanmasını planladığını duyurdu ve eş anlı olarak ülkenin en büyük iki kripto parasının ticaretinin (Coinone ve Bithumb) yapıldığı merkezlere polis ve vergi müfettişleri, vergi kaçakçılığı yaptıkları gerekçesiyle baskın yapınca 12’den fazla dijital paranın ticaretinin yapıldığı ülkede kripto para piyasaları alt üst oldu. Üstelik bu sadece bir açıklamanın ardından gerçekleşti. Gün içinde bitcoin yüzde 21 değer kaybederek 17,064 dolar karşılığı olan 18,3 milyon wona düştü. Kripto paralarla ilişkili hisselerin değerleri de sert biçimde düştü (4).

Spekülasyon kapitalizme içkin bir olgu!
Konuyu spekülasyon olarak ele alan bir Marksist iktisatçının değerlendirmesi şöyle (5): “Artık kripto para dünyasında bu tür düzensiz davranışların normal olduğu bir süreç yaşanıyor. 2017’de bitcoinin değerinde altı kez yüzde 30 ya da daha fazla düşüş yaşandı. 2017 yılının sonlarında yaşadığı değer artışı da aslında bunun bir spekülasyon olduğunu gösteriyor...
Marx kapitalistlerin nihai amacının paradan para kazanmak olduğunu yazmıştı. Bu bağlamda kapitalizmin olmazsa olmazı bankaların ve kredi mekanizmasının görevi parayı sermayeye dönüştürmektir. Böylece para kâr yaratır. Birçok küçük yatırımcının bireysel tasarrufları bankalarda toplanır. Borsa ve diğer finansal araçlar ise bu parayı reel ekonomiye döndürmenin ana kanallarıdır. Bu para hanelere, iş âlemine ya da devlete de kanalize edilir...
Bu süreçte kurgusal sermaye yaratılır: Kâr reel üretimden değil, bir finansal alaşımdan türetilir. Asalak olsa da finansal faaliyetin büyük bir kısmı en azından fiilen ekonomiyle bazı bağlantılara sahiptir. Örneğin borsalar, şirketlerin gelecekteki kârları üzerindeki, devlet tahvilleri ise gelecekteki vergi gelirleri üzerindeki alacak iddialarıdır. Kripto paralarda ise böyle bir çıpa yoktur. Bitcoinin fiyatını yükselten şey ise yatırımcıların fiyatın gelecekte daha da yükseleceğine olan inançlarıdır. Bu da bir balonun temel karakteristiğidir”.

Hedge fonların yüksek spekülatif kârları
Kripto paralarla ile ilgili spekülatif kârlara verilebilecek iyi bir örnek hedge fonları.
Öyle ki bitcoin geçen yıl iki en yüksek performansa sahip Ark Investment Management’a ait ETF’nin (exchange traded fund) getirilerini katlamalarını sağladı. Bu da bazı ETF şirketlerinin ABD Hükümetinden bitcoin ile işlem yapma konusunda onay beklemediklerini gösteriyor. Her iki fonun 2016 yılı itibariyle sağladıkları getirinin oranı yüzde 97 olmuş (her iki fonun varlıklarının ortalama yüzde 6’sı bitcoin cinsinden tutuluyor) (6).
Tetikleyici faktörler ortaya çıktığında bu şişirilen balonların sönmesi son derece normal. Örneğin 118,000 ‘in üzerine çıkan İstanbul Borsası’na vergi konulacağı açıklansa acaba endeks yükselmeye devam eder miydi, yoksa hızla düşer miydi?
Çünkü şu an Türkiye’de borsa kazançlarından hiç vergi alınmıyor (Gelir Vergisi oranı yüzde 0). Bu kazançlara vergi konulmasını bir kenara bırakın, dedikodusu bile ciddi satışları getirip, kâğıtların değerinin çakılmasıyla sonuçlanabilir.

Müesses nizamın direnişi
Diğer yandan bitcoin gibi paraların ardındaki blockchain teknolojisinin geleceğin teknolojilerinden biri olduğu da yaygın olarak kabul edilen bir gerçek. Üstelik bu teknoloji sadece para ve finans piyasalarıyla da sınırlı değil. Tarımdan, hizmetlere, kooperatiflerden işçi şirketlerine kadar bir çok alanda teorik olarak ödemelere aracı olarak dijital para geliştirmede kullanılabilir.
Ayrıca geleneksel yöntemlerle ortaya çıkan yüksek finansal işlem maliyetleri, bankaların yüksek düzeydeki aracı kârları (komisyonları) ve harcanan zaman gibi nedenlerle merkez bankaları da bu teknolojiye soğuk bakmıyor, hatta ödemeler için bu teknolojiyi kullanarak kendi kripto/dijital paralarını yaratmayı düşünüyorlar.
Ancak merkez bankaları bu paraların kendi kontrolleri dışında, de santralize bir biçimde uygulanmalarına şiddetle karşı çıkıyorlar. Ulus devletlerin en önemli gücünün ulusal paralarını basabilmeleri ve bu paralarla vergi toplayabilmeleri olduğu dikkate alındığında bu yapıların bu konudaki hassasiyetleri de anlaşılabiliyor. Yani merkez bankaları gelecekte kendi dijital paralarını piyasaya sürerlerse buna şaşırmamak gerekiyor.
Dolayısıyla kripto paraların değer kaybı onların tamamen spekülatif olmalarından ya da temel bir değere sahip olmamalarından mı, yoksa ulus devletlerin, merkez bankalarının bu alanı onlara terk etmemek için bu paralara karşı devletin ve finans kapitalin gücünü kullanmalarından mı kaynaklanıyor?
Bu soru artık bir spekülasyona dönüşmekte olan bu paralardan ziyade arkasındaki teknolojinin tartışmaya açılmasını gerektiriyor. Bunu yaparken kuşkusuz üretim tarzının ve üretim ilişkilerinin kendinden kopuk bir teknoloji tartışmasından uzak durmak gerekiyor. Çünkü kapitalizmde teknoloji de sermayenin hizmetinden kurtulamıyor, kapitalizme, büyük sermayeye hizmet edecekse, sermaye birikimini hızlandıracaksa yeni teknolojilere izin veriliyor (benzer bir kaderi maalesef bilim de paylaşıyor).
Kısaca söz konusu teknoloji (ya da üretici güçlerdeki benzer gelişmeler) sermaye birikimini hızlandırmaya, kapitalizmin ömrünü daha da uzatmaya hizmet edebileceği gibi, farklı bir üretim tarzı altında insanlığın kurtuluşuna hizmet de edebilir. Örneğin, eşit ve adil bir toplumda insanların daha az çalışarak daha fazla refah elde etmesini sağlayabilir. Tıpkı mevcut teknolojinin insanlığın uçmasını mümkün kılabildiği gibi, insansız hava araçlarıyla insanları yok edebildiği gerçeği gibi.

……………

(1) 
https://www.reuters.com/…/bitcoin-set-for-worst-week-since-….
(2) Phil Glazer, “State of Global Cryptocurrency Regulation”,
https://hackernoon.com, 21 Ocak 2018.
(3) Kenneth Rapoza , “Cryptocurrency Exchanges Officially Dead In China”,
https://www.forbes.com/, 2 Kasım 2017 .
(4) Cynthia Kim, Dahee Kim, “South Korea plans to ban cryptocurrency trading, rattles market”, 
https://www.reuters.com, 11 Ocak 2018.
(5) Adam Booth, “The Bitcoin bubble and cryptocurrency craze” ,
https://plus.google.com/+MarxistDotCom, 18 Ocak 2018.
(6) 
https://www.wsj.com/…/bitcoin-powers-big-returns-for-a-pair…, 10 Ocak 2018.