“Merkez
Bankası Bağımsızlığı”, Para ve Faiz: Kapitalizmde Finansın Ekonomi Politiği
Mustafa
Durmuş[1]
30.01.2016
Özet
“Merkez bankası bağımsızlığı” sanki bir gerçeklikmiş
ya da gereklilikmiş gibi tartışılmaktadır. Türkiye’de ise bu konu faiz
oranlarının yüksekliği tartışmasıyla gündeme geldi. Bu makalede bu konu, para
ve kredi mekanizmaları ile ilişkisi anlamında,
sırasıyla ana akım iktisat ve eleştirel-radikal iktisadi bakış
çerçevesinde ele alınmaktadır. Ana akım açısından merkez bankasının bağımsız
olması; bu kurumun piyasadaki para arzının,
kaydi paranın oluşumunun, faiz oranlarının ve döviz kurlarının
belirleyicisi olması ve enflasyon ve kamu borç stoku üzerindeki etkilerinin
büyüklüğü açılarından son derece önemlidir. Eleştirel akıma göre ise bir ülkede
uygulanan para politikaları, faiz oranlarının belirlenmesi ve bu konudaki
merkez bankasının rolü, teknik bir tartışmadan ziyade, toplumsal sınıflar
arasındaki mücadele ile ilgili olarak ele alınmalıdır. Pratikte ise merkez bankaları
ve faiz mekanizması ne devletten ne de finansal piyasalardan bağımsızdır. Doğru
olan bu kurumun doğrudan devletçe belirlenmesine olduğu kadar, uluslararası
finans piyasalarına bağımlı hale getirilerek, toplumun çıkarlarına sırtını
çevirmesine de karşı çıkmaktır.
Anahtar
sözcükler: Merkez bankası bağımsızlığı, faiz, libor,
spekülasyon, finansal piyasalar
Abstract
It is very common to speak of “central bank
independence” as if it were both a reality and a necessity. In Turkey
however, this subject is dealt with relatedly prevailing high interest
rates . In this paper, it is discussed with referance to its relations with
money and credit mechanism from two different approaches, mainstream economics
and critical-radical economics. For the mainstream economics, central bank
indipendence is both reality and necessity because central bank determines
money supply and bank money as well as
interest rates and foreign exchange rates. In addition it affects the level of
inflation and public debt stocks.
Critical approach, however, points out that the role of central bank in a
country is subject of a class struggle rather than a discussion of a technical
matter. In practice, central banks are
not independent from the state institutions or financial markets. This paper argues that
central banks should be free of market pressures and take care of the interests of the whole society, rather
than international financial markets.
Key
words: Central bank indipendence, interest rate, libor,
speculation, financial markets
Giriş
Ekonomide bu yılın ilk iki
ayına faiz oranları tartışması ve Merkez Bankası’na yönelik eleştiriler
damgasını vurdu. Cumhurbaşkanı, en tepeden Merkez Bankası’na, politika faiz oranını
indirmediği için yüklenirken, Merkez Bankası’nın bu konudaki kararını 24 Şubat 2015
tarihli Para Kurulu toplantısına bırakması ve bu arada Bank Asya yönetimine el
konulması ABD dolarını TL karşısında Şubat ayında zirveye çıkarttı, 1 dolar 2.50
lirayı aştı.
Bu gelişme aynı zamanda
bir atışmaya da neden oldu. Eski T.C. Merkez Bankası başkanı, Bankanın faiz
indirimine gitmeme kararına destek verirken, burjuva iktisadının iki temel ismi
olan Smith ve Keynes’i referans gösterdi ve “onların kitaplarını yakalım mı” ifadesini
kullandı. Ekonomi Bakanı da aynı düzeyde yanıt verdi: “ Hala Keynes’in kitabını
yakmadın mı?”. Böylece yüzlerce yıllık ana akım iktisat öğretisi resmi
ağızlarca yerle bir edildi.
Kuşkusuz bu düzeyli (!)
tartışmalar (maalesef üniversitelerimizde bugünlerde bu kadarı dahi yapılmıyor)
ve polemikler bir başka tartışmanın (Türkiye’de tarihi 1990 yılı para
programına kadar giden), “merkez bankası bağımsızlığı” tartışmasının da
kaçınılmaz olarak yeniden gündeme gelmesine neden oldu. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan
olmak üzere aynı safta yer alan çok sayıda politikacı, köşe yazarı, TV yorumcusu
ve iktisatçı T.C. Merkez Bankası’nın faiz indirimi konusundaki bu sözde bağımsız
tavrından şikâyetçi olurken, ana muhalefet de dâhil olmak üzere bazı liberaller
ve neo liberal iktisatçılar merkez bankası bağımsızlığını, sanki işgal ordularına
karşı verilmekte olan bir ulusal kurtuluş mücadelesiymiş gibi, savunmaya başladılar.
Siyaset kurumlarının
(Cumhurbaşkanı ve Hükümet ile temsil edilen) faizlerin indirilmesi yönünde
merkez bankasına yaptığı baskının nedenleri anlaşılabilir. Bunlar sırasıyla;
(i) Son on
yıldır Türkiye’de uygulanmakta olan neo liberal birikim-büyüme stratejisinin
önemli bir kısmını, ağırlıklı olarak dış kaynakla finanse edilen alt yapı ve
üst yapı inşaatları oluşturmaktadır. 2014 yılı itibariyle inşaat-gayrimenkul ve
finans sektörünün GSYH içindeki payı % 23,1’i bularak neredeyse imalat sanayini
yakaladı. Hali hazırda toplamda milli gelirin beşte birini bulan toplam
yatırımların neredeyse yarısı inşaat sektöründe gerçekleştiriliyor. Ancak 2013
yılından bu yana inşaat sektörü ciddi bir gerileme sürecine girdi. Sektörün
büyüme hızı düştü. Bu gerilemede en önemli etkenler; yükselen faizler ve döviz
kurları nedeniyle özellikle ipotekli konut satışlarında görülen azalma ve konut
stoklarındaki hızlı artışlar oldu (Durmuş, 2015a).
Faiz oranlarının
düşürülmesi yönündeki baskının ilk nedeni budur. Ayrıca politika faiz oranlarındaki
bir indirimin kredi faiz oranlarını da düşüreceği, bunun de seçim öncesinde
ekonomide bir canlılık yaratacağı beklentisi söz konusuydu.
(ii) Nordhaus adlı bir
iktisatçının 1975 yılında geliştirdiği bir modele göre (Nordhaus, 1975:
169-170), politikacılar seçimlere doğru yeniden seçilebilmek için işsizlik
oranlarını düşürme gayretine girerler. Böylece makro iktisadi politikaların, en
azından kısa dönemde, nesnelliği ortadan
kalkar. Ayrıca, seçim dönemlerinde seçmenler daha yüksek büyüme oranları sunan
politikacıları ödüllendirirler. Keza seçmenler ekonomik büyümeyi düşük
enflasyona yeğlerler ve politikacılar kendi kısa dönemli çıkarları için bu
tercihi kullanma yoluna başvururlar. Nitekim birçok araştırma bu tür nedenlerle
hareket eden siyasilerin özellikle merkez bankasının siyaset kurumlarına
doğrudan bağlı olduğu ülkelerde, yüksek enflasyon pahasına, ekonomiyi teşvik
etmesi için para politikasını gevşetme yönünde faiz oranlarını düşürmesi için
merkez bankalarını baskıladıklarını göstermektedir.
(iii) Dindar-muhafazakar
AKP tabanının seçimlere doğru faiz karşıtlığı üzerinden de konsolide edilme
amacı.
“Merkez
bankası bağımsızlığı” tartışması güncelliğini koruyor
Son olarak merkez
bankasının bağımsızlığı konusu 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında kurulan AKP
Hükümetinin açıkladığı programda yer aldığı biçimde de tartışma konusu olmaya
başladı. Yeni Hükümet programında,
ekonomik alanda mali disiplin sürdürülürken, para politikasının TCMB
tarafından belirleneceğine yer verilmekte ama burada merkez bankası
bağımsızlığına dair özel bir atıfta bulunulmamaktadır.
Bunda Cumhurbaşkanının
geçmişe ilişkin olarak sorumluları yeni hükümette kabineye alınmayan Babacan ve
Merkez Bankası ekibi olarak değerlendirmesi ve yeni dönemde düşük faiz
oranlarının esas alınmak istenmesinin etkili olduğu düşünülebilir (Commerzbank,
2015:1).
Finansal piyasalar da seçim sonrasında
yayımladıkları raporlarda merkez bankası bağımsızlığının muallâkta olduğunu
altını çizmektedirler. Örneğin BNP
Paribas’ın 27 Kasım 2015 tarihli raporuna göre (BNP Paribas, 2015: 18): “Yeni hükümeti
finansal piyasalar olumlu olarak görseler de, asıl olarak bu hükümetin ekonomik
reformlar, mali disiplin ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi konularda ne
yapacağı önemli olacaktır. Piyasalar bu nedenle temkinli davranıyorlar ve
bekleyip görmeyi tercih ediyorlar”.
Morgan
Stanley ise önümüzdeki süreçte parasal istikrar konusunda
dört faktör etkili olacağına vurgu yapmaktadır: TL’nin değerindeki değişim,
mali kolaylaştırma ve asgari ücret artışının neden olacağı enflasyon artışı,
Fed sıkılaştırması ve Merkez Bankası Kanunu’nda yapılacak bir değişikliğin T.C.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığını nasıl etkileyeceği. Bu bağlamda piyasalar
açısından en önemli konuların başında iç tasarruf oranlarının yükseltilmesi ve
Merkez Bankası bağımsızlığı gelmektedir (Morgan Stanley, 2015: 6-8).
Biz böyle bir
tartışmanın neresinde ve nasıl bir pozisyonda yer alabiliriz? Dünyayı sadece
anlamak değil, aynı zamanda onu tüm insanlık ve doğa adına daha iyiye doğru
değiştirmek gibi bir felsefeye sahip olan insanların ve bu amaçla bir araya
gelmiş insanlardan oluşan ekonomik-demokratik ve politik örgütlerin, kapitalist
üretim tarzının ve onun devletinin bir parçası olan, aynı zamanda da para ve
kredi mekanizmasının işleyişinde çok önemli bir role sahip bulunan merkez bankaları
konusunda bilinçli bir tutumlarının olması gerekmez mi?
Bu makalede bu soruya
iki bakış açısından yanıt bulmaya çalışılmaktadır: Ana akım iktisadi bakış ve eleştirel-radikal iktisadi
bakış.
Ana
akım iktisada göre merkez bankası bağımsızlığı
Merkez Bankalarının
prototipleri kapitalizmle birlikte, 17. Yüz yılın başından itibaren sırasıyla
Hollanda, İsveç ve İngiltere’de ortaya çıktılar. Bugün dünyanın en büyük merkez bankası
konumunda olan ve aldığı kararlarla uluslar arası sermaye hareketleri üzerinde
ciddi etkilere sahip bulunan Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) kuruluşu ise1913
yılına yani 1. Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesine kadar gitmektedir.
‘Merkez bankası
bağımsızlığı” ise, “merkez bankasının hükümetin kontrolünden bağımsız bir
biçimde para politikasını yürütmesi” olarak tanımlanmakta ve ABD’de Fed
tarafından çok uzun bir süredir, İngiltere’de ise 1997 yılından bu yana hayata
geçirildiği belirtilmektedir (Rutherford, 2002: 77).
ABD’de para basımı yoluyla
kamu açıklarının finansmanı Fed’in kuruluşundan bu yana yasaklanmış[2]
olsa da, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında bir dönem bu yasak kolayca
aşıldığından, bu yolla finansmanı önleyebilmek için, yani Fed’in Kongre’den ve
Hazine’den bütçe açıklarını kapatmak için “para bas” yönündeki baskılarından
kendini uzak tutabilmesini sağlamak için “merkez bankası bağımsızlığı” kavramının
ortaya atıldığı ileri sürülmektedir (Wray, 2014).
Diğer taraftan, ilgili ana
akım iktisat literatüründe bu konuya
ilişkin yeterince açık ve net tanımların mevcut olmadığının da altının çizilmesi
gerekir. Bu konuda ilk yazanlardan birisi olan ve Monetarist Okulun babası
sayılan Milton Friedman’a göre, “merkez bankası bağımsızlığı yürütme ile
yargı arasındaki ilişki gibidir. Yargı sadece mevcut, geçerli yasalara göre
karar verir. Farklı kararlar ise ancak yasalar farklılaştığında, değiştiğinde
verilebilir” (Friedman, 1962’den aktaran Eifffinger, Yakob De Haan, 1996:1).
Hasse’ye göre ise, “merkez bankası bağımsızlığı üç alanda
hükümetin etkisinin ortadan kaldırılması ya da radikal bir biçimde
kısıtlanmasıyla gerçekleşebilir: Personel
seçiminde bağımsızlık, finansal bağımsızlık ve izlenecek politikalardaki
bağımsızlık” (Hasse, 1990’dan aktaran Eifffinger, Yakob De Haan, 1996:2).
Yine literatürün
1990’lı yıllardaki öncü çalışmalarından olan Grilli, Masciandaro ve Tabellini’nin çalışmasına göre merkez
bankası bağımsızlığı politik ve iktisadi bağımsızlık olarak ele
alınmalıdır. Böylece, politik bağımsızlık, para politikasının nihai amacını
belirlemede bankanın hükümetten bağımsız karar alması, iktisadi bağımsızlık ise
bankanın para politikası araçlarını özgürce belirleyebilmesi ve
uygulayabilmesidir. Yazarlara göre, politik bağımsızlığın var olup olmadığı
konusunda şu sekiz kritere bakmak gerekir: “MB
Başkanını (guvernör) hükümet mi tayin ediyor, başkan beş
yılın üzerinde bir süreliğine mi atanıyor, yönetim kurulu üyeleri beş yılın
üzerinde bir süreliğine mi atanıyorlar, yönetim kurulu üyelerinin tümü hükümet
tarafından mı atanıyor, hükümet temsilcilerinin yönetim toplantılarına
katılımları zorunlu mudur, bankanın amaçları arasında parasal istikrarın
sürdürülmesi gibi resmi bir hedef var mıdır, hükümetle ters düşüldüğünde
bankayı koruma altına alan önlemler mevcut mudur ve para politikasının hükümet
tarafından onaylanması zorunlu mudur?” Bu ilkelere göre dünyada gerçek anlamda
bağımsız merkez bankaları sadece Almanya (Bundesbank) ve Hollanda merkez
bankalarıdır (Grilli, Masciandaro ve Tabellini, 1991’den aktaran Eifffinger,
Yakob De Haan, 1996: 56-57).
İktisadi bağımsızlık kriterleri
ise şöyle sıralanmaktadır: “Doğrudan
kredi kolaylığı; otomatik midir, piyasa faiz oranına bağlı mıdır, geçici midir, bir limiti var mıdır; banka
kamu borçlarıyla ilgili olarak birincil piyasaya katılmakta mıdır, reeskont
oranları banka tarafından mı belirlenmektedir, banka tek başına mı yoksa başka
diğer kurumlarla birlikte mi bankacılık sistemini yönetmektedir? (Alesina, 1988,
1989; Bade ve Parkın, 1988’den aktaran Eifffinger, Yakob De Haan, 1996: 56). Bu
kriterlere göre bu kez tek başına Bundesbank en bağımsız merkez bankası olarak öne
çıkmaktadır.
Bir başka çalışma
(Çolak, 2007: 526) ise, bağımsızlığı 1 - 4 sayıları arasında sıralamakta, 4
numaraya en bağımsız merkez bankalarını yerleştirmekte ve bağımsızlık
kriterleri olarak şunlara dikkat çekmektedir: “Merkez Bankası; nihai bir otorite midir, karar mekanizmasında yer
alanların yarıdan fazlası hükümetten bağımsız olarak mı göreve
getirilmişlerdir, yönetiminde hükümetin resmi bürokratı var mıdır? (oy hakkı
olsun ya da olmasın)”. Bu kriterlerin her üçünü de yerine getiren banka en
bağımsız merkez bankası olarak nitelendirilmektedir. Buna göre; Avustralya 1,
Fransa, Hollanda ve İngiltere 2 ile en az bağımsız; Japonya ve ABD 3 ile
nispeten bağımsız ve Almanya ve İsviçre 4 ile en bağımsız merkez bankalarına
sahip ülkelerdir.
Çolak, merkez bankası
bağımsızlığını, “kurumun, hükümetçe
belirlenmiş olan diğer makro ekonomik politikalarla çatışma pahasına da olsa,
fiyat istikrarını sağlamada özerk davranabilmesi ve tam yetkili olması”
şeklinde tanımlamaktadır (Çolak, 2007: 526). Bu çerçevede fiyat istikrarının
ana unsurları da sırasıyla; para arzının büyüme oranı, interbank piyasasında
gecelik faiz oranları- uzun dönemli faiz oranları ve nominal döviz kuru
olduğundan bunların banka tarafından her hangi bir siyasi baskıya uğramadan belirlenmesi
merkez bankası bağımsızlığının gereği olarak ele alınmaktadır.
Enflasyon
hedeflemesi ve Taylor kuralı
Merkez bankası bağımsızlığı
fikrinin ortaya atıldığı yıllarda, paralel bir biçimde, iki kavram daha yaygın
olarak kullanılmaya başlanmıştır: “Enflasyon Hedeflemesi ve Taylor Kuralı”. Çünkü
her ne kadar merkez bankalarının öncelikli amaçlarının fiyat istikrarı ile
birlikte tam istihdamın sağlanması olduğu ileri sürülmüş olsa da, döneme
damgasını vuran yüksek enflasyon ve bütçe açıkları nedeniyle, fiiliyatta hep
fiyat istikrarı ön planda tutulmuştur. Böyle olunca da bir strateji olarak “enflasyon hedeflemesi” 1990’lı
yılların başından itibaren birçok ülkede uygulanmaya başlamıştır.
Bu stratejide bir
sayısal enflasyon oranı hedefi belirlenmekte ve bu oran kamuoyu ile paylaşılmaktadır.
Bu oranın üzerine çıkılmayacağı ve para
politikalarının da buna uygun olarak tasarlanacağı taahhüdü anlamına gelen
böyle bir stratejinin ancak siyasal otoriteden bağımsız bir merkez bankasının
varlığı ile yürütülebileceği açıktır (Çolak, 2007: 526).
Taylor
Kuralı (1993) ise, bu taahhüdü yerine getirmede uygulanan
bir kural politikasıdır. Bu kurala göre ekonomi politikaları üretilirken
öncelikli olarak faiz oranları dikkate alınmaktadır. Buna göre politika faiz oranı
daima enflasyon oranındaki artıştan daha büyük oranda artışı içerecek şekilde belirlenmelidir.
Örneğin enflasyon oranı % 1 puan artmışsa, faiz oranındaki artış % 1’den daha
büyük olmalıdır. Bu yüksek reel faiz uygulaması anlamına gelir. Hedeflenmiş bir
enflasyon oranına ulaşabilmek için harcamalar kısılmalıdır. Bunun için de reel
faizler pozitif olacak şekilde, faiz oranları enflasyon artış oranından daha
büyük oranda artırılmalıdır (Langdana, 2002: 270). Böyle bir kuralın hayata
geçirilebilmesi yine sadece bağımsız bir merkez bankasının varlığıyla mümkün
olabilecektir.
Parasal
istikrarın önemi ve merkez bankasının rolü
O halde, ana akım
çerçevesinde, kapitalist bir ekonomide paranın işlevlerinden ve bu paranın
oluşumu, istikrarının korunması ve içinde dolaştığı bankacılık sistemi
üzerindeki belirleyici etkileri bağlamında merkez bankalarının işlevlerinden yolumuza
devam edebiliriz.
Para,
ana akım iktisat kitaplarında, içinde yaşadığımız toplumda başarının sembolü, aynı
zamanda birçok suçun kaynağı, ama dünyayı da döndüren şey (Begg vd, 2003: 313)
olarak tanımlanır. Buna göre, paranın ortaya çıkışından bu yana çeşitli
işlevleri olmuştur. Mal bedellerinin ve borçların ödenmesinde genel kabul gören
bir değişim ve standart ödeme aracı, sermayenin veya servetin bir kısmının
saklanması olarak değer saklama ya da
biriktirme aracı ve hesap birimi
aracı olmuştur. Ayrıca para, hem klasik iktisat hem de Keynesyen iktisat
yaklaşımlarında para politikalarının temel aracı olarak ön planda tutulmuştur.
Örneğin Keynesyenler para politikasının, faiz oranları aracılığıyla, istihdam
ve milli gelir düzeyinin belirlenmesinde çok önemli olduğunu ileri sürmektedirler.
19.Yüzyıla kadar para
daha çok altın ve gümüş sikke biçimindeydi. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte
teknolojideki ilerlemelerle ve bu madenleri bu şekilde tutmanın alternatif
maliyetleri de artmaya başlayınca, daha ucuz yollarla para üretimi
gerçekleştirilmeye başlandı ve adına “itibari
para” da denilen “banknotlar” ya da kâğıt paralar üretilmeye başlandı. Bu
paralar kendi üretim maliyetinin çok üstünde nominal değere sahip bulunduğundan
devletlerce giderek daha çok benimsendiler. Hem basım, hem nakliye, hem de
stoklama maliyetleri düştüğünde paranın, devleti yönetenler açısından, değeri
de arttı. Bu noktada banknot basmak suretiyle piyasaya ne kadar para
sürüleceğine karar veren merci olarak merkez bankalarının da ilk rolleri
netleşmiş oldu.
Böylece,
(i) kapitalist bir ekonominin işleyişini denetimlerinde tutanlar, piyasadaki
para arzını (stokunu) belirleyen, kontrol eden kurum anlamında, merkez
bankalarının varlığına ve işleyiş biçimine kayıtsız kalamazlar.
Keza itibari paranın
yanı sıra, ondan çok daha fazla miktarda ve daha çok kendini kredi olarak gösteren bir başka tür
para da söz konusudur. Bu paranın yaratılmasında da anahtar kurum yine merkez
bankasıdır. Bu para “kaydi para” ya
da “banka parası” olarak da bilinmektedir.
Bankaların, kendi cari hesaplarını kullanarak yarattıkları ve böylece de
sadece merkez bankalarının bastığı banknotlarla sınırlı kalmaksızın piyasadaki
parayı çoğalttıkları kaydi para (kredi) oluşumu, bir örnekle anlatmak
gerekirse, bu şöyle gerçekleşmektedir: Vatandaş elindeki nakit 100 lirayı
bankaya vadesiz mevduat olarak yatırdığında banka, merkez bankası nezdinde
tutmak zorunda olduğu kanuni karşılık oranı kadar kısmı (örneğin % 20)
ayırdıktan sonra kalan 80 lirayı işletmek isteyecek ve şirketlere ya da
şahıslara borç-kredi olarak verecektir. Bunlar da bu miktarı, nakit olarak
çekmeyip bankada mevduat hesabı açtıklarında, banka aynı şekilde % 20’yi kesecek
ve kalan 64 lirayı bir başka müşterisine borç olarak verecektir. Bu müşteri de
kendisinden öncekiler gibi davrandığında,
sürecin sonunda başlangıçta yatırılmış olan 100 liralık mevduata ilave
olarak 400 liralık borç-kredi yaratılarak bankadaki mevduat toplamı 500 liraya
çıkacaktır. (Aren, 1984: 48-49). Bu yaratılan ilave miktarın ne olacağını
belirleyen şey ise “mevduat çoğaltanı”
olarak tanımlanan bir katsayıdır[3]. Buradaki önemli husus, kanuni karşılık oranını
belirleyen otoritenin merkez bankası olmasıdır.
Görüldüğü gibi bankalar
yarattıkları kaydi para ile mevduatlarını artırmaktadırlar. Bu da belli bir
anda ekonomideki para stoku /miktarı anlamına gelen para arzını artırmaktadır.
Bu artışı sağlayan ise “para çarpanı”
adı verilen bir katsayıdır. Bu parasal tabandaki, yani dolaşımdaki para artı
bankalardaki rezervler /mevduatlar (R) ve banknot ve madeni paradan oluşan
nakitlerinin (C) toplamındaki artışın para arzını ne ölçüde artırdığını
gösteren katsayıdır[4].
Böylece
(ii) merkez bankası, yarattığı banknotlar dışında, kaydi para yaratılmasındaki
rolü ile de piyasadaki para-kredi miktarını belirlemekte, bu da para arzını
etkileyerek, enflasyon ya da fiyat istikrarı konusunda önemli olmaktadır. Bu
nedenden dolayı da sistemin egemenleri merkez bankalarının işleyişine karşı
kayıtsız kalamayacaklardır.
Piyasadaki para ve
kredi miktarının artmasına neden olan bir diğer operasyon, bizzat merkez
bankasının yaptığı para basma operasyonudur (emisyon). Bunun nedeni hükümetin bütçe açıklarını kapatmak için merkez
bankasına avans için başvurması ve merkez bankasının da bunu karşılayabilmek
için para basmasıdır. Bu operasyon şöyle bir mekanizma ile para arzını artırır:
“Merkez bankası parası” adı da verilen parasal
taban, daha önce de belirtildiği gibi,
rezervler ve nakit paradan oluşmaktadır.
Para basılması sonucunda nakit miktarında meydana gelen artışlarla parasal
taban artar. Parasal tabanın para arzını
ne kadar artıracağı ise para çoğaltanının büyüklüğüne bağlıdır. Çünkü bilindiği gibi, para çoğaltanı, parasal
tabandaki bir birimlik değişmenin para arzında kaç birimlik bir değişmeye yol
açacağını gösteren bir katsayıdır. Böylece para arzı, parasal tabanda ve/veya
para çarpanında meydana gelen bir değişmeyle aynı yönde değişir (Ünsal, 2000:
383-406) ve bu durum genelde enflasyon ile sonuçlanır.
Böylece,
(iii) özellikle de, servetini daha çok para ve sermaye piyasalarında
değerlendiren spekülatif finansal sermaye, fiyat istikrarsızlığı sonucunda enflasyon
arttığında servetinin değeri azalacağından, merkez bankalarının doğrudan ya da
hükümetin talebi nedeniyle ortaya çıkabilecek bu tür davranışlarına kayıtsız
kalmayacaktır.
Hükümetlerin, merkez
bankaları aracılığıyla piyasada para ve kredi yaratmasının bir diğer yolu kamu iç borçlanmasıdır. Daha ziyade
gelişmiş ülkelerde rastlanan bu yöntemle para arzı şöyle artmaktadır: Hükümet devlet iç borçlanma senetleri (DİBS)
satışları için merkez bankasına başvurur. Ancak bu satışlar belli koşullara ve
prosedüre bağlı bulunduğundan hükümet belli bir DİBS stokunu merkez bankasında
bloke eder ve merkez bankası henüz satılmamış DİBS’ler karşılığında hükümet
hesabına alacaklı kaydeder, yani bir nevi kredi ya da avans tahsis eder.
Hükümet sağladığı bu avans ya da kredi karşılığında cari harcamaları ya da
transfer harcamaları için bireyler ve kurumlara çekle ödemede bulunur. Bu
çeklerin ticari bankacılık sistemine girmesiyle beraber çeklerin karşılığı
kadar bir rezerv artışı gerçekleşir ve sonuçta mevduat değerine bağlı olarak
ilave bir mevduat yaratılmış olur. İlave mevduatın gerekli rezervler dışındaki
büyük kısmının kredi olarak verilmesiyle kredi hacmi genişler (Durmuş, 2003:
105-107).
Buna genelde para basma
(money creation) adı verilse de piyasaya hemen yeni basılmış paranın girme
zorunluluğu yoktur. Asıl mekanizma merkez bankasının yarattığı ilave kredi imkânının
mevduat çoğaltanı aracılığıyla bankacılık sisteminde vadesiz mevduat hacmini
artırması ve böylece mali bir genişlemeye yol açmasıdır ( M1 para arzı tanımı
içinde vadesiz mevduatın yer aldığını dikkate aldığımızda bu şekilde yaratılan
mevduatın para arzını artırdığı görülür ) (Durmuş, 2003: 105-107).
Böylece,
(iv) merkez bankasının “kamu borçlanması” aracılığıyla para yaratma özelliği
göz önüne alındığında buna da kayıtsız kalınması söz konusu olmayacaktır.
Ana
akımda para arzı - enflasyon ilişkisi
Ana akım iktisat
teorisi bu sürecin neden olduğu bölüşümsel etkilerden ziyade fiyat istikrarı
üzerine odaklanır. Bu nedenle de para arzı ile enflasyon arasındaki ilişkiyi
temel alır. Bu ilişki esasta Miktar Teorisi’nce formüle edilen bir ilişkidir.
Buna göre, M.V =P. T’dir. Burada M = para arzını, V = paranın dolaşım hızını, P
= ortalama fiyat düzeyini, T = işlem hacmini göstermektedir. Monetaristlere
göre, (V) ve (T) sabit kabul edildiğinde (M)’deki bir artış (P)’de artışa neden
olacaktır. Yani, işlem hacmi ve paranın dolaşım hızı sabit ise, para arzındaki
artış doğrudan fiyatları artıracak ve enflasyon oluşacaktır. Böylece para arzı
ile fiyat düzeyi arasında bir nedensellik bağı kurulmaktadır. Bu bağın temelinde ise ‘reel denge etkisi’
yatmaktadır. Buna göre bireyler,
firmalar portföylerinde reel mallardan, hisse senetleri, tahviller, bonolar,
banka mevduatları ve nakde kadar çok sayıda araç bulundururlar. Dolayısıyla da
para arzındaki bir artış sadece nakit ya da mevduat artışına değil tüketim
malları talebinde de bir artışa neden olacak ve işlem hacmi (T) sabit iken
talepteki bu artış fiyatların artmasına ve enflasyona neden olacaktır (Bailey,
2002: 90’dan aktaran Durmuş, 2003: 107) [5].
Para
politikaları ve merkez bankası ilişkisi
Kuşkusuz, tüm dünya
örneklerinden de görüldüğü gibi, merkez bankalarının asli görevi para politikalarının uygulayıcısı olmaktır.
Nitekim Fed’in görevleri arasında; finansal kuruluşların denetlenmesi, en son
borçlanıcı olma işlevi, interbank ödemelerinin yürütülmesi ve döviz kurlarının
ve rezervlerinin yönetimi gibi görevlerin yanı sıra, ama ilk sırada, para
politikasının tasarlanması ve uygulanması sayılmaktadır (Fed, 2015).
Uygulanacak bu para politikalarıyla ise sırasıyla; istihdamın artırılması ve
tam istihdamın sağlanması, iktisadi büyüme, fiyat istikrarı, faiz oranı
istikrarı, mali piyasalarda istikrar ve döviz piyasalarında istikrarın
sağlanması amaçlanır. Merkez bankasının, para politikası ile bu amaçları
gerçekleştirirken, para arzını
değiştirerek ya da oranlara doğrudan müdahale ederek faiz oranlarını belirlediği
ve bu faiz oranlarının para arz ve talebini dengeye getirirken, aynı zamanda da
tasarruf ve yatırımlar üzerinde etkili olduğu kabul edilir.
Böylece merkez
bankalarının işlevi, 19.Yüz yıla kadar
sadece emisyon hacmini belirlemekle sınırlı kalmışken, sonrasında işlevleri,
yukarıda sayıldığı gibi, genişlemiş ve dolayısıyla da etki alanı büyümüştür. Örneğin
1931 yılında bir anonim şirket olarak faaliyete geçen ve başlangıçta devletin
payı % 15 ile sınırlı kalan T.C. Merkez Bankası’nda 1970 yılında, kanununda
yapılan bir değişiklikle, devletin payı % 51’e çıkartılmıştır. 2001 krizi
sonrasında ise yeni düzenlemelere gidilmiş ve bankanın banknot ihracında
bulunmak, devletin iç ve dış borç ödemelerini gerçekleştirerek haznedarlığını
yapmak, liranın döviz karşılığını belirlemek ve repo, ters repo ve menkul
kıymetlerin ödünç alınıp verilmesine aracılık yapmak gibi görevlerinin yanı
sıra, açık piyasa işlemlerinin koşullarını, reeskont oranlarını belirlemek ve
son borç verici olarak ticari bankaların likidite ihtiyacını karşılamak gibi
yeni işlevlerle görev alanı genişletilmiştir (Çolak, 2007: 517-518).
Para politikasının normal dönemlerdeki araçlarına bakıldığında merkez
bankası bağımsızlığı kavramının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
İlk olarak, açık piyasa işlemleri (APİ) para politikasının en önemli araçlarındandır,
zira merkez bankalarının parasal tabanı, dolayısıyla da para arzını değiştirmede
başvurduğu temel işlemdir. Bu işlemler genelde devlet tahvili ve döviz
üzerinden, bazı ülkelerde de altın üzerinden yapılmaktadır (Çolak, 2007: 528).
Örnek vermek
gerekirse, merkez bankası, para arzını
10 milyar lira artırarak faiz oranını düşürmek istediğinde bunu piyasadan 10
milyar liralık devlet tahvili alarak yapar. Böylece piyasaya 10 milyar lira aktarmış
ve para arzını artırmış olur. Bankacılık sistemine giren bu para daha önce
anlatıldığı gibi (kaydi para yaratılması), bankalarca kanuni karşılık oranları
ayrıldıktan sonra piyasaya kredi olarak biçiminde dönecektir. Bu yeni fon
bankalar arasındaki borç verilebilir fon fiyatı olan faiz konusundaki rekabeti
artıracak, bu da faiz oranının düşmesine neden olacaktır. Bu faiz oranı
bankaların birbirinden gecelik (overnight) olarak aldıkları kısa vadeli
borçlanma faiz oranıdır (bankalar merkez bankasında tuttukları rezervleri azaldığında
bu açıklarını tamamlamak için birbirlerinden borçlanırlar).
Ancak açık piyasa işlemlerini Hazinenin devlet iç borçlanma senetleri (DİBS)
satışları ile karıştırmamak gerekir. Çünkü APİ hem mekanizması, hem de sonuçları itibariyle DİBS
satışından farklıdır. APİ’ ye açık piyasa denir, çünkü işlemler merkez
bankası ile ticari banka / tasarruf sahipleri arasında gerçekleşir, Hazine
sürece dâhil edilmez. APİ’yi
hükümet, diğerinin aksine, bütçe açığını
kapatmak için değil, para arzını
değiştirmek için araç olarak kullanır ve bu işlemler sırasında alınıp satılan kâğıtlar yeni DİBS’ler değil, piyasada hali
hazırda alınıp satılan DİBS’lerdir (Langdana, 2002: 258-259).
İkinci olarak, merkez bankaları para politikası aracı olarak,
para arzını değiştirmede (dolayısıyla da faiz oranlarını) reeskont
politikasına başvurabilir. Reeskont oranı, merkez bankasının
ticari bankaların ellerindeki hali hazırda iskonto edilmiş ticari senetleri
ikinci kez iskonto etmesi, böylece de bu bankalara kısa vadeli kredi sağlaması
karşılığında uyguladığı orandır. Merkez bankası iskonto oranını değiştirirken
para politikasında değişiklik yapılacağının sinyalini verir. Bu oranlar yükseltilirse bu sıkı, düşürülürse gevşek bir para politikası uygulanacak, dolayısıyla da
ilk durumda faizler yükselirken, ikinci durumda düşecek demektir. Reeskont oranları
genellikle APİ’lerle birlikte ve onunla uyumlu olarak uygulanır (Langdana,
2002: 259-260).
Son olarak, merkez
bankasının para arzının değiştirilmesinde daha az başvurduğu
bir yöntem rezerv (zorunlu karşılık) oranlarının değiştirilmesidir. Bu oran yükseltildiğinde ticari bankaların
fonlama/ kredi kapasitesi azalır,
zira oran yükseldiğinde para çoğaltanının değeri düşer, bu da nihai mevduatı
azaltır bir parasal daralma ile
sonuçlanır. Oran düşürüldüğünde ise fonlama / kredi kapasitesi artar ve parasal genişleme ortaya çıkar.
Böylece, (v) merkez
bankası parasal tabanı belirleyen açık piyasa işlemleri, para çarpanını
belirleyen karşılık oranları ve reeskont oranları aracılığı ile para arzını belirleyen,
kontrol eden bir kurum olarak kendine ve politikalarına kayıtsız kalınamayacak
bir pozisyondadır.
Ancak teoride, yukarıda özetlenen araçlarla para arzını kontrol etmek
kolay gibi gözükse de uygulamada bu kolay bir iş değildir.
Bu nedenle de merkez bankaları para arzını kontrol etmek için bir diğer
yola başvurmaktadırlar. Bu doğrudan faiz oranlarının belirlenmesidir.
İngiltere Merkez Bankası (Bank of England) (Begg vd, 2003: 338) ve T.C. Merkez Bankası (TCMB, 2015) dolaylı
olarak para arzını kontrol etmek için, daha ziyade bunu yapar. Zira belirledikleri
faiz oranlarında oluşan para talebi para arzının büyüklüğünü etkiler. Böylece
faiz oranı, para politikasının bir aracı olarak kullanılır.
Kuşkusuz merkez
bankalarının önemi, Fed’in 2008 krizini öngörememesinde, hatta krizi
tetikleyici işlemler yapmasında olduğu gibi, kriz sonrasında da, krizden
çıkışta uygulanan bazı yeni para politikası araçlarına aracılık etmesiyle daha
da ön plana çıkmıştır. Bu da bu kurumların bağımsız olup olmamaları gerektiği
konusundaki tartışmaları iyice alevlendirmiştir.
Başta ABD, Avrupa ve
Japonya’dan oluşan Triad olmak üzere krizdeki tüm ekonomilerde merkez bankaları
şu ana kadar sıraladığımız geleneksel politikalarına ilave olarak aşağıdaki
politikaları uygulamışlardır. Bu politikaların ekonomik istikrar,
büyüme-istihdam, borç stokları üzerinde olduğu kadar gelir ve servet bölüşümü
üzerinde de önemli etkileri ve sonuçları olmuştur.
2008 Krizi sonrası para
politikası ve merkez bankaları
Dünya, 2008 yılında
patlak veren finansal krizin, yedi yıllık süreç içinde bir ‘Büyük Resesyon’a dönüştüğüne tanık oldu.
Yani başta avro bölgesinin bazı ülkeleri, Japonya ve Rusya olmak üzere bazı
büyük ekonomiler resesyona girerek küçüldüler. Ayrıca avro bölgesi (Almanya da dâhil
olmak üzere) deflasyona sürüklendi (Durmuş, 2015b: 180-184).
Böyle bir deflasyonist
sürecin daha da derinleşmesini durdurabilmek için sistemin başvurduğu temel
araç ise genel olarak genişletici para politikaları oldu. Başta Avrupa Merkez
Bankası (ECB) ve Japon Merkez Bankası (BoJ) olmak üzere dünyanın pek çok merkez
bankası bu politikalarla para arzını artırarak, fiyatların yükselmesini,
böylece de deflasyondan çıkmayı planladılar. Faiz oranlarının neredeyse sıfıra kadar
hali hazıra çekildiği bir durumda, doğrudan faiz oranları ile oynayarak
fiyatlarda hareketlenmeyi sağlamak mümkün olmadığından, tek yol aşağıda sayılan
ve hepsi de merkez bankaları aracılığıyla yürütülen politikaları büyük çapta
uygulamak oldu (Durmuş, 2013: 167-184):
(i) Merkez bankaları (ve Hazine), doğrudan şirket
tahvillerini ve dolaylı yoldan tüketicilerin elindeki ipotekli-menkul
kıymetleri satın aldılar.
(ii) Riskli finansal kâğıtlar teminat olarak kabul edildi.
Bu özel sektörü rahatlatma açısından son derece önemliydi, zira piyasada
çok büyük miktarda özel sektörce arz edilmiş olan böyle bono ve tahvil vardı ve
bunların getirileri ile hazine bonoları ve tahvillerinin getirileri arasındaki
farklılıklar (spread) çok büyüktü.
(iii) “Miktarsal kolaylaştırmaya (quantitative easing)” ve “kredi
kolaylaştırmasına (credit easing)” gidildi. Merkez bankaları uzun vadeli faiz oranlarını düşük
tutabilmek için finansal piyasalardan trilyonlarca dolarlık orta ve uzun vadeli
hazine tahvili satın aldılar. Böylece Fed örneğinde olduğu gibi, bilançolarını
dört kata yakın bir oranda büyüttüler (Bloomberg 2013’ten aktaran Roberts 2013,
2014). Merkez bankalarının bilânço büyüklükleri ve bileşenleri değiştirilmek suretiyle
finansal piyasaların, ekonominin ve faiz oranlarının etkilenmesi hedeflendi. Ayrıca
merkez bankaları güven tesis edebilmek için bu kâğıtları teminat olarak kabul
ettiler.
Fed ise miktarsal kolaylaştırmaya
ilave olarak, kredi kolaylaştırma
politikası uyguladı. İki politikanın ortak noktası her ikisinin de merkez
bankasının bilânçosunu büyütmesidir. Miktarsal
kolaylaştırmada banka bilânçosunun pasif tarafındaki banka rezervlerinin
miktarına odaklanılır. Böylece, merkez bankasının bilânçosunun aktifinde yer
alan kredilerin ve menkul kıymetlerin kompozisyonu ile doğal bir etkileşim söz
konusu olur. Kredi kolaylaştırma ise Fed’ in elinde tutmuş olduğu kredilerin ve
menkul kıymetlerin bileşimi ve bunun bileşiminin hane halkının ve şirketlerin
ellerinde tutmuş oldukları aktiflerin, bu kesimlerin kredi koşullarını
etkilemesi işlevini görür.
Diğer taraftan dünyanın
ileri gelen iktisatçılarına ve IMF ve BIS gibi uluslar arası kuruluşların
raporlarına göre (Hesse,Seith, 2013; IMF, 2014; BIS, 2014), 2008 krizinden bu
yana uygulanan trilyonlarca dolarlık parasal kolaylaştırma ve kredi kolaylaştırma
politikaları esas olarak yeni finansal
balonların şişirilmesine yaramıştır. Yani bankalara ve büyük yatırım
fonlarına aktarılan bu taze para reel sektör yatırımcılarına ulaşmamış, daha
ziyade finans piyasalarında yeni ve
büyük kârların yaratılması ve spekülatif kazançlar için kullanılmıştır.
Özellikle Fed, ECB ve BoJ gibi merkez bankaları eliyle yeni finansal balonlar
şişirilirken, özel yatırımlar çok düşük düzeyde kaldı. Böylece yeni, ama
eskisinden daha tahrip edici, bir finansal krizin fitili de ateşlenmiş oldu.
Bu arada Fed, Ekim 2014’te, para musluklarını kısma kararını (finansal
piyasalardan yaptığı aylık 85 milyar dolarlık menkul kıymet alımı uygulamasına
son verme) açıkladı. Beraberinde 2015 yılında faiz oranlarının da
yükseltileceğinin sinyalini verdi. Bu kararıyla kriz “yükselen ekonomiler” adı
verilen ve yabancı sermaye hareketlerine karşı son derece kırılgan olan
aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelere aktarılmaya başladı (Durmuş,
2015b: 189-190). Nitekim doların TL karşısında tarihsel olarak gördüğü zirvenin
bir nedeni de Fed’in bu kararıdır.
ECB ise düşük faiz politikasını sürdürürken, 1,1 trilyon avroluk yeni
bir miktarsal kolaylaştırmaya gidileceğini, bunun da Mart 2015’te (aylık 60
milyar avroluk tahvil alımıyla) başlayacağını açıkladı. Keza Japon Merkez Bankası
BoJ da mevcut miktarsal
kolaylaştırma politikasının, piyasadan alım oranının 750 milyar dolara kadar artırılması
suretiyle, genişletilerek sürdürüleceğini açıkladı (Durmuş, 2015b:190).
Bir başka açıdan,
Fed’in muslukları sıkma kararı enflasyon ve yeni bir finansal kriz endişesi
yaşayan egemen sınıflar arası bölünmenin, Avrupa ve Japonya’nın miktarsal
kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararı ise küresel kapitalist güçler
arasındaki çatışmanın daha da artacağının bir işaretidir.
Böylece, (vi) bu gelişmeler merkez bankalarını da birbirinden bağımsız olarak ele almanın yanlış olduğunu, dünyadaki merkez bankalarının kendi aralarında bir hiyerarşisinin olduğunu ve özellikle de TCMB gibi küçüklerin siyasal iktidara karşı sözde bağımsızlığı tartışılırken, Fed ve ECB gibi sistemin büyük aktörlerine karşı bağımlılık durumlarının göz ardı edilmemesi gerektiğini ve günümüzde ekonomik savaşların büyük ölçüde merkez bankalarının yürüttüğü faiz ve döviz kurları üzerinden de yürütüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu da bir bütün olarak merkez bankacılığına karşı kayıtsız kalınamayacağını göstermektedir.
Merkez
bankası bağımsızlığına eleştirel –radikal iktisattan bakış
Toplumsal ve doğal olay ve olgulara eleştirel bakış bu
olayları, olguları, düşünceleri var
oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik sistemin, üretim tarzının
iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ile açıklayan bir bakıştır. Bu
bakış altında doğadaki ya da toplumdaki
olaylar derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Bu çerçevede temel
amacı “parasal istikrarı sağlamak” olarak tanımlanan merkez bankalarını ve
onların bağımsızlığı konusunu yerli yerine oturtabilmek için öncelikle bu işin
merkezinde yer alan paranın ne olduğu ve hangi ihtiyaçtan doğduğuna, tarihsel
maddeci bir perspektiften bakılmak gereklidir.
Bu bakış açısı altında para, kısaca, satın aldığımız bir
şeyin, yani mübadele sürecinden geçen bir malın değerinin ölçümüdür. Aldığımız
bir malın ambalajının üstünde onun için harcanan emek miktarı yerine fiyatı,
yani parası yazar. Böylece para, gerçek hayatta, kapitalist
toplumsal ilişkilerin üzerine inşa edildiği bir unsur ve emek tarafından
yaratılmış toplumsal değerin ifadesidir. Değerin
parasal açıklaması ise fiyattır. “Fiyat, metada nesnelleşmiş emeğin para ile
ifade edilen adıdır” (Marx, 2011: 108). Para, böylece, metaların değerlerinin evrensel eşitleyicisidir.
Para tarihsel bir sosyal pratik aracılığıyla mübadele sürecinden geçerek
oluşmuştur. İçinde yaşadığımız toplumda herkesin birbiri ile takas yoluyla değişimde
bulunması pratik olarak imkânsız olduğundan, toplum evrensel bir değişim
değerine ihtiyaç duymuştur. Bunun adı paradır. Yani takasın neden olduğu
zorlukların bir sonucu olarak para ortaya çıkmıştır. Yüz yıldan fazla bir
zamandır, “evrensel değer eşitleyici” olarak sadece altın, para işlevi
görmüştür. Bir malın “şu kadar et, giysi vs değerinde” olduğunu söylemek yerine
altın miktarı ile söylemek daha işlevsel olmuştur. Bugün bu kâğıt para ile
hatta elektronik para ile sürdürülmektedir.
Rosenthal’a göre (Rosenthal, 1977:
118-122) Marx, burjuva ekonomi politiğini, hem paranın gerçek toplumsal
niteliğini kavrayamadığı, hem de paranın sermayenin dolaşım sürecindeki rolünü
de kavrayamadığı için eleştirir. Zira A. Smith’e göre, para meta değişiminde
sadece basit bir aracı idi. Smith’in anlamadığı şey paranın toplumsal niteliğiydi,
paranın kendi başına bir değer ifade ettiği ve kullanım değerleri dünyasında,
tüm diğer metalarla karşı karşıya olduğu bir düzenin metası oluşu idi. Smith,
paranın kullanım değeri ile değişim (meta) değerinin çelişkilerinin sonucu
olduğunu ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bir toplumsal üretimin
çelişkilerini ifade ettiğini anlamaktan çok uzaktı. Ricardo da bunu pek
kavrayamamıştı. Oysa meta üretiminin temel karakteristiği bireysel emek ile
soyut toplumsal emek arasındaki çelişkidir. Para, bu çelişkinin ortaya
çıkışının, dolayısıyla da meta ilişkilerinin büyümesinin bir ürünüdür. Smith ve
Ricardo bu durumu kavramış olmadıklarından, parada metalar dünyasına
yabancılaşan önemli bir biçimi görmezden gelmişler ve Marx’ın tanımına göre,
onu değişim eyleminin birliğini sağlayan
“anlık bir biçim” olarak ele almışlardır. Aynı zamanda paranın bir
ekonomik kriz yaratma imkânına sahip bulunduğunu da kavramamışlardır.
Buna karşılık Marx, değişim
olgusunun ortaya çıktığı andan itibaren buna eşdeğer biçimde ortaya çıkan
metanın doğasını yerli yerine oturtmuş ve değer biçimlerinin gelişmesini
izlemiştir. Meta üretiminin ve dolaşımının büyümesinin, basit ya da yalıtılmış
değer biçiminden, tam ya da gelişmiş değer biçimi haline gelişini, bunun genel
değer biçimi ve nihayet değerin para biçimi haline gelişini göstermiştir.
Kısaca Marx’a göre, para, “meta değerinin şeklini değiştirmiş bir biçimidir”
(Rosenthall, 1977: 121-122).
Kuşkusuz para içinden geçerek
geldiği beş yüz yıllık kapitalizm tarihinde evrime uğramış ve hala da oluşum
sürecini tamamlamamıştır. Bunun en somut örneği paranın 2008 finansal krizi
sırasında oynadığı rolde ortaya çıkmıştır[6].
Böylece, daha önce de belirtildiği
gibi, gelişim süreci içinde para; değer ölçüsü (metaların değerlerinin bir
ölçüsü olma), dolaşım aracı (metaların mübadelesinde aracı olma) ve değer
biriktirme aracı (servet gömülemesi, ödeme aracı olma ve evrensel ödeme aracı
olma (Marx, 2011: 133-147) gibi işlevlere sahip bulunduğu gibi, sınıflı bir
toplum olan kapitalizmde başkalarının emeğini mülk edinmenin bir aracı olduğu
ölçüde sınıfsal bir doğaya da sahiptir.
Yani para ve para sahipliği kapitalizmin bu sınıfsal bölünmüşlüğünü net
olarak yansıtır. Bu nedenden dolayı da bir ülkede uygulanan para politikaları,
faiz oranlarının belirlenmesi ve bu konudaki merkez bankalarının rolleri,
teknik bir tartışmadan ziyade sınıfsal bir tartışmanın konusunu oluşturur.
Ayrıca gerçek hayatta, genelde, bir
ülkedeki dolaşımda olan para miktarı üretilmiş olan mal ve hizmetlerin toplam
değerleriyle uyum içinde olmaz. Bu da ekonomide spekülasyon ve para
dolandırıcılığının önünü açar.
Keza bazen hükümetler kısa dönemli
sorunları aşmak için para basarlar. Ancak, bu durumda, piyasadaki malların
değerlerinin çok üstünde piyasada para varsa enflasyon ortaya çıkar ki, bu parayı
değersizleştirir. Ekonomiye giderek daha fazla para akıtılırsa, avronun son
aylarda yaşamakta olduğu gibi, para değerini yitirebilir ve hatta 1.Dünya
Savaşı sonrasında Alman markının durumu gibi tamamen değersiz kalabilir.
Paranın diğer bir görünümü olan kredi ise kapitalizmin çok önemli bir unsurudur, zira sistemin
kendi sınırlarının ötesinde büyümesini sağlar. Bunu yaparken de istikrarsızlığa
neden olur. Yani, kredi birikim sürecinin yağlayıcısıdır. Kredi sayesinde bir
kapitalist normal bir üretim sürecinin sonunu beklemeden yeniden yatırıma
girerek birikimini hızlandırır. Finansal krizlerde kredi kuruması yaşandığında
(2008 krizinde olduğu gibi) devletlerin sistemin işlemesini sağlamak için
ekonomiye taze para-kredi pompalamalarının nedeni budur.
Bu nedenle de Marx, bankacılık sistemini
ve krediyi, kapitalist sistemin kendi sınırlarının ötesinde büyümesinin ve aynı
zamanda da krizin ve üçkâğıtçılığın en etkili araçları olarak nitelemiştir
(Marx, 2011: 605-606, 644).
Buradan merkez bankalarının
bağımsızlığı konusuna gelirsek, düşünce olarak bu kavramın 1990’lı
yıllarda, egemen iktisat kuramında yaşanmakta olan neo liberal dönüşümü
yansıtacak şekilde, Gordon, Barro ve Rogoff
gibi ana akım iktisatçılar tarafından savunulduğunu görürüz. Ancak eleştirel
akımın temellendiği tarihsel maddeci bakış, düşünceden önce maddenin (burada
maddi koşulların) geldiğini ileri sürer. Bu perspektifle bu düşünceye neden
olan ekonomik ve siyasal koşulların neler olduğunun ortaya konulması gerekir.
Kapitalizmin, 1980’li yılların başından itibaren bazılarınca “geç
kapitalizm”[7] bazılarınca ama daha yaygın
bir biçimde “neo liberalizm” denilen bir aşamaya girdiği gözlemlenmiştir. Sistem,
1970’lerin başlarından itibaren içine girdiği ve yıllar sürecek ekonomik
durgunluğunu ve krizlerini aşabilmek ve böylece sermaye birikimini sürdürebilmek
için yeni bir birikim stratejisi uygulamasına geçmiştir. Bu döneme, küreselleşme, çok hızlanan finansallaşma,
özelleştirmeler, de regülasyonlar-serbestleştirmeler gibi yeni dünya düzeninin
politikaları ve uygulamaları damgasını vurmuş ve aynı zamanda Post-Fordist
dönem olarak adlandırılan bu dönemde ana akım iktisat teorisinde bir kırılma
yaşanmış ve devlet müdahalelerini savunan Keynesyen teori ciddi bir biçimde
gözden düşmüştür.
Bu gelişmelere paralel olarak sermaye üzerindeki
kontroller kaldırılmış, sermaye
istediği yere ve yöne hareket edebilme serbestîsine kavuşmuş, kapitalist
devletler küçültülüp daha kompakt bir hale getirilirken, aynı zamanda da
bunların özel yatırımların yönünü, koşullarını denetleyebilme imkânları ortadan
kaldırılmıştır. Politikacılar ve hükümetler seçmenlerdense, giderek sermayeye, piyasalara,
özellikle de tahvil-bono piyasalarına bağımlı olmuşlar ve Dünya Ekonomik
Forumu-Davos örneğinde olduğu gibi uluslar arası sermaye ulus devletlere kendi
şartlarını açıktan dayatmıştır.
Bu dönemde, egemen neo
liberal iktisat felsefesinin değişik versiyonlarının (Yeni Klasik İktisat, Arz
Yönlü İktisat, Rasyonel Beklentiler Okulu ya da Yeni Ekonomi Yaklaşımı) bağımsız merkez bankası savunusu, bu
görüşlerin Keynesyen iktisadın temellerinden olan Phillips Eğrisi’nin geçerliliğini reddetmesine dayanır. Yani onlara
göre, özellikle de kısa dönemde, enflasyon ile büyüme arasında bir çatışma ya
da ödünleşim mevcut değildir. İktisadi büyüme ve istihdam artışı sağlayabilmek
için yüksek enflasyon biçiminde bir bedel ödemek gerekli değildir. Böyle bir
ilişkinin var olmadığı 1990-2000 döneminde ABD ekonomisinde yaşanan “enflasyonsuz
büyüme” (Langdana, 2002:226-228) ile ispatlanmaya çalışılmıştır.
Böylece artık siyaset
alanının egemenlerinin büyüme için enflasyona katlanmalarına gerek yoktur,
merkez bankalarının asıl işi ise fiyat istikrarını sağlamak, yani enflasyonu
kontrol altına almaktır, enflasyon hedeflemesi yapmak ve istikrar altında
ekonominin büyümesine yardımcı olmaktır. Bunun için de merkez bankalarının
siyasi otoritenin baskılarından uzak, özerk ve bağımsız bir yapıya sahip
olmaları ve aldıkları kararların siyaset mekanizmasından etkilenmemesi gerekir.
Merkez
bankası bağımsızlığı gerçekte var olan bir şey midir ya da merkez bankası
gerçekten bağımsız olabilir mi?
Diğer yandan, uygulama
bize, ne politik, ne operasyonel ne de temel politikalarının oluşumu anlamında merkez
bankalarının gerçekte bir bağımsızlığının olmadığını göstermektedir. Örneğin en
gelişmiş örnek olan Fed “Kongre’nin yarattığı bir şeydir/ Creature of Congress”
(Wray, 2014). Kongre’nin günlük işlere yönelik politik baskılarından korunmuş
olsa da Fed, Kongre’nin arzusuna göre hareket eden, başkanı ve yöneticilerinin
devlet başkanı tarafından önerilip Kongre’ce atandığı, dönem sonu kârının yine
Hazineye aktarıldığı, Federal Hükümet’in bir bankası olduğu için de operasyonel
bir bağımsızlığının olmadığı bir kurumdur. Ayrıca son küresel krizde takındığı
tavır nedeniyle şeffaflığı, hesap verilebilirliği ve demokratik yönetişimi
sorgulanan bir kurumdur.
Fed, para politikası
araçlarının seçiminde bağımsızdır, ama nihai amacı Kongre tarafından
belirlenmiştir. Bu amaçlar; işsizlik, enflasyon ve büyüme olarak tanımlanmıştır.
Fed spesifik olarak enflasyon oranları ya da işsizlik oranlarını belirlemez
(diğer bazı merkez bankaları enflasyon ile ilgili aralıklar belirleyebilmektedir).
Bir anonim şirket
olarak kurulmuş olan T.C. Merkez Bankası da, her ne kadar kendine özgü bir
hukuki statüye sahip kılınmış olsa da, 1211 sayılı kuruluş kanununda bağımsız
bir idari otorite olarak nitelendirilmemiştir. Ayrıca şirketin hisselerinin % 51
‘i (A sınıfı hisseler) Hazineye yani merkezi devlet yönetimine aittir.
Azınlıktaki diğer hisseler ise ağırlıklı olarak ticari bankaların ve küçük bir
kısmı şirketlerin ve şahıslarındır.
Başkanın (Guvernör), beş yıllığına (ABD’de 14 yıllığına) Bakanlar Kurulu
tarafından atanması hükümetin ağırlığının bir diğer göstergesidir. Hemen her
türlü politika kararını almak ve uygulatmakla görevli bulunan Banka Meclisi’nin
altı üyesi üç yıllığına ve hisse dağılımına göre oluşan Banka Genel Kurulu
tarafından seçilirler. Keza icracı organ konumundaki Yönetim Komitesi’nin (Başkan
ve dört Başkan yardımcısı) oluşumu bütünüyle Başkan’ın önerisiyle (dolayısıyla
da hükümetin yönlendirmesi söz konusudur) gerçekleşir. Dört Başkan yardımcısı,
Başkan ve Banka Meclisi’nin üyeleri arasından seçilecek bir üye ve Başkan'ın
önerisi üzerine müşterek kararla atanacak bir üyeden oluşan Para Politikası
Kurulu ise para politikasının oluşturulması ve uygulanmasından, dolayısıyla da
faiz oranlarının belirlenmesinden sorumludur.
Hazine müsteşarı veya belirleyeceği müsteşar yardımcısı toplantılara oy
hakkı olmaksızın katılabilir. Bu tabloya bakıldığında, Bankanın karar ve
uygulama mekanizmasının hükümetin izlenecek para politikaları ile ilgili
taleplerine aykırı kararlar alabilmesi, ancak bugünlerde yaşandığı gibi, AKP Hükümetinin
geçmişteki ortaklarının büyük çatışmasının yansımasının bir sonucu olarak
gerçekleşebilir.
Uygulamaya
bakıldığında, merkez bankası bağımsızlığı söylemlerinin ülkenin içinde
bulunduğu ekonomik ve siyasal konjonktürle de yakından ilgili olduğu
görülmektedir. Örneğin enflasyonist eğilim ne denli yüksekse, merkez
bankalarını etkisizleştirme o denli maliyetli hale gelmekte ve bankaların
bağımsız davranmalarına izin verilmektedir. Keza, ülkede kamu borç stokunun
düzeyi ne denli yüksek ise merkez bankasını bağımsız bırakma eğilimi o denli
yüksek olmaktadır. Her iki durumda da aslında hükümetler sorumluluğu üzerlerinden
atmak ve işler daha da kötüleştiğinde bir günah keçisi ortaya koymak istemektedirler.
Ayrıca iktidardan düşme olasılığı arttıkça, mevcut hükümet, gelecekteki
hükümetin elini kolunu bağlamak için de merkez bankalarını bağımsız bırakmak
isteyebilmektedir (Eifffinger, Yakob De Haan, 1996).
Merkez
bankaları bağımsız olmalı mıdır?
Burjuva
demokrasilerinde, özellikle de 2008 krizi sonrasında neredeyse tek araç olarak
kullanılmakta olan ve kapsamı itibariyle trilyonlarca dolarlık bir kapsama
sahip bulunan para politikasının tek uygulayıcısının, sadece kendi ülkesinde
balonlar yaratan değil, azgelişmiş ekonomilerde de finansal kırılganlıklara,
sermaye kaçışlarına ya da balonların şişirilmesine neden olan politikaların
yürütücüsü konumundaki bankaların ve izledikleri para politikaları ile hem
üretim hem de bölüşüm ve istikrar üzerinde çok önemli etkilere sahip bulunan
azgelişmiş ülke merkez bankalarının demokratik olarak hesap sorulamazlığı söz
konusu olabilir mi?
Halk tarafından
seçilmişlerce değil, atanmışlarca yönetilen bir kurumun halkın doğrudan ya da
dolaylı denetiminden bağımsız olması en sıradan demokratik işleyişe bile
terstir, zira bu halde seçmene ya da halka hesap verme durumu söz konusu
değildir. Yani merkez bankası bağımsızlığı ile demokratik denetim ve hesap
verilebilirlik arasında bir çelişki mevcuttur, dolayısıyla da halkın doğrudan
ya da dolaylı denetimine tabi olmayan bir kurumun meşruiyeti tartışmalıdır.
Ayrıca bağımsız merkez
bankası özellikle de kriz dönemlerinde uygulanması gereken ve işsizliği
azaltıcı, gelir ve servet dağılımı eşitsizliklerini azaltıcı ve büyümeye odaklı
sosyal ve ekonomik politikalarla çatışabilir. Böylece siyasal iktidar emek
yanlısı güçler tarafından kontrol edilse dahi, bağımsız bir merkez bankası ve
bankacılık sistemi böyle bir iktidarın önünde ciddi bir engel oluşturabilir[8].
Bir başka anlatımla, özellikle de kriz
dönemlerindeki zorunluluklar, merkez bankalarının daha fazla denetlenmeleri
gerektiği düşüncesini haklı çıkartmaktadır (Pixley vd, 2013: 24- 32).
Merkez
bankası bağımsız olmazsa ne olur? Fiyat istikrarı (parasal istikrar) bozulur mu, enflasyon
yükselir mi, bütçe açıkları artar mı, ekonomik büyüme yavaşlar mı ya da hükümetler
ödeme güçlüğüne (temerrüde) düşer mi?
İlk
olarak, parasal istikrara kavuşmak için merkez bankası bağımsızlığı
ne yeterlidir, ne de gereklidir. Çünkü merkez bankası bağımsızlığı birçok para
politikası tasarımı aracından sadece biridir. Keza dışsal bir değişken değil,
içsel bir değişkendir, yasal, politik ve ekonomik sistemlerin farklılığına
bağlı olarak, bazı ülkelerde tercih edilmiştir. Ayrıca, her ne kadar merkez
bankası bağımsızlığının uygulandığı ülkelerde düşük enflasyon oranları
gözlemlenmişse de, bu uygulamanın endojenliği dikkate alındığında sözü edilen
bu korelasyon bize merkez bankası bağımsızlığı ile düşük enflasyon arasındaki
nedensellik konusunda her hangi bir şey söylememektedir.
İşin aslı fiyat
istikrarının sağlanması konusu kapitalist sistemin işleyişinin temel kuralı
olarak merkezde yer aldığından, merkez bankası gibi kuruluşlar bu kuralın
olumsuzlamasının ya da inkârının tipik bir örneğini oluştururlar.
Bağımsız bir merkez
bankasına sahip ülkelerde, ceteris paribus, enflasyon oranının daha düşük
seyrettiği gözlemlenmiştir. Nitekim 1988-1996 tarihleri arasında literatürün en
önde gelen iktisatçılarınca toplam 28 çalışma yapılmış; toplam dokuz yöntem
kullanılmış (AL, BP, EMP, ES, GMT, LVAU, LVAW, QVAW, TOR); en az dokuz, en çok
74 ülke incelenmiş ve sonuç olarak 15 çalışma; merkez bankası bağımsızlığı
arttıkça enflasyon oranının düştüğünü ortaya koymuştur. Buna karşılık bu
ilişkinin sadece gelişmiş ülkelerde geçerli olduğu, azgelişmiş ülkelerde ise
geçersiz olduğu görülmüştür. Diğer iki çalışmaya göre ise enflasyon ile merkez
bankası bağımsızlığı arasında her hangi anlamlı bir ilişki mevcut değildir.
Ancak ilişkinin anlamlı olduğu bu ülkelerde dezenflasyon maliyetlerinin daha az
olduğunu ortaya koyan bulgular mevcut değildir. Tersine merkez bankası bağımsızlığı
yüksek dezenflasyon maliyetleriyle birlikte yürümektedir (Eifffinger, Yakob De
Haan, 1996).
İkinci
olarak, birçok deneye dayalı çalışma merkez bankası bağımsızlığının
ekonomik büyüme ve istihdamı geliştirmediğini ortaya koymaktadır. Örneğin
yukarıda anılan çalışmalardan dokuz tanesine göre merkez bankası bağımsızlığı
ile ekonomik büyüme ya da istihdam artışı arasında doğrusal bir ilişki mevcut
değildir. Bir çalışmaya (De Long) göre, diğer faktörler kontrol altında
tutulduğunda pozitif bir ilişki vardır. Üç çalışma ise bağımsızlığın ortadan
kalkma riski olduğunda, büyümenin yavaşlamakta olduğunu ortaya koymuştur (Eifffinger,
Yakob De Haan, 1996).
Aynı araştırmada, dört çalışma,
merkez bankası bağımsızlığı ile faiz oranları arasında bir ilişkinin mevcut
olmadığını, bir çalışma, ilişkinin olmadığını, ancak merkez bankası bağımsız
olduğunda faiz oranlarının çok az değiştiğini ve bir çalışma ise bağımsızlık
ile bütçe açığındaki değişim arasında önemsiz bir ilişki, ama düzey
değişiklikleri arasında ciddi bir ilişkinin var olduğunu ortaya koymuştur (Eifffinger,
Yakob De Haan, 1996).
Merkez
bankası uluslar arası finansal piyasalar / kuruluşlar ilişkisi
Mevcut durumda,
özellikle de Türkiye örneği göz önüne alındığında, faiz oranlarının
belirlenmesi işi, bağımsız olması gerektiği ileri sürülen merkez bankalarının neredeyse
tek işi haline gelmiştir. Diğer taraftan siyaset
kurumlarından bağımsız olarak faiz oranlarını belirleyebilmesi gerektiğine
inanılan merkez bankaları ve faiz mekanizması gerçekten bağımsız mıdır? Yani
faiz oranlarının belirlenmesi işi her
türlü ekonomik-sosyal- siyasal ve sınıfsal mülahazanın ötesinde teknik bir konu
mudur?
Gerçekler bunun böyle
olmadığını ortaya koymaktadır. Bunun somut örneği küresel finansal piyasaların
pusulası konumundaki Libor (London Interbank Offer Rate) ve bununla ilgili 2012
yılında patlak veren bir uluslar arası skandaldır.
Libor, Londra bankalar
arası borçlanma piyasasında, bankaların teminatsız borç verme karşılığında
talep etmiş oldukları faiz oranlarıdır. Her
gün saat 11.00’ de 18 büyük bankanın oluşturduğu bir panelin, 10 ulusal para ve
15 kısa vadeli bonoyu temel alarak hazırlayıp önerdikleri birbirlerinden borç
alma faiz oranlarına ilişkin tekliflerinin Thomson
Reuters tarafından toplanıp, en yüksek ve en düşük % 25 teklifin dışarıda tutularak ortalama
oranların hazırlandığı ve Britanya Bankalar Birliği’nce (BBA)
bir haftalık gecikme ile sitesinde yayımlanan küresel çapta kısa vadeli faiz
oranlarının belirlenmesinde en önemli referans olarak alınan oranlardır (toplamda
150’yi bulan bu oranların en önemlisi üç aylık dolar Libor’dur).
Libor’un kökleri özel
finansal akımların uluslararası para sistemi içinde adeta patlama yaptığı
1970’li yıllara, yani neo liberalizmin doğduğu yıllara kadar uzanır. İngiltere’de 1986 yılındaki “Bing Bang
Reformları” olarak anılan finansal sektöre yönelik reformlar bu mekanizmanın
ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. O yıl İngiliz Bankalar Birliği
bankaların birbirlerinden borç aldıklarında uyguladıkları faiz oranları ile ilgili
bilgiyi paylaşma zorunluluğu getirmişti. Böylece ortalama bir faiz oranı
belirlenebilecekti. Ekonominin durumu iyi ise bu oran düşük, kötü ise yüksek
olacaktı.
Ancak Libor, sadece
bankaların birbirlerinden borç alma oranlarını değil, yani bankacılık
sisteminin borçlanma, fon toplama maliyetini değil, keza böylece sadece tüm dünyada
bireylerin ve şirketlerin kullandıkları krediler için, kredi kartlarından
yaptıkları harcamalar için ödedikleri ya da tasarruf sahiplerinin tasarrufları
için aldıkları faizlerin oranlarını belirlememektedir Aynı zamanda 800 trilyon
dolarlık uluslar arası finansal işlemlerin de dayanak noktası haline gelmiştir
(The Economist, 2012).
Bir başka anlatımla Libor,
trilyonlarca dolarlık işlem hacmine sahip olan türev enstrümanların
fiyatlandırılmasında referans faiz oranı olarak kullanılmaktadır. Böylece
mortgage kredileri ya da bireysel krediler üzerinden çıkartılan menkul
kıymetlerin bu şekilde belirlenen değerleri (fiyatları) sayesinde finans
kapital çok büyük çapta gelir elde ederken, bu kredileri kullananlar, borçlular
ciddi oranda bir sömürüye tabi tutulmaktadırlar.
Öyle ki dünya çapında birçok
banka Libor’u kendi tüketici ve kurumsal kredi oranlarını belirlerken kullanmaktadırlar.
ABD Commodities Futures Trading Commission’a göre, trilyonlarca dolarlık menkul
kıymet ve otomobil ya da konut kredisi Libor ile bağlantılıdır. Libor
arttığında bu borçların faiz ödemeleri de artmakta, düştüğünde düşmektedir.
Ayarlanabilir eşik mortgage oranlarının % 45’i ve eşik altı mortgage
oranlarının % 80’i ve değişken faiz oranlı öğrenci kredilerinin yarısı Libor’a
bağlı olarak belirlenmektedir (Alessi, Sergie, 2013).
Aslında Libor, pek çok
değişken faiz oranlı finansal ürün konusunda olduğu kadar, küçük ve orta ölçekli bankaların
borç almak istediklerinde başvurdukları eurodolar piyasalarındaki borçlanma
oranlarına da referans oluşturan temel oranlardır.
Bilindiği
gibi eurodolar hesapları, petrol ihracatçısı ülkelerin bu satışlardan elde
ettikleri dolar cinsinden gelirlerini Avrupa’da dolar cinsinden tuttukları
hesaplara verilen addır. Birçok banka daha ucuz oranlarda borçlanabilme umuduyla
yurt dışındaki bu hesaplara başvurur.
Libor, Londra interbank piyasasında eurodolar cinsinden borçlanmalarda
başvurulan en etkili oranlardır. Yani böylece eurodolar örneğin, ABD’de
bankaların birbirlerinden kısa vadeli olarak teminatsız olarak
borçlandıklarında uyguladıkları faiz oranından sunulan federal fonlarının ikamesi haline gelir.
Bu
nedenle de Libor ve Fed’in temel faiz oranları arasında genelde bir paralellik
mevcuttur. Bunlar aşağı yukarı aynı seviyelerde hareket ederler.
Son on yıllık dönemde bu paralel gidişin tek istisnası 2008 krizi olmuş ve
2007-2009 yılları arasında iki oran arasında sapma ortaya çıkmıştır. Kriz sırasında borçların geri ödenmesine
ilişkin güvenin yitmesi Libor’un yükselmesine neden olurken, Fed’in izlediği
genişletilmiş para politikaları fon faiz oranının düşmesine neden olmuş ve
oranlar farklılaşmıştır (Kurt, 2012; Foxman, 2012).
Buradan
çıkan sonuç, Fed temel faiz oranı ile Libor’un birbirini karşılıklı etkilemekte
olmasıdır. Aşağıda da görüleceği gibi Libor, teoride iddia edildiği gibi
piyasanın serbest rekabetçi güçlerince ya da tamamen iktisadi güçlerle
belirlenmediği gibi, Fed temel faiz oranları da sadece teknik olarak belirlenen
bir konu olma durumunun çok ötesinde bir özelliğe sahiptir.
2012 yılında ABD,
İngiltere ve AB’deki denetleyici kurullar tarafından yapılan incelemeler
sonucunda aralarında dünyanın yedinci büyük bankası olan Barclays Bank’ın da
bulunduğu dünyanın toplam 20 önde gelen bankasının, Libor oranlarının
belirlenmesinde sistematik olarak manipülasyon yaptıkları ve hileli oranlar
belirledikleri ortaya çıktı. İngiliz Merkez Bankası Bşk.Yrd. Paul Tucker’in ortaya
çıkan ses kaydına göre Merkez Bankası, Barclays Bank’tan Libor oranlarını
aşağıya doğru revize etmesini, iş ortağı bankaları ve ülkeleri panikletmemek
için, istemişti. Sonrasında Citibank, J.P.Morgan ve Bank of
America ile ilgili soruşturmalar başlatıldı.
Bu incelemelerin
sonucunda bankalara kesilen cezaların toplamı 6 milyar doları aştı. En çarpıcı
örnek olarak, bir başka faiz oranı manipülasyonu (Euribor- Euro Interbank
Offered Rate[9])
nedeniyle de ayrıca cezaya çarptırılan Barclays Bank 2005 ve 2009’da yaptığı
faiz oranı manipülasyonları yüzünden 453 milyon dolarlık bir para cezasına mahkûm
edildi. 2013 Kasım ayına gelindiğinde RBS, UBS, Rabobank ve İngiliz broker ICAP
toplamda 3,7 milyar doları aşan bir ceza ve Deutsche
Bank, JP Morgan ve Societé Générale 2,3 milyar dolarlık para
cezaları ve bazı bankacılar hapis cezalarıyla karşı karşıya kaldılar (Alessi, Sergie,
2013)[10]. Tüm
sektörün karşılaşacağı para cezalarının ise 8,7 milyar doları bulacağı ve bunun
AB bankalarının yıllık gelirlerinin % 10’unu oluşturduğu ileri sürülmektedir
(Vaughan, Finch, 2013).
Libor skandalı, bunun
bir hata ya da düzenleyici kuruluşların dikkatlerinden kaçan bir şey olmadığını
ortaya koydu. Bu sistemik bir sahtekârlıktı ve bunun aktörleri faiz oranlarını
tespit eden çete gibi çalışan bankalardı, kilit roldeki devlet görevlileriydi
ve sahtekârlığın farkında olan düzenleyici kuruluşlardı (Wolf, 2012). Merkez
bankaları Libor’daki bu gelişmelerin farkındaydılar ve bunun olmasına göz
yumdular. Zira bankalar ne denli büyük olursa merkez bankaları kendilerinin o
denli güçlü hissetmektedirler. Bunun için ticari bankalara göz yumdular.
Böylece, bankacılık sisteminin denetimden sorumlu merkez bankaları büyük
bankaların kuklaları oldular (Gilani, 2012).
Libor’un 1980’lerde, önce
Avrupa’daki eurodolarların bankalarca standart bir yatırım ürünü haline
getirilmesinin, böylece de finans kapitalin birikiminin önünün daha da açılmasının
bir yolu olarak kullanılması, 1990’lardan itibaren ise pek çok finansal aracın
kendine peg edildiği (sabitlendiği) önemli bir faiz referans oranı haline gelmesi,
böylece uluslararasılaştıkça resmi bir güven oluşturarak büyük merkez
bankalarının temel politika faiz oranlarının ikamesi haline gelmesi, skandalda
yer alan bankaların başından bu yana bilerek bu manipülasyonun temel aktörü
olmasını sağlamıştır. Eğer Libor kendi lehlerine hareket ettiğinde türev
araçlardan milyarlar kazanacaklarsa, bu oranlar ona göre belirlenmekteydi. Bu
nedenle de türev araç ve yatırımların kaymağını yemek için Libor oranları
baskılandı. Finansal kriz sırasında
ise bu kez bilançolarının sağlam olduğunu göstermek ve müşterilerine güven
tesis edebilmek için bu oranları manipüle ederek borçlanma maliyetinin altında belirlendi.
Libor üzerine yapılan
akademik araştırmalar, neo liberallerin iddialarının tersine, Libor oranlarının
arz ve talep ile oluşmadığını, bankaların kendi çıkarları doğrultusunda hileli
bir biçimde oluşturulduğunu ortaya çıkartmıştır. Yani Libor, uydurulmuş ve
hileli oranlardı ve piyasa güçleri ya da görünmez el tarafından değil, Libor’u
belirleyen seçkin bankaların gücü ve vulger özçıkarlarınca belirlenmekteydi
(Graham, 2013).
Bir başka anlatımla
ortaya atıldığı andan bu yana Libor anlaşmalı bir olaydır. Serbest rekabet
içinde oldukları ileri sürülen piyasalar tarafından belirlenmiş oranlar değil,
daha ziyade paranın fiyatını belirleyen ve diğer küçük bankaları, şirketleri ve
hatta devletleri bile bu durumu kabul etmeleri için baskılayan finans kapital
gruplarının oluşturdukları bir projedir.
Diğer taraftan Libor
sadece dolandırıcılıkla açıklanabilecek bir şey değildir. Konuya sadece bir
komplo teorisi çerçevesi içinde bakıldığında faiz oranlarının ya da finansın
politik ekonomisini tam olarak anlayabilmek mümkün olmaz.
Faiz
oranlarının sermaye sınıfının, servetin sosyal üretiminde kullandıkları
imtiyazlı araçlardan biri olduğunun altını çizmek gerekir.
Zira Libor dışında, genel olarak diğer faiz oranları da, serbest rekabet
piyasalarında olduğu kabul edilen ve hiçbir tek bankanın ya da borçlunun
koşulları belirleyemediği bir rekabet ortamında oluşmazlar. Fiili üretim
tarafından değil, krediye olan talep ve
buna yönelik arzca belirlendiklerinden ayrıca irrasyoneldirler. Oluşumları
sırasındaki kartelci gizli anlaşmalar, güç ve etki kullanımı
daha ziyade genel bir norm oluşturmuştur.
Finansın tarihi faiz
oranlarındaki farklılığın nasıl oluştuğunu kanıtlayan sayısız örnekle doludur.
Faiz oranlarının üretiminde her zaman büyük bankaların, devletlerin ekonomi
politikalarının, savaşların ve merkez bankalarının kararlarının çok önemli
rolleri olmuştur. Özellikle çok güçlü sermaye grupları ve devlet bürokrasisi,
serveti kendilerine doğru akıtmak yönünde ekonomileri sabote etmek için komplo
kurabilmiştir. Bu, faiz oranlarını aşağıya ya da yukarıya sıçratan dışsal makro
ekonomik faktörlerin olmadığı anlamına gelmez. Büyük bankalar gibi çok güçlü
ekonomik ajanların dahi uymak zorunda kaldıkları ya da çaresiz kaldıkları
kısıtlar söz konusu olabilir. Ama adil
bir biçimde faiz oranlarının oluştuğu bir piyasanın olduğu, Libor’un ise bunun
ihlali olduğunu söylemek yanlış olur. Libor skandalı, faiz oranlarını kilit
anlarda aşağı yukarı sıçratacak kadar güçlü olanların servet biriktirmesinin en
son örneğidir (Sturr, 2012).
Sonuç
yerine
Her ülkede uygulanan
faiz oranları ülke ekonomisinin ve siyasetinin kendi durumunu yansıttığı kadar,
uluslar arası düzeyde yukarıda açıkladığımız, manipülatif mekanizmalarla da belirlenmektedir.
Yani faiz oranı ana akım iktisat teorisinde ileri sürüldüğü gibi, sermayenin
gelecekteki getirisince yönetilmemektedir. Muhtemelen trilyon dolarlık finansal
araç ticaretinde ortaya çıkacak gelecekteki spekülatif kâr ve zararın
belirlenmesiyle ilgilidir. Bu anlamda merkez bankalarının ya da siyaset
mekanizmasının bir ülkede uygulanacak olan faiz oranları üzerindeki etkilerinin
derecesi tartışmalıdır. En iyi ihtimalle bu etki kısmidir.
Merkez bankalarının
siyaset kurumlarından bağımsız bir biçimde para politikaları ve bunun en önemli
araçlarından olan faiz politikalarını belirlemeleri anlamına gelen “merkez
bankası bağımsızlığı” bono-tahvil piyasalarına yatırım yapanların
yatırımlarının getirilerinin erimesini önlemek için getirilen bir garanti niteliğindedir. Bu kavram
altında tüm sosyal politikalar
bono-tahvil piyasaları gibi finans kapitalin en önemli unsurlarının izin
verdiği ölçü ve biçimde uygulanabilir. Öyle ki, bu piyasalar, sosyal
güvenlik harcamalarının enflasyonist etkiye yol açmayacağı, böylece de finansal
yatırımların uzun vadede getirilerini olumsuz yönde etkilemeyeceği hususunda
tatmin edilmelidirler. Bu kavram ayrıca, küresel çaptaki sermaye mobilitesinin
doğrudan ya da dolaylı etkilerinin çok büyük boyutlarda olduğunun da kanıtıdır.
Kapitalist toplum
sınıflı bir toplumdur ve böyle bir toplumda tüm ekonomik ilişkiler
çatışmalıdır. Böyle bir sınıfsal çatışma ve karşıtlık durumu üst yapı
kurumlarına da yansır. Nasıl ki devlet, mahkemeler, kolluk güçleri, din vb
böyle bir çatışmalı durumun dışında kalamıyorsa merkez bankaları da bu sınıfsal
çelişkilerin neden olduğu ekonomik çatışmaların dışında kalamaz.
Tam tersine, tarihsel
olarak kapitalist paranın yaratılmasında merkezi bir rol oynamış merkez
bankaları toplumsal sınıflar, gruplar ve çıkarlar arasındaki kök salmış
çatışmalar karşısında hep taraf olmuşlardır.
Aldığı kararlarda belli baskılara uğramışlardır, ama sonuçta aldığı
kararlar mutlaka belli sınıflara fayda, diğerlerine ise zarar vermiştir.
Merkez bankasının bağımsızlığının
savunulması onların yeniden özelleştirilmesi anlamına da gelir. Özelleştikçe bu
kurumun aklı giderek finansal piyasalarca ele geçirilir ve kumandası bu
piyasalarca yapılır. Merkez bankası bağımsızlığı, bu kurumların halka hesap
verme sorumluluklarının ortadan kalkarak finansal kapitalin, finansal
kurumların ve piyasaların örtülü bir biçimde hegemonyası altına girmesi
anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak, ne
siyaset kurumlarının kendi kısa vadeli ihtiyaçlarına göre faiz oranlarının
belirlenmesi için merkez bankasının doğrudan bu kurumların emrine verilmesi ne
de siyaset kurumlarından bağımsız ama uluslararası finans piyasalarına bağımlı
olarak politikalar uygulayan ve sırtını toplumun bütününe dönmüş olan bir
merkez bankası bağımsızlığı savunulmalıdır.
KAYNAKÇA
Alessi, Christopher,
Sergie,Mohammed Aly, 2013, “Understanding the Libor Scandal”, http://www.cfr.org/united-kingdom/understanding-libor-scandal/p28729, (5
December 2013).
Aren, Sadun, 1984, 100
Soruda Para ve Para Politikası, Gerçek Yayınevi, 100 Soruda Dizisi: 51.
Bailey, J. Stephen, 2002,
Public Sector Economics: Theory, Policy
and Practice,2nd Edt., Palgrave.
Bank for International
Settlements (BIS), 2014, Annual Report,
(1 April 2013–31 March 2014).
Begg, David, Fisher, Stanley and
Dornbusch, Rudiger, Economics, 2003,
7th Edt.,The McGraw Hill –Hill Companies.
BNP Paribas, 2015, “Global Weekly EM Strategy Plus” Turkey: Escalating geopolitical risks, (27
November 2015).
Commerzbank,
EM Briefing, 2015, “Turkey- The New Government’s Plan”, ( 27 November 2015).
Çolak, Ömer Faruk, 2007, “Merkez Bankası ve Para Politikası”, İktisada Giriş (Edt. Ömer Faruk Çolak, İbrahim Tokatlıoğlu),
Gazi Kitabevi.
Durmuş, Mustafa, 2003, Maliye
Politikaları, Teori ve Uygulamalarının Değerlendirilmesi, Yaklaşım Yayınları.
Durmuş, Mustafa, Kapitalizmin Krizi, 2013, 4. Baskı,
Gazi Kitabevi.
Durmuş, Mustafa, 2015a, “Konut
desteği: Ev alana mı, finansal sermayeye mi?”, http://siyasihaber.org,
(3 Şubat 2015).
Durmuş, Mustafa, 2015b, “21.Yüzyılın üçüzleri: İktisadi kriz, Yeni
bir paylaşım savaşı ve otoriterleşme”, Yaşayan
Marksizm, Yıl 3/Sayı 3, (Şubat 2015).
Eifffinger, Silvester, Yakob De
Haan, C.W. 1996,“The Political economy of Central Bank Indipendence”, Princeton University Special Papers in
International Economics, (19 May 1996).
Fed, 2015, “What is the purpose of the Federal Reserve System?”, http://www.federalreserve.gov/faqs.
Foxman, Simone, 2012, “Why
Central Banks May Never Allow LIBOR To Be Fixed”, http://www.businessinsider.com, (10 August 2012).
Gilani, Shah,
2012, “It's Not Libor Stupid, Central Banks Are The Problem”, http://www.forbes.com, (7 June 2012).
Graham, Darwin Bond,
2013, “LIBOR: Viewing the Biggest Financial Crime in History”, http://www.counterpunch.org, (26 February 2013).
Hesse, Martin, Seith, Anne, 2013, “Feeding the Bubble Is the
Next Crash Brewing?”, http://www.spiegel.de, (12 March 2013).
Kurt, DanielWhat
Is The Relationship Between The Federal Funds, Prime And LIBOR Rates?”, http://www.investopedia.com, (5 June 2014).
Langdana , Farrokh K., 2002, Macroeconomic
Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Kluwer Academic Publishers.
Marx,Karl, 2011, Kapital-
Ekonomi Politiğin Eleştirisi, 1. Cilt, (çevirenler: Mehmet Selik, Nail Satlıgan,
2. Basım, Yordam Kitap.
Marx, Karl, Engels, Frederick, 1977, “The Civil War in France”, Karl Marx and Frederick Engels, Selected Works II, Progress
Publishers, Moscow, Fourth Printing,
1977,içinde.
Morgan Stanley Reaearch, 2015, “2016 CEEMEA Economic
Outlook - From Politics to Geopolitics”,( 29 November 2015).
Nordhaus, D. William,
1975, “ The Political Business Cycle”, The
Review of Economic Studies, Vol. 42. No.2.
Pixley,Jocelyn, Whimster,
Sam , Wilson, Shaun, 2013, “Central
bank independence: A social economic and democratic critique”, The
Economic and Labour Relations Review.
Rosenthal, M., 1977, Kapital’de Diyalektiğin Sorunları,
(çeviren: Yurdaer Erşan), Yücel Yayınları.
Rutherford, Donald, 2002, Routledge
Dictionary of Economics, Second Edt.,Routledge.
Sturr, Chris, 2012, “Libor,
Swaps, and the Inherently Political Nature of Interest Rates”, http://dollarsandsense.org, (3 August 2012).
The Economist, 2012, “The
rotten heart of finance, A scandal over key interest rates is about to
go global”, http://www.economist.com, (7 July 2012).
Ünsal,Erdal M., 2000, Makro
İktisat, 3.baskı, İmaj yayıncılık.
Vaughan Liam, Finch, Gavin , 2013, “Libor Lies Revealed in Rigging of $300 Trillion Benchmark”, http://www.bloomberg.com, (6 February 2013).
Wolf, Naomi, 2012, “This
global financial fraud and its gatekeepers” , http://www.theguardian.com,
(14 July 2012).
Wray, L. Randall, 2014, “Central Bank Independence: Myth and
Misunderstanding”, Working Paper No. 791, (March 2014).
[1] Doç.
Dr., Gazi Üniversitesi İİBF, Maliye Bölümü Öğretim Üyesi
[2]
Türkiye’de 1998 yılından bu yana Hazine’nin Merkez Bankası’ndan bu tür bir
emisyona neden olan kısa vadeli borçlanması yasaklanmış durumda.
[3] Bu, banka vadesiz mevduatındaki
bir artışın sistem içinde yaratacağı toplam mevduat değişikliğini gösterir ve
formülü şöyledir: ΔTd =
(1/rd)
x ΔTr. Burada ΔTd: Toplam vadesiz mevduat değişimi,
rd: Kanuni karşılık oranı ve ΔTr: Mevduattaki değişim. Örnekteki gibi başlangıç mevduatı = 100 lira,
kanuni karşılık oranı = % 20 ise, mevduattaki toplam artış = 100 x 1 / 0.20 =
500 lira olacaktır.
[4] M (para
stoku) = m (para çarpanı) x MB (parasal taban).
MB = R (rezervler)+ C (nakit). Böylece para çarpanı, para arzının parasal
tabana oranıdır ve 1’den büyüktür.
[5] Diğer taraftan Keynesyenlere göre bu denklem
yeterince açıklayıcı değildir. Onlara göre, her şeyden önce toplam talep, (P)
ile ölçülen ortalama fiyatlarla değil, nispi fiyatlarla belirlenir. Ayrıca
denklemde faiz oranına yer verilmemiştir. Oysa faiz para talebi açısından çok
önemlidir. Örneğin faiz oranlarında bir artma beklentisi bono ve tahvil
fiyatlarının düşmesine neden olacak ve böyle bir durumda sermaye kaybına
uğrayacaklarını düşünen insanlar bono ve tahvil almak istemeyecekler ve böylece
para arzındaki bir artış reel harcamaya dönüşmeyerek boşlukta kalacak ve
enflasyon oluşmayacaktır. “Likidite Tuzağı” adı verilen bu durumda para
arzındaki (M) bir artış (V)’deki bir azalmayla telafi edilecektir. Böylece de
uç bir durum olsa da para arzındaki her artış enflasyona neden olmayacaktır,
zira M,V,P,T birbirinden tamamen bağımsız değildir ve ayrıca (T) sadece tam
istihdam koşullarında sabit kabul edilebilir (Bailey agk.,s. 90). Keza M. Roberts’e göre miktarsal kolaylaştırma
politikalarının da teorik arka planında yer alan bu teori işe
yaramamıştır. Çünkü kriz sonrasında, bu
politikalarla para miktarının (M) devasa artırılmasına rağmen, ne enflasyon (P)
ne de hâsıla (T) kıpırdamamıştır. V ise
düşmüştür. Bu da şunu doğrulamaktadır:
Piyasada paraya ya da krediye olan talep, para arzının sürükleyicisidir,
yani para arzı, paraya talep yaratmamaktadır. İktisadi faaliyetler yavaş
olduğunda para talebi de düşük kalmaktadır.
Uygulamada, ekonomiyi büyütemeyen trilyonlarca dolar bankacılık
sistemine akmış, orada bilançoların toparlanması ve karların restorasyonu için
kullanılmıştır. Finansal varlıklara akıtılarak büyük çaplı balonlar şişirilmiş
öyle ki hem devlet tahvillerinin, hem de özel sektör menkul kıymetlerinin,
borsanın değerleri yetmiş üç ayda rekor seviyelere ulaşmıştır. Diğer yandan
finansal piyasaların patlaması reel sektörün canlanmasını sağlamamış, hatta
gerilemesine neden olmuş ve sonuçta da bu varlıkları ellerinde tutan en zengin
yüzde 1 bu işten kazançlı çıkmıştır. Bkz. http://thenextrecession.wordpress.com.
[6] Paranın
bu yeni işlevi için bkz. Durmuş,2013, , IV. Bölüm: 155-166.
[7] “Geç
Kapitalizm” kavramı her ne kadar 20.Yüzyılın hemen başında Werner Sobart
tarafından ortaya atılmış olsa da, asıl olarak 1960’larda, Neo Marksist
Frankfurt Okulu’nun kurucularından olan Theodor Adorno tarafından “sanayi
toplumu” kavramına bir alternatif olarak kullanılmıştır. Ernest Mandel ise1972 tarihinde yazdığı doktora tezi
ile kavramı popüler hale getirmiştir.
[8] Marx, Paris Komünü’nü
değerlendirdiği “Fransa’da İç Savaş” adlı çalışmasında, iktidarı ele geçiren
Komünün ordu dâhil devletin diğer kurumlarını dağıtırken, Fransız burjuvazisinin Versay Hükümetini
Komüncülerle barış yapmak için baskılayabilecek bir araç niteliğinde olan
dönemin merkez bankası konumundaki Fransız Bankası’na hiç dokunmamasını politik
bir hata olarak nitelemiştir. Bkz. Karl Marx, Frederick
Engels, “The Civil War in
France”, Karl Marx ve Frederick Engels, Selected Works II, Progress Publishers, Moscow, Fourth Printing, 1977,içinde s. 186.
[10] Aslında son beş yıldır
yapılmakta olan küresel çaptaki Libor usulsüzlüğünün sektörün “Tütün Momenti”
kadar büyük çapta olduğu ileri sürülmüştü. Tütün Momenti (Tobacco Moment) ise 1998 yılında Amerikan
Tütün Sanayinin yapmış olduğu usulsüzlükler nedeniyle çarptırıldığı ve 200
milyar dolarlık cezayı anlatan bir mahkeme kararıdır.