İKİ
SOMUT KAYNAK: SERVET VERGİSİ VE ÇAPRAZ SÜBVANSİYON!
Mustafa
Durmuş
30 Nisan 2015
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Halkların Demokrasi
Partisi (HDP) seçim bildirgelerinde, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP)
bildirgesinde yer alan geleceğe dönük, “mega projeler, bölgesel güç olma,
yapısal reformlar ve teknoloji atakları” gibi ifadelerden farklı bir biçimde, daha
gerçekçi ve doğru bir tespitle, hali hazırda emekçilerin içinde bulundukları ve
yoksulluk ve gelir bölüşümü adaletsizliklerini azaltmaya dönük aşağıda
sıralanan taleplere yer verdiler.
Asgari ücretin 1500-1800 liraya yükseltilmesi ve
vergi dışı bırakılması, AKP’nin hayata geçirdiği, çocuk sayısına endeksli vergi
indirimleri yerine, yoksul ailelere dönük gelir desteği (400-600 liralık yaşam
aylığı gibi), emeklilere 13.ve 14. maaş (emekli maaşlarının alt sınırını da1500
– 1800 liraya yükselterek), 15-25 yaş arasındaki gençlere aylık 200 lira iletişim
ve ulaşım nakit desteği, hanelerin belli düzeydeki elektrik (180 kw/s) ve su
tüketimlerinin (10m3 ) ücretsiz sunulması, 18 yaşına kadar gençlerin tıpkı 65
yaş üstü gibi şehir içi kamusal ulaştırmadan bedel ödemeksizin yararlanması ve
mülkü olmayan kiracılara aylık 250 lira kira desteği.
Talepleri ortaklaşa sıraladık zira birbirine çok
benziyorlar. Her iki parti bildirgesinin ekonomi ile ilgili ortak noktası, her
ikisinin de kapitalizmin geldiği nokta itibariyle neden olduğu yoksulluk ve
bununla bağlantılı olarak gelir bölüşümü adaletsizliğinin boyutlarının şimdiye kadar
hiç olmadığı ölçüde yüksek olduğunu ve halkın refah düzeyini ciddi olarak
düşürdüğünü görmeleri. Bu da kaçınılmaz
olarak bildirgelerde ağırlığın buralarda oluşmasına neden oluyor.
Ancak bu taleplerin sadece Türkiye ile değil, ABD ve
İngiltere gibi neo liberal politikaların en katı biçimde uygulandığı Anglo
Saxon ülkeleri dâhil, tüm dünyada hatta muhalefetteki bazı muhafazakâr partiler
ya da ABD’de Obama tarafından da bir süredir dillendirilmekte olduğunu bilmek
gerekiyor. Bu noktada kuşkusuz yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizliğin, artık göz ardı
edilemeyecek bir küresel olgu haline gelmesinin ve başta geçen yıl çok
konuşulan Fransız iktisatçı T. Piketty olmak üzere bazı iktisatçıların bu
yöndeki araştırmalardan elde ettiği bulguların yarattığı bir bilince çıkarma
etkisinin de payı çok büyük.
AKP ise12 yıldır tüm bu gelişmelerden sorumlu
iktidar partisi olarak ve benimsediği neo liberal sağ / muhafazakâr iktisat
felsefesinin de bir sonucu olarak yoksulluk ve gelir bölüşümü adaletsizliğini
görmüyor. Bu nedenle de bu konuları bildirgesine de taşımıyor. Tam tersine
bunları örtebilmek için daha ziyade, çarpıcı, yukarıdaki kulağa hoş gelen,
heyecanlandırıcı sözcüklerle Türkiye’de ekonomi dâhil her şeyin ne denli iyi
gittiğini ve daha güçlü bir biçimde tekrar iktidar olmaları halinde nasıl daha
da iyiye gideceğini anlatmaya çalışıyor.
Bu yazının amacı aslında genel bir seçim bildirgeleri
değerlendirmesi değil. Bunun için daha kapsamlı bir analize ihtiyaç var. Çünkü
her üç partinin durduğu yer de, etkilenmiş oldukları iktisat ve siyaset
felsefeleri de birbirinden farklı. Neo liberalizmin en katı uygulamasından
(AKP), bu “aşırılıkları!” gidermeye niyetli sulandırılmış sosyal demokrat
öneriler (CHP) ve asıl olarak yerelleri güçlendiren bir demokratik özerkliğe
monte edilmiş, demokratik hakların ve özgürlüklerin yanında yer verilmiş olan,
emekçilerin geçim, yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen ve daha
radikal gibi gözüken politikalara (HDP) uzanan bir yelpaze ile karşı karşıyayız.
Bu nedenle de her üç parti bildirgesinin (MHP’ninki yayımlandığında o da dahil
olmak üzere) kıyaslamalı bir değerlendirmesini daha sonraki yazılarımızın
konusu olarak belirledik.
57-150
milyar liralık ek kaynak?
CHP bu ekonomik talepler için 57 milyar liralık bir
kaynağın yeterli olacağını, AKP ise bunların maliyetinin 150 milyar liradan az
olmayacağını ileri sürüyor. Bu yazıda aslında mevcut bulunan çok sayıda kaynaktan
( bir sonraki yazımızın konusu olacak) sadece iki tanesine ve doğrudan iki ihtiyacı,
dolayısıyla da talebi karşılamak üzere yer verilecektir.
İki talepten biri her iki partinin de ortak talebi:
Asgari ücretin yükseltilmesi. CHP vergi dışında kalması kaydıyla bu ücretin en
az aylık 1500 ve HDP 1800 lira olmasını talep ediyor. İkinci talep ise daha çok
HDP’nin nakdi olmayan, ayni bir hizmet talebi: Hanelere belli düzeylere kadar
ücretsiz elektrik, su ve ısınma hizmetlerinin sunumu ve gençlerin ulaşım hizmetlerine
her hangi bir ücret ödemeksizin ulaşması.
Bu iki konuda iki somut kaynak önerilebilir: İlki
ile ilgili olarak artan oranlı bir servet
vergisi ve ikincisi ile ilgili olarak çapraz
sübvansiyon uygulaması.
Her ne kadar Shiller gibi bazı sosyal demokrat
iktisatçılara göre, servet vergileri eskisi kadar popüler olmasalar da,
Finlandiya, Danimarka, Almanya, İsveç ve İspanya gibi ülkelerde bu vergilere
son verilmiş olsa da, bir başka sosyal demokrat iktisatçı T. Piketty’e göre,
böyle bir servet vergisi kapitalizmi tam bir çöküşten kurtarabilecek temel
önlemlerden biridir. Piketty uluslar arası düzeyde uygulanmasını öngördüğü ve
oranı yüzde 1-2’yi geçmeyen bir vergi öneriyor. Bunu kaynak yaratmaktan ziyade servetin
birikimini yavaşlatmak ve böylece servetin, emek gelirlerine kıyasla çok daha
hızlı büyümesini önlemek için öneriyor.
Oysa Türkiye’nin tarihinde, azınlıkların servetine
el koyma aracı olarak 1942’deki uygulanan “Varlık Vergisi” dışında bir servet
vergisi uygulaması mevcut değil. Emlak, otomobil ya da miras ve karşılıksız
intikalden alınan vergiler servet unsurlarının vergilendirilmesi olarak görülüyor,
ancak bunlardan sağlanan vergi tüm vergi gelirlerinin yüzde 1’ini ancak bulabiliyor
(yaklaşık 4 milyar lira). Kısaca Türkiye’de kırkı aşkın dolar milyarderi ve
1250 ultra dolar milyoneri olmasına rağmen servet vergisi alınmıyor. Bu da acil
kaynak için dikkatlerin kaçınılmaz olarak buraya yönelmesini mantıklı kılıyor.
Burada önerdiğimiz ise bağımsız bir servet vergisidir.
Konusunu, özellikle finans alanındaki belli bir büyüklüğü aşan lira ve döviz
mevduatları (faizleri değil), menkul kıymetler borsasındaki hisse senetleri ve
tahviller, hazine bonosu ve tahvilleri, yatırım fonlarındaki muhtelif menkul
kıymetler, ihtiyaç dışındaki ve daha çok rant ve spekülasyona konu olan emlak,
konut, gayrimenkul, arazi ve arsalar oluşturuyor.
Servetlerin vergilendirilmesi önerisi, kriz ve savaş
gibi olağanüstü durumlardan yola çıkılarak yapılmış bir öneri değil. Bu öneri,
normal zamanlarda alınması gerekli bir servet vergisi önerisi. Belli bir
miktarı aşan ve yukarıda saydığımız servet unsurlarından (burada üretimde kullanılan
fabrikalar vs dışarıda tutulmuştur) yüzde 2-
5 oranında alınmak üzere artan oranlı olarak düzenlenebilecek bir vergi.
Servet
vergisinin felsefesi
Bu vergi felsefi olarak iki açıdan savunulabilir.
İlk olarak, sol- sosyalist bakış
açısından servetin, işçilerin bugünkü ve geçmişte işçilerin ödenmemiş emekleri
olan artı değerlerinin bir birikimi olduğu, bu nedenle sömürü ile oluşup,
onunla büyüdüğünden hareketle servetin vergilendirilmesi kısa-orta vadeli bir
sol iktidar programının bir parçası olarak savunulabilir. Bu perspektiften
ayrıca, servetin gerçekte bir sosyal ilişkiyi yansıttığı, yani sahiplerine
sosyal ve politik güç sağladığı, böylece onların düzeninin pekiştirilip
sürdürülmesine yaradığı gerçeğinden hareketle bu vergi savunulabilir. Yine
böyle bir servetin spekülatif finansal yatırımların aracı olarak kullanıldığı
ve bunun da krizleri tetiklediği, devletlerin bu krizler nedeniyle bütçe açığı
verdiği ve bu açığı bu servet sahiplerinden borçlanarak kapattıkları, böylece
devlet borçlanması eliyle bir asalak zenginleşme sağlandığı için de bu vergi
savunulabilir.
Böyle bir vergi tarihte pür liberal bir
perspektiften de savunulmuştur. Örneğin 18-19yüzyıllarda liberal faydacı
felsefenin kurucularından birisi olan J. Bentham’a göre, önemli olan toplumun faydasının
maksimize edilmesidir. Elinde kendi ihtiyaçlarının ötesinde artık gelir/servet bulunduranların,
bu servetlerinin refahları üzerindeki olumlu etkisi çok sınırlıdır. Bu yüzden
de Bentham gelir ve servet fazlasının vergileme yoluyla bu zenginlerden
alınarak yoksullara dağıtılmasını savunmuştur. Bunun nedeni, bu yoksulların
kendilerine aktarılan bu geliri harcayarak, böylece elde edecekleri refahlarını
/ faydalarını artıracağı, bunun da toplumsal faydayı maksimize edebileceğidir[1].
Nitekim Bentham’dan yaklaşık yüz elli yıl sonra bir
başka liberal, neo klasik iktisadın kurucularından olan Alfred Marshall’ın
parlak öğrencisi olarak bilinen Pigou (diğeri Keynes), Bentham’ın bu
görüşlerini, “gelirin azalan marjinal faydası kanunu” ile birleştirerek gelir
ya da servetin yeniden bölüştürülebileceğini, böylece de gelir bölüşümünde
adaletin sağlanabileceğini ileri sürmüştür. Buna göre eldeki gelir ya da servet
arttıkça, kişinin toplam faydası da artsa da, son eklenen birimin faydası
giderek azalacağından, giderek artan oranda uygulanacak bir vergi söz konusu
kişinin refahını gerçekte azaltmaz. Yeniden bölüştürücü bu vergi yoksullukla mücadelede
kullanılabilecektir[2].
Böylece tarihte, sırasıyla Sismondi, Marx ve Engels’ten sonra A.G. Pigou artan
oranlı gelir vergisini savunan ve geliştiren önemli bir maliyeci olmuştur.
Görüldüğü gibi, servet vergisi sol sosyalist ve
liberal bakış açıları olmak üzere yelpazenin en solundan en sağına kadar
savunulabilecek bir vergidir.
Çapraz
sübvansiyon
Kapitalist devletlerin, son otuz yılda
özelleştirmelerle önemli ölçüde azalmış olsa da, ellerinde ekonomide kullanabilecekleri
KİT adı verilen işletmeleri mevcuttur.
Bunlardan özellikle de “doğal tekel” olarak adlandırılanları, yani su,
atık su, elektrik, doğal gaz üretim, iletim ve dağıtımı, toplu ulaştırma ve
telekomünikasyon hizmetleri son dönemlere kadar ABD dışında tüm kapitalist
ülkelerde yaygın bir biçimde kamu tarafından işletilmiştir[3]. Bu
sektörler, sanayiler, ulusal güvenlik, genel ekonomi ve kamu yararı açısından
vazgeçilemez olmaları, iktisadi eşitsizlikleri azaltıcı niyetle kullanılabilir
olmaları, yarattıkları katma değer ve istihdam, ekonominin dalgalanma
dönemlerinde istikrar sağlayıcı olarak kullanılabilmeleri gibi çok sayıda nedenden
dolayı 2. Dünya Savaşı sonrasında kamunun elinde tutuldular. Ama neo liberal
dalga ile özelleştirildiler.
İşte bu elektrik, doğal gaz, su şehir içi ulaştırma
ve iletişim hizmetleri belli düzeyde topluma bir hak olarak ücretsiz
sunulabilir. Özellikle HDP’nin önerisi bu yöndedir. Bu kuruluşlar yüksek miktarda başlangıç sabit
sermaye yatırımı ile kurulduklarından, belli bir kapasiteye kadar kullanıcı
sayısındaki artış önemli bir maliyet getirmemektedir. Örneğin yarı kapasite ile
çalışan metroların ya da şehir içi otobüslerin tam kapasiteye çıkması birim
maliyetlerini yükseltmez. Tam tersine kullanıcı sayısı arttıkça birim/ ortalama
maliyetler düşer. Burada gereksiz kullanımları önlemek için ya sembolik bir
fiyatla (örneğin 30 kuruş) ücretlendirme yapılır ya da daha iyisi, hizmet
kullanımı bütünüyle bedelsiz sağlanır. Ancak böyle bir durumda firmanın maliyet
ve hâsılatta başa başı yakalaması, yani ortalama düzeyde maliyetlerini
karşılamasının nasıl sağlanacağı önemli olacaktır. Zira ilkinde firma zararda olacak,
ikincisinde ise hiç gelirsiz kalacaktır. Bütçeden kaynak aktarması ise anlamlı
değildir. Zira bunu ÖTV, KDV’ye zam yaparak (servet ve sermaye vergilerinin
artırılmadığı düşünüldüğünde) sağladığımızda, halka bedava elektrik, su verip, bunun
finansmanını diğer tüketimi ağır bir biçimde vergilendirmek gibi tuhaf bir
durumla karşılaşırız.
Bu sorunun aşılması adına çapraz sübvansiyon denilen
ve yıllardır özellikle İngiltere ve Fransa gibi kamu işletmeciliğinin beşiği
olan ülkelerdeki bir uygulama ile mümkündür. Yani devletin sadece hizmet sunan,
üretim yapan girişimleri yoktur. Devletin kârlı bankaları da mevcuttur ve bu
bankalar genelde ciddi kârlar elde etmektedirler. Yani Halk Bankası ve Ziraat
Bankası gibi bankaların kârlarının bir kısmı bu hizmetleri fonlamak için
kullanılabilir.
Her ikisinin sahibi de son tahlilde vergi
mükellefleri olarak halk olduğuna göre, zararda olan ama verdiği ücretsiz
hizmetlerle çok yüksek toplumsal fayda sağlayan kuruluşlarının zararı, kâr eden
diğer kuruluşlarının kârlarıyla kapatılabilir.
Böylece halkın geçimi ve aslında geleceği için de çok önemli nitelikteki
bu hizmetler halka ücretsiz olarak sunulabilir.
Kuşkusuz bunun için sadece özelleştirmeleri durdurma
talebi yetmez. Ayrıca bu hizmetlerin tekrar kamulaştırılmasını da talep etmek
gerekir. Bundan kasıt eskisi gibi rant kaynağı ya da siyasilerin arka bahçesi
kuruluşları tekrar gündeme getirmek değil, emekçilerin denetiminde demokratik
bir işleyiş ve kontrole tabi tutulan kamusal kuruluşlardır. Bu nedenle de bu iki bankanın
özelleştirilmesinin durdurulması ve demokratik denetime açılması gerekir.
Bu iki kaynak önerisi hem asgari ücret düzeyinin
yükseltilmesi ve diğer nakit aktarımları için, hem de bazı hizmetlerin ücretsiz
verilebilmesi (sadece kamu tarafından
sunulmaları kaydıyla) için gereklidir. Bu taleplerin, küçük bir servet sahibi
grup dışında halkta yaratacağı etkinin olumlu olması beklenir.
Kaynakça
Richard A. Musgrave and Peggy B. Musgrave, Public Finance in Theory and Practice,
McGraw-Hill Kogakuha Ltd., 1980.
A.G.Pigou, A Study in Public Finance, 3rd edt,
London Macmillan, 1951, part 2.
Joseph
E. Stiglitz, Economics of the Public
Sector, 2000.