24 Kasım 2019 Pazar

YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (2) İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur


YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (2)
İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur

Mustafa Durmuş

22 Kasım 2019

Günümüzde Yurttaşlık Temel Geliri (YTG) düşüncesini sadece kendini Sol’da görenlerin ya da sosyal demokratların bazı kesimleri değil, Sol liberaller, hatta bazı Sağcılar da savunuyorlar.

GENİŞ BİR YELPAZEDE SAVUNULUYOR
Programı savunan Solcular (1) programın daha çok yoksulluğu ve eşitsizlikleri azaltıcı yönlerine vurgu yaparken, programı eleştirenler (daha ziyade Marksistler) programın emek hareketini zayıflatıcı yönlerine dikkat çekiyorlar.
Sağcılar ise (sermaye perspektifinden) emekçilerin hak ve kazanımlarını ortadan kaldırdığı, emek hareketini pasifleştirdiği için savunuyorlar.
Kendisini Marksist olarak tanımlayan ve Syriza Hükümeti döneminde Yunanistan’da Maliye Bakanlığı da yapan Prof. Varufakis bu programı savunuyor ve 21 Yüzyıl planlamacılarının bu programı temel bir araç olarak kabul etmeleri gerektiğini ileri sürüyor. (2)
Sosyal demokratlar bu öneriyi “herkesin adil bir pay alacağı dengeli bir kapitalist düzene gidiş yolu” olarak gördüklerinden (Barnes) ve emeğin metalaştırılmasını azaltıp, işçilere istemedikleri işi reddetmeleri imkânını sunarak emek-sermaye arasındaki sermaye lehine olan güç asimetrisini düzeltebileceğinden dolayı (Srnicek ve Williams) savunuyorlar. (3)
Nitekim bu öneri ABD’de Sanders, Britanya’da Corbyn’in de başında bulunduğu İşçi Partisi ve Fransa’da Sosyalist Parti tarafından savunuldu. Türkiye’de ise kırsal kesimdeki yoksul aile başına ve geçici olarak aylık asgari ücret tutarında bir ödeme yapılması CHP’nin 2013 yılı tarihli Parti Programında “Vatandaşlık Hakkı Ödemesi” olarak yer alıyor.

BİREYSEL GİRİŞİMCİLİK TEŞVİK EDİLİR
Geleceğin toplumunu “bilgi toplumu” olarak tanımlayan N. Srnicek ve A. Williams gibi bazı Sol liberaller içinse:
“Bireysel kapasitemizi geliştirmemizi frenleyen, tam zamanlı ve güvenceli istihdam, sendika, sosyal sigorta gibi şeyler modası geçmiş şeyler. Oysa geleceğin kapitalizm ötesi toplumunda bireysel girişimciliğin çok büyük bir önemi var. İşte bu program insanları özgürleştirerek geleceğin toplumuna hazırlanmasını sağlayacak olan temel maddi unsuru olarak işlev görecek bir programdır”. (4)

SAĞ: BÜROKRASİ AZALIR, BÜTÇENİN KAYNAKLARI SERMAYEYE KALIR, SINIF MÜCADELESİ SÖNÜMLENİR!
Yurttaşlık Temel Geliri önerisini çalışmayı caydırdığı, tembelliği ve asalaklığı özendirdiği ve ciddi bir kamusal kaynak israfına neden olduğu için eleştiren Sağcılar kadar buna sıcak bakanlar da var.
Bu tür programların sosyalizmin önünü açmayacağını bilen neo-liberalizmin fikir babaları Hayek ve Friedman gibi Sağcılar ise devlet bürokrasisini azaltacağı, emekçilere dönük sosyal harcamaları ortadan kaldıracağı, böylece devletin üzerindeki mali yükü hafifleteceği, piyasaları büyütüp geliştireceği gerekçeleriyle bu programa sıcak baktılar.
Öyle ki böyle bir Sağcı düşünceye göre, ücret ve sosyal yardım ödemeleri vermek yerine herkese bir miktar para vermek kamusal hizmetlere yönelik kamusal harcamaların azalmasını, böylece tasarruf yapılmasını sağlayabilir. Örneğin sosyal güvenlik harcamaları azaltılabilir, hatta tercihen kaldırılabilir.
Bir başka anlatımla, bazı Sağcılar “kamusal hizmetleri, refah devleti sunumlarını ortadan kaldıracağı ve kamu kaynaklarının doğrudan sermaye kesimine kalacağı, prekaryanın başkaldırışını önleyeceği, gelecekteki girişimci kuşakların yetişmesi için maddi bir destek sağlayacağı öngörüsüyle” savunuyorlar. (5)
Nitekim biraz da bu gerekçelerden yola çıkarak Finlandiya’daki Sağcı hükümet, işsizlik yardımlarını azalttı ve bunun yerine bu uygulamayı bazı pilot bölgelerde kısmi uygulamalarla başlattı. (6)
…devam edecek

DİP NOTLAR:

(1) Bu konuda P. Van Parijs tarafından derlenen şu çalışmaya bakınız: Basic Income And The Left: A European Debate, Social Europe Edition (April 27, 2018).
(2) 
https://www.economist.com/…/transcript-interview-with-yanis….
(3) Daniel Zamora, “The Case Against a Basic Income”, 
https://www.jacobinmag.com/…/universal-basic-income-inequal… (28 December 2017).
(4) Agm.
(5) Alyssa Battistoni , “The False Promise of Universal Basic Income”, 
https://www.dissentmagazine.org (Spring 2017).
(6) Scott Santens, “If You Think Basic Income is “Free Money” or Socialism, Think Again”, 
https://medium.com (8 September 2017).



20 Kasım 2019 Çarşamba

YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (1)- (İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur)


YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (1)-
(İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur)

Mustafa Durmuş

20 Kasım 2019
Bir ülkede yaşayan her yurttaşa temel bir yurttaşlık geliri verilmesi; zengin-yoksul, çalışan-işsiz ayırımı, yani her hangi bir gelir ya da servet incelemesi yapılmaksızın, koşulsuz ve düzenli olarak (örneğin aylık) bir nakit para ödenmesi anlamına geliyor.
Bu pratikte, bir hak olarak, ne yaptıklarına ya da nereye harcayacaklarına bakılmaksızın herkesin hesabına devlet tarafından sabit bir paranın düzenli olarak yatırılması demek.

KÜÇÜK ÖLÇEKTE, YAYGIN OLMAYAN VE İKİ YILLIK PROGRAMLAR
Dünyadaki uygulamalarına bakıldığında bu programların yaygın olmaktan ziyade küçük ölçekli ve daha ziyade iki yıllık deneysel amaçlı uygulamalardan oluştuğu görülüyor.
Bu uygulamalardan beklenen; böyle bir gelir desteğinin yoksulluğu azaltarak ve geliri yeniden bölüştürerek yaşam koşullarını iyileştirip iyileştirmediğini, emek gücü piyasasını, sosyal güvenlik sistemini ve girişimciliği nasıl etkilediğini ortaya çıkartmak.
Program son yıllarda oldukça popüler olmasına rağmen, İsviçre’de 2016 yılında yapılan referandumda reddedildi. Buna karşılık aynı yıl, 2 yıl süreyle Finlandiya’da 2,000 kişiye (25- 58 yaş arası) aylık 560 avro verilerek program deneme amaçlı başlatıldı.(1)
Küresel servet zenginliğinin oransal olarak en büyük oranda biriktiği bölge olan Kuzey Amerika’da yoksulluğu azaltmak için YTG uygulamaları denendi, deneniyor.
Örneğin ilk YTG uygulamaları ABD’de Altın Çağ Döneminde (1945 sonrası- 1970’ler ortası) New Jersey, Pennsylvania, Kuzey Carolina, Colorado, Washington ve Indiana’da ve daha ziyade negatif gelir vergisi ile gerçekleştirildi.
Kanada’da ise ilk uygulaması 1974’de başlatıldı ve Winnipeg kenti ve Dauphin kırsalındaki Manitoba’da 1000'den fazla aileye temel gelir verildi. Bu desteklerin sonucunda temel gelir alanların sağlık masraflarının azaldığı ve eğitim düzeylerinin arttığı görüldü. Bu uygulamalara hem Sağ’dan (Friedman) hem de Sol’dan (Galbraith) destek geldi (2).
Ayrıca, Avrupa Temel Gelir Ağı’nın (BIEN) verilerine göre (3); Kanada’da biri uygulamada, diğeri planlama aşamasında olan iki ayrı proje söz konusu. İlkinde Ontorio’daki 3 bölgede 4,000 düşük gelirliye (15-64 yaş arası) yılda 16,989 Kanada doları veriliyor (aslında bunun bir tür negatif gelir vergisi uygulaması olduğu ileri sürülüyor). Diğeri Kanada’daki British Columbia’da halen planlama aşamasında olan bir proje. Benzer biçimde İskoçya’da halen planlama aşamasında bir proje çalışması var.

HOLLANDA: YEREL YÖNETİMLER ELİYLE YTG SUNUMU
Hollanda en gelişmiş YTG uygulamasına sahip ülke konumunda. Bu program çok sayıda belediye aracılığıyla yürütülüyor, ancak bu da 2017-2019 dönemi ile sınırlı bir uygulama. Belediyeler bu uygulamanın sonuçlarını ölçüyorlar. İspanya’nın Bask Bölgesi’nde yer alan Barselona’da “B-Mincome” adı altında ve 1,000 kişiyi içeren kısmen koşullu bir gelir desteği uygulaması söz konusu.
Bunların dışında ABD’li bir sivil toplum kuruluşu olan Give Directly’nin Kenya’da uyguladığı bir proje var. Buradaki köylülere günde 0.50 cent ile 1 dolar arasında gelir desteği veriliyor. Benzer bir biçimde Brezilya ve Uganda’da film yapımcılarının 2 yıl süreyle 8 eyalette 20 yoksula deneysel amaçlı olarak, yetişkinlere yılda 231 dolar ve çocuklara 77 dolar gelir sağlanması biçiminde başlattıkları bir proje mevcut.

ALASKA: SOSYAL KÂR PAYI
ABD’nin Alaska Eyaletinde ise bu program “Sosyal Kâr Payı Dağıtımı” adı altında uygulanıyor. Alaska’da yaşayanlara petrol gelirlerinden karşılanmak üzere, yılda 2,072 dolar (4 kişilik aileye 8,288 dolar) sosyal kâr payı olarak ödeniyor. Böylece müşterek varlıklardan sadece zenginlerin değil, herkesin yararlanabildiği ileri sürülüyor. (4)
Ölçek olarak en büyük ölçekli YTG projesi ise Hindistan’da sunuldu. Sikkim eyalet devletinde, iktidar partisi eğer 2019 yılındaki seçimlerde yeniden iktidar olursa dünyanın en büyük çaplı ve Hindistan’ın ilk YTG programını 2022 yılına kadar başlatacağını açıkladı. Buna göre toplam nüfusu oluşturan 610,577 kişiye (sosyal refah programlarının alternatifi olarak) düzenli bir gelir verilecek. Bu gelir ise bölgedeki hidroelektrik santrallerinden elde edilen ihtiyaç fazlası enerjinin satılmasının getireceği gelirler ve turizm gelirleriyle finanse edilecek. (5)
Üzerinde çok yazılıp, çok tartışılan bu programa ait bazı bilgileri paylaşmak, bazı temel özelliklerinden söz etmek ve programın yanında ve karşısındaki görüşleri özetlemek yararlı olacak.

YENİ BİR TEORİ DEĞİL
Yurttaşlık Temel Geliri önerisi her ne kadar 2008 finansal krizinin ardından artan işsizlik, yoksulluk ve gelir eşitsizlikleriyle gündeme taşınmış olsa da, dayandığı düşünce çok daha eskilere giden bir yaklaşım ya da teori.
Öyle ki bu düşüncenin kökleri, böyle bir gelirin etik açıdan verilmesi gerektiğini savunan 18. Yüzyıla T. Paine’ye (6), 19.Yüzyılda Ütopik Sosyalist C. Fourier’e ve 20. Yüzyılın başlarından itibaren Hilferding, Lange, Meidner ve Roemer gibi sosyal piyasacı sosyalistlerin gelir-servet eşitsizliği ve yoksulluk sorununun servetin ortak mülkiyete dönüştürülmesiyle, yani ortak bir havuzda kolektifleştirilmesiyle çözülebileceğini şeklindeki tezlerine kadar gidiyor. (7)
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Keynesyen iktisatçı M. Kalecki bir makalesinde böyle bir yurttaşlık gelirini şu gerekçelerle savunmuştu (8):
“ Eğer işçiler önlerine konulan ama istemedikleri işleri ve düşük buldukları ücretleri kabul etmek zorunda kalmaksızın yaşayabilselerdi, patronların onları işlerinden atması zorlaşırdı. Bu nedenle, istihdamdan bağımsız olarak verilen böyle bir gelir işçiler açısından güvenebilecekleri sürekli bir gelir kaynağı niteliğinde olacağından işçileri güçlendirir. Yani bu bir tür kalıcı grev fonu gibi işlev görür”.

ÜÇ TEMEL GEREKÇE:
Geçmişte B. Russell gibi filozoflar tarafından da sıcak bakılan bu düşünce günümüzde asıl olarak P. Van Parijs, (9) Y. Vanderborght, P. Mason ve J. Hickel tarafından kuramsallaştırıldı.
Bu teorisyenler kabaca üç sorunun çözüm yolu olarak bu programı savunuyorlar: Artan gelir ve servet eşitsizliğinin neden olduğu kitlesel yoksulluk, artan otomasyon ve robot kullanımının yol açtığı kitlesel işsizlik ve artan ekolojik sorunlar.
Bu üç gerekçeye ilave olarak, bu programı; mevcut refah devleti uygulamalarının yetersizliği nedeniyle yaşlı/hasta bakımı gibi konuların çözümsüz kalmasına karşı bir çözüm olarak görenler ve sol feminist bir perspektiften hayatı, ödenmiş emek ya da ev içi emek biçiminde dengeleyebileceği, kadınları güçlendireceği için savunanlar da var. (10)
Bir başka anlatımla, insanların sadece çalıştıkları sürece önemli oldukları biçimindeki Sağcı düşünceye karşı çıkarak, işi olsun ya da olması herkesin saygın bir yaşam sürme hakkının olduğunu, insan onurunun ücretli istihdama bağlı olmaması gerektiğini savunanlara göre; herkes ortak varlıklarımızdan ve gezegenin kaynaklarından fayda sağlayabilmelidir.
Bu bağlamda programın, tarihsel olarak eksik değerlenmiş çalışma biçimlerini tanımaya (örneğin ev kadınlarının görünmeyen emeği), ekonomiyi dönüştürmeye ve aynı zamanda da (iklim değişikliği ile mücadele aracı olarak), gezegeni kurtarmaya yarayan bir araç olarak kullanılabileceği ileri sürülüyor. (11)

SOL PERSPEKTİFTEN YTG
Böylece programa Sol perspektiften yaklaşanlara göre, servet edinimi ve birikimi meşru değil, bölüşümü ise hiç adil değil. YTG ile adalet kısmen sağlanmış olur zira eşitleyici bir iş yapılmaktadır. Ayrıca bu program, milyarlarca insana rahat bir yaşam imkânı sunamayan kapitalizmin (eşitsizlikleri, yoksulluğu bütünüyle ortadan kaldıramasa da) zalim ve adaletsiz yüzünü teşhir etmeye yardımcı olabilir.
Ancak bu noktada yoksulluk ve eşitsizliğin kapitalizmin nedeni değil sonuçları olduğunun altının çizilmesi gerekir. Üretimin ve bölüşümün kapitalist sınıf tarafından kontrol edildiği bir toplumda, tek başına YTG gibi ödemelerle adaletsizlikler ve eşitsizlik ortadan kaldırılamaz.
Herkese aynı miktarda bir ödemede bulunmak eşitsizliği azaltmayacağı gibi (sermayenin gücü dikkate alındığında) daha da artırabilir. Kapitalist eşitsizlikler veri iken, bu eşitsizlikleri herkesi girişimci-kapitalist yapmaya çalışarak ortadan kaldırabilmek mümkün değil. (12)
Ayrıca yoksulluk egemen sınıfın yoksulları bir yönetme aracı olarak da kullanılmaktadır. Bu nedenle de yoksulluğu durdurmak onu tamamıyla ortadan kaldırmayacağı yetmez. Serveti toplumsallaştırılıp adil bir biçimde tüm toplumun refahını yükseltmek için kullanmak yerine, neden böyle programlardaki gibi yeniden bölüşümün sadece ücret gelirleri ile sınırlı tutulduğu da sorgulanmalıdır.

ROBOTLAR, YAPAY ZEKÂ, OTOMASYON
Uluslararası örgütler tarafından küresel istihdamın yapısının dramatik bir biçimde değişmekte olduğu sıklıkla rapor ediliyor. Öyle ki Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bir raporuna göre, (13) hızla artan otomasyon, robotlar ve yapay zekâ yüzünden önümüzdeki 10’lu yıllarda Güney yarı küredeki istihdam biçimlerinin yüzde 60’ı ortadan kalkabilir.
Bu durum özellikle de tekstil ve küçük elektronik gibi kolayca otomasyona uğrayabilen sektörlerde geçerli olacak. Robotlar insanların yerini aldıkça yaşam standardında ciddi bir düşüş görülecek ve bir insanlık krizi ortaya çıkabilecek. Yani mevcut işlerden elde edilen gelirle yoksulluğu azaltmak mümkün olmayacak, bu nedenle de alternatif yollar bulunmak zorunda.
Otomasyonun insanları işsiz ve yoksul bırakacağı öngöründe bulunan bazı sosyal bilimcilere göre, bu yollardan biri koşulsuz olarak her yurttaşa koşulsuz temel bir gelir sunmak. Bu yol bireyin borcunu artıran ve yoksulluk üzerinde her hangi bir azaltıcı etkisi bulunmayan mikro finans gibi önerilerden çok daha etkili bir öneri olarak görülüyor. (14)
Yani, 19.Yüzyılda Marksist teoride, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi olarak nitelenen, bugünse yapay zekâ ve robot kullanımının artmasıyla sonuçlanan sermaye yoğunlaşması ya da otomasyon nedeniyle işsiz kalma korkusu kısmen bu programı gündemde tutuyor.
Program, inişli çıkışlı, güvensiz bir ekonomide böyle bir gelir uygulamasının bir sigorta gibi işlev göreceğinden hareketle bazı işçi sendikaları tarafından da savunuluyor.
Böylece bunun işçilerin robotlara ve otomasyona karşı korunmasının bir aracı olabileceği, böyle bir gelirle çalışma gün ve saatlerinin azaltılarak (gelecekte daha az çalışma ütopyasının gerçekleştirmenin bir aracı olarak görülüp) kapitalizm sonrası topluma hazırlanmanın da mümkün olabileceği düşünülüyor. (15)
Böylece bazıları YTG’yi geleceğin daha az çalışılacak olan dünyasında insanın kendini mutlu edebilecek faaliyetlerde bulunabilmesinin maddi koşulu olarak gördükleri için savunuyorlar.
…devam edecek

DİP NOTLAR:
(1) Harriet Agerholm, “Finland launches universal basic income pilot of 560 Euros a month”, http://www.independent.co.uk (3 January 2017).
(2) Evelyn L. Forget, Dylan Marando, Tonya Surman & Mıchael Crawford Urban, “Pilot lessons how to design a basic income pilot project for Ontario, Mowat Centre Ontario’s Voice on Public Policy, (September 2016), s. 4- 5.
(3) Karl Widerquist, “Current UBI Experiments: An update for July 2018”, 
https://basicincome.org (1 July 2018).
(4) Matt Bruenig, “The case for a universal basic income”, 
http://inthesetimes.com/…/universal-basic-income-federal-jo… (June 19/ July Issue -July 2018); Bir kaynağa göre Alaska Sabit Fonu son 30 yıldır vatandaşlarına yılda ortalama 1,000 dolar sosyal kâr payı ödüyor. Bkz: Scott Santens, “If You Think Basic Income is “Free Money” or Socialism, Think Again”, https://medium.com (8 September 2017).
(5) Liz Mathew, “Sikkim says it will become first state to roll out Universal Basic Income”, 
https://indianexpress.com (11 January 2019).
(6) Thomas Paine, Agrarian Justice, 1797, (
https://www.ssa.gov/history/paine4.html).
(7) 
https://basicincome.org/basic-income/history; Bruenig, agm.
(8) Alyssa Battistoni , “The False Promise of Universal Basic Income”, 
https://www.dissentmagazine.org(Spring 2017).
(9) Pierre Van Parijs, “ Why Surfers Should be Fed: The Liberal Case for an Unconditional Basic Income”, Philosophy & Public Affairs, Vol. 20, No. 2, 1991 (Spring), s. 101-131.
(10) Sonia Sodha, “Universal basic income is no panacea for us – and Labour shouldn’t back it”, 
https://www.theguardian.com (18 December 2017).
(11) Alyssa Battistoni, “Jobs Guarantee or Universal Basic Income? Why Not Both?”, 
http://inthesetimes.com ( 20 June 2018).
(12) Rohan Grey and Raul Carrillo, “The problem is profits”, 
http://inthesetimes.com/…/universal-basic-income-federal-jo… (June 19/ July Issue-July 2018).
(13) Jason Hickel, The Divide –A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 269.
(14) Agk., 267.
(15) Battistoni, Jobs Guarantee, agm.






18 Kasım 2019 Pazartesi

İNTİHARLAR, İŞSİZLİK VE YOKSULLUK- İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur (1)


İNTİHARLAR, İŞSİZLİK VE YOKSULLUK-
İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur (1)

Mustafa Durmuş

17 Kasım 2019

Bir yandan işsiz ve yoksul sayısı, diğer taraftan bireysel ve toplu intiharlar giderek artıyor. Son bir ay içinde basına yansıdığı kadarıyla,  3 aile toplu olarak ve 5 kişi de bireysel olarak yaşadıkları ekonomik sıkıntıları gerekçe göstererek intihar etti.

Bu arada TÜİK verilerine göre resmi işsiz sayısı 2019 yılı Ağustos döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 980 bin kişi artarak 4 milyon 650 bin kişi oldu. Tarım dışı işsizlik oranının 3,5 puanlık artış ile yüzde 16,7 olduğu tahmin ediliyor. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 6,6 puanlık artış ile yüzde 27,4 oldu.(1) DİSK ise gerçek işsiz sayısının 7,3 milyonu aştığını ileri sürüyor.(2)

İŞSİZLİK VE YOKSULLUK ARTTIKÇA İNTİHARLAR ARTIYOR

Hiçbir objektifliği kalmamış bazı medya kuruluşlarının yayın organlarında ileri sürülen komplo teorilerine itibar etmeyeceksek, intiharların nedenlerini (özellikle de ekonomik kriz dönemlerinde), hızla artan işsizlik ve yoksullukta aramamız ve bu tespite uygun çözümler üretmemiz gerekiyor. Çünkü bunlar arasında hem teorik yönden güçlü bir ilişki var, hem de pratikte bunlar aynı yönde hareket ediyorlar.
Ayrıca bu gelişimin yakın geçmişte dünyanın başka ülkelerinde de yaşanmış olması bu tezimizi güçlendiriyor.

Öyle ki dünyada 2008 krizi ile bağlantılı olarak (2013 yılına kadar) 5,000 yeni intihar vakası yaşandı. Buna asıl neden olarak insanların kriz nedeniyle yaşam koşullarının kötüleşmesi, ağırlaşması gösteriliyor. Örneğin 2008 - 2012 döneminde kriz içindeki Yunanistan’da ortalama birinin ekonomik sıkıntılar yüzünden yaşam koşulunun yüzde 20, İtalya’da yüzde 12 ve İspanya’da yüzde 10 düzeyinde kötüleştiği ileri sürülüyor. (3) Yani insanlar işsizlik ve yoksulluk nedeniyle geçim sıkıntısı çekiyor. Bu da onları mutsuz ediyor, bunalıma sürüklüyor.

British Medical Journal’e göre, 2009 yılında 54 ülkede kriz bağlantılı intihar vakaları yüzde 3,3 arttı. Bu oranlar işsizliğin çok daha fazla olduğu ülkelerde çok daha yüksek oldu. (4)

Bir diğer araştırmaya göre, (5) artan intihar girişimleri, alkol zehirlenmesi, ülser ve ruhsal hastalıklarla, özelleştirmeler sonrası ortaya çıkan işsizlik arasında güçlü bir ilişki var. İntihar girişimi Yunanistan ve Latvia’da yüzde 17, İrlanda’da yüzde 13 arttı. Hastalıklara yakalanma riski ikiye katlanırken,  iyileşme imkânı yüzde 60 azaldı.

İŞSİZLİK SOSYAL BİR SORUN

Böylece işsizliği (ve son yıllarda iyice yaygınlaşan esnek istihdamı), sadece mal ve hizmetlere olan talebi olumsuz olarak etkileyen bir ekonomik sorun olarak ele almayıp, onun aynı zamanda sosyal ve siyasal bir sorun olduğunu da görmemiz gerekiyor.
Yani hem işsizlik, hem de esnek istihdam koşullarında çalıştırma tek tek işçiler için olduğu kadar, bir sınıf olarak işçi sınıfı için de, toplumun geri kalan kısımları için de çok temel bir sorun. 

Öyle ki işsizlik tekil olarak, borç batağına saplanma ve alkole meyletme gibi davranış bozukluklarına neden olabiliyor. İşini, gelirini yitirme, borçlarının ödenemeyeceği, çoluk çocuğun perişan edileceği korkusu yaşanıyor. İşsizlik ve güvencesiz çalışma toplumdan soyutlanmak anlamına geliyor, çünkü emeğin bu denli metalaştığı bir zamanda piyasa ile bağ kuramadığında, işçinin varoluşu da tehlikeye giriyor.

Bunlar (reel sosyalizmin çöküşünden sonra özelleştirmelerin uygulanmaya başladığı Rusya’da ve son yıllarda Yunanistan ve Çin’de de görüldüğü gibi) Türkiye’de bireysel ve toplu intiharlar, cinnet hali ve hane halkına dönük şiddet, kalp krizi, hipertansiyon, radikalleşme, hapis ve psikolojik rahatsızlıklar biçiminde sonuçlanıyor.

İŞSİZLİK SİYASAL BİR SORUN

Diğer taraftan, işsizler çalışanlar için de önemli bir potansiyel tehdit oluşturuyor. Çünkü işsizlik, tıpkı emek sömürüsü, işverene bağımlılık ve güvencesizlik gibi işçinin özgüvenini ortadan kaldırıyor, mücadele gücünü zayıflatıyor, onu kolayca manipüle edilebilir ve adeta utandırılır bir hale dönüştürüyor. 

İşsiz kitlelerin gerici, faşist hareketlerin güçlenmesinde ne denli etkili oldukları ve adeta bu yapıların yedek militan ordusu haline geldikleri, hem geçtiğimiz yüzyılda yaşandı, hem de bu yüzyılda gözlemleniyor.

Bu yüzden de emekten yana siyasal partilerin, sendikaların ve toplumsal hareketlerin şimdiden,  ekonomik olduğu kadar ciddi bir sosyal ve siyasal soruna dönüşen işsizliği ve yoksulluğu önlemeye, azaltmaya ve ortadan kaldırmaya, aynı zamanda da işçi sınıfı içinde dayanışmayı güçlendirmeye dönük somut önerilerinin ve politikalarının olması gerekiyor.

Bunun için emek örgütlerinin asgari ücretin yükseltilmesi, vergi dışı tutulması ve temel –zaruri mal ve hizmetlerden alınan dolaylı vergilerin sıfıra düşürülmesi, devlet bütçesinin istihdam yaratmak için kullanılması ve İşsizlik Sigortası Fonu’nun kaynaklarının sadece işsizler için ve yeterince kullanılması gibi talepleri çok yerinde talepler.

Yoksullukla mücadele konusunda ise gönüllü yardım severlik ya da hayırseverlik üzerinden, seçili yoksullara gıda, kömür ya da gelir yardımı yapmak yerine sosyal politikaların kilit konuları olan ihtiyaç, hak ve yurttaşlık kavramlarından yola çıkılmalı.

Ayrıca bunu devletin bir sorumluluğu ve görevi olarak belirleyerek merkezi yönetim bütçesi aracılığıyla, ücretsiz eğitim ve sağlık ve sübvansiyonlu gıda sunumu gibi herkese sunum biçimindeki kamusal hizmetleri artırarak yapmak gerekiyor.

YAŞANABİLİR BİR SOSYAL ÜCRET GEREKLİ

Bu yüzden de öncelikli olarak (asgari ücretin belirlenme dönemi yaklaşırken ve Meclis’te vergi yasaları tartışılırken)  asgari ücret düzeyi (çalışan yoksulluğunu ve onların bakmakla yükümlü olduklarının geçimini sağlayabilmek için) işçi sendikalarının belirlediği 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırına (6,705 lira) (6) yükseltilmeli.

Bu ücretten her hangi bir gelir vergisi alınmamalı ve en alt dilime denk düşen gelir vergisi oranı da yüzde 5-10 arasına çekilmeli. Bunlar yapılırken emekçilere dönük ücretsiz kamusal hizmetler kısılmamalı, tersine daha da genişletilmeli.

Böyle bir “yaşanabilir ücret” düzenlemesi ile en azından çalışanların yoksulluğu önlenebilir, gelir eşitsizliği azaltılabilir, toplam talebin artmasıyla da ekonomik büyüme hızlanır, işçilerin borçlanma gereği azalır. Böyle bir ücretin istihdamı olumsuz etkilediği iddiaları ise kanıtlanabilmiş iddialar değil.

Yaşanabilir asgari ücret düzenlemesine ek olarak emek örgütlerinin iki önemli öneriyi daha tartışması gerekiyor. Bunlar;  Yurttaşlık Temel Geliri ve Kamu Garantili İstihdam Programları olarak bilinen dünyada da tartışılmakta olan programlar.

Bu programlar (eleştirilen programlar olsa da) yoksulluğun ve işsizliğin azaltılmasına yardımcı olabilecek nitelikteki programlar. Bu nedenle de bu yazı dizimizde bu önerileri değişik yönleriyle ele alıp değerlendireceğiz.

…gelecek yazı: Yurttaşlık  Temel Geliri (YTG)

DİP NOTLAR:

(1)  TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Ağustos 2019, http://www.tuik.gov.tr  (15 Kasım 2019).
(2)  DİSK-AR, İşsizlik ve İstihdam Raporu (15 Kasım 2019), http://disk.org.tr (15 Kasım 2019).
(3)  Justin Dupre-Harbord, “Depressing depression: mental illness and work, http://insightsblog.oecdcode.org (10 July 10 2014).
(4)  BBC News, “Privatisation 'raised death rate”,  http://news.bbc.co.uk (15 January 2009).
(5)  Zsuzsanna Jakab,, “Reflections on the impact of the financial and economic crisis on health and health systems in the European Region”,  WHO Regional Director for Europe, http://www.euro.who.int (15 February 2013).
(6)  TÜRK-İŞ, Ekim 2019 Açlık ve Yoksulluk Sınırı, http://www.turkis.org.tr (15 Kasım 2019).

16 Kasım 2019 Cumartesi

ADALETSİZ BİR DÜZENDE VERGİLEME ADİL OLABİLİR Mİ?



ADALETSİZ BİR DÜZENDE VERGİLEME ADİL OLABİLİR Mİ?

Mustafa Durmuş

14 Kasım 2019



18.Yüzyılın ünlü mucit, diplomat ve politikacılarından, ABD Bağımsızlık Bildirisi ve Anayasasının yazımında ciddi katkıları olan Benjamin Franklin dünyada iki şeyin değiştirilemez gerçek olduğunu söylemişti: Ölüm ve vergiler. (1)

BİR ÖLÜM, BİR DE VERGİ!

Kuşkusuz Franklin kapitalist ABD’nin kurulduğu bir dönemde kapitalist bir dünyayı tanımlıyordu ve onun ötesine geçen bir ufka sahip değildi. Franklin devletin, vergileri (tıpkı kamu harcamaları gibi), hem kendi varlığını sürdürmede hem de kapitalist birikimi hızlandırmada sahip olduğu en önemli araç olduğunun bilincinde olarak, ölüm gerçeğinin yanına iliştirivermişti.

Antropolojik araştırmalara göre, ölüm yaşamın ortaya çıktığı 3,5 milyar yıldan, insansılar ise 7 milyon yıldan bu yana var. Buna karşılık yazılı tarih vergileri sadece 2,500 yıl öncesine (ilk kez Mezopotamya’da ortaya çıktı) kadar götürebiliyor.(2)

VERGİ KADER DEĞİL

Yani bir olgu olarak vergileme insan yaşamının çok küçük bir kısmında mevcut oldu. Bu nedenle de  (tıpkı devletlerin kökeninin de köleci toplumun ortaya çıktığı 2,000-2,500 yıl öncesine kadar gidebildiği ve bir gün ortadan kalkabileceği gerçeği gibi) insanlık gelecekte vergilerin olmadığı bir toplumda yaşayabilir. Kısaca vergi kaçınılmaz bir kader değil.

Diğer taraftan en azından kapitalizmin ortaya çıktığı dönemden günümüze kadar, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz vergilerin hiç olmazsa adaletli olarak alınması gerektiği üzerinde çok kafa yoruldu. Sağ’dan Sol’a çok sayıda teori ortaya atıldı. Özellikle de emek örgütleri, sosyalistler, solcular vergi adaletinin sağlanması konusunu çok önemsediler.

Kapitalizmin en vahşi versiyonlarından biri olan ve 1980’lerden beri içinde yaşamakta olduğumuz neo-liberal dönemde uygulamadaki vergi sistemlerinin, (üzerinden her türlü demokratik ve adaletçi örtüsünü atarak), açık bir biçimde nasıl yoksul emekçi sınıfların ve ezilen kimliklerin düşmanına, buna karşılık zengin kapitalist sınıfların ve egemen kimliklerin koruyucusuna dönüştüğünü biliyoruz.

VERGİLER EKONOMİK KRİZİ HALKIN SIRTINA YIKMANIN BİR ARACI

Ekonomik kriz dönemlerinde ise vergiler krizin faturasını halkın sırtına yıkmanın bir aracı olarak kullanılıyor.

Son 40 yılın en derin ekonomik krizini yaşayan Türkiye’de de yeni 3 vergi getiren ve en üst gelir dilimine denk düşen gelir vergisi oranını yüzde 40’a yükselten ve Meclis Genel Kurulunda oylanarak kabul edilmesi beklenen vergi kanunlarına ilişkin teklifi iki gün önceki ekte linkini bulabileceğiniz yazımızda (3) değerlendirmiştik.

Kanun teklifi Meclis’te görüşülürken, DİSK, TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ gibi işçi sendikaları “vergi adaleti” talebiyle bir araya geldiler ve Meclisteki milletvekillerine seslenen bir ortak metin (4) yayımladılar. Bu metin ile Türkiye’deki vergi sisteminin adaletsizliğine ilişkin tespitlerini paylaştılar ve bu adaletsizliğin düzeltilmesi için milletvekillerinden bazı taleplerde bulundular.


EMEKÇİLERİ EZEN BİR VERGİ SİSTEMİ

Birçoğu yıllardır dile getirilen (asgari ücretin vergi dışı bırakılması ve verginin ağırlıklı olarak tavana yıkılarak emekçilerin üzerindeki vergi yükünün azaltılması gibi) bu taleplerin haklılığı konusunda kuşkumuz yok.

Zira hem ÖTV ve KDV gibi vergi sisteminin neredeyse yüzde 70’ini oluşturan dolaylı vergileri işçiler başta olmak üzere emekçi halk ödüyor, hem de dolaysız olarak toplanan gelir vergisinin yüzde 65’i yine emekçiler tarafından ödeniyor. 2 milyonun üzerinde sermaye geliri (kâr, faiz, kira gibi, su) elde eden beyannameli mükelleflerin ödediği vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının ancak yüzde 1’i bulduğu gerçeği (5) bile tek başına vergi yükünün kimlerin üzerinde olduğu (ya da olmadığını) gösteriyor.

Yani hem dolaylı, hem de dolaysız vergiler açısından (kamusal hizmetlere, elektrik ve doğal gaza sürekli yapılan zamlar ve yüksek miktarlı cezaların ötesinde) halkımızın ciddi bir vergi yükü altında ezildiği bilinen bir gerçek.

ZENGİNİ DAHA FAZLA VERGİLEMEK VERGİDE ADALETİ SAĞLAMAYA YETMEZ

Ancak tartışmayı (yaygın bir biçimde yapıldığı gibi)  dolaylı-dolaysız vergi tartışmasına indirgeyerek, örneğin dolaylı vergilerin sistemdeki payını azaltarak, böylece daha çok dolaysız vergi alarak (gelir ve servet üzerinden) vergilemede adaleti sağlamış olur muyuz? Ya da sermaye geliri elde eden zenginlerin daha fazla vergi ödemesini sağlayarak vergide adaleti sağlayabilir miyiz?

Bu sorunun yanıtı ne yazık ki “hayır”. Kuşkusuz bunlar haklı, bu nedenle de çok değerli ekonomik-politik talepler olarak gündeme getirilmeli ve gerçekleşmesi için de mücadele edilmeli.

Ancak bunların vergilemede adaleti sağlamaktan ziyade, emekçi sınıflar üzerindeki vergi yükünü bir miktar azaltmaya yardımcı olabileceğini unutmamak gerekiyor. Ayrıca ekonomik ve politik sistemde radikal değişiklikler yapılmadan bu iyileştirmelerin kalıcı olmayacağını sosyal devletin yıkılışı deneyiminden biliyoruz.

KAMU HARCAMALARINDAKİ ADALETSİZLİK

İkinci olarak tek başına vergilemede adaleti talep etmek doğru bir yaklaşım değil. Çünkü toplanan vergilerin (kimlerden ve nasıl alındığı konusunun dışında) nerelere, kimlere harcandığı da çok önemli.

Örneğin çok adaletli bir biçimde alınmış olsalar dahi olsa, vergiler son derece adaletsiz biçimde; toplumsal faydası ve toplumsal katkısı olmayan,  egemen sınıfların ve kesimlerin çıkarlarını korumaya dönük, verimsiz ve israfçı devlet harcamaları biçiminde harcandığında biz hala adaletli bir vergi sistemimiz olduğunu söyleyebilir miyiz?  Bu noktada verginin kimlerden, nasıl alındığı kadar; kimler için ve nasıl harcandığı da önemli değil midir?

Kaldı ki tek başına verginin yükünün bir kısmını bir sosyal sınıfın üzerinden alıp diğerine aktarmak vergilemede adaleti sağlamaya yetmiyor. Böyle bir operasyonda ancak vergi yükünü sosyal sınıflar arasında daha adil dağıtmaktan söz edebiliriz.
İşin aslı, vergilemede adalet konusunun vergi yükünü adaletli dağıtmanın ötesinde bir husus olduğu. Bu nedenle de vergilemede adaletin nasıl olacağını ya da olamayacağını anlayabilmeniz için kapitalizmin en temel kanunu olan Emek-Değer Kanunundan işe başlamanız gerekiyor. Çünkü Meclis’ten çıkartılacak olan kanun emekten yana düzenlemeler içerse dahi (ki mevcut kanun tam tersi düzenlemelere sahip) kapitalizmin temel kanunun önüne geçemez.

EMEK-DEĞER KANUNU VE VERGİLEME

Bu nedenle de bu yazımızla birlikte “Artı-Değer Kanunu Perspektifinden Vergileme” şemasını da sunuyoruz. Yani uzun süredir bazı Solcuların ve hatta bir kısım Marksist’in dahi unuttuğu (hatta reddettiği) Marksist Emek-Değer Teorisine atıf yapıyoruz.

Bu şema sadece; değerin yaratıcısının emek olduğunu ve bu emek üzerinde kapitalistlerin gerçekleştirdiği artı- değer sömürüsünü anlatmıyor. Aynı zamanda kapitalistlerden kurumlar vergisi ve /veya gelir vergisi biçiminde alınan vergilerin asıl kaynağının (teknik deyimle verginin matrahının)  emekçiden gasp edilen artı değer olduğunu gösteriyor.

Bir başka anlatımla kapitalistler kendi ürettikleri bir değer üzerinden her hangi bir vergi ödemiyorlar.  Çünkü kendilerinin yarattığı her hangi bir değer yok. Bu yüzden de patronsuz bir dünyanın mümkün ve gerekli olduğu ileri sürülüyor.

Ayrıca bu şema kapitalist sınıf ile devlet arasında nasıl bir organik bağ olduğunu da ortaya koyuyor. Hem vergiler, hem de harcamalar bu organik ilişkinin ana ayaklarını oluşturuyorlar.

ORGANİK İLİŞKİYİ GÖRMEK GEREKİYOR

Bu bağlamda örneğin KDV ya da ÖTV gibi vergiler azaldığında devletin gelirleri de azaldığından devlet gelir ortağını korumak için sık sık düzenleme yapmak durumunda kalıyor. Buna karşılık kapitalist sınıfın ise kâra (artı-değer sömürüsüne) dayalı düzenini sürdürebilmek için devlet aygıtına ihtiyacı var. Bu karşılıklı bağımlılık söz konusu organik ilişkiyi yaratıyor.

Bir başka anlatımla, devlet ve kapitalistler, birbirini besleyen bir yapısal bağımlılık ilişkisi içindeler. Ne devlet ne de kapitalistler bu gerçeklikten kaçınamıyor. Devlet kendini belli sermaye gruplarının ihtiyaçlarına uyarlamak durumunda kalıyor. Çünkü finansman kaynağı ihtiyacını asıl olarak bu grupların aracılığıyla sağlanan vergi gelirleriyle karşılıyor. Eğer bu gruplarla ters düşerse bunlar sermayelerini yurt dışına çıkartıyorlar, bu da devletin önemli bir mali kaynağının azalmasıyla sonuçlanıyor. (6)

Diğer taraftan, devlet ve sermayenin karşılıklı bağımlığı anlamında devletlerin işlevi ekonomik ilişkilere indirgenemez. Öyle ki devletler rakip sermayedarlar arasında arabuluculuk işlevi yürüttükleri gibi, merkez bankaları aracılığıyla ulusal parayı, bankaları ve finansal sistemi de kontrol ediyorlar. 

Ayrıca halkı sisteme, hem zor aygıtlarıyla, hem de rıza üretme aygıtlarıyla uyumlu hale getiriyorlar. Bunlardan hangisinin ön planda olacağı konjonktüre göre değişiyor. Bu yüzden de örneğin 2020 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinde (mutlak olarak) en fazla ödeneği iç ve dış güvenlik aygıtının ve son yıllarda bütçesi birkaç bakanlığın bütçesinin toplamından fazla olan bir başkanlığın (göreli olarak) alması tesadüf değil.

Bu tabloda ayrıca alınan vergilerin nerelere ve nasıl harcandığının izini sürebilmek de mümkün. Şemada devletin kapitalist sınıfa yönelik olan harcamalarında (hem nicel, hem de nitel olarak) ne kadar cömert olabildiği, buna karşılık emekçi sınıflara yönelik harcamalarda ne denli cimri olabildiği çarpıcı bir biçimde görülebiliyor.

KAPİTALİSTİN EL KOYDUĞUNUN BİR KISMINI GERİ ALMAK GEREKLİ ANCAK…

Sonuç olarak, işçilerin gerçek sınıf sendikaları (en azından), işçilerden zorla alınan artı değerin (kârın) vergilendirilmesi sırasında, bunun daha ağır vergilendirilerek ve bu vergilerin kendilerine dönük sosyal harcamalarda kullanılmasını sağlayarak sömürüyü azaltabilirler, böylece verginin yükünü bir miktar kapitalist sınıfa kaydırmış olurlar. Ama sadece bununla vergide adaleti sağlamış olmazlar.

Bu noktada kamu harcamalarının niteliği ve niceliği göz ardı edilmemeli. Çünkü bu vergiler kamu harcamalarına dönüşüyor. Yani sendikalar bu kısma da müdahale etmeli, kamu harcamalarını masaya yatırmalı, bunlarla ilgili söz söylemeli ve emek- emekçi, barış, özgürlük ve demokrasi karşıtı kamu harcamalarına karşı çıkmalıdırlar.
Emekçiler böyle bir müdahaleyi ancak yeterince örgütlü ve güçlü olduklarında ve bu taleplerini yerine getirebilecek bir demokratik iktidarda hayata geçirebilirler.

Bu yüzden de adil vergileme, adil kamu harcaması, adil bütçe, bütçe hakkı gibi son derece önemli taleplerin büyük resimdeki barış ve demokrasi taleplerinin birer parçası oldukları ve sonuçta ekonomik ve politik mücadelenin bir bütün olduğu unutulmamalı.

Keza tıpkı gelir bölüşümünde adalet gibi, bir yeniden bölüşüm aracı olarak vergilemede adalet talebinde bulunurken, gerçek adaletin ancak sınıfsız ve sömürüsüz, toplumsal cinsiyet eşitlikçi- kadını güçlendirici, farklı etnisite ve kimliklerin eşit ve özgürce yaşayabileceği, doğa ile dost bir toplumda sağlanabileceğini aklıdan çıkartmamak gerekiyor.

DİP NOTLAR:

(1)  Richard Murphy, The Joy of Tax, Corgi Books, Transworld Publishers, 2015, s. 13-14.
(2)  Agk.
(3)  Mustafa Durmuş, “Yeni vergi indirimleri: Kime, kimden?”, https://sendika63.org (4 Kasım 2019).
(4)  http://disk.org.tr/2019/11/disk-turk-is-ve-hak-isten-vergi-adaleti-icin-ortak-basin-aciklamasi (13 Kasım 2019).
(5)  Mustafa Durmuş, Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi, İmge Kitabevi, 2018, s. 161-162.
(6)   Chris Harman, Zombie Capitalism, Haymarket Books, 2009, s. 110.