26 Eylül 2020 Cumartesi

Kur artışı devlet borcunu katlıyor, ekonomik toparlanmayı önlüyor

Kur artışı devlet borcunu katlıyor, ekonomik toparlanmayı önlüyor

Mustafa Durmuş

26 Eylül 2020

Perşembe günü Merkez Bankası politika faizini 200 puan artırınca, dolar önce 7,70’den 7,55’e kadar geriledi, sonra hızla toparladı ve aynı gün içinde 7,64’e kadar yükseldi. Dün de Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu yurtiçindeki bankaların yurtdışıyla yaptıkları dolar /TL para takası işlemlere getirdiği sınırlamayı gevşetti, limitleri artırdı. Kararla beraber dolar / TL kuru 7.62 seviyesinden 7.51 seviyesine kadar geriledi, ardından tekrar yükselişe geçti ve dünü 7,66 civarında kapattı. Yani kur geriletilemedi.

Biz bu filmi daha önce defalarca gördük. Bu müdahaleler sadece büyük spekülatörlere yarıyor. Yani kur 7,70’in üzerinde iken doları bozdurup ertesi gün kur 7,51’e düştüğünde tekrar döviz alan büyük çapta dolar zenginlerinin serveti durduk yerde artıyor.

Spekülatörler servetlerini büyüttü

Elinde birkaç yüz, hatta birkaç bin dolar bulunduran birinin bu faiz artırımından fayda sağlaması çok zor zira doların alım ve satım fiyatları arasındaki fark zaten 15-20 kuruştan az değil. Yani bozdursa bile ertesi gün düşük fiyattan tekrar alabilmesi neredeyse imkansız.

Bu yüzden de ancak bankalarda büyük çapta dolar mevduatı olanlar ya da yastık altında büyük çapta doları olan spekülatörler kendilerine sunulan “uygun” bir kurdan bozdurup, yine “uygun” bir kurdan yeniden dolar alabilirdi, öyle de oldu.

Birçok iktisatçının benimsediği gibi, ben de bu tür faiz operasyonları ve diğer müdahaleler için fazlasıyla geç kalındığı (hele ki Moody’s ve Fitch gibi rating kuruluşlarının son raporlarından sonra), kuru belli bir düzeyde tutma işinin iyice zorlaştığı görüşündeyim.

Dövize olan talep düşmez

Yurttaşların dövizden çıkarak TL’ye dönmeleri için onlara güven verecek tabiri caizse süper gelişmelerin olması gerekiyor. Kaldı ki çok büyük miktarda kısa vadeli dış borcun varlığına karşılık Merkez Bankası rezervlerinin erimiş olduğu gerçeği, döviz cinsinden büyük çapta borcu olan ve bu ödemelerinin de vadesi gelen ya da yaklaşan şirketleri piyasadan döviz toplamaya zorluyor.

Üstelik KGF aracılığıyla pompalanan kredileri alan bir kısım insan ucuza aldığı kredileri döviz satın almada kullandı. TL cinsinden mevduat faizlerinin son faiz artırımına rağmen resmi enflasyon oranının altında kalması da dövize yönelimi artırıyor.   Yani dövize olan talebi artıran nedenler var. Bu da kurun daha da yükseleceğinin bir kanıtı. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli oluyor. Kısaca tren kaçtı artık. Salgınla mücadelede ve dış politikada olduğu gibi, ekonomide de, para politikalarında siyasal iktidar sınıfta kaldı.

Dövizdeki bu tırmanışla ilgili söylenecekler bu kadar mı? Yani kurdaki yükselişin enflasyonu tırmandırması, hayatı emekçiler için daha da pahalı hale getirmesi, ithalat maliyetlerini, dolayısıyla da cari açığı artırması, faiz oranlarında artışa neden olarak kredi maliyetlerini yükseltmesi ve üretimi olumsuz etkilemesi, iflasları, işyeri kapanmalarını hızlandırarak işsizliği daha da artırması dışında başka bir etkisi yok mudur?

Kurla birlikte devlet borç stoku da artıyor

Elbette var? Bu yazımda kurdaki artışın çok da konuşulmayan bir etkisinden söz edeceğim: Kur artışının devlet borç stokları ve bunun üzerinden ekonomik büyüme üzerindeki etkisi (bir diğer etki ise bankalar üzerindeki etki ve bunun olası bir bankacılık krizini tetiklemesi ki bunu daha sonraki yazımda ele alacağım).

Kur artışı devlet borcunu kabaca iki yoldan etkiliyor: Devletin döviz cinsinden olan dış borçlarının TL karşılığının miktarı artıyor. İkinci olarak devletin iç borçlanması içinde döviz cinsinden borçlar ağırlıkta ise bunlar da tıpkı dış borçta olduğu gibi, kur yükseldikçe TL karşılığı borcun miktarı da artıyor.

Önce devlete ait dış borç stokuna bakalım. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın sitesinde yer alan dış borç verileri en son 2020 yılının ilk çeyreğini içeriyor. Yani Mart 2020 sonu itibarıyla borç stokundan söz ediyoruz.

Buna göre ülkenin toplam (kamu + özel) 431 milyar dolar dış borcu var. Bunun 253,5 milyar doları özel sektöre, 169,2 milyar doları devlete ve 8,4 milyar doları Merkez Bankası’na ait.

Dış borç 17 yılda 3,3 kat arttı

Dış borçlarla ilgili resmi verileri (1) kısaca yorumlarsak; AKP’nin fiilen iktidar olduğu 2003 yılının ilk çeyreğinde toplam dış borç kabaca 130 milyar dolardı. Yani dış borçlarımız son 17 yılda 3,3 kat artmış.

İkinci olarak bu dış borçların içinde devlete ait olanların payı 2003 yılının ilk çeyreğinde yüzde 50 idi. 2020 ilk çeyreğinde ise bu yüzde 39,2 oldu. 2003 yılının meşhur 2001 krizi sırasında devletleştirilen özel banka borçlarının yükünü taşıyan bir yıl olduğu hatırlanırsa, devletin dış borçlar içindeki payının neden yüksek olduğu da anlaşılabilir. Nitekim sonraki yıllarda (örneğin 2010’lu yıllarda) bu oran yüzde 30-31 civarına kadar geriledi.

Dış borçlarda devletin payı giderek artıyor

Bu noktada ilk döviz krizinin yaşandığı 2018 yılına biraz daha yakından bakmak yerinde olacak. Bu yılın ilk çeyreğinde 468 milyar dolarlık bir dış borç stoku var. Ancak bu stokun 326 milyar doları (yüzde 70) özel sektöre ve 141 milyar doları devlete ait (yüzde 30). 2019 yılının ilk çeyreğine gelindiğinde özel sektörün dış borcu 296 milyar dolara gerilerken (yüzde 66), devletin payı 147 milyar doların (yüzde 33) üzerine çıktı. Devletin payındaki bu artış 2019 yılı ve 2020 yılında da devam etti ve 2020 yılının ilk çeyreğinde özel sektörün payı 253 milyar dolara kadar düşerken, devletin dış borcu 169 milyar doların üzerine çıktı.

Kısaca 2018 başında özel sektör dış borcu  devlet dış borcunun 2,3 katı iken, bu yılın ilk çeyreğinde 1,5 kata düştü. Bu, devletin dış borçlanma görev ve yükünü giderek özel sektörden kendi üzerine aldığı anlamına geliyor. Yani devlet tüm riskleriyle birlikte bazı özel şirketlerin dış borcunun giderek artan bir kısmını kendi üzerine almış durumda.

Korkut Boratav Hocamız son yazılarından biririnde bunu: “ batık döviz borçlusu şirketleri (borç / hisse takasları gibi yöntemlerle) kurtarma operasyonları” olarak özetliyor. (2)

Kapitalist devletin Marksist yorumuna göre de durum çok net: Büyük tekeller zora düştüğünde bu şirketlerin kurtarılması devletin sınıfsal karakterinin bir gereğidir.(3)

Hazine iç borçlanmayı neden döviz cinsinden yapıyor?

Devletin döviz borçlusu büyük şirketlere verdiği destek Mart’tan sonra da sürmüş görünüyor. Bu kez mekanizma iç borçlanma üzerinden işletiliyor. Normalde TL cinsinden iç borçlanma yapılırken, son aylarda Hazine’nin döviz cinsinden yaptığı iç borçlanma ilk kez ağırlık kazandı.

BirGün Gazetesinden Ozan Gündoğdu’nun haberine göre (ki veriler Hazine’nin son iç borçlanma verilerinden derlenmiş); bu Temmuz’da ilk kez döviz borçlarının değeri lira borçlarının değerini geçti. Öyle ki Hazine 2 ayda günde ortalama 251 milyon dolar borçlandı. Bu ay itibariyle Hazine’nin toplam 1,72 trilyon liralık bir iç borç stoku var. Bunun 829,2 milyar liralık kısmı TL cinsinden borçlardan ve 891,9 milyar lirası döviz cinsinden iç borçlardan oluşuyor. Ağustos ayında ise bu fark daha da açıldı. Toplam 1,81 trilyon liralık iç borç stokunun 824,3 milyar liralık kısmı TL cinsinden iç borçlardan ve 986,1 milyar liralık kısmı döviz cinsinden iç borçlardan oluşuyor.(4)

Şimdi akla şu soru geliyor: Döviz kurunun hızlı bir yükselişte olduğu bir dönemde, Hazine’nin döviz cinsinden iç borçlanmaya ağırlık vermesi, her kur artışında bu borçların TL karşılığını da artırarak Hazineyi zora sokmaz mı?

Elbette sokar ve sokuyor da. Ancak yukarıda da vurgulandığı gibi özel sektörün döviz ihtiyacı ancak bu yolla gideriliyor zira bu dövizler hem Merkez Bankası, hem de kamu bankaları aracılığıyla özel sektöre ve özel bankalara kredi olarak veriliyor. Bu da kuşkusuz Merkez Bankası’nı işlevsiz bırakırken, devlet bankalarının ciddi görev zararlarıyla karşı karşıya kalmasıyla sonuçlanıyor.

Koşar adım ‘devlet mali krizi’ne doğru…

Kısaca, bir kez daha kriz zamanlarında büyük şirketlerin ve sermaye gruplarının kurtarılmasına tanık oluyoruz. Ancak bunun da ağır bir maliyeti var: Devlet maliyesinin bozulması. Bir süredir dillendirdiğimiz devlet mali krizine adım adım yaklaşıyor olmamız.

Çünkü devlet mali krizinde ikinci perdenin devlet borçlarının ödenemez noktaya gelecek şekilde artması olduğunu biliyoruz. Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise moratoryum, yani borçların ödenemeyeceğinin resmen ilan edilmesi. Zira özellikle de döviz cinsinden borçlar arttığında bu borçların değerini monetizasyonla, yani karşılıksız TL basarak, enflasyon yaratarak düşürebilmek mümkün değil.

Peki, şu an o noktada mıyız? Değiliz, ancak  koşar adım oraya doğru gidiyoruz. Şöyle ki az önce de sözünü ettiğimiz Hazine’nin resmi verilerine göre, Ağustos ayında devlete ait toplam borç stoku 1,81 trilyon lira. Bunun 824,3 milyar liralık kısmı TL cinsinden ve 986,1 milyar liralık kısmı döviz cinsinden borçlardan oluşuyor.(5) Devletin bir de 169,2 milyar dolarlık dış borcu var. Bu 7.60 kuru üzerinden 1,3 trilyon lira ediyor. Yani toplamda 3,1 trilyon liralık bir devlet borcu söz konusu. Korkut Hoca bu yılın GSYH’sini (milli gelir)  yaklaşık 661 milyar dolar, yani 5 trilyon lira civarında hesaplıyor. Devlet borcu buna bölündüğünde yüzde 62 civarında bir oran ortaya çıkıyor. Ancak bu hesaba bütçeye her yıl köprüler ve şehir hastaneleri gibi dövizli kamu özel ortaklığı (KOİ) projelerinden gelen ödeme yükünü de kattığımızda (6) bu oran yüzde 80’in üzerine çıkıyor.

Devlet borcu arttıkça, ekonomik büyüme yavaşlıyor

Devlet borç stokunun bu denli büyümesi hem devlet mali krizinin bir göstergesi, hem da bundan böyle ekonomik büyümenin de yavaşlayacağının bir belirtisi. Bu aşamada, kamu borç stoku ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkisi konusunda bir çalışmaya,  Reinhard ve Rogoff’un çalışmasına değinmekte yarar var.

Bu iki ünlü iktisatçı 2010 yılında yaptıkları bir çalışma sonucunda;  devlet borcunun milli gelirin yüzde 30’unun altında iken ekonomik büyüme hızının yüzde 4,1; yüzde 30-90 arasında iken yüzde 2,8 olduğunu, buna karşılık yüzde 90’ın üzerine çıktığında büyümenin tersine döndüğünü ve binde - 0,1 olduğunu ortaya koydular.(7)

Bu yazarların çalışmasını 2013 yılında revize eden Herndon, Ash ve Pollin de (20 gelişkin ülkede 1880-2011 arasında) kamu borcu düzeyi ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi araştırdılar.

Bu iktisatçılar da (Reinhart ve Rogoff’un bulgularının abartılı olduğunu ileri sürseler de), 1990-2009 yılları arasında devlet borcu/ milli gelir oranı yüzde 60-90 arasında iken ekonomik büyüme oranının ortalama yüzde 2,5 olduğunu; bu oran yüzde 90 üzerinde olduğunda ise bunun yüzde 1,8’e düştüğünü ortaya koydular. (8)

Türkiye’nin yüzde 90 sınırının altında olması ise bizi yanıltmamalı zira bugün özel sektöre ait olan iç ve dış borçlar yarın devlet borcuna dönüşebilir. Bu nedenle de bu rasyonun hesaplanmasında özel sektörden gelebilecek borç yükünün de katılması daha doğrudur.

2001 krizi sonrasında 25 özel bankanın devletleştirilerek borçların devlet borcu haline getirilmesi örneğinde olduğu gibi, olası bir finansal kriz halinde böyle bir şeyin gerçekleşebileceğini ve borç tehlike sınırının fazlasıyla aşılacağını söylemeye gerek yok. Çünkü tek başına 253,5 milyar dolarlık özel sektör dış borcu (yaklaşık 2 trilyon lira) milli gelirin yüzde 40’ına denk düşüyor. Bu devlet borcuna eklendiğinde devlet borcu /milli gelir rasyosu yüzde 110’u aşıyor.

“Bu borçlar birgün gelip sizi bulacak”

Bu noktada OECD Genel Sekreteri A. Gurria’ya kulak vermekte yarar var. Şöyle diyor Gurria: “Dünyadaki birçok ekonominin normale dönmesi en az 2 yıl alacak. Bu geri dönüşü (onun deyimiyle uçağın havalanmasını) zorlaştıran en önemli unsurlardan biri büyük çaptaki borç stokları. Çünkü özellikle de Koronavirüs salgını sonrasında devletlerin özel sektöre verdiği mali destekler borç stoklarının devasa biçimde artmasıyla sonuçlandı. Öyle ki net devlet borç stokunun milli hasılaya oranı yüzde 69,4’ten yüzde 85,3’e yükseldi. Dolayısıyla bu borçlar bir süre sonra gelip bizi bulacak. Bu durumda hükümetler firmaları devletleştirecekler ve borçlarını üstlenecekler”. (9)

Kuşkusuz yukarıda sözü edilen akademik çalışmaların sonuçlarını dikkatlice yorumlamak gerekir. Çünkü bu tür çalışmalar ülkelere ait özgün faktörleri dikkate almazlar, oysa her bir ülkedeki özgün faktörler çoğu kez belirleyici olurlar.

Sonuç olarak

Eğer özel tasarruflar ekonomik büyümeyi fonlamak için yeterli değilse, buna karşılık devlete ait (vergi biçimindeki) tasarruflar da yüksek bütçe açığı ve yüksek devlet borcu yüzünden yeterince oluşturulamıyorsa, üstelik mevcut tasarruflar devlet borcu ve bunların faizinin ödenmesinde kullanılıyorsa, bu borçlar ne kadar yüksekse ekonomik büyüme de o denli yavaş olacaktır. Ayrıca sağlık, eğitim, işsizlikle ve yoksullukla mücadele için de bütçede geriye kaynak kalmayacaktır.

Keza Türkiye’de olduğu gibi, bu borçlanma dünyanın neredeyse en yüksek faiz oranlarından yapılıyorsa ve alınan bu borçlar verimli-üretken bir ekonomi yaratmaktan ziyade başka amaçlar için kullanılıyorsa, bu olumsuz etki çok daha net bir biçimde kendini gösterecektir.

Bu nedenle; nasıl ki bir ekonomi (bizde deneyimlendiği gibi), pompalanmış kredilerle, borçlarla sonsuza kadar büyütülemiyorsa, yüksek devlet borcu da büyümeyi yavaşlatır, bir noktadan sonra ekonominin küçülmesine neden olur.

Özcesi, böyle bir yüksek devlet borcuna neden olan hem ekonomik etkenlerin, hem de politik etkenlerin neler olduğunu ortaya koymak ve bunları bertaraf etmek gerekiyor. Bu da bilinçli bir sınıf mücadelesi ve bir devrimci demokrasi savunusuyla mümkün olabilir.

Dip notlar:

(1)  https://www.hmb.gov.tr/duyuru/31-mart-2020-tarihi-itibariyla-turkiye-brut-ve-net-dis-borc-stoku (25 Eylül 2020).

(2)    Korkut Boratav, “Dış borçlar ve kamu sektörü”, https://sol.org.tr/yazar/dis-borclar-ve-kamu-sektoru (18 Eylül 2020).

(3)    Paramjit Singh and Balwinder Singh Tiwana, “The state and accumulation under contemporary capitalism”, https://mronline.org (20 February 2019).

(4)    Özan Gündoğdu, “Albayrak döviz borcunu çok sevdi”, https://www.birgun.net/haber/albayrak-doviz-borcunu-cok-sevdi (23 Eylül 2020).

(5)    Hazine ve Maliye Bakanlığı, “31 Ağustos 2020 Tarihi İtibarıyla Merkezi Yönetim Brüt Borç Stoku”, https://www.hmb.gov.tr (25 Eylül 2020).

(6)    https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/buyuk-kamu-ozel-isbirligi-projelerinin-hazirlanmasinda-bir-defa-degil-bin-defa-dikkatli-olunmali (27 Temmuz 2020).

(7)    Carmen Reinhart  ve Kenneth Rogoff , “A Decade of Debt”. CEPR Discussion Papers 8310, C.E.P.R. Discussion Papers; Reinhart, C. M. and Rogo , K. S. (2010a); Carmen Reinhart  ve Kenneth Rogoff “Growth in a Time of Debt”, American Economic Review: Papers & Proceedings,100.(2010b).

(8)    Thomas Herndon_ Michael Ash Robert Pollin,  “Does High Public Debt Consistently Stifle Economic Growth? A Critique of Reinhart and Rogo”,  https://ideas.repec.org (15April 2013).

(9)    Martin Arnold, “Pandemic stimulus debt will ‘come back to haunt us’, warns OECD”, https://www.ft.com (13 April).

 

 

22 Eylül 2020 Salı

Salgın fırsatçılığı ve kapitalizmin çürümüşlüğü

 

Salgın  fırsatçılığı ve kapitalizmin çürümüşlüğü

Mustafa Durmuş

22 Eylül 2020

Kapitalizmin tarihinde krizler, her zaman, sistemin kilit noktalarında bulunanlarca “yeni kârlar yaratmak” için iyi bir fırsat olarak değerlendirildi. Bu, özellikle de, kapitalizmin son 40 yılına damgasını vuran neo-liberalizm aşamasında geçerli oldu.

Böyle bir fırsatçılık patron sınıfı için olduğu kadar, siyasal iktidarı elinde tutan politikacılar için de geçerli. Şöyle ki patronlar böyle dönemlerde işçileri daha da baskılayarak onlardan sağladığı artı değeri, dolayısıyla da kârı artırma çabası içinde olurken, siyasal iktidarı elinde tutanlar bu durumu daha fazla otoriterleşme, böylece de iktidarlarını sürdürme fırsatı olarak görüyorlar.

Hatta Salgın fırsat bilinip, bu ortamda dahi Kanal İstanbul gibi bir proje savunulabiliyor, büyük köprü müteahhitlerine dolara endeksli ödemeler ya da yandaş büyük holdinglere vergi indirimleri devam ettirilebiliyor.

Keza bu fırsatçılık, krizin niteliğinden bağımsız olarak, ekonomik bir kriz, doğal bir felaket ya da mevcut Korona Salgınında olduğu gibi, küresel bir salgın durumunda da söz konusu olabiliyor.

Yeri gelmişken Salgınla ilgili birer örnek vermek gerekirse; Ankara’da, güvenirliği tartışmalı PCR testleri artık bazı özel hastanelerde ve özel laboratuvarda da, 350 lira karşılığında yapılıyor.  

Politik bir şovla, tarihi bir müzenin ibadethaneye çevrilmesi sırasında yüzbinlerce insan yüksek bulaş riskine rağmen bir araya getirilirken, baroların ya da yasal bir partinin bazı yöneticilerinin bir şehirden diğerine yapmak istedikleri barışçıl yürüyüş talepleri Salgın gerekçesiyle geri çevriliyor.

Fırsatçılık ve yolsuzluklar bir madalyonun iki yüzü

Salgın fırsatçılığı ve yolsuzluk bir madalyonun iki yüzü gibidir. Yani biri diğerinden ayrı olamıyor. Şöyle ki; normal zamanlarda burjuva hukukuna en uygun biçimde davranan hükümetler bile, krizle ya da bir ciddi salgınla karşılaştıklarında (daha hızlı kararlar alabilme gerekçesiyle), standart hukuki prosedürden hızla uzaklaşıyorlar. Devletten bağımsız ya da özerk denetim birimlerinin olmaması ise bu kararların sorgulanmasını önlüyor.

Bu durum bazı sermaye sahipleri ve politikacılar için iyi bir fırsat oluştururken, aynı zamanda da, hali hazırda yolsuzluklara bulaşmış bir düzende yeni yolsuzlukların önünü açıyor.

Bu yolsuzluklar ya da usulsüzlükler; Salgınla ilgili olarak halktan toplanan bağış ve yardımların hesabının tutulmamasından, bunların nerelere harcandığına ilişkin bilgi verilmemesine, sağlık ekipmanı ve büyük çapta zorunlu gıda ve temizlik malzemesi alımına ve dağıtımına, hatta salgınla mücadele etmek amacıyla kurulmuş olan yeni örgütlerin yönetimine yandaşları atamaya kadar çeşitli biçimlerde gerçekleşiyor. Eğer ülke hali hazırda despotik bir tarzda yönetiliyorsa, hem fırsatçılığın, hem de yolsuzlukların boyutu daha da büyüyor.

Daha az test kiti, daha az tedavi imkânı

Diğer yandan böyle yolsuzluklar Salgınla mücadelede çok önemli olan test kitlerinin, tedavi ve karantina imkânlarının ve diğer mücadele araçlarının maliyetini artırarak Salgınla mücadeleyi zayıflatıyor. 

Bunun sonucunda başta yoksullar olmak üzere, toplumun ezilen kesimleri için artık daha az test kiti, tedavi ünitesi ve yoğun bakım yatağı kalıyor. Bu kesimler tedavi edilemediğinde, ülkenin bir türlü Salgın sarmalından kurtulması mümkün olmadığı gibi, yeni izolasyon önlemleri ve eve kapanmalar yüzünden ekonomik tahribat daha da artıyor.

Yolsuzluklar tek bir ülke ile sınırlı değil

Şimdi resmin büyüğüne bakalım. Bunu yaptığımızda fırsatçılığın ve yolsuzlukların ya da usulsüzlüklerin bir ülke ile sınırlı kalmadığını ve tahmin edilenin çok üzerinde olmak üzere çok büyük boyutlarda olabildiğini, kısacası bunun sistemik bir konu olduğunu, görebiliyoruz.

Öncelikle, halkın bütçe hakkını savunarak, katılımcı, hesap verilebilir ve şeffaf bütçeleme yapılması konusunda uluslararası çapta araştırmalar yapmak, raporlar düzenleyerek hükümetlere yol göstermek amacıyla kurulmuş olan bir örgüt Korona Salgını sonrasında devlet bütçesinin kötüye kullanımlarının arttığını, Salgın ile mücadele adı altında yapılan büyük çaptaki kamu harcamasının toplumun en çok ihtiyaç duyan kesimlerine gitmediğini, dahası bunun dünya çapında yaygın bir durum haline geldiğini ileri sürerek acil önlem alınması gerektiğini söylüyor ve çözüm olarak da şeffaflığın, gözetimin ve katılımcılığın ciddi düzeyde artırılmasını öneriyor.(1)

Yolsuzluklar hem gelişkin hem azgelişmiş ülkelerde mevcut

Örneklere nekro kapitalizmin çağdaş politik figürlerinin başında gelen Trump ve ABD’den başlayalım. Brookings Enstitüsü’nün web sayfasında yer alan bir makaleye göre;  Korona Salgını ile ilgili olarak yapılan devlet harcamalarından,   başkanlık seçimleri sırasında Trump’ın seçilmesi için lobicilik faaliyetinde bulunan 27 şirket sadece birkaç hafta içinde 10,5 milyar dolarlık; Trump’ı destekleyen 100’den fazla diğer şirket ise 273 milyon dolarlık paylar aldı.(2)

İkinci örneğimiz Salgında yeni vaka sayısında Brezilya’yı geçerek ilk sıraya oturan Hindistan. Hindutva Faşizminin tipik örneğini sergileyen Narendra Modi Başbakanlığındaki Hindistan Hükümeti bu yılın Mart ayında Başbakanlık bünyesinde bir Acil Yardım Fonu kurdu.

Fonun amacı Salgında kullanılmak üzere yurttaşlardan bağış toplamak ve bununla ülke çapında acil ihtiyaçları karşılamaktı. Ancak bu fonda ne kadar para biriktiğine ilişkin bir veri ya da bilgi kamuoyu ile paylaşılmadığı gibi, toplanan paraların nereye harcandığı konusunda da bilgi verilmiyor. Hatta bu konuda parlamentoya bilgi vermek zorunda kalan devletin çeşitli kurumlarının verileri birbirini tutmuyor. Örnek olarak Fonun resmi web sayfasında bu paralarla yerli imalatçılardan 50,000 solunum cihazı satın alındığı bilgisi var ama Sağlık Bakanlığı kendilerine 20 Temmuz itibariyle sadece 17,100 adet solunum cihazının teslim edildiğini, bunların da hastanelere dağıtıldığını söylüyor.(3)

Türkiye’de ise, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir, Sağlık Bakanlığı bürokratlarının peş peşe istifa etmeleri ve görevden alınmalarının yanı sıra, Covid-19 virüsünün tespiti için üretilen yerli PCR testlerine ilişkin tartışmalarla ilgili 10 Haziran'da Sağlık Bakanının yanıtlaması istemiyle Meclise yazılı bir soru önergesi sundu. Çünkü Salgın sürecinin başlamasıyla birlikte Sağlık Bakanlığı test kitlerini Ushaş adlı bir şirket üzerinden temin ediyor ve Ushaş da test kitlerini tek bir firmadan (Bioeksen)  satın alıyordu.

Murat Emir, Ushaş'ın yerli PCR testlerini neden sadece Bioeksen firmasından satın aldığı, bu testlerden kaç adet satın alındığı gibi sorularının hiç birini Bakanın yanıtlamadığını, kamuoyuna da bu konuyla ilgili şeffaf bir şekilde bilgi verilmediğini, öte yandan bu kitlerin yalnızca yüzde 40 doğruluk oranına sahip olduğunun ortaya çıktığını açıkladı.(4)

Mali denetim firması neden test kitlerinin alımını, dağıtımını yönetir?

Son ve belki de en çarpıcı örneğimiz ise İngiltere’den. Bilindiği gibi bu ülkede bir süredir sağcı, neo- muhafazakâr, neo liberal karakterli bir Boris Johnson Hükümeti iktidarda ve bu hükümet Salgından bu yana aldığı kararlarla neo-liberalizmin fırsatçılık konusunda hiçbir sınır tanımadığını gösteriyor.

Günlük 4 bin yeni vakanın görüldüğü ülkede şu ana kadar Salgından hayatını kaybedenlerin sayısı 42 bine yaklaştı. 400 bin civarında enfekte olmuş insan var. Kısaca, sürü bağışıklığı stratejisinin ilk uygulayıcılarından olan bu ülkede bu strateji Salgının hızını daha da artırınca (Salgının ikinci dalgasının da gelmekte olduğu gerçeği ile birlikte), bu durum iktidar tarafından bir fırsata dönüştürüldü ve bütün ülkenin teste tabi tutulmasını içeren devasa boyutta bir programın başlatılması kararı alındı.

“Project  Moonshot” (Aya Yolculuk Projesi) adlı bir proje altında Ekim ayından itibaren ülkede yaşayan 68 milyon insana her hafta düzenli olarak test uygulanacak. Böylece günde yapılan test sayısının 326 binden 10 milyona çıkartılması planlanıyor. Böyle bir devasa test programının maliyetinin 100 milyar doların üzerinde olacağı tahmin ediliyor.

“Bunda kötülük nerede” diye sorulabilir. Kötülük şurada ki bu iş ülkenin, belki de dünyanın en itibarlı sağlık sistemlerinden biri olan Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS)  sorumluluğunda ya da yönetiminde yapılmayacak. Bu işin yarısından fazlası (15 iş akışından 8’i) özel sektöre, üstelik de sağlıkla hiçbir ilgisi olmayan İngiltere çıkışlı Deloitte adlı bir uluslararası mali müşavirlik ve denetim firmasına verildi.

“Sağlık alanındaki en büyük özelleştirme yaşanıyor”

Hükümetin bu kararını muhalefetteki İşçi Partisi Milletvekili C. Lewis ifşa etti. Lewis bu operasyonun ülkedeki,  tarihsel olarak sağlık alanında yapılan en büyük özelleştirme operasyonu olduğunu ileri sürdü.(5)

Bu durum neo-liberalizmin ana ayaklarından biri olan özelleştirmelerin önümüzdeki süreçte de devam edeceğini gösteriyor. Zira bu yöntem sermaye için hem yeni kârlar, hem de onun devletteki uzantıları için ciddi bir servet edinme imkânı yaratıyor.

Nitekim böyle büyük bir projenin, kamuya ait bir sağlık kuruluşuna değil de, konuyla ilgisi olmayan bir danışmanlık kuruluşuna verilmesinin nedeninin sadece ülkenin çökertilen sağlık alt yapısı ve neo-liberal hükümetlerin beceriksizliğiyle ilgili olmadığı, asıl amacın, Salgından bazı büyük sermaye gruplarının ve onların temas içinde olduğu devlet görevlilerinin büyük kazançlar sağlaması olduğu ileri sürülüyor.(6)

Aslında daha önceden de, Mart ayı sonunda Başbakan Johnson, krizi fırsata çevirmiş ve Başbakanlıkta, merkezinde Deloitte firmasının yer aldığı bir kriz masası kurmuş ve firmayı da toplamda 15 milyar poundu bulan kişisel koruma ekipmanlarının satın alınması işini yönetmekle yetkilendirmişti. Bu ekipmanların satın alınması, depolanması, dağıtılması işleri ise DHL, Unipart ve Movianto gibi dev şirketlere verilmişti.(7)

Amaç maddi çıkar sağlamaksa…

Görüldüğü gibi büyük sermaye ve onlarla işbirliği içindeki politikacılar açısından; işletmelerin mali yönden denetimi ya da araç muayene istasyonu ihalesini yapılması ile ölümcül bir virüsün test ekipmanlarının satın alınması ve her hafta milyonlarca testin yaptırılması arasında hiç bir fark yok. Bu nedenle de NHS gibi tarihsel bir kurum devre dışı bırakılabiliyor ve bu iş küresel bir mali danışmanlık şirketine verilebiliyor.

Diğer taraftan sağlık emekçileri (Türkiye’de olduğu gibi), Salgınla özveri ile mücadele ederken hastalanıyorlar, hayatlarını kaybediyorlar, evlerinden, sevdiklerinden uzak kalıyorlar. En doğal talepleri dahi yerine getirilmezken, Ankara’da son günlerde yaşandığı gibi, hedef gösteriliyorlar, kendilerine “tıbbi atık” deniliyor, hatta hastaneleri basılıp silahlı saldırılara maruz kalıyorlar.

IMF bile tepkili

Daha önce de vurguladığımız gibi, fırsatçılığın diğer yüzü yolsuzluk ya da kamu görevini kötüye kullanmaktır. Günümüzde (özellikle de Korona Salgını sonrasında) artan yolsuzluklar kapitalizmin etik olarak da nasıl bir çürüme içinde olduğunu gösteriyor.

Bu çerçevede bir IMF çalışması yolsuzlukların Korona Salgını öncesinde de var olduğunun, ancak Salgınla birlikte şu nedenlerden dolayı yolsuzluklarla mücadelenin çok daha önemli bir hale geldiğinin altını çiziyor:

Salgın ile mücadele ederken devletlerin ekonomideki rolü belirgin bir biçimde arttı. Bu da potansiyel olarak yolsuzlukların önünü açtı. Diğer yandan Salgınlar insanların kamuya ve kamu kurumlarına olan güveninin sorgulanmasına neden oluyor. Sağlık hizmetlerine olan talebin böyle yüksek olduğu dönemlerde etik davranışlar ve sorgulamalar çok daha belirgin bir hal alıyor.  Yolsuzluklarsa ülkenin krizle etkin bir biçimde mücadele etmesini önlerken, ekonomide oluşan hasarı daha da artırıyor, politik ve sosyal uyumu, bütünleşmeyi ortadan kaldırıyor, sosyal çözülmeye neden oluyor. Ayrıca, Salgın nedeniyle verilen kamusal destekler yüzünden kamu maliyesi kötüleşiyor ve yeni vergi ihtiyacı doğuyor. Yolsuzluklar son tahlilde halkın üzerindeki verginin yükünü artırıyor.(8)

Söz konusu kâr ise gerisi teferruattır

Sonuç olarak, diğer örneklerde de görüldüğü gibi, İngiliz Hükümetinin Korona testlerinin yaptırılması ile ilgili kararı,  kapitalist düzende büyük kârlar söz konusu olduğunda ne doğanın, ne de insan-toplum sağlığının artık teferruattan öte bir şey olmadığını gösteriyor.

Bu yüzden de, kâr amaçlı bir üretim sistemi olan kapitalizm ortadan kaldırılmadığı sürece insan ya da toplum sağlığının korunabilmesinden ya da mevcut salgınla, hem de gelecekteki yeni salgınlarla baş edebilmek mümkün değil.

Nasıl ki ekonomik krizler (ve artık) salgınlar kapitalizmin inkâr edilemez birer gerçeği ise, kapitalist devletlerin bunlara karşı yenik düşmesi de bu gerçeğin kaçınılmaz bir sonucudur.

Dip notlar:

(1)     Advocacy for accountable budgets is especially critical in COVID-19 era”, International Budget Partnership info@internationalbudget.org (4 June 2020).

(2)       https://www.brookings.edu/research/addressing-the-other-covid-crisis-corruption (22 July 2020).

(3)       https://theconversation.com/india-why-secrecy-over-narendra-modis-coronavirus-relief-fund-damages-democracy (11 September 2020).

(4)       https://www.birgun.net/haber/turkiye-deki-test-kitleri-bozuk-cikti-5-burokrat-gorevden-alindi (22 Temmuz 2020).

(5)       https://www.opendemocracy.net/en/dark-money-investigations/deloitte-gets-another-huge-covid-contract-for-crazy-plan-to-test-millions-each-day (21 September 2020).

(6)       Julie Hyland, “UK firms awarded billions in NHS/government contracts amid failure of COVID-19 testing system”, https://www.wsws.org (21 September 2020).

(7)       https://www.bma.org.uk/news-and-opinion/outsourced-and-undermined-the-covid-19-windfall-for-private-providers (8 September 2020).

(8)       Vitor Gaspar, Martin Mühleisen, Rhoda Weeks-Brown, “Corruption and COVID-19”, https://blogs.imf.org (28 July 2020).

 

 

20 Eylül 2020 Pazar

Bir aylık bir “bütçe fazlası” hikâyesi: kemer sık, daha fazla vergi öde!

 

Bir aylık bir “bütçe fazlası” hikâyesi: kemer sık, daha fazla vergi öde!

Mustafa Durmuş

20 Eylül 2020

Hazine ve Maliye Bakanlığı bu yılın Ağustos ayı Merkezi Yönetim Bütçe gerçekleşme rakamlarını açıkladı. Buna göre; Temmuz ayında – 29,7 milyar lira açık veren bütçe Ağustos ayında 28,2 milyar lira fazla verdi.(1)

Böylece; 1 ayda sadece açık kapanmayıp, neredeyse aynı büyüklükte bir fazla gerçekleşti. Böyle olunca da bu gelişme Bakan Albayrak tarafından başarılı bir bütçe performansı olarak sunuldu.

Aylık değil, dönemsel veriler önemli

Kamu maliyesi ve bütçe konularıyla ile ilgisi olanlar, aylık bütçe fazlası ya da bütçe açığı rakamlarındansa, dönemsel rakamlara bakılması gerektiğini iyi bilirler.   

Bir başka deyişle 1 aylık bir “bütçe açığı” kötü bir bütçe performansının göstergesi olamayacağı gibi, 1 aylık bir “bütçe fazlası” da iyi bir performans göstergesi olamaz.  Gerçekçi bir değerlendirme yapılabilmesi açısından dönemlere ya da yılın bütününe bakılması daha doğrudur.

Bu bağlamda biz de bu yılın (Ocak-Ağustos) olmak üzere 8 aylık dönemine baktık: Bu yılın başından bu yana ortaya çıkan bütçe açığı toplamda yaklaşık 111 milyar lira. Diğer taraftan siyasal iktidarın 2020 yılının bütününe ait bütçe açığı öngörüsü ise yaklaşık 139 milyar lira.

8 ayda açığın yüzde 80’i gerçekleşti

Bu da daha yılın ilk 8 ayında, öngörülen bütçe açığının yüzde 80’i gerçekleşmiş demek oluyor. Yani Hükümetin hedefini tutturabilmesi için yılın geriye kalan 4 ayında en fazla 28 milyar lira bütçe açığı verme lüksü var.

Özellikle de Salgının yeniden tırmanışa geçmekte olduğu bu aylarda vergi gelirlerinin düşeceği, buna karşılık başta Salgınla ilgili olmak üzere, kamu harcamalarının artacağı gerçeği dikkate alındığında böyle bir hedefin tutturulabilmesinin imkânsızlığı ortaya çıkıyor.

Kısaca, ne tür önlem alınırsa alınsın bütçe açığı hedeflenenin üstünde olacak. Bu da Hükümetin bütçe performansı ile ilgili olarak anlatılan başarı hikâyesinin altının pek de dolu olmadığını gösteriyor.

Açık ya da fazla, neye ve kime göre iyi ya da kötü?

Ayrıca bütçenin açık ya da fazla vermesi, nedenlerinden bağımsız olarak ele alınabilecek bir konu değil.

Örneğin, neo-liberalizmin simgelerinden Washington Uzlaşması’nın temel ilkelerinden biri olan  “mali disiplin ilkesi”ne uygun olarak halka dönük sosyal harcamalardan ciddi kısıtlamalar yapılıyor, buna karşılık başta dolaylı vergiler olmak üzere halktan çok daha fazla vergi toplanıyorsa, elektrik, su, doğal gaz gibi temel mal ve hizmetlere sürekli zamlar yapılıyorsa, harçlar ve cezalar sürekli artırılıyorsa; kısacası kemer sıktırılıyorsa, bu şekilde elde edilecek bir bütçe fazlasının halk için iyi bir şey olmayacağı açıktır.

Buna karşılık, halka dönük sosyal harcamaları artıran, kamusal hizmetlerin miktarını ve kapsamını genişleten, özellikle de (Salgın zamanlarında olması gerektiği gibi), toplumun sağlık sorunlarını daha adil ve etkin bir biçimde çözmeyi hedefleyen kamu harcamalarındaki artışlar ve halktan alınan vergilerin düşürülmesi yüzünden ortaya çıkan bütçe açığı halk için iyi bir şeydir. Üstelik böyle bir açık ekonomiyi canlandırmaya da yardımcı olabilir.

Kaldı ki özel şirketlerin devletten birikmiş 250 milyar liralık bir devreden KDV alacağı olduğu ileri sürülüyor.(2)  Maliyenin bunu aylık düzenli taksitler biçiminde ödemesi durumunda bir bütçe fazlasının ortaya çıkması mümkün değil.

Bütçe fazlasının 2 kaynağı

Böyle bir bakış açısı altında Ağustos ayındaki 28,2 milyar liralık fazlanın nereden geldiğine bakalım. Bu fazlanın kabaca iki kaynağı var: Devlet harcamalarındaki kesintiler ve vergi gelirlerindeki artışlar. Bunların dışında, örneğin her hangi bir özelleştirme geliri söz konusu değil.

İlki asıl olarak adına “cari transfer harcamaları” da denilen kamu harcamalarındaki kesintilerden kaynaklanıyor. Öyle ki bu ay bu harcamalar 13,6 milyar lira azalmış.

Halka dönük kamu harcamaları azaltıldı

Yani sosyal güvenlik kurumlarına, belediyelere, tarımsal destekleme için köylülere, küçük üreticilere, yoksullukla mücadele adı altında yoksul ailelere verilen destekler ciddi biçimde azaltılmış. Bu arada rantiyeye yapılan faiz ödemeleri 1 milyar lira civarında artmış.

Bir başka anlatımla; kamu harcamalarında bir tasarrufa gidilmiş ama azaltılan harcamalar güvenlik harcamaları, devletin tüketim harcamaları ya da sermayeye verilen destekler gibi kalemlerde olmamış, daha ziyade halkın refahını doğrudan ya da dolaylı bir biçimde olumlu olarak etkileyen transfer harcamalarında olmuş.

Dolaylı vergiler arttı

İkincisi ise vergilerdeki artışlar. Ancak burada da kamu harcamalarındakine benzer bir çarpıklık söz konusu. Öyle ki göreli olarak daha adil olduğuna inanılan Gelir Vergisi sadece 600 milyon lira artarken (yüzde 5,3), asıl artış Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ve Katma Değer Vergisi (KDV) biçiminde ve halk tarafından ödenen dolaylı vergilerde olmuş.

ÖTV 9,3 milyar lira ve KDV 6,7 milyar lira olmak üzere bu vergiler toplam 16 milyar lira artmış. ÖTV artışının özellikle de ithal otomobil talebindeki artıştan kaynaklandığı düşünülebilir.

Bu vergilerin ne denli adaletsiz vergiler olduğu biliniyor. Halkın bunları ödemekten kaçınabilmesi ise neredeyse imkânsız. Çünkü bu vergiler ÖTV biçiminde, petrol ve sigara gibi fiyat esnekliği sıfıra yakın mallar üzerinden; KDV biçiminde ise, ekmek, et ya da buzdolabı ve otomobil gibi binlerce mal ve hizmet üzerinden alınıyor. Otomobil de ise hem ÖTV, hem de KDV alınıyor.

Kurumlar vergisi arttı ancak…

Bir diğer vergi artışı Kurumlar Vergisinden sağlanmış: 10, 9 milyar lira. Ancak Salgın nedeniyle yapılan ertelemelerden dolayı tahsilatının bu Ağustos ayına kaldığını tahmin ettiğimiz 2019 yılına ait Kurumlar Vergisinden bundan sonraki aylarda böyle artışlar beklenmemeli.

Diğer yandan Kurumlar Vergisindeki bu artış “nihayet şirket sahibi sermayedarlar da ellerini ceplerine attılar” duygusunu yaratsa da, durum pek öyle değil.

Bir kere Salgın sürecinde devletçe verilen mali desteklerin yüzde 90’ına yakınından bu kesimler faydalandı. Ayrıca Korona Salgını öncesinde dahi aralarında bu şirketlerin de olduğu sermaye kesiminden yaklaşık 196 milyar liralık bir verginin alınmayacağı hükmü 2020 Yılı Bütçe Kanununa “vergi harcaması” kalemi adı altında konuldu. Yani bu kesim devlete verdiğinden çok daha fazlasını devletten geri alıyor.

Kurumlar vergisinin neredeyse tamamını 6,000 şirket ödüyor

Ancak daha da önemlisi sözü edilen bu Kurumlar Vergisi tüm kurumlar tarafından da ödenmiyor. Geçen yıla ait bir araştırmaya göre (3); Aralarında en büyük vergi mükellefleri konumundaki: Merkez Bankası, BOTAŞ ve kamu bankalarının da bulunduğu devlete ve özel sektöre ait 6,000 şirket bu verginin neredeyse tamamını ödüyor. Oysa toplamda Türkiye’de 818,500 Kurumlar Vergisi mükellefi var. Bu yıl ise küçük ve orta ölçekli şirketlerin Salgın nedeniyle vergi ödemeleri çok zor görünüyor.

Özetle, Ağustos ayındaki bütçe fazlası bir yandan halka dönük sosyal harcamaların budanmasından, diğer yandan da, asıl olarak halktan alınan ÖTV ve KDV gibi vergilerdeki artışlardan kaynaklandı.

Bugünkü gibi bir politik ortamda, şeffaf olmayan bir bütçe politikası ve adaletsiz bir vergi sistemi altında elde edilen bir bütçe fazlası ‘başarı’dan ziyade, kamu harcamalarındaki ve vergilerdeki yıllardır var olan adaletsiz dağılımın devam etmekte olduğunun bir göstergesinden başka bir şey değil.

Dip notlar:

(1)  https://www.hmb.gov.tr/duyuru/2020-agustos-merkezi-yonetim-butce-gerceklesmeleri-raporu (15 Eylül 2020).

(2)  https://ogunhaber.com/yazarlar/abdullah-tolu/devreden-kdv-250-milyar-tlye-yaklasti-reel-sektore-iadesi-icin-tam-zamani (22 Temmuz 2020).

(3)  Nedim Türkmen,  “Şirketlerin yüzde 99’u kurumlar vergisi ödemiyor”, https://www.sozcu.com.tr (9 Haziran 2019).

18 Eylül 2020 Cuma

Korona sonrası kapitalizm?

 

Korona sonrası kapitalizm?

Mustafa Durmuş

18 Eylül 2020

Ülkede gündem o kadar hızlı değişiyor ki 10 gün önce yapılan çok önemli bir açıklama dahi unutulup gidiyor.

Hatırlayalım 8 Eylül’de Cumhurbaşkanı Erdoğan bireysel emeklilik fonları (BES) ile ilgili önemli bir açıklama yapmış ve burada biriken 154 milyar liranın Korona Salgını yüzünden zor duruma düşen özel şirketlere kredi olarak dağıtılmasından söz etmişti.

Komşunun tavuğu…

Ekonominin çok zorda olduğu, devlet hazinesinin de giderek boşaldığı böyle dönemlerde, bir de bu kaynaklar öncelikli-imtiyazlı sayılan (başta savunma sanayi ve inşaat sektörü olmak üzere) belli sektörleri desteklemek amacıyla kullanılıyorsa, yeni kaynak da yaratılmıyorsa, yönetenler açısından geriye (devlet bütçesi dışında da olsa), diğer kaynaklara yönelmekten başka çare kalmıyor. Hele bunu yapmaya imkân veren bir de baskıcı ortam mevcutsa bu iş daha da kolay oluyor.  

Yine hatırlayalım uzunca bir süredir bütçe açıklarının kapatılmasında, ulaştırma projelerinin fonlanmasında ve belli sermaye gruplarına kaynak aktarılmasında kullanılan İşsizlik Sigortası Fonu bu kez Korona sonrasında işçi çıkartma yasağı altında ücretli izinli sayılan işçilere yapılan çok sınırlı ücret ödemelerinde ama asıl olarak da patronlara destek amacıyla kullanılıyor. Ne de olsa “komşunun tavuğu komşuya kaz gibi görünüyor”.

Bu ve benzeri uygulamalara artık alıştık desek yeridir. Ancak böyle uygulamaların bize ait yerli ve milli uygulamalar olduğunu düşünürken, bir haber Şili’de bireysel emeklilik fonları ile ilgili benzer bir önerinin bundan iki ay öncesinde gündeme geldiğini ortaya çıkardı.

Özel emeklilik fonlarıyla meşhur bir ülke Şili

Şili neo-liberalizmin ve “Şikago Oğlanları” olarak da adlandırılan gerici iktisat ekolü ideolojisinin hayata geçirildiği ilk ülke. Ülke  (11 Eylül 1973 yılında), Başkan Allende öncülüğünde yürütülen demokratik sosyalist dönüşüm çabalarını durdurmayı amaçlayan CIA tarafından organize edilen bir askeri darbe ile bu yola sokuldu. Benzer bir biçimde, ondan 7 yıl sonra aynı model ve doktrin yine CIA tezgâhlı bir askeri darbe ile 12 Eylül 1980’de Türkiye’de gündeme getirildi.

Her iki ülke de, bu darbeler ve neo-liberal ideoloji ve uygulamaların altında, uluslararası finans kapitalin arzusuna uygun olarak dönüştürüldü. Demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırılırken, yoğun bir özelleştirme, metalaştırma ve piyasalaştırma furyası hayata geçirildi. Bunlardan fazlasıyla zarar görenler ise başta sosyal güvenlik ve kamusal emeklilik hakları ortadan kaldırılan ya da tehlikeye giren emekçiler oldu.

Şili bu süreçte özel bireysel emeklilik fonlarını en kapsamlı olarak kurup işleten ülkelerden biri oldu. Öyle ki bu fonlar şu anda  200 milyar dolarlık bir varlığı yönetiyor.  Korona Salgını sonrasında, kamusal finansman sıkıntısı yaşayan bu ülkede siyasal iktidar ülkedeki bu bireysel emeklilik fonlarındaki tasarruflara gözünü dikti.

İşçilerin fonlarda biriken paralarının yüzde 10’u kullanılacak

Bu amaçla Şili’nin sağcı Devlet Başkanı bir öneride bulundu. Buna göre; bireysel emeklilik fonlarında tasarrufu olan işçiler kendi hesaplarında biriken paranın yüzde 10’unu çekebilecekler (normalde çekilemiyor).

Bir başka anlatımla bu işçiler, gelirleri en az üçte bir oranında düşmüşse, istihdam durumlarına bakılmaksızın tasarruflarının yüzde 10’unu çekebilecekler ve tüketim amaçlı olarak kullanabilecekler. Şili’de bu öneriden iki hafta önce de, düşük faizli kredi, ipotekli konut kredisi faizi geri ödemesi ertelemesi, kira sübvansiyonu ve yükseköğrenim finansman desteği gibi destekler açıklanmıştı.(1)  

Bu önlemlerin, Salgın nedeniyle gelir kaybına uğrayan işçilerin bu kayıplarını telafi etmelerine yardımcı olmak amacıyla alındığı ileri sürülürken, Şili Hükümeti bu öneriyi şu gerekçelerle de savunuyor: Kaynağın sadece yüzde 10’u alınacağı için, bu çekişler uzun vadede bu fonların gelişimini olumsuz etkilemeyecek. Bunun sadece gelir desteği olarak yoksullaşmayı önlemeye değil, aynı zamanda tüketim harcamalarını da artırarak, ekonominin toparlanmasına da katkısı olacak. (2)

Kısaca, 200 milyar dolarlık birikimin 20 milyar doları ekonomiyi talep yönlü olarak büyütmek amacıyla kullanılacak.

Askeri diktatörlükler yok ama neo-liberal dayatmalar el koymalarla sürüyor

Görüldüğü gibi Şili Hükümeti darbeden bu yana geçen 47 yıl sonra dahi neo-liberalizmin dayatmalarını devam ettiriyor. Küresel bir Salgın nedeniyle gelirleri azalan, yoksullaşan emekçilere kendi birikimlerinin bir kısmını kullanma lütfunda bulunuyor. Ne devlet bütçesinden bir kaynak aktarmayı düşünüyor ne de servet vergisi gibi (bu amaçla kullanılabilecek) bir yeni kaynak yaratmayı düşünüyor. Oysa gelir ve servet bölüşümü eşitsizliğinin en fazla olduğu ülkelerin başında gelen bu ülkede, büyük servetlerin sahibi zenginlerden alınacak bir servet vergisi ile gerekli finansman kaynağı rahatça sağlanabilir.

Böyle durumlarda bizimkilerin de aklına; halka ait olan hazır kaynaklara el koymak geliyor. Üstelik BES’teki birikimlere el koyma önerisinde olduğu gibi, bu kaynakları özel şirketlere kredi olarak vererek, böylece amacının da dışında kullanmak fikri, cazip bir fikir olarak benimseniyor.

Ekonomiyi ise, dünyanın birçok ülkesinin hali hazırda yaptığı gibi, işçi ücretlerini artırarak ya da halka gerçekten gelir desteği vermek yerine, onlara sözde ucuz ve bol kredi vererek,  ama gerçekte halkı daha da borçlandırarak toparlamayı düşünüyor.

Kısaca daha önce Kredi Garanti Fonu aracılığıyla yapılan bu kredi-borç pompalama işi artık sürdürülemez bir noktaya gelince (bu uygulamada gerçekten ihtiyacı olanların bir kısmı kredi alamazken, bazı uyanıklar bu kredileri alarak borsada, döviz alımında kullandılar, bankalara mevduat olarak yatırdılar, lüks otomobil ve konut aldılar), artık son çare olarak BES’te biriken tasarruflara yöneliniyor.

Üstelik BES ile ilgili bu öneri, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından daha önce gündeme getirilen Tamamlayıcı Emeklilik Sigortası önerisini rafa kaldırmak anlamına geldiği gibi, bireysel emeklilik sektörünü bir daha asla toparlanamayacak bir duruma sokma potansiyeline de sahip. Çünkü zaten kendine çok az bir yönelimin olduğu bilinen bu sektöre bir daha asla güven oluşmaz.

İktidarı pragmatizm yönetiyor

Ancak siyasal iktidarı artık pragmatizm yönetiyor. O nedenle de kısa aralıklarla yapılan açıklamaların ya da atılan adımların birbiriyle çelişmesi artık çok doğal karşılanmalı.

İşin bir diğer boyutu kuşkusuz kamusal emeklilik hakları ile ilgili. Bir süredir 657 Sayılı Kanuna tabi devlet memurları kapsamındakiler de dâhil olmak üzere, kamusal emeklilik haklarının ciddi risk altında olduğu biliniyor. Zira siyasal iktidar bunun kendi için büyük bir yük oluşturduğuna inanıyor ve tıpkı sivil istihdam yaratmaktan vazgeçtiği gibi (üniformalı istihdam dışında), emekçilere kamusal emeklilik sunmak yaratmak görevinden de çekilmek istiyor.

Özcesi, hem Şili’de, hem de Türkiye’de yapılmış olan askeri darbelerin sonrasında kurulan düzenin aynen devam etmekte olduğu, emekçilerin haklarına, tasarruflarına el konulmak istenmesinden de apaçık anlaşılıyor.

İşin daha da kötüsü 2019 sonunda ortaya çıkan Korona Salgını ile birlikte kapitalizm giderek hiç de “hayırlı” olmayan, çok daha kötü bir yola girmiş bulunuyor. Egemenler ise hem ideolojik olarak, hem de uygulamalarıyla bizleri  bu yeni sürece alıştırmaya çalışıyor.

‘Düzenlenmiş Kapitalizm’den ‘Nekro Kapitalizm’e

Bir başka deyişle; nasıl ki İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizm “Düzenlenmiş Kapitalizm”, 1980’lerden itibaren ortaya çıkan kapitalizm (daha da gericileşen ve piyasacı hale gelen kapitalizm anlamında)  “Neo-liberalizm” ya da “Vahşi Kapitalizm” ve 2000’li yıllardan bu yana görülen kapitalizm “Felaket Kapitalizmi”, “Rantçı Kapitalizm”, “Ahbap-Çavuş-Akraba Kapitalizmi” ya da “Zombi Kapitalizm” gibi adlarla tanımlanıyorsa, Korona Salgını sonrasındaki kapitalizme de yeni bir ad bulmanın zamanı geliyor.

Bu bağlamda, Korona Salgını sonrası kapitalizmin içine girdiği yönelim dikkate alınarak, buna gidişata uygun tanımlardan biri “Nekro Kapitalizm” olabilir.

Achille Mbembe’nin “hayatı ölümün gücüne boyun eğdirme” olarak tanımladığı ‘nekro politika’dan türetilen bu kavram,  tarihsel olarak, 18.Yüzyılda Britanya kolonyalizminin ticaret ve sanayideki sermaye birikimini, doğrudan ya da dolaylı olarak, ölüm ya da ölümden türetilen kârlardan oluştuğu bir kapitalizmi anlatıyor. Günümüzde ise ırkçı (beyaz ırkın üstünlüğü), askeri özel sanayi karması biçimindeki savaş sanayi yanı başta olmak üzere, mevcut kapitalizmin diğer pek çok uygulamasını da kapsayacak şekilde genişletilen bir kavram.(3)

Askeri sanayi karması sektör nekro kapitalizmin çağdaş örneği

Bir  örnek vermek gerekirse; 2020 yılında ABD’de Pentagon’un (Savunma Bakanlığı) bütçesi 738 milyar dolar olarak belirlendi. Bu bir tarihsel zirve demek. Bu haliyle, dünyanın en büyük savaş makinası konumundaki ABD’nin savaş harcamaları 144 ülkeninkinden daha fazla. Bu kaynağın yarısı doğrudan kâr için üretimde bulunan ve 150 civarında olduğu tahmin edilen askeri taşeron şirketlerden (askeri-sanayi karması) yapılacak alımlarda kullanılacak. Lockheed Martins’in F-35 savaş uçaklarının tanesi 100 milyon dolar civarında bir fiyatla satılıyor (4) olması sektörün kârlılığının bir göstergesi.

Türkiye de (özellikle de son dönemde) böyle bir yönelime girmiş bulunuyor. Öyle ki 2020 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerinin yüzde 13,2’si (145 milyar lira) iç ve dış güvenlik ve yargılama hizmetleri için ayrılmış durumda.(5)

Ancak buna sermayelerinin tamamına yakını devlete ait olan Aselsan, Roketsan, Savunma ve Hava Sanayi, TAİ, STM gibi ‘Askeri Sanayi Karması’nın ulusal örneklerini oluşturan şirketlerin güvenlik hizmetine dönük üretimleri için kullandıkları kaynak olan 98,5 milyar lira ve Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun (SSDF)  23,9 milyar liralık harcaması dâhil edildiğinde bu rakam yaklaşık 273 milyar liraya ve oran yüzde 25’e yükseliyor.

Ayrıca Türkiye Savunma Sanayi Başkanlığı’nca yayınlanan 2019-2023 dönemi için stratejik planda; Türk savunma sektörünün gelirlerinin 26,9 milyar dolara, ihracatının ise 10,2 milyar dolara çıkartılması hedefleniyor. Türkiye Savunma ve Havacılık Sanayi Üreticileri Birliği tarafından Nisan ayında açıklanan 2019 sanayi verilerine göre ise; sektörün ihracatı 2019 yılında yüzde 40,2 artarak 3,1 milyar dolara yükseldi. Toplam satışları ise yüzde 24,2 artarak  10,9 milyar dolara yükseldi.(6) 

Böyle bir kapitalizmin, genetik kodunda yazılı bulunan ırksal ve ekonomik eşitsizliklerle yeniden yapılandırılmaya başlayan; daha önce eşi benzeri görülmemiş bir biçimde ırkçı, mafya vari, yolsuzluklara bulaşmış, hak hukuk tanımayan,  militarize olmuş, savaşçı, rövanşist, mutlak otoriter yönleri artık belirleyici oluyor. Dünyanın birçok ülkesinde ortaya çıkan bazı politik liderler ise bu kapitalizmin politik figürlerini oluşturuyor.(7)

Güncel bir örnekten hareketle; Korona Salgını ile mücadele sırasında,  imtiyazlı, ayrıcalıklı, siyasal iktidarın çevresindeki  insanlar açıkça korunup kollanıyor, buna karşılık toplum sürü bağışıklığı stratejisi altında, piyasaların insafında virüsle ve ölümle yüz yüze bırakılıyor. Piyasalar kimin ölüp, kimin yaşayacağına karar verirken, devletler buna koşulsuz uydukları gibi, bunun hayata geçirilmesini sağlıyorlar.

Mutlak otoriter, militarist, mafyatik, tekçi, cinsiyetçi,  ayrımcı kapitalizm

Yani devletlerde; mutlak otoriter, büyük sermaye dostu, emek ve doğa karşıtı, militarist, tekçi, ırkçı, cinsiyetçi (erkek egemen) , farklı uluslara ve kimliklere karşı ayrımcı ve ötekileştirici eğilimler iyice belirginleşiyor. Ekonomik alt yapıda ise, her türlü kararın ve uygulamanın mutlak bir biçimde özel piyasalara ve büyük sermayeye, uluslararası finans kapitale bırakıldığı, askeri-sanayi karması sektörün giderek başat bir hale gelmeye başladığı bir süreç yaşanıyor

Bu da bizim önümüze çok önemli görev koyuyor: Böyle bir kapitalizmle mücadele edecek olan toplumsal sınıf, kitle ya da kimliklerin, toplumsal hareketlerin ve örgütlenmelerin çok daha geniş bir ittifak yelpazesi altında bir araya getirilmesini ve böyle bir mücadelenin araçlarının da döneme uygun olarak çeşitlendirilip geliştirilmesini sağlamak gerekiyor.

Çare “post kapitalizm” değil, sosyalizm!

Nekro kapitalizmin alternatifi, ne Düzenlenmiş Kapitalizm ne de  “Post Kapitalizm” (kapitalizm sonrası toplum) olamaz.

Post kapitalizm kavramının içi boş. Çünkü ileri teknolojik gelişmeler aracılığıyla kapitalizmin kendiliğinden, sınıf mücadelesi gerektirmeksizin kendini aşan bir topluma dönüşeceğine inanan bir yaklaşımdan türetilmiş bir kavram. Teknolojinin sınıfsal karakterini ihmal ettiğinden, ileri teknolojilerin insanlığı ve doğayı kurtarabileceğine inanan bir yaklaşım.

Oysa sermayenin işleyiş ve kendini büyütme mantığını kavrayarak, her türlü sömürüye sadece (başta sınıf mücadelesi olmak üzere) onunla mücadele edilerek son verilebilir. Sömürü kendiliğinden ortadan kalkmaz.

Kapitalizm ancak, işçi sınıfının ve onun müttefikleri konumundaki yoksul köylülerin, küçük üreticilerin, ezilen kimliklerin, gençlerin, kadınların, doğa savunucularının içinde yer aldığı en geniş toplumsal kesimlerin kolektif örgütlü mücadelesiyle sonlandırılabilir. Bu gerçekleştiğinde ise bunun adı “kapitalizm sonrası toplum” değil,  “sosyalizm” olur.

Dip notlar:

(1)  Aislinn Laing, Fabian Cambero,  “Chilean president offers middle classes cash to head off pensions withdrawal”, https://www.reuters.com (14 July 2020).

(2)  “Considerations on social security, income security, pensions and the withdrawal of 10 per cent of workers’ private pension fund savings during the COVID-19 pandemic in Chile”, https://www.ilo.org (16 September 2020).

(3)  Subhabrata Bobby Banerjee, Necrocapitalism, Organization Studies, 29(12), 2008,  pp. 1541-1563, s. 4.

(4)  Mandy Smithberger, TomDispatch, “The Military-Industrial Complex Gets Away With Murder in Contract After Contract”, https://truthout.org (21 January 2020.

(5)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı,  2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller.

(6)  Ali Bakeer,  “Turkey’s Defense Industry in the Covid Age”, https://cgpolicy.org (10 July 2020).

(7)  Mark LeVine, “From neoliberalism to necrocapitalism in 20 years”, https://www.aljazeera.com (15 Temmuz 2020).