17 Nisan 2024 Çarşamba

Plastik atık

 

Türkiye Avrupa’nın atık çöplüğü oldu

Mustafa Durmuş

18 Nisan 2024


Ankara’da bu ayın başlarında Hurdacılar Sitesi'nde bir geri dönüşüm tesisine ait arazide atık kâğıtların ve eski lastiklerin tutuşmasıyla başlayan yangına ait görüntüler uzun süre hafızalardan silinmeyecek kadar ürkütücüydü.

Öyle ki, gökyüzünü kaplayan kesif duman kentin büyük bölümünden görüldü. Yangın dakikalar içinde çevredeki iş yerlerine sıçradı, iş yerlerindeki işçiler, önce kendi imkânlarıyla alevlere müdahale etmeye çalıştılar, ardından itfaiye ekipleri devreye girdi. Çevrede de büyük panik yaşandı. Alevler arasında kalan birçok hayvan öldü, bazı hayvanlarsa yangına gönüllü olarak katılan yardımseverler tarafından kurtarıldı. Yangın ancak yaklaşık 16 saat süren yoğun çalışmaların ardından kontrol altına alınabildi. (1)

Denetlenmeyen bir geri dönüşüm sektörü

İnsan sağlığı, iklim değişikliği, doğa ve ekonomi üzerinde ciddi olumsuz etkilere neden olan bu ve benzeri olayların çıkış nedenleri araştırıldığında, aslında sayıları on binleri bulan ve yeterince denetlenemeyen sözde tesislerden oluşan bir geri dönüşüm sektörünün ve buralarda depolanan her türden atığın bulunduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Türkiye bu kadar atığı nereden buluyor?

Bu sorunun cevabı Eurostat verilerinde mevcut. Zira Eurostat’a göre, Avrupa Birliği 2022 yılında AB dışındaki ülkelere 32,1 milyon ton atık ihraç etti. Türkiye ise bu atığın yaklaşık 12,4 milyon tonunu alarak (yüzde 39) AB atıklarının birincil varış ülkesi oldu. (2)

Aşağıdaki grafik Türkiye’nin açık ara nasıl Avrupa’nın atık çöplüğü haline getirildiğini gözler önüne seriyor.


“Hani verdiğin sözler” şarkı sözü misali…

Oysa daha geçtiğimiz yılın Eylül ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu'nda, “gelecek nesiller için daha temiz, daha yeşil ve daha yaşanabilir bir dünya” hedefiyle Küresel Sıfır Atık İyi Niyet Bildirgesini imzalamıştı. (3)

Keza 2021 yılında yapılan Orta Vadeli Program’da (OVP)  (2022-2024) “Yeşil Dönüşüm” başlığı altında şu ifade yer alıyordu (benzer ifadeler daha sonra hem 12. Beş yıllık Kalkınma Planında hem de diğer OVP’lerde yer aldı): 

“Sıfır atık uygulamaları hane halkını da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılacak ve üretimin kritik alanlarındaki ihtiyacın dışında kalan atık ithalatının azaltılmasına yönelik tedbirler alınacaktır”. (4)

Bu sözlerin hiç biri yerine getirilmediği gibi, ufukta atık ithalatının ya da üretiminin azaltılacağına dair ne bir niyet ne de somut adım mevcut.

Atığın yüzde 4’ü plastik ancak…

Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerinden aldığı atıkların yaklaşık yüzde 93’ünü hurda metal, yüzde 3’ünü kâğıt ve kalan yüzde 4’ünü plastik oluşturuyor. Türkiye 2022 yılında ayrıca, AB üyesi olmayan Birleşik Krallık’tan 122,898 ton plastik atık aldı (bu da BK’nin plastik ihracatının yüzde 27’sini oluşturuyor). (5)

Her ne kadar toplam atık içinde plastik atığın payı sadece yüzde 4 ise de, bu çevre ve sağlık açısından büyük tehlike oluşturmaya yetiyor zira bu atığın sadece maksimum yüzde 9’u geri dönüştürülebiliyor. Geriye kalan yüzde 90’ı aşan kısım ise sahillerde, nehirlerde, tarlalarda ve dolayısıyla sebze ve deniz ürünlerinde yasadışı depolama alanlarında son buluyor.

Almanya’dan sonra plastik üretiminde ikinciyiz

Üstelik Türkiye plastik atık ithalatçısı olmanın ötesinde, bizzat kendisi bölgenin önde gelen plastik üreticisi bir ülke konumunda. Öyle ki Almanya’dan sonra yılda 10 milyon ton ile Avrupa’nın en büyük ikinci plastik üreticisi. (6) Yani Türkiye kendi üretimiyle de bolca, geri dönüşümü çok sınırlı ve atığın doğada yok olması yüzlerce yılı bulan plastikleri üretiyor.

Kısaca, iklim değişikliği ile mücadelenin önündeki en büyük engellerden biri olarak kabul edilen plastik atıklar yüzünden denizlerimiz, nehirlerimiz, göllerimiz kirleniyor. Öyle ki Türkiye, Doğu Akdeniz’deki plastik kirliliğinin yüzde 16’sına neden oluyor. Bu atıklardan kaynaklanan zehirli maddelerse hem Türkiye içinde hem de Türkiye dışında tüketilen gıdalara karışıyor.

Bu gıda ürünlerindeki zehirli maddelerin, içerde zaten ucuz gıda bulamayan yoksul halkın farkında olması, olsa bile onları tüketmeyi reddetmesi zor. Yurt dışına ihraç edilen sebze ve meyvelerin zehir içerdiği için geri gönderildiğine ise sıklıkla tanık oluyoruz.

“Atık sömürgesi” ülke Türkiye

Türkiye’nin Avrupa’ya coğrafi yakınlığı ve OECD ortak üyeliği, Çin’in 2018 yılında plastik ithalatını yasaklaması ve bunlardan çok daha önemlisi ülkedeki rant ve kârı her şeyin önünde tutan, bu nedenle de insan ve diğer canlıların sağlığını önemsemeyen, doğayı tahrip etmekten sakınmayan neo liberal otoriter iktidar bloku, ülkenin zehirli bir atık deposu haline gelmesine yol açtı. Öyle ki ülke artık “atık sömürgeciliği” kavramıyla birlikte anılır hale geldi.

AKP iktidarları eseriyle övünsün

Yani sadece topraklarımızın, doğal kaynaklarımızın, denizlerimizin, ormanlarımızın, ucuz emeğimizin yerli ve yabancı sermaye tarafından sömürülmesi ve yağmalanması, ülkenin her tarafının betona dönüştürülmesi ya da 500 milyar doları bulan dış borçlarla ekonominin ve siyasetin emperyalist güçler ve onunla işbirliği içindeki oligarşi tarafından ele geçirilmesi biçimindeki bir iktisadi-siyasi sömürge değil, aynı zamanda Avrupa’nın atıklarının da gönderildiği, depolandığı bir “atık sömürgesi” haline geldik. AKP iktidarları eserleriyle ne kadar övünse o kadar yeridir.

Lisanslı geri dönüşüm tesislerinin onda biri Adana’da

Avrupa’dan gelen atık konteynerleri İstanbul ve Mersin limanlarına ulaştıktan sonra Türkiye genelindeki geri dönüşüm tesislerine dağıtılıyor. Bunlardan 2 bin kadarı, yani ülkedeki lisanslı geri dönüşüm tesislerinin onda biri, Adana’da yoğunlaşmış durumda.

Buralarda yapılan geri dönüşüm sırasında çoğunlukla dioksinler, ağır metaller ve polimerler kaynaklı toksinler oluşuyor ve bu zehir dünyanın en verimli vadilerinden biri olan Çukurova vadisinde üretilen ve daha sonra iç tüketim ve ihracat için dağıtılan meyve ve sebzelere karışıyor.

Sığınmacı emeği sömürüsü

Buralarda, sokak atığı toplayıcısı 500 bini bulan emekçi de dâhil olmak üzere, büyük çoğunluğu kayıt dışı, dolayısıyla da ve sosyal güvenceden ve sağlık standartlarından yoksun ve düşük ücretlerle işçiler (önceleri Kürtler, daha sonra başta Afgan ve Suriyeli mülteciler olmak üzere tüm sığınmacılar), her türlü hastalık ve kaza riski altında çalıştırılıyorlar.   

Geri dönüşüm tesislerinde gün doğumundan gün batımına kadar çalışan ve topladıklarını atığı geri dönüşüm tesislerine kilo başına 3,5 ila 7,0 TL arasında değişen bir fiyata satan bu insanlar ülkenin en yoksulları konumunda iken, kârın çok büyük kısmı aracıların ve atık işleyicilerinin cebine giriyor. (7)

Avrupa Birliği’nin geçtiğimiz Kasım ayında, 2026 ortasından itibaren OECD üyesi olmayan ülkelere plastik atık göndermeyi durduracağına dair bir anlaşmaya varması ise OECD üyesi olan Türkiye’ye gönderilecek olan atık miktarının daha da artmasıyla sonuçlanabilir.

Çok büyük mali sıkıntı içinde olan siyasal iktidarın, ülkenin daha da kirletilmesi pahasına, bu ülkelerden daha fazla atığın Türkiye’ye gönderilmesine ses çıkarması ise beklenmemeli.

Sonuç olarak

Ülkede ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlaki olarak bu denli büyük bir çürüme ve çöküş yaşanırken, fiziki olarak ülkenin temiz kalabilmesi pek mümkün değil. Kâr ve rant için her şeyi mubah gören kapitalizme ve onun yürütücüsü siyasal iktidarlara karşı çıkmadan bu sorunları çözebilmek ise tam bir hayal.

22 yıldır neo liberalizmi esas alarak ülkeyi kâr ve rant için beton yığınına çeviren siyasal iktidar, etrafındaki büyük sermaye grupları ve bu iktidarın ayakta kalması için bilerek ya da bilmeden ona destek verenler ülkenin bir atık çöplüğüne dönüşmesinin ilk elden sorumlusudur.

Özcesi, yerel seçimlerde elde edilen başarının ardından iyi bir rüzgâr yakalayan muhalefet (başta CHP ve DEM olmak üzere) kapitalizmle, hiç olmazsa onun en vahşi versiyonu olan neo liberalizmle açıktan hesaplaşmalı, emek, demokrasi ve barış mücadelesi kadar ekoloji mücadelesini de merkezine almalıdır.

Dip notlar:

(1)  https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-ankarada-geri-donusum-tesisinde-yangin (4 Nisan 2024).

(2)  https://www.statista.com/chart/24716/main-destinations-for-eu-waste (25 March 2024).

(3)  https://sifiratik.gov.tr/kutuphane/haberler/cumhurbaskani-erdogan-birlesmis-milletler-78-genel-kurulu-nda-tum-dunyayi-sifir-atik-hareketi-ne-destek-vermeye-davet-etti (16 Nisan 2024).

(4)  Orta Vadeli Program (2022-2024), s. 15, tedbir 7 (Eylül 2021), file:///C:/Users/PC/Desktop/Orta-Vadeli-Program-2022-2024.pdf.

(5)  https://www.equaltimes.org/turkey-europe-s-rubbish-dump (20 November 2023).

(6)  Agm.

(7)  Agm.

14 Nisan 2024 Pazar

Dünya Bankası

 

Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşmasının ekonomi politiği ve jeopolitiği

Mustafa Durmuş

15 Nisan 2024


Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dünya Bankası (WB) ile Türkiye arasında 2024-2028 yılları arasını kapsayan bir dönem için geçerli olmak üzere, 18 milyar dolarlık ek finansman anlaşması imzalandığını duyurdu. Bu anlaşma ile birlikte Dünya Bankası’nın Türkiye’ye sağlayacağı toplam kredi miktarı 35 milyar dolara yükselmiş oldu. (1) Bakan ayrıca bu hafta içinde ABD’de Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkililerine Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları ile ilgili bir de sunum yapacak.

Yeniden Bretton Woods İkizlerinin kapısına mı gidiyoruz?

Bu noktada, öncelikle, sözde “IMF’ye borç veren ülke” konumundan, nasıl oldu da hem Uluslararası Para Fonu’ndan hem de Dünya Bankası’ndan (Bretton Woods İkizleri) yeni kredi alabilmek için çabalayan bir ülke olduk” sorusunun yanıtlanması gerekiyor.

Ayrıca, ana akım iktisat ideolojisinden kopamayan bazı yerli ekonomistler, yeterli olmasa da uzun vadeli kaynak girişi anlamında, Dünya Bankası kredilerindeki bu son gelişmeyi olumlu buluyor.

Biraz daha eleştirel bakan iktisatçılarsa, “Dünya Bankası kredilerinin hangi projelere yöneleceği”, “bu kredilerin ülkenin içinde bulunduğu ödemeler dengesi krizini aşmaya yardımcı olup olmayacağı” soruları üzerinde yoğunlaşıyorlar. Ana akım medya ve sosyal medyada ise konu sadece bu sınırlar içinde ele alınıyor.

Ödemeler dengesi krizi ve dış borç krizi bir arada

Kuşkusuz ki bu sorular çok önemli. Zira ülke ekonomisi ciddi bir ödemeler dengesi (ve dış borç) krizi riski ile karşı karşıya. 2023 yılı sonu itibarıyla 500 milyar doları olan dış borç stoku, döviz cinsinden iç borçlar ve KKM dâhil dövizli borçlarla birlikte toplamı 633 milyar doları buluyor. Vadesine 1 yıl kalmış özel sektör kısa vadeli dış borçları ve Hazine ve Merkez Bankası’nın kısa vadeli dış borçlarıyla birlikte bir yıl içinde ülkenin çevirmesi gereken borç miktarı 226 milyar doları buluyor. Merkez Bankası’nın net döviz rezervlerinin eksi 65 milyar dolar civarında olması durumu daha da kötüleştiriyor. (2) Yani mesele sadece bir döviz krizi ile sınırlı değil, dış borç geri ödeme krizi de (temerrüt) gündeme gelebilir. Yakın tarihte Yunanistan, Sri Lanka ve Arjantin bu tür bir borç temerrüdüne düştüğünden bu durum Türkiye için de geçerli olabilir.

İşte bu yüzden de özel finans piyasalarından yeni borç temin etmekte zorlanan, sıcak para girişleri de yeterli olmayan Türkiye’deki ekonomi yönetimi, denize düşenin yılana sarılması gibi, Dünya Bankası ve IMF kredilerine sarılmaya başladı.

Dünya Bankası kredileri projelere yönelik

Ancak 18 milyar dolarlık yeni Dünya Bankası kredi anlaşması ödemeler dengesi sorunlarını çözmeye yönelik bir anlaşma değil zira bu krediler, işin kuralı gereği, sadece adı önceden konulmuş olan özel ve kamusal projeler için kullanılabiliyor. Bu yüzden de Hazine ya da Merkez Bankası, bu kredileri kısa vadeli ödemeler dengesi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanamaz. Diğer tür kredileri IMF veriyor ki bu konuda bir süredir IMF ile görüşmelerin yapıldığı tahmin ediliyor.

Kısaca, bu süreç böyle giderse bu yıl içinde IMF ile de büyük çapta bir kredi anlaşması (stand by) yapılması kaçınılmaz olabilir zira artan turizm gelirleri dışında ülkeye dönük ciddi bir döviz girişi yok. Yıllık 50 milyar dolar civarındaki turizm döviz geliri ise ancak cari açığın kapatılmasına yardımcı olabilir.

Diğer yandan bu iki kuruluştan sağlanacak krediler, verilecek siyasal tavizlerin dışında, ülkenin borç stokunu ve borç yükünü daha da artıracağı için hem kalkınma çabalarını geriletecek hem de ülke halklarının daha fazla yoksullaşmasıyla, temel bazı kamusal hizmetlerin budanmasıyla (kemer sıkma) ve halkın üzerindeki vergi yükünün artmasıyla sonuçlanacaktır.

Bu yüzden de, Dünya Bankası’nın (ve IMF’nin) kredilerinin ekonomi politik ve jeopolitik açılardan ele alınması ve Dünya Bankası ile yapılan son kredi anlaşmasının bu açılardan da analiz edilmesi gerekiyor.

Kredilerin ekonomi politik ve jeopolitik analizi

Dünya Bankası’nın genel merkezinde şu slogan yazılıdır: “Yoksulluğun olmadığı bir dünya düşümüz var.” IMF’nin misyonu ise “kısa vadeli ekonomik istikrarsızlığı gidermek” olarak tanımlanır. Yani ilki kalkınma sorununu (yanlış bir biçimde) yoksulluk sorununa indirgeyerek yoksullukla mücadeleyi, diğeri ise üye ülkelerin kısa vadeli ekonomik ve finansal istikrarsızlıklarla mücadelesine destek olmayı üstlenmiş durumdalar.

Misyonları yukarıdaki gibi açıklansa da, gerçekte bu iki örgüt, kuruluş yılı olan 1944 yılından bu yana, Güneyin azgelişmiş ekonomilerini emperyalist kapitalist sisteme bağlı tutmak ve Kuzeyin merkez ekonomilerinin sıklıkla içine düştüğü aşırı birikim (ve kâr oranlarının düşmesi biçimindeki) krizlerinin aşılması için çalıştı.

Bu nedenle de bu iki kuruluşun ortaya çıkışlarını, buna neden olan somut maddi ihtiyaçlar üzerinden (yani tarihsel maddeci bir bakış açısı ile) ele almak ve bu kuruluşlarla olan ilişkiyi teknik bir kredi alış verişi ilişkisinin ötesinde değerlendirmek gerekiyor.

Aşırı birikim ve kârlılık krizi

Kapitalizmin, özellikle de 1970’lerin ortalarından itibaren içine girdiği stagnasyon (uzun süreli durgunluk) nedeniyle, yeni değer yaratmakta ve kârlar üretmekte zorlandığı biliniyor.

Öyle ki, ulusal pazarlar doyduğunda, ekolojik tahribat sınırlarına ulaştığında ve böylece kaynaklar azaldığında ve sınıf karşıtlıkları büyük sınıf çatışmalarına dönüşmeye başladığında (reel ücret artışı talepleri, grevler gibi) sermayenin büyük kârlar elde etmesi zorlaşmaya başladı.

Bu durum bazı Marksist yazarlarca “aşırı birikim krizi” olarak adlandırlıyor. Böyle bir kriz ortaya çıktığında sermaye değer yitirmeye başlıyor, kârlı sermaye birikim süreci tıkanıyor. Bu da aşırı sermayenin bir şekilde azaltılmasını ve daha kârlı yatırımlara yönlendirilmesini gerekli kılıyor ki buna iktisat literatüründe “Sermayenin Demir Yasası” da deniliyor.

Aşırı birikim ve düşük kârlılık sorunu nasıl çözülüyor?

Kapitalizmin tarihi bize aşırı birikimin neden olduğu sorunların kabaca şu yollarla çözüldüğünü gösteriyor:

(i) Devletin geçici düzenlemeleri:  Yatırımlar, alt yapı, eğitim, ar-ge gibi sermayenin gelecekteki verimliliğini yükseltecek alanlara yönlendirilir (örneğin New Deal). Bu yol geçmişte iyi işledi ama servetin yeniden bölüşümünü gerektirdiğinden ve sermayenin getirisi gecikmeyle sağlandığından (daha uzun vadeli) günümüzde sermayedarlar arasında pek popüler değil. Günümüzde sermayedarlar sadece çok değil, aynı zamanda en hızlı biçimde kâr elde etme, buna karşılık maliyetleri kamuya yıkma peşindeler.

(ii) Petrol fiyatları küresel olarak düşürülür ya da göçmen emeğinin kullanılmasına izin verilerek üretim maliyetleri azaltılır. Keza kadınlar işgücüne daha fazla dâhil edilir.

(iii)  Emek ve meslek örgütleri ve işçi sendikaları zayıflatılır. Özelleştirmelerle yeni kârlı faaliyet alanları açılır (eğitim ve sağlıkta olduğu gibi).

(iv) Finansallaşma: Tüketici ya da uzun vadeli konut kredileri gibi sermayenin yöneleceği yeni kârlı alanlar açılır ya da kitleler kredi kartlarıyla borçlandırılmaya ve daha fazla tüketmeye teşvik edilirler.

(v) Mekânsal düzeltmeler: Daha sağlam bir yol ise (içerdeki emek örgütlerinin gücünü azaltacak bir biçimde) yurt dışında yeni yatırım ve üretim mekânları oluşturmak, yeni tüketim pazarları, yeni kredi pazarları ve ucuz ve örgütsüz işgücü bulmak gibi mekânsal düzeltme yoludur. (3)

Uluslararası kredilerin geriye dönüşlerinin garantörleri

İşte bu yolların (asıl olarak da bu mekânsal düzeltmenin) temel araçları tarihsel olarak, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası örgütler oldu. Böylece merkez ekonomiler 1970’lerin uzun süreli durgunluğundan biraz da bu örgütlerin faaliyetleriyle çıkabildiler. Çünkü özellikle de ilk iki örgüt, bol kredilerin garantili geri ödemeler ve yüksek faiz oranlarından çevre ülkelere satılmasına (bir kısmı da iyi koşullu kredi ya da uluslararası yardım yardım adı altında) yardımcı oldu.

Keza Dünya Bankası ve IMF, azgelişmiş ülkelerdeki ucuz ve örgütsüz emeği sömürebilmek için küresel çapta sanayi kaydırmalarını ve buna izin veren serbestleştirme ve Yapısal Uyarlama Politikalarını hayata geçirdi. Bunun sonucunda örneğin ABD dış yatırımları 10 trilyon dolardan fazla arttı ve 1990 yılında bu yatırımlardan sağlanan kâr içerde elde edilen kârın yüzde 80’ine ulaştı. Kısaca 1975-1990 döneminde ABD’li şirketlerin kârlılığı iki kattan fazla arttı (yüzde 5’ten yüzde 11’e çıktı). Keza Dünya Bankası ve IMF’nin desteklediği özelleştirmeler de kârlılığı artırdı. Öyle ki 1984-2012 döneminde sadece Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerde 2 trilyon dolardan fazla özelleştirilme yapılmasını sağladı. (4)

Soğuk Savaş dönemi yeni dünya düzeninin iki önemli örgütü

Bir başka anlatımla, emperyalist kapitalist sistemin ABD hegemonyası altında yeniden şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev; yollar, enerji santralleri, hava limanları gibi alt yapı projeleri için kredi sağlamaktı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük ölçüde tahrip edilen Avrupa’nın yeniden inşası kâr oranlarındaki azalmanın da restore edilmesine yardımcı oldu ve 1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’ adı verilen döneminin yaşanmasını sağladı.

Uluslararası Para Fonu ise, proje kredileri dışında kalan ve uluslararası finansal piyasalardan, kreditör ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere ulus ötesi şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük politikaları uygulatmakla görevlendirildi. Son dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan uluslararası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out) vermeye başladı. (5)

ABD asıl patron!

Kısaca Dünya Bankası ve IMF merkez ekonomilerin iktisadi güçlüklerinin ve iç çatışmalarının aşılarak azgelişmiş ülkelerin onlar için yeni emek ve doğa sömürüsü alanları ve sermaye birikimi kaynağı olmalarını sağlayan politikalarla, ulus ötesi şirketlere ve emperyalizme hizmet etti.

Bu yapılmasaydı iç pazar doygunluğu yüzünden ABD ve AB çok daha önceden ve çok daha sık krizlere girecekti. Bu nedenle her iki kurum da ABD devleti ve finans kapitali için son derece önemli. Her iki kurumda asıl söz sahibi olan da ABD’dir. Bu bağlamda ABD’nin onayı olmadan bu iki kuruluşun kredi vermesi genel olarak mümkün değil.

“Söz konusu olan emperyalist sermayenin çıkarlarıysa gerisi teferruattır”

Meselenin bir diğer boyutu da hem Dünya Bankası hem de IMF’nin kredi verirken, kredi verdiği ülkelerdeki hukukun üstünlüğü, insan hakları ya da demokrasiden uzaklaşma ve diktatörlüklere yönelme biçimindeki yönelimlere kulak asmaması, hatta böyle otoriter rejimleri destekliyor olmalarıdır.

Örneğin Dünya Bankası, son raporunda, hukukun üstünlüğünün yabancı yatırımcılar açısından çok önemli olduğunu kabul ederken, Türkiye’de hukukun üstünlüğünün olmadığı gerçeğini inkâr ediyor. (6)


Tüzüğe aykırılık

Tüzüğünün 4’ncü maddesinin 10’ncu fıkrasına aykırı olarak, Dünya Bankası (ve IMF), iç siyaseti etkilemek amacıyla ulus devletlere sistematik olarak borç verdiler.

Nitekim bu gerçeği ele alan bir bilimsel çalışmada sunulan örnekler (7), kredilerin elde edilmesinde büyük kapitalist güçlerin siyasi ve stratejik çıkarlarının belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Böyle güçlerin desteğine sahip rejimler, ekonomi politikaları resmi Uluslararası Finans Kurumu’nun kriterlerine uymasa ya da insan haklarına saygıda başarısız olsalar bile, mali yardım alabildiler. Öte yandan, emperyalist güçlere karşı duran halktan yana rejimlerse, bu kurumlar tarafından belirlenen ekonomik kriterlere uymadıkları bahanesiyle, bu kredilerden mahrum bırakıldılar.

İşin daha da kötüsü, bu iki örgütün bu politikaları, ‘Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte terk edilmek şöyle dursun, günümüze kadar devam etti. Bu kurumlar Muhammed Suharto'nun Endonezya’sını 1998’de iktidardan düşene kadar, Idriss Deby'nin Çad’ını günümüze kadar, Bin Ali'nin Tunus’unu 2011’de devrilene kadar, Mübarek'in Mısır’ını 2011’de devrilene kadar desteklediler ve şimdi de General El Sissi’yi destekliyorlar.

12 Eylül askeri diktatörlüğünün destekçisi Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu

Aslında örnekler açısından, çok uzağa gitmeye gerek yok. Dünya Bankası ve IMF’nin nasıl bir işleve sahip olduklarını anlayabilmek için Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi sonrasında bu iki kuruluşun ülkeye verdiği kredilerine bakmak yeterli.

Dünya Bankası'nın Türkiye’ye dönük stratejisi, 1972’de Filipinler'de F. Marcos ve 1973’te Şili'de A. Pinochet diktatörlüklerine karşı izlediği stratejiye benziyor. Bu noktada özellikle de jeopolitik nedenler belirleyici bir faktör zira Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumundaki Türkiye, Orta Doğu satranç tahtasında önemli bir piyon konumunda. Dolayısıyla otoriter bir rejime tam destek vererek bu ülkeyi Washington’un çıkarlarına tabi kılmak gerekiyordu. Dünya Bankası, askeri liderlerle tam bir mutabakat içinde, ulus ötesi şirketlerin yatırımlarına kapıları sonuna kadar açan ve hem sendikaları hem de sol-sosyalist partileri ve örgütleri bastıran neo liberal ekonomi politikaları geliştirdi. Böyle politikalar Türkiye’nin ABD açısından önemini pekiştirdi.

Dünya Bankası tarihçileri bile bu gerçeği açıkça kabul ediyor: “Dönemin Dünya Bankası Başkanı ve küresel bir devlet adamı olan McNamara, Türkiye’nin jeopolitik önemini göremeyecek kadar kör değildi”. İran’da Şah’ın devrilmesinin ardından ABD düşmanı Molla Humeyni rejiminin kurulması karşısında Türkiye bir alternatif olarak desteklenmeliydi. Bunun için de ülke ekonomisi ve siyaseti istikrara kavuşturulmalıydı. Türkiye'deki 12 Eylül askeri darbesinin ABD’nin ve CIA’nın yardımlarıyla hazırlanmasının ardında yatan faktörlerden biri de işte bu İran faktörüdür. (8)

Türkiye prototip olarak kabul edildi

Dünya Bankası yöneticileri 12 Eylül askeri darbecilerini asla karşısına almadıkları gibi, darbecileri incitmeyen son derece nazik bir dil de kullandılar:

“Banka, Türk ordusuna iyi niyet atfetmek ve müdahalelerinden duyduğu hoşnutsuzluğu göstermekten kaçınmak için özel bir çaba sarf etti. Kurumun, 1980’de ordunun yönetime el koymasının Bankanın kredi verme niyetini ortadan kaldırmayacağı yönündeki resmi yorumları açık ve netti. Ayrıca Türkiye’ye uygulanan program kurumun yapısal uyum kredileri serisi için bir prototip de oluşturdu.” (9)

Bugün çok kutupluluğa doğru bir gidişatın söz konusu olduğu dünya konjonktüründe, Türkiye, özellikle de Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali sonrasında, NATO ve ABD için Orta Doğu’ya ek olarak, Avrupa bölgesi için de son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip bir ülke.

Bu bağlamda, Dünya Bankası’nın Türkiye ile yeni bir kredi anlaşması yaptığı bir sırada İran ve İsrail arasında sıcak çatışmaların başlaması, tarihsel olarak Türkiye’nin bir kez daha batılı güç odakları nezdinde Orta Doğu’da önem kazanmasına neden olacak gibi görünüyor.

Bu durum IMF ile yapılacak olası bir standby anlaşmasının hızlandırılmasıyla sonuçlanacaktır. Bu da kuşkusuz ciddi dış kaynağa sıkışmış olan ve giderek güç kaybeden AKP-MHP iktidar bloku için “Allah’ın lütfu” olarak görülebilecek bir gelişme olabilir.

Beş yılda beş yapısal uyum kredisi

1980’li yıllara tekrar dönersek, askeri cunta 1983 yılında siyasal iktidarı sivillere (sözde) devretti. Anavatan Partisi ilk seçimde iktidar oldu ve büyük sermayenin olduğu kadar Dünya Bankası’nın da makbul adamı olan Turgut Özal başbakan oldu. Ardından 1985 yılına kadar ülkeye Dünya Bankası beş yapısal uyum kredisi verdi. Dünya Bankası bu durumu 1989 yılında şöyle anlatıyordu: “Türkiye, Banka'nın müşterileri arasında en çarpıcı başarı öykülerinden birini temsil ediyor”.(10)

12 Eylül askeri darbesinin ardından aslında, OECD ülkeleri başta olmak üzere, emperyalist kapitalist sistemin tüm tarafları, iki taraflı kreditörler ülkede başlatılan neo liberal politikalara ciddi boyutlarda destek verdiler. Öyle ki bu destek dış borçlar konusunda iktidarı rahatlatırken, ödemeler bilançosu sorunlarını da hafifletti. OECD Yardım Konsorsiyumu aracılığıyla sağlanan dış borç desteği 1980–1985 döneminde 4,6 milyar dolara ulaştı. Bu, hem büyüklük hem de zamanlama açısından ekonomiyi çok rahatlatan bir durumdu. IMF-Dünya Bankası destekli imtiyazlı kredi sözleşmeleri ve benzeri uygulamalarla, en sıkıntılı 1980–1983 döneminde net dış tasarruf girişi 2 milyar dolar civarında oldu. (11)

Bu krediler karşılığında IMF, standart performans kriterlerini uygulatırken (faiz oranlarını serbest bırakılması, KİT‘lere verilen kredilere tavan konulması, yeni dış borç alım sözleşmelerine sınır konulması, özelleştirmeler, devalüasyon gibi döviz kuru düzenlemeleri). Dünya Bankası ise kamusal yatırımların rasyonalize edilmesi ve neo liberal dış ticaret politikaları konusunda çok ısrarcıydı.

Yılda 1 milyar dolara yakın kredi

Kısaca, Dünya Bankası askeri rejimi ve ardından gelen sözde demokratik rejimi yılda bir milyar dolara yakın kredilerle istikrarlı bir şekilde destekledi. IMF ise,darbenin birkaç ay öncesinde (Haziran 1980 tarihinde), Türkiye ile yeni bir standby anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşma çok önemliydi çünkü üç yıllık ve 1,25 milyar SDR‘lik bir kredi sunumunu içeren bu anlaşma Türkiye‘nin kotasının yüzde 625 aşılması anlamına geliyordu. Aslında eski kullanımlarla beraber bu kota fiilen yüzde 870 aşılmıştı. Bu durum IMF tarihinde o ana kadar verilmiş en uygun taahhüttü ve daha önce benzeri görülmemişti. Öyle ki o dönemde benzer ekonomik sıkıntılar yaşayan diğer ülkelere bu kolaylıklar sağlanmadı. Nisan 1984‘te ise bu kez bir yıllık bir anlaşma daha yapıldı.

Kayırılan yarı askeri yönetim

Böylece, 1980–1985 döneminde askeri diktatörlük vesayetinde Türkiye‘de hayata geçirilen neo liberal politikalar, ödemeler bilançosu dengesizliklerini giderecek yönde Dünya Bankası ve IMF başta olmak üzere uluslararası kuruluşlardan ve kreditörlerden büyük desteklerin gelmesini sağladı.

Örneğin, Kazgan‘a göre, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasıyla Türkiye‘ye 5 milyar dolar borç ertelemesi ve 9 milyar dolar taze kredi amaçlı olmak üzere büyük miktarda kaynak aktarıldı. Haggard ve Kaufman’a göre, 1978‘den sonra Türkiye‘nin yaklaşık 10 milyar dolarlık dış borcu yeniden yapılandırıldı ve 5,5 milyar dolarlık yeni borç OECD hükümetlerince müzakere edildi (1982’ye kadar ilave 3 milyar dolarlık yardım yapıldı). Bir diğer kaynağa göre, aslında finansal destek adı altında ülkeye olan net sermaye girişleri 1978 yılından itibaren başladı ve 1980’li yıllarda hızlanarak devam etti. 1978–1981 arasında bu tür desteklerin toplamı 12 milyar doları buldu. Bu desteklerde OECD konsorsiyumunun payı yüzde 29, iki taraflı devlet yardımlarının payı yüzde 26 ve başta Dünya Bankası ve IMF olmak üzere çok taraflı kuruluşların payı yüzde 22 oldu. Bunun dışında gizli para girişleri de söz konusuydu. (12)

Sonuç: Dış borç sadece borç değildir!

Dış borçları sadece borç ya da zamanı geldiğinde faizleriyle birlikte ödenecek bir teknik finansman anlaşması olarak görmek bizi yanıltır. Maalesef bugünlerde Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşması genelde bu şekilde ele alınıyor ve kendilerini “muhalif” olarak tanımlayan bazı ekonomistler bile ekonominin ihtiyaçları çerçevesinde bunu destekliyorlar.

Oysa dış borçların (kredilerin), ister özel banker kuruluşlar, isterse Dünya Bankası ve IMF tarafından verilsinler, bir tür yeni sömürgecilik biçimidir. Tarihte Osmanlı’nın son dönemlerindeki Duyun-u Umumiye İdaresi bunun en somut örneğidir. Yine dış borçlar hem küresel hem de ülkedeki yoksulluğun nedenlerinden biridir.

Ayrıca az gelişmiş ülkelerin dış borçlarının büyük bir kısmı diktatörler döneminde ya da Türkiye’de olduğu gibi neo liberal siyasal İslamcı AKP iktidarları tarafından alınmış borçlardır. Nitekim 2003 yılında dış borç stokunun 130 milyar dolardan bugün 500 milyar dolara çıkmış olması bunun bir kanıtıdır. Üstelik bu süreçte onlarca milyar dolar tutarında faiz ödenmiştir.

Kaldı ki ne 1980’li yıllarda bu borçlar karşılığında ülkeye dayatılan ekonomi politikaları ülkeyi ekonomik istikrara kavuşturup, kalkınmasını sağlamış ne de toplumsal refahı yükseltmiştir. Bu nedenle de bugün Dünya Bankası ve IMF’den sağlanacak kredilerin de ülkedeki oligarşiyi ayakta tutmak, AKP-MHP iktidar blokuna can suyu olmak ve alacaklı kreditör kuruluşların alacaklarını garantilemek dışında Türkiye ekonomisine ve toplumuna her hangi bir faydası olmayacaktır.

Çünkü borçlu azgelişmiş ülkelerin otokratları ülke halklarını yoksullaştıran dış borçlar kendilerini zenginleştirdiği için, borçların geri ödenmesine karşı çıkmazlar, hatta bu borçların ortağı gibi işlev görürler.

Daha bağımsız davranabilen halktan yana hükümetlerse İran, Guatemala, Kongo ve Şili’de olduğu gibi borçlar inkâr edildiğinde devreye askeri darbeler girdiğinden,  bu borçları geri ödemeyi reddedemezler.  Ayrıca dış borçların reddedilmesi doğrudan yabancı yatırımlarının ülkeden çıkışı ve ekonominin krize girmesiyle de sonuçlanabilir.

Keza Dünya Bankası ve IMF ile ilişkileri emperyalist-kapitalist sistemle olan ilişkilerden bağımsız ilişkilermiş gibi, yani sadece finansman ihtiyacının karşılanması olarak görmek de çok büyük bir yanılgıdır.

Zira günümüzdeki emperyalist hegemonya özünde iktisadidir ve bu dünya piyasalarının ulus ötesi şirketler tarafından ele geçirilmesiyle, uluslararası finansal kuruluşlarla ve yoğun bir askeri güçle muhafaza ediliyor. Gerektiğinde emperyalizm, kapitalist piyasaları koruyabilmek için, askeri olarak da müdahale ediyor. Hızla gelişen teknoloji, büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü barındıran ulus ötesi şirketler ve büyük kapitalist ulus devletler dünyanın kaderini belirliyor. Kapitalizmin krizlerinden çıkabilmek ve iktidarlarını ve kârlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde görüyor.

Emperyalist sermaye bu bağlamda Dünya Bankası, IMF (ve DTÖ’yü), kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için kullanıyor.

Hem Dünya Bankası hem de IMF sapkın ya da şeytani kurumlar olmasalar da izledikleri politikalar özerk politikalar değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere finans kapitalin araçları konumunda. Politikaları neo liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist ulus devletleri, Dünya Bankası ve IMF’yi neo liberal programları izlemeye zorlayan şey ise emperyalist kapitalist sistem. Bu iki kuruluş emperyalist kapitalist sistemin bürokratik metaforları konumundalar.

Yani, Dünya Bankası ve IMF’nin, emperyalizmin güçlü birer enstrümanı olarak yarı ya da yeni sömürge dünyanın ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde kullanıldığını görmek gerekiyor. Bu bağlamda, örneğin krediler karşılığında Türkiye’ye dayatılacak olan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ emperyalist kapitalist sistemin ülkeyi yönetmede kullandığı politik bir şantajdır.

Ayrıca bir bütün olarak, bu yapısal uyarlama politikaları azgelişmiş ülkeleri borç ödeme makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan kârlar yaratıyor.

Temmuz 2024’te Dünya Bankası ve IMF 80 yaşında olacak. Bu kuruluşlar, esasta, bunca yıldır azgelişmiş ülkelere finansal yeni sömürgecilik ve borç geri ödemesi adına kemer sıkma politikalarının dayatıyorlar.

Son olarak, dış borçlar asla etik bir konu değildir. Borç verenlerin dayattığı ekonomi politikalarının da borç alan ekonomileri ve ülkeleri kurtardığına tanık olunmamıştır. Aksine Dünya Bankası ve IMF tarafından sağlanan krediler sadece alıcı ülkelerin borcunu artırıyor. Bu yüzden de ülke halklarını yoksullaştıran, özellikle de otokratik rejimleri korumaya ve savaşları desteklemeye dönük olarak alınan dış borçların geri ödemesi (en azından faizleri) reddedilmelidir.

Dip notlar:

(1)    https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/kredi-anlasmasi-mujde-diye-sunuldu-bu-para-nereye-harcanacak (11 Nisan 2024).

(2)    Hazine ve Maliye Bakanlığı ve TCMB  verileri.

(3)    Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions,Windmill Books, 2017, s. 167-172.

(4)    Agk.

(5)    Mustafa Durmuş,  IMF Üzerine Söyleşi – Gelenek, sayı 110 (Mart 2010), s. 63-89.

(6)    World Bank ECA Economic Update Spring 2024, Unleashing the Power of the Private Sector, ww.worldbank.org (April 2024).

(7)    Eric Toussaint, “World Bank and IMF support to dictatorships”, https://www.cadtm.org/World-Bank-and-IMF-support-to-dictatorships (6 March 2024) .

(8)    Kapur, Devesh, Lewis, John P., Webb, Richard, The World Bank, Its First Half Century, Volume 1: History, Brookings Institution Press, 1997.Washington, D.C., not 62, s. 549.

(9)     Agk., s. 547.

(10)  Agk., s. 550.

(11) Merih Celasun and Dani Rodrik,Turkey, Developing Country Debt and Economic Performance, Volume 3: Country Studies - Indonesia, Korea, Philippines, Turkey, Jeffrey D. Sachsand Susan M. Collins, (der.), University of Chicago Press, Chicago and London. http://www.nber.org, 1989.

(12) Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, Cilt 6 Sayı 15, 2011/15, s. 128-129.

 

 

10 Nisan 2024 Çarşamba

Bayram

 

Çok tatlı yesek de tatlı konuşmuyoruz!

Mustafa Durmuş

10 Nisan 2024


Bugün Ramazan ya da yaygın bilinen adı ile Şeker Bayramı başlıyor.

Bu bayram şekerleme ya da tatlı kavramları ile tatilin doğrudan ilişkilendirildiği bir bayram. Geleneksel olarak lokum, her türden şekerleme, çikolata, baklava gibi tatlıların ikram edildiği, tüketildiği bir üç gün başlıyor.

Ancak bu gelenek giderek kayboluyor gibi görünüyor zira ülkemizdeki yüksek enflasyon, buna karşılık halkımızın çok düşük gelirleri yüzünden tatlı ve kaliteli fiyatlarının yanına yaklaşılamıyor.

Daha ucuz gibi görünen ve merdiven altı imalat olarak da tabir edilen, daha çok da yoksulların tükettiği bazı şekerlemelerse adeta zehir deposu. Bu da ülkede hızla artmakta olan diyabet hastası sayısının nedenlerinden birini oluşturuyor.

Yani geleneksel beslenme biçimi olarak da “tatlı dişi” olan toplumlardan biriyiz,  tatlıya çok düşkünüz.

Nitekim aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, Dünyada incelenen 56 ülke arasında tatlıya düşkün üçüncü toplumuz.

İlk sırada Ruslar ve ikinci sırada ise İrlandalılar yer alıyor. Son sırada ise Güney Koreliler bulunuyor. Dünyada en fazla çikolata üreten İsviçre’nin ise sıralamada yer almaması ilginç.(1)

İlk üçte yer alan toplumlara baktığımızda “tatlı yiyelim tatlı konuşalım” sözünün geçerli olmadığını görüyoruz.

Zira tatlı konuşabilmek için daha fazla tatlı yemek değil (ki sağlığa zararlı), daha fazla demokrasi, daha fazla eşitlik ve sosyal adalet ve daha barışçıl bir iklim gerekiyor. Bunlar mevcut olmadığı sürece istediğiniz kadar tatlı yiyin tatlı konuşamazsınız, sadece diyabet hastası olursunuz.

Bu bayramı, barış ve demokrasinin yeniden inşası için bir fırsat olarak görelim ve “şeker tadında bir bayram” geçirmemizi dileyelim birbirimize.

Dip notlar:

(1) https://www.statista.com/chart/24713/sweets-chocolate-consumption-by-country(8 November 2023).

7 Nisan 2024 Pazar

Merkez Bankası mektubu

 

“Yine yakmış yar mektubun ucunu”

Mustafa Durmuş

8 Nisan 2024

Bugünlerde, yerel seçim sonuçlarının yanı sıra, T.C. Merkez Bankası’nın Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek’e, dolayısıyla da ekonomi yönetimine yazdığı mektup konuşuluyor.

Zira bu mektupta: “Dezenflasyon sürecinde para ve maliye politikalarının eş güdümü büyük önem arz etmekte olup öngörülebilirliğin artmasını sağlayan Orta Vadeli Program (OVP, 2024-2026) ile somutlaşmış olan kamu politikalarına dair varsayımlar TCMB’nin enflasyon tahminlerine yansıtılmıştır. Bu kapsamda, asgari ücretin yılda bir kez güncellenmesi, yönetilen/yönlendirilen fiyatlar ile ücret ve vergi ayarlamalarında OVP’de sunulan enflasyon tahminlerinin gözetilmesi ve para politikasındaki sıkı duruşun ihtiyatlı maliye politikası ile desteklenmesi, öngörülen dezenflasyon patikasının tesis edilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır” (1) deniliyor.

Ücretliler yine günah keçisi!

Kısaca, Merkez Bankası, Hazine ve Maliye Bakanı’na “asgari ücretin yılın ikinci yarısında tekrar artırılmasını sakın düşünmeyin, aksi takdirde enflasyonu düşüremeyiz” diyor.

Ücret artışlarının enflasyona neden olduğu yaklaşımı, ana akım iktisatçıların ve burjuva siyasetçilerin pek çoğu tarafından benimsenen ama bilimselliği de oldukça tartışmalı, daha ziyade ideolojik bir yaklaşım.  

Bu nedenle de yoksulluk içinde kıvranan, hatta açlık çeken işçiler, emekçiler, emekliler ve onların aileleri ne zaman enflasyona karşı korunmak için bile olsa ücret artışı talep etseler, hemen burjuva ideologları ortaya çıkarlar ve bu artışların aslında emekçilerin aleyhine olduğunu anlatmaya ve emekçileri bu taleplerinden vazgeçirmeye çalışırlar.

Oysa IMF bile, son bir iki yıldır,  ücret artışlarından ziyade kur artışı ya da diğer arz yönlü sorunların günümüzde enflasyonun esas nedeni olduğunu ortaya koyan çalışmalar yayınlıyor. (2)

Mektup enflasyonun asıl nedenlerini gizliyor

Kaldı ki Merkez Bankası bu mektubunda, Nas referans gösterilerek 2021 Eylül- 2023 Mayıs döneminde uygulanan yanlış faiz politikalarının ya da (kendi bünyesinde yapılan bir araştırmanın ortaya koyduğu gibi), tekel konumundaki iskonto marketlerin fiyatlama davranışlarının, yani ek kâr fırsatçılığının enflasyona neden olduğu gerçeğinden (3) hiç söz etmiyor.

Bu tür mektuplar daha önce de yazıldı ama bu içerikte bir mektup ilk defa gönderiliyor. Bu durum da iktidar blokunun nasıl bir iktisadi sıkışmışlık içinde olduğunu ortaya koyuyor.

Bu mektupla Şimşek’in özellikle de yerel seçimlerden sonra, halka acı ilacı içirme biçimindeki politikalarına bir destek söz konusu olabilir ya da kemer sıkma politikalarının uygulanacağına dair IMF’ye verilmiş sözler etkili olmuş olabilir. 

Merkez Bankası önce kendine bakmalı

Merkez Bankası 2022 yılında 93 milyar TL ve 2021 yılında 74 milyar TL kâr elde ederek, en fazla kurumlar vergisi ödeyen bir kuruluş iken (Hazineye aktardığı kâr payı ve ihtiyaç akçesi dışında), 2023 yılını zararla kapattı. Öyle ki geçen yılki bilançosuna göre 850 milyar TL’nin üzerinde bir zararı mevcut (büyük ölçüde negatif döviz rezervleri altında ortaya çıkan kur farklarından kaynaklanan). 

Ayrıca, hatırlayalım,  geçen yıllarda Kur Korumalı Mevduat uygulamasının faiz-kur farkı biçimindeki on milyarlarca liralık mali yükü Hazine ve Maliye Bakanlığından alınıp Merkez Bankasına aktarılmıştı ve Merkez Bankası yetkilileri buna ses çıkarmamışlardı.

Merkez Bankası tarihsel zararda

Böylece, bir de henüz bilançoya yansıtılmamış olan 800 milyar TL civarında olduğu tahmin edilen, KKM’den kaynaklı zarar riskinin söz konusu olabileceği ileri sürülüyor. (4)

Merkez Bankası zararı, bankanın Hazineye kurumlar vergisi ve kâr payı gibi ödemeleri sonlandırarak kamu maliyesini olumsuz etkiler, zordaki Hazineyi daha da zora sokar.

Böyle bir durumda Merkez Bankası Hazineden borçlanarak zararını telafi edebilir mi? Teorik olarak bu mümkün ama dün açıklanan Hazine nakit dengesi verilerine göre bu da sıkıntılı görünüyor. Zira (Mart ayında 167 milyar TL olmak üzere) bu yılın ilk üç ayındaki toplam Hazine nakit açığı 570 milyar TL’yi aşıyor. Nitekim bu açığı kapatmak için Hazine bu üç ayda 337 milyar TL’den fazla borçlanmaya gitti. (5)

Kelin ilacı olsa…

Ayrıca Hazine, tarihinde belki de hiç olmadığı kadar borçlu durumda. Zira 2023 yılı sonu itibarıyla toplam iç ve dış borcu 6,7 trilyon TL’yi aşıyor. 2024’ün Şubat ayı itibarıyla ise bu borç; 3,4 trilyon TL’si iç borç ve 3,8 trilyon TL’si dış borç olmak üzere toplam 7,2 trilyon TL’ye yükseldi. Bu borç 2017 yılından bu yana 6,3 milyar TL ve sadece 2022 yılından bu yana ise 3,2 milyar TL arttı.

Bu borçlara Merkez Bankasının kısa vadeli dış borçlarını (yaklaşık 1,5 trilyon TL), eski adıyla görev zararı, yeni adıyla “görevlendirme gideri” adı altında üstlenilen KİT’lerin yaklaşık 800 milyar TL ve belediyelerin 175 milyar TL olan borçlarını da eklediğimizde yaklaşık 10 trilyon TL’yi bulan bir kamu kesimi (Genel Yönetim) toplam borcundan söz ediyoruz (buna bankalar ve reel kesimin borçları da eklendiğinde bu borç 30 trilyon TL’yi aşıyor). (6)

Öncelik kâr değil ama

Kuşkusuz merkez bankalarının önceliği kâr elde etmek ya da kârını maksimize etmek değil, ekonomideki fiyat istikrarı ve finansal istikrarı sağlamaktır. Keza merkez bankaları sermaye yeterliliği gerekliliklerine veya iflas prosedürlerine tabi değildir ve Şili, Çek Cumhuriyeti, İsrail ve Meksika merkez bankalarının birkaç yıldır yaptığı gibi negatif öz kaynaklarla bile etkin bir şekilde çalışabilirler.

Bununla birlikte, örneğin, devlet tahvillerini satmak yerine elde tutmak gibi bazı politika kararları, belirli politika emirlerini yerine getirmeye yönelik eylemlerden ziyade zararı kontrol altına alma arzusuyla motive edildiği şeklinde yanlış yorumlanabilir veya negatif sermaye değeri iletişim zorlukları doğurabilir. Aynı şekilde, merkez bankasının sermaye pozisyonlarını güçlendirmeye yönelik eylemler de dâhil olmak üzere, hükümetten gelen mali kaynaklar, merkez bankası bağımsızlığı ile tutarsızlık içerdiği biçiminde değerlendirilir. Tüm bunlar merkez bankasının kredibilitesini azaltır. (7)

Bu durum da, özellikle de dış kaynak için yanıp tutuşan bir ekonomi için iyi bir şey değildir.

Sonuç olarak

T.C. Merkez Bankası, Hazineye mektup yazarak ekonomik ve politik krizin bedelini işçilere, emekçilere ve emeklilere ödettirilmesini talep etmeden önce kendi kasasının ve Hazine’nin kasasının neden tam takır olduğunu, nasıl bu kadar borçlu bir duruma düşürüldüklerini, neden görülmemiş düzeyde zarar ettiğini ve bunlara sebebiyet verenlerin kimler olduğunu sorgulamalı ve kendi üstüne düşen kışmı ile ilgili olarak hesap vermelidir.

Merkez Bankası yöneticileri de, iktidardaki oligarşinin değil, başta işçiler, emekçiler, yoksul köylüler, esnaf ve küçük işletmeler olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin çıkarlarını gözetmek zorunda olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Ülkenin ihtiyacı halkına sırtını dönmüş değil, halkından yana kararlar alan bir demokratik ve şeffaf merkez bankasıdır.

Dip notlar:

(1)  TCMB, “Bankamız Kanunu'nun 42. Maddesi Uyarınca Hükûmete Gönderilen Açık Mektup (2024-18)”, https://www.tcmb.gov.tr (5 Nisan 2024).

(2)  https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2022/10/11/world-economic-outlook-october-2022, s. 53-68.

(3)  Muhammed Bahça, Tunç Bayram, Huzeyfe Torun, “Gıda Perakende Sektöründe Fiyat Belirleme ve Değiştirme Dinamikleri, TCMB Ekonomi Notları Sayı: 2023-10  (5 Aralık 2023).

(4)  https://www.ekonomim.com/ekonomi/tcmb-olaganustu-kurulda-850-milyar-zarar-aciklayacak-haberi (12 Mart 2024).

(5)  2024 Yılı Hazine Nakit Gerçekleşmeleri (Şubat 2024), https://www.hmb.gov.tr (7 Mart 2024).

(6)  Hazine ve Maliye Bakanlığı ve T.C. Merkez Bankası borç stoku verileri.

(7)  Nobukazu Ono and Álvaro Pina, https://oecdecoscope.blog/do-central-bank-losses-matter (6 July 2023).

 


29 Mart 2024 Cuma

Bölüşüm adaletsizliği

 

Gözümüz aydın: Süper zengin sayısındaki artışta dünya birincisiyiz!

Mustafa Durmuş

30 Mart 2024

Ekonomi ciddi krizde, gerçek enflasyon yüzde 130’a dayadı. Döviz kurlarındaki artışı yavaşlatabilmek için MB, yılbaşından bu yana yaklaşık 28 milyar dolar civarında dövizi piyasaya verdi ve bunun sonucunda swaplar hariç net rezervleri eksi 65 milyar dolara kadar düştü. Buna rağmen döviz kuru yükselmeye devam ediyor. Bu yüzden de MB politika faiz oranı artırılarak yüzde 50’ye yükseltildi.

Madalyonun diğer yüzünde ise yoksullukla, işsizlikle ve hayat pahalılığı ile boğuşan on milyonlarca insan var. Emekçiler, emekliler, küçük esnaf, gençler, kadınlar, öğrenciler açlık sınırının altında bir gelirle yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Ülkenin bir zamanlar orta sınıfını temsil eden memurlar, akademisyenler, öğretmenler, doktorlar, mühendisler ve esnaf ancak yoksulluk sınırının altında gelir elde edebiliyor.

Özellikle de yaşlı emeklilerin yoksullaşması çok belirgin ve bunu TÜİK dahi gizleyemiyor. Öyle ki 65 yaş üstü nüfustaki yoksulluk oranı 2021 yılında yüzde 11,4 iken 2023 yılında yüzde 21,7’ye çıktı. (1)

Bu yıl 11 trilyon TL'nin üzerine çıkan devlet bütçesi ise asıl olarak, faize, aşırı güvenlik harcamalarına, otoyol, hava limanı ve şehir hastaneleri gibi KÖİ ile yapılan işlerin finansmanına, sosyal güvenlik açıklarının kapatılmasına, devlet memurlarının maaşlarına ve primlerine harcanıyor.



 

Buna karşılık hem Cumhurbaşkanı hem de Maliye Bakanı, yüksek enflasyon ve ağır vergiler nedeniyle eriyen ücretlerine zam isteyen, durumlarının iyileştirilmesini talep eden emekçilere ve emeklilere verecek ilave 5 kuruş paralarını olmadığını söylüyorlar ve Cumhurbaşkanı sözde ücret iyileştirmeleri için Temmuz ayını işaret ediyor. Yerel seçimlere ramak kala bir tür sopa havuç siyaseti güdüyor.

Diğer yandan ülkede birilerinin de inanılmaz bir biçimde zenginleştiğini, hem açıklanan mal varlıklarından hem de uluslararası raporlardan görebiliyoruz.

Altınok’un dudak uçuklatan serveti

Örnek olarak, Ankara Büyükşehir Belediyesi başkanlığı için AKP-MHP adayı olarak gösterilen Turgut Altınok mal varlığını açıkladığında, deyim yerindeyse dudak uçuklatan bir servete sahip olduğu ortaya çıktı.

Meğer Ankara’nın arsaları, arazileri, konutları, dükkânları içinde kimseye nasip olmayan büyüklükte bir paya sahipmiş T. Altınok. Nasıl olmuşsa Ankara’nın bir ilçesinin belediye başkanlığı sırasında Karum kadar zenginleşmiş başkan. Üstelik serveti bununla da sınırlı değilmiş. Öyle ki Antalya’da da 600 dairesinin olduğu iddia ediliyor. (2)

Şimdi eğer bu iddialar doğru ise, “Mevla’m yürü ya kulum dedi, dini bütün, alnı secdeden kalkmayan, aynı zamanda da en sıkı Türk milliyetçisi olan, bir eliyle bozkurt, diğeriyle Rabia işareti yapan Altınok yürüdü” mü diyelim? Yoksa “çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz”  atasözünü mü hatırlatalım?

Üstelik bunlar gün yüzüne çıkanlar, bir de yeni zenginlerin, iktidarın nimetlerinden fazlasıyla yararlanan sermaye çevrelerinin içerde ve dışarıdaki bilinemeyen servetlerini dikkate alınca, işte o zaman aşağıda özetlediğimiz raporun hiç de abartılı olmadığı anlaşılıyor.

Hani hepimiz aynı gemideydik?

Çünkü bu rapora göre (3), Türkiye olarak geçen yıl dünyada serveti en fazla artan ülkeler sıralamasında yüzde 10’luk bir artışla birinci sıraya yerleşmişiz. Demek ki iktidardaki oligarşi, “ülke ekonomisinin durumu iyi, dünyanın refahı en yüksek ülkeleri arasına girmekteyiz” derken, kendilerini, etrafındaki zenginleri ve bunların servetlerindeki büyümeyi kast ediyormuş.

Raporda, “ultra servet zenginleri” (UHNWI); “net servetlerinin değeri 30 milyon dolar ve üstünde olan zengin bireyler” olarak tanımlanıyor. Böylece, dünya genelinde UHNWI sayısı bir önceki yıl 601.300’den, 2023 yılında yüzde 4,2’lik bir artışla 626.619’a yükseldi. Bölgesel düzeyde servet artışına Kuzey Amerika (yüzde 7,2) ve Orta Doğu (yüzde 6,2) öncülük ederken, Latin Amerika varlıklı birey nüfusunun azaldığı tek bölge oldu. Türkiye’nin 30 milyon dolar (1 milyar TL) ve üzerinde serveti olan ultra zengin sayısının ise 1,932 olduğu belirtiliyor.

Ultra servet zengini artışında ilk sıradayız!

Özetle, ultra zengin sayısındaki küresel çaptaki bu artışta en yüksek performansa sahip ülke Türkiye oldu zira yaklaşık yüzde 10’luk bir artışla (yüzde 9,7) sıralamada başı çekiyor. Dünyanın en fazla dolar milyarderinin yer aldığı ABD bile onun gerisinde kaldı (yüzde 8).


Bu raporun bulgularını en doğru biçimde, Marksist sınıf analizi ile yapabiliriz. Çünkü bu analize göre, temelde işçi ve sermaye sınıfı olarak, uzlaşmaz çelişkilerle birbirinden sınıfsal olarak ayrışmış kapitalist toplumlarda, madalyonun bir yüzünde aşırı zenginleşme varsa, diğer yüzünde mutlaka aşırı yoksullaşma vardır.

Derin yoksulluğun nedeni derin zenginlik

“ Yoksulu değil zengini inceleyelim, Bırakın yoksullar kendilerini araştırsınlar. Aslında onlar hayatlarında nelerin ters gittiğini hali hazırda biliyorlar. Eğer onlara gerçekten yardımcı olmak istiyorsak, yapacağımız en doğru şey onlara, onları sömürenlerin neler yaptıklarını,  gelecekte bizim ne yapmamız gerektiğini açık bir şekilde anlatmaktır.” (Susan George
How the Other Half Dies?, 1974).

Yani yoksulluğun nedeni bizzat zenginliktir. Aynı şekilde zenginlerin ortaya çıkmasının nedeni de ülkedeki geniş yığınların yoksullaşmasıdır ki bunlar genelde üretim araçlarından yoksul emekçilerdir, küçük üreticilerdir, yoksul köylülerdir. Üstelik ekonomik kriz dönemlerinde dahi bu kural değişmez, hatta aradaki uçurum daha da derinleşir.

Nitekim UBS tarafından hazırlanan bir rapora göre,  dünyanın gelişkin ve yükselen 39 ekonomisinde 2022 yılında, kişi başı ortalama brüt servet miktarı 84,718 dolar. Türkiye’de ise ortalama kişi başı brüt servet 17,578 dolar. Bu yüzden servet sıralamasında Türkiye 39 ülke içinde en altlarda, 36’ncı sırada yer alabiliyor. (4)

Eşit olmayan gelir ve servet dağılımı

Bu durum kuşkusuz, ülkedeki gelir ve servetin ciddi biçimde eşitsiz bölüşülmesinden kaynaklanıyor. Öyle ki onlarca milyon insan hızla yoksullaşırken, çok az sayıda insan hızla zenginleşebiliyor ve ülke ultra zengin sayısının artışında yüzde 10’luk bir artış hızıyla ilk sıraya oturabiliyor.

Bu durum da ülke insanı olarak, kolektif bir biçimde neden dünyanın en mutsuz insanları arasında olduğumuzu da açıklıyor. Çünkü ülkede azınlık sayılan farklı cinsiyetlere, ulusal kimliklere ve inançlara karşı ayırımcılık, kutuplaştırma, kadına şiddet,  sosyal adaletin ortadan kalkması, insan hakları ihlalleri, savaşçı ve militarist uygulamalar gibi temel sorunların yanı sıra, ülkedeki gelir ve servet eşitsizliğinin ulaştığı boyutlar insanımızı mutsuz ediyor.

Sosyal eşitsizlikler kaygıyı ve mutsuzluğu tetikliyor

Eşitsizlik (statü, sosyal sınıf, kimlik, cinsiyet biçimindeki) üstünlük ya da aşağılık duygularını artırır. Bazı insanların ya da kimliklerin diğerlerinden daha değerli olduğu görüşü, diğerlerinin kendilerine olan güvenlerini ve saygılarını azaltır. Başkalarının bizi nasıl gördüğü konusunda endişelenmek aynı zamanda güçlü bir stres faktörüdür.

Kronik stresin ölüm oranı üzerinde iyi belgelenmiş etkileri vardır, öyle ki ölüm oranlarını iki katına çıkarabilir. Sağlıkla ilgili davranışlar da stresten etkilenir. Diyet, egzersiz ve sigara kullanımı sosyal farklılıklar gösterir ancak insanların stresli hissettiklerinde sağlıklı yaşam tarzlarını benimsemeleri pek olası değildir. (5)

Mutsuzluğumuz artarak devam ediyor

Birleşmiş Milletler tarafından 12 yıl önce ilan edilen Uluslararası Mutluluk Günü’nde  (20 Mart) yayımlanan Dünya Mutluluk Raporu’nun 2024 versiyonu yakınlarda yayımlandı.

Bu rapor, Gallup, Oxford Wellbeing Araştırma Merkezi, BM Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı ve Dünya Mutluluk Raporu Yayın Kurulu ortaklığıyla her yıl yayınlanan ciddi bir rapor. Bu rapora esas teşkil eden Gallup Dünya Anketi ise toplam 143 ülkede ve neredeyse her ülkeden yaklaşık 1.000 katılımcıyla çeşitli konularda yapılan anketlerden oluşuyor. Anketlerde insanların mevcut yaşamlarının mutluluk açısından değerlemesinin 0 ila 10 puan arasında yapılması isteniyor (0 puan en mutsuz, 10 puan en mutlu olma durumunu anlatıyor). (6)

Kuşkusuz mutluluk tıpkı aşk ve sevgi gibi, belki de insan hayatında en az anlaşılabilen ama en çok aranan duygu ve deneyimlerden biri. Bireysel mutluluğa nasıl erişilebileceği konusunda pek çok materyalist ya da metafizik ilham verici öğreti mevcut olsa da, kolektif ölçekte tüm ülkelerin toplumlarının ne kadar mutlu olduğunu ortaya koyabilmek de önemli.

Bunun için nesnel ölçütler bulmak zor olsa da, imkânsız değil. Nitekim bu rapor bu tür ölçütler geliştirmiş. Böylece rapor, yıllık mutluluk sıralamalarını sunmaktan daha fazlasını yapmaya - insanların yaşamları ve yaşamlarında olup bitenler hakkında nasıl hissettiklerini yakalamaya çalışıyor.

Kuşkusuz mutluluk gibi soyutluk da içeren bir kavramı, üstelik ülkeler arasında kıyaslamalarda kullanmak için ölçmek fazlasıyla iddialı. Nitekim Gallup’un bu mutluluk ölçme biçimi birçok açıdan eleştiriliyor.

Örneğin, Birleşik Krallık’ta bir grup sosyal bilimcinin yaptığı bir saha araştırmasının sonuçlarına göre, mutluluk ve refahı bu şekilde ölçerek elde ettiğimiz sonuçlar, bu kavramları hayatlarımızda gerçekte nasıl tanımladığımızla uyumlu olmayabilir. Zira ölçümde kullanılan merdiven metaforu (Cantril Merdiveni) insanların mutluluğu, önyargılı bir biçimde, daha ziyade güç ve zenginlikle ilişkilendirmesine neden oluyor. (7)

“Bu merdiven, basamakları en altta 0’dan en üstte 10’a kadar numaralandırılmış bir merdiven ve tepesi sizin için mümkün olan en iyi hayatı, en alt basamağı ise en kötü hayatı temsil ediyor. Şu anda kişisel olarak merdivenin hangi basamağında duruyorsunuz? Merdivenin tepesi metaforu size neyi düşündürüyor ve sizin için neyi temsil ediyor? Mutluluk içinde aşk, para, aileniz ya da başka bir şey mi?”

Oysa sözü edilen araştırma, bir grup bireyin merdiven metaforunun insanların güç ve zenginlik hakkında daha fazla; aile, arkadaşlar ve ruh sağlığı hakkında ise daha az düşünmesine neden olduğunu ortaya koyuyor. Merdiven metaforu kaldırıldığında, insanlar hala para hakkında düşünmeye devam ediyorlar ancak “zenginlik”, “zengin” veya “üst sınıf” gibi terimlerden ziyade “finansal güvenlik” açısından daha fazla düşünüyorlar. Diğer bazı bireylerden oluşan gruplarsa, diğer gruplara kıyasla, güç ve zenginlik hakkında daha az; ilişkiler, iş-yaşam dengesi ve ruh sağlığı gibi daha geniş refah biçimleri hakkında daha fazla düşünüyorlar. Bu da Gallup’un sıralamasının daha geniş bir tanım yerine dar, zenginlik ve güç odaklı bir mutluluk biçimine dayanması riski taşıdığını gösteriyor. (8)

Özetle, araştırmalar, insanların mutluluğu tanımlarken zenginlik ve statüden daha az bahsettiklerini gösteriyor. Paranın refahla ilişkili olduğu iyi biliniyor ancak para etkisi, kaliteli sosyal ilişkilerin en güçlü etkiye sahip olduğu diğer birçok mutluluk faktöründen daha zayıf.

Rapora göre, Finlandiya (7.74 puan), Danimarka (7.58) ve İzlanda (7.53) ile en memnun sakinlere sahip ülkeler olurken, en düşük üç puan Lesotho (3.19), Lübnan (2.71) ve Afganistan (1.72) sakinleri arasında bulunuyor.

Mutsuz insanlar ülkesiyiz!

Türkiye’ye gelince; Türkiye 143 ülke arasında 4,97 puan ile 98’nci sırada yer alıyor. Mutluluk sıralamasında Senegal, İran, Azerbaycan, Nijerya, Filistin, Kamerun gibi ülkelerle yan yanayız. Yani insanımız mutluluk açısından gelişkin ekonomilerde yaşayan insanlarla kıyaslanabilecek bir konumda değil.

Nitekim raporda Türkiye Merkez Asya ve Orta Doğu Bölgesinde yer alıyor. Ama bu bölgenin de ortalama değerinin altında bir puana sahip. Öyle ki Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Irak, Gürcistan, Ermenistan, İsrail, S. Arabistan, BAE, Bahreyn’de yaşayanlar Türkiye’den daha mutlular.

Ülkemiz insanının 30 yaş altında olanlarında bu mutsuzluk daha da belirgin zira bu açıdan üç sıra daha düşüyor ve 101’nci sıraya geriliyoruz.  Bu da gelecek kaygısı taşıyan gençlerin mutsuzluğunun bir yansıması.

Sonuç olarak

Daha eşitlikçi toplumların, diğerleriyle kıyaslandığında, insanın ve doğanın korunmasını ekonomik büyümeye daha fazla tercih ettikleri,  aynı zamanda Küresel Barış Endeksi’nde daha barışçıl ülkeler sınıflamasında yer aldıkları bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış bir gerçek.

Buradan hareketle, her ne kadar ekonomik eşitsizliğin azaltılması sağlık, sosyal ve çevresel sorunlar için her derde deva bir çözüm olmasa da, tüm bu sorunların çözümünde merkezi bir öneme sahip. Bu yüzden de bu sorunlar ele alınırken eşitsizliklerin azaltılması bir ön koşul olarak kabul edilmelidir.

Bazılarının söylediği gibi, “ülkede her şey güllük gülistanlık” değil ve işin kötüsü durum daha da kötüye gidiyor. Ülkede sosyal adaletin, hukukun üstünlüğünün, barışın ve demokrasinin inşa edilmesi kadar, adil bir gelir bölüşümünün de sağlanması çok acil bir ihtiyaç.

“Parayla saadet olmuyor” belki ama parasız da hiç saadet olmuyor zira bir zamanların mücahitlerinin ultra zengin müteahhitlere dönüştüğü bu ülkede her şey paraya endekslenmiş durumda. Son 40 yıldır, özellikle de son 22 yıldır ülke para kazanmanın kutsal sayıldığı, paraya adeta tapılan bir ülke haline geldi. Maddi, manevi bütün değerler paraya endeksli ve sözüm ona maneviyatı ön planda tutan siyasal İslamcılar paraya tapınma işinin liderliğini yapıyorlar.

Bu yüzden de kimse mutsuz on milyonlarca emekçiden ve emekliden, kadınlardan ve gençlerden daha fazla fedakârlık beklememelidir. Bu sadece onların yoksulluğundan değil, aynı zamanda insan yerine konulmamasından, devlete bir yük olarak (dipsiz kuyu) tanımlanmasından da kaynaklanıyor. Yani bu ülkede hem parasal (gelir ve servet gibi)  hem de parasal olmayan (sosyal içerilme, aile, eşit yurttaşlık gibi) göstergeler bağlamında insanımız mutsuz.

Ülkede barışı ve huzuru sağlamak da, emekçilerin durumunu iyileştirmek de, toplumu mutlu etmek de ülkeyi yöneten siyasetçilerin başta gelen görevi ve sorumluluğu olmalıdır.  

Onlar isterlerse savaşçı, militarist, otoriter güvenlikçi, rantçı, talancı, emek ve doğa düşmanı ve israfçı politikalarına son verip, böylece kaynak tasarrufu sağlayabilirler. Keza iktidarlarını korumak kaygısıyla bir süredir hayata geçirdikleri ötekileştiren ve kutuplaştırıcı siyasetlerini de sonlandırabilirler.

Yine isterlerse bütçe gelirlerini insanlarımızı mutlu etmek için kullanabilirler. Zira ekonomide de, devlet bütçesinde de yönelebilecekleri, döviz, altın, borsa ve devlet tahvili zenginleri, mevduat zenginleri ve gayrimenkul zenginleri konumunda hatırı sayılır bir büyüklükte süper zengin kitle var.  

“Terörle mücadele ediyoruz” gerekçesiyle onlarca milyar doları harcayabilenler, her yıl KÖİ projelerine bütçeden onlarca milyar TL aktaranlar, emekçiler ve emeklilerin mutsuzluğuna son vermek için mevcut ekonomik teröre karşı neden mücadele etmezler de, onu halkları ezmek ve kendilerine biat ettirmek için kullanırlar?

Oysa emekten yana bir iktidar altında, kolayca, artan oranlı vergilerle, daha varlıklı bireylerin ortalamadan daha yüksek oranlarda vergilendirilmesini sağlayabilmek mümkündür.

Böylece, bu süper zenginlerin normal ihtiyaçlarının üzerindeki gelirlerini ve servetlerini vergilendirerek elde edeceğimiz gelirleri yoksullukla mücadele de kullanabiliriz. Zira kişi ne kadar zengin olursa, temel ihtiyaçlarının karşılanmasından sonra o denli az paraya ihtiyaç duyar. Oysa bu para yoksullar tarafından kullanıldığında toplumsal fayda artar.

Artan oranlı vergilendirme ayrıca servet eşitsizliğinin kontrolden çıkmasını önler ve yukarıya doğru emilen paranın aşağıya doğru yeniden dağıtılmasına yardımcı olur. Oysa zengin elitler daha az vergi ödediğinde, etkin bir şekilde halktan çalmış olurlar.

Böylece, somut bir öneride bulunabiliriz: Bankada 1 milyon dolar ve üzerinde net nakit serveti olandan yüzde 5 oranında vergi almak ve servetin miktarı arttıkça bunu yüzde 10’a kadar yükseltmek, kısaca kalıcı artan oranlı bir servet vergisi hayata geçirmek.

Özetle, kamu harcamalarının gereksiz, verimsiz, topluma ve doğaya karşı olanlarına son verirken, aynı zamanda acilen artan oranlı bir servet vergisi uygulamasını başlatmak ve buradan sağlanan vergi gelirleriyle de yoksulların yaralarını sarmak gerekiyor.

Ardından nitelikli, kalıcı ve toplum yararına olan kamusal istihdam yaratarak işsizlerin onurlu bir yaşanabilir gelire sahip olmalarını sağlamak ve başta eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, toplu ulaşım ve barınma olmak üzere kamusal hizmetleri iyileştirmek ve bunları halka ücretsiz sunmak gerekiyor.

Diğer yandan, 31 Mart seçimlerinde iktidar blokunun hedefi halktan ve doğadan çaldıklarını zenginlere ve artık büyük sermaye haline gelmiş olan siyasal İslamcı cemaatlere aktarmayı sürdürmektir.

Yapılacak iş belli

Pazar günü 22 yıldır bu ülkeyi yöneten ve ülkeyi başta yoksulluk, enflasyon, işsizlik, yolsuzluk, devasa kamu borcu, hukuksuzluk ve adaletsizlik ve savaşlar olmak üzere çok ciddi bir ekonomik ve sosyal çöküşün eşiğine getirenlere bir ders vermemiz gerekiyor.

Ayrıca, unutmayalım ki, yerel yönetimleri kazanmak hızla kurumsallaşmakta olan faşizmin önüne de set çekmektir ve bu seçimler bu açıdan muhtemelen son şanstır. Yani demokrasi, barış, sosyal adalet ve huzur istiyorsak, yoksulluğa ve eşitsizliğe son vermek istiyorsak, 31 Mart seçimlerini AKP-MHP iktidar blokunu geriletmek ve gerçek bir halk demokrasisini kurmak için bir fırsat olarak görmeliyiz ve halklarının yanında, dürüst, şeffaf, devrimci, demokrat ve yurtsever adayları desteklemeliyiz.

Dip notlar:

(1)   TÜİK, İstatistiklerle Yaşlılar, 2023, https://data.tuik.gov.tr (27 Mart 2024).

(2)   https://t24.com.tr/haber/murat-agirel-altinok-un-antalya-da-600-dairesi-daha-oldugu-iddia-edildi (20 Mart 2024).

(3)   The Knight Frank Wealth Report (18th edition), 2024.

(4)   https://www.visualcapitalist.com/visualizing-top-countries-by-wealth-per-person (17 October 2023).

(5)   Richard G. Wilkinson & Kate E. Pickett, “Why the world cannot afford the rich”, https://www.nature.com/articles/d41586-024-00723-3 (22 Mart 2024).

(6)   https://www.gallup.com/analytics/349487/gallup-global-happiness-center.aspx? (20 March 2024).

(7)   https://theconversation.com/finland-is-the-happiest-country-in-the-world-but-our-research-suggests-the-rankings-are-wealth-and-status-oriented (27 March 2024).

(8)   Agm.