28 Mart 2021 Pazar

‘Güven, istikrar’ ve ‘şahlanan’ Türkiye ekonomisinin teknoloji ve sanayi temeli

 

‘Güven, istikrar’ ve ‘şahlanan’ Türkiye ekonomisinin teknoloji ve sanayi temeli

Mustafa Durmuş

28 Mart 2021

Sloganı "Türkiye için güven ve istikrar" olan AKP'nin 7'nci Olağan Kongresi'nde Partinin Genel Başkanı konumundaki Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın yaptığı konuşma oldukça kapsamlı bir konuşma olsa da, içinde  (beklenenin aksine), ekonomi alanında bugünden itibaren nelerin yapılarak ülkenin ekonomik krizden çıkartılabileceği ve ekonominin büyüme rotasına oturtulabileceği konusunda çok az şey vardı. 

Temel bir paradigma değişikliği beklenmiyordu ama hem ülke insanını, hem de piyasaları rahatlatabilecek öneriler de yoktu. Bu yüzden de piyasaların bu konuşmaya verdiği ilk tepki dövizin ateşinin düşmemesi, hatta daha da yükselmesi biçiminde oldu ve dolar tekrar 8 TL’nin üzerine çıktı.

Konuşmada, son 18 yılda ekonomide yapılanlara, izlenen ekonomi politikalarına yapılan övgünün dışında (tıpkı Covid-19 Salgınının hemen ardından IBAN numarası verilerek halktan bağış yapmasının istenmesi gibi), halktan yastık altındaki döviz ve altınını finansal sistemin içine sokması, yani bankalara yatırması istendi.

Bir de üst üste çıkartılan Varlık Barışı Yasalarına rağmen yurt dışında tuttuğu dövizini ülkeye bir türlü getirmeyen servet zenginlerine, servetlerini ülkeye getirmeleri için, bir kez daha çağrı yapıldı.

Manifesto değil, bir tür ekonomik seferberlik çağrısı

Bu boyutuyla, yapılan açıklama ileri sürüldüğü gibi bir ‘manifesto’ olmaktan ziyade,  sanki bir ekonomik krizin ardından büyük bir enkaz devralınmış ya da büyük bir savaştan yeni çıkılmış olan bir ülkede iş başına yeni gelen bir iktidarın adeta bir ekonomik seferberlik çağrısı gibiydi.

Bunların dışında, özellikle de yabancı yatırımcılara seslenilerek, ülkenin ne kadar kârlı, iş yapmak konusunda ne kadar rekabetçi olduğu ve dahası üretim ve teknolojik yapısının ne denli sağlam olduğu anlatıldı.

‘Güven ve istikrar’ sloganı bir itiraf gibi

Kongrenin temel sloganının “güven ve istikrar” olması boşuna değil. Çünkü ülke son yıllarda her türlü politik ve ekonomik güvensizliğin ve istikrarsızlığın yaşandığı bir ülke haline geldi.

Bu slogan da aslında bu gerçeğin bir itirafı. Hani yeni yıl sözleri vardır ya, “önünüzdeki bir yıl boyunca yapmak istediğiniz en önemli şeyin” sözünü verirsiniz. Bu birileri için sigarayı bırakmak, okulu bitirmek, iş sahibi olmak ya da evlenmek hedefidir. Bu hedeflere dönük sözünüz aslında sizin en acil ihtiyacınızın da ne olduğunu anlatır.

Tam da bunun gibi, 19 yıllık iktidar ülkenin temel ihtiyacının ‘güven ve istikrar’ olduğunu bu slogan ile itiraf ediyor. Gerçi herkesin güven ve istikrardan ne anladığı farklı olabilirse de, ülkede yaşayan çok büyük bir çoğunluğun kendini hem siyasal, hem de ekonomik olarak güvensiz hissettiği ve yakın gelecekte istikrar da göremediği belli.

Şaha kalkmış bir ekonomi (!)

Erdoğan konuşmasında: “Bugüne kadar ekonomiden demokrasiye, eğitimden sağlığa, ulaşımdan tarıma, ticaretten turizme kadar her alanda hayata geçirdikleri icraatlarla Türkiye'yi şaha kaldırdıklarını” da anlattı. (1)

Diğer taraftan halk, şaha kaldırılmış bir ekonomide 10 milyonu aşan işsizin, giderek azalarak yüzde 42’ye kadar düşen istihdamın, resmi olarak yüzde 17’ye dayanan, gerçekte ise yüzde 30-40 arasında olan enflasyonun neden var olduğunu anlamakta güçlük çekiyor.

Benzer bir biçimde ekonominin temel aktörleri olan piyasalar da (şaha kalkmış bir ekonomide), neden dünyada yedinci sırada olmak üzere 37 OECD ülkesi arasında en yüksek faiz oranına sahip ülke olduğumuzu, devlet borçlanma maliyetinin gelişkin ekonomilerdekinin neredeyse 10 katı fazla olduğunu, özel şirketlerin dış borçlarının oransal yüksekliği açısından dünyada ilk üç ülke arasında yer aldığımızı, CDS’lerin tekrardan 500 puana yaklaştığını ve ülkenin kredilendirme puanının (B-)’ye kadar düşebileceğini anlayabilmiş değil. Bu nedenle de piyasalar yapılan konuşmaya pozitif tepki vermediler.

Dahası insanımız şaha kalkmış bir ekonomide yoksulluğun derin bir yoksulluğa evrilip toplumsal bir sorun haline nasıl dönüştüğünü de bir türlü anlayamıyor. Öyle ki konuşmanın bir bölümünde yoksullara yapılan yardımların boyutu anlatılırken (yoksuldan yana bir iktidar olduklarının kanıtı olarak sunularak), bu 19 yıllık süre boyunca toplumun nasıl daha da bu yardımlara muhtaç bir hale getirildiği gözler önüne seriliyor.

Nitekim “son 18 yılda ihtiyaç sahibi vatandaşlara 411 milyar lirayı aşan tutarda yardım yapıldığı” (2) gururla açıklanıyor. Öte yandan şaha kalkmış bir ekonomide bu denli büyük çaptaki yoksulluk yardımlarının neden yapıldığı sorusunun yanıtı yok. Bu durum daha ziyade ‘yoksullaştırarak yönetme’ siyasetinin hüküm sürdüğü gerçeğini gözler önüne seriyor.

Teknoloji ve sanayi alt yapısı sağlam mı?

Konuşmada Türkiye ekonomisinin sağlamlığına vurgu yapılan sözler özetle şöyle:

“Türkiye gücünü, ekonomisinin sağlam altyapısından, üretiminden, yetişmiş insan kaynağından, girişimcilerinden, ihracatçılarından, velhasıl reel ekonomisinden alan bir ülkedir…. Sanayi ve teknolojide 2002 yılında Türkiye'de 192 organize sanayi bölgesi varken, bu 133 ilaveyle 325'e çıktı, ayrıca 22 endüstri bölgesi, 79 teknopark, 1,242 ar-ge merkezi, 364 tasarım merkezi kuruldu. Gelecek dönem Türk ekonomisi yatırım, üretim, istihdam ve ihracat temelinde büyütülerek, çok daha iyi yerlere getirilecek…” (3)

Oysa son 18 yıldır ülkede, esas olarak, yabancı kaynak (dış kredi) temelli finansman ile yapılan alt yapı ve üst yapı inşaatları (havalimanları, köprüler, enerji santralleri, duble yollar, şehir hastaneleri, emlak-konut sektörü, TOKİ binaları, dev gökdelenler, plazalar gibi) yeni reel değer yaratılmasından ziyade, üretilmiş mevcut değerin yeniden paylaşılmasına ve buradan yüksek rantlar elde edilmesine dayalı bir sermaye-servet birikimi modeli hayata geçirildi.

Böyle bir birikim modelinin ekonomik ve sosyal maliyeti sanayi ve teknoloji alt yapısındaki yenilenmenin göz ardı edilmesi ve başta tarım olmak üzere üretimin zayıflatılması oldu. Şimdi küreselleşmenin tersine dönmeye başladığı, ekonomik milliyetçiliğin ve uluslararası ticaret savaşlarının giderek artmakta olduğu bir dönemde, düğmenin çevrilip, reel yatırım, üretim ve ihracat artışının nasıl sağlanabileceğini kestirebilmek çok güç.

Kaldı ki uluslararası konjonktür buna uygun olsa dahi Türkiye’nin (ileri sürüldüğü gibi) bu hedefi gerçekleştirmeye uygun bir gelişkin teknoloji ve sanayi alt yapısı var mı? Ya da “ekonominin şaha kalktığı” bu son 18 yılda teknoloji ve modern sanayi alt yapısını geliştirmeye dönük gerçek hangi adımlar atıldı?

Türkiye gelişkin sanayileşmiş bir ülke olmaktan uzak

Öncelikle Türkiye’nin güçlü bir ekonomisinin ve çeşitlendirilmiş güçlü bir sanayileşme alt yapısının olmadığını kabul edelim. Hatta ülkeyi “yarı sanayileşmiş” bir ülke olarak tanımlamak dahi güç. “Gelişmiş bir ülke” ise hiç değil.

Nitekim dünyada gelişmişlik (developed) kişi başı gelirin yüksekliği ve/veya sanayileşme ile ilişkilendirilerek tanımlanıyor. Dünya Bankası’na göre, kişi başı geliri 12,536 dolar ve üstünde olan (yani yüksek gelirli) bir ülke “gelişmiş” bir ülkedir. Bu eşiğin altında kalanlar ise (en iyimser bakışla) “gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanıyor. Bunlar da “düşük gelirli ülkeler” (kişi başı geliri 1,035 doların altında olanlar); “düşük-orta gelirli ülkeler” (kişi başına geliri 1,036 dolar- 4,045 dolar olanlar) ve “üst- orta gelirli ülkeler” (kişi başına geliri 4,046 dolar- 12,535 dolar arasında olanlar) olarak alt gruplara ayrılıyorlar. (4)

Türkiye’de 2020 yılında kişi başı gelir 8,599 dolar. Üstelik bu düzey kriz yılı olan 2009 yılındaki 9,039 doların dahi altında bir düzey. Bu haliyle ülke olsa olsa üst-orta gelir grubunda bir “gelişmekte olan” (daha gerçekçi bir tanımla “azgelişmiş”) bir ülkedir denilebilir. Son 18 yılda izlenen strateji ise ülkedeki servet ve gelir dağılımını hızla daha da adaletsiz bir hale getirirken, ülkeyi bu azgelişmişlik statüsünden kurtarıp, gelişmiş bir ülke konumuna getiremedi.

Birçok iktisatçıya göre gelişkin bir ülke ya da ekonomi olabilmek için sanayileşmiş olmak gerekiyor. Yani gelişmişlik düzeyi ile sanayileşme düzeyi arasında doğrusal bir ilişki kuruluyor.

Neo-liberal kalkınma stratejisi yoksulluk ve açlığın nedeni

Bu yaklaşımın neo-liberal versiyonunda ise bir ülkenin gelişmişliği, kalkınmışlığı, emek ve sermaye faktörlerinin tarımdan sanayiye doğru kaydırılmasını gerektirir. Zira tarımda ölçeğe göre sabit ya da azalan getiri, sanayide ise artan getiri, artan verimlilikler söz konusudur. Bu bağlamda gelişkin bir ülke sanayileşmiş bir ülkedir.

500 yıllık tarihsel bir sistem olan kapitalizmin ‘sanayi kapitalizmi’ dönemi olarak da adlandırılan ve asıl olarak 19’uncu yüzyıldaki dönüşümünü anlatan bu dönemde sanayi alt yapısı gelişti ve çeşitlendi, ulusal ekonomiler yüksek hızlarla büyüdüler, istihdam ve kârlar arttı,  sermaye birikimi hızlandı, dış ticaret arttı.

Öte yandan bu dönemde gelir ve servet eşitsizlikleri ve ekolojik tahribat da hızla arttı. Kapitalizmin son 40 yılında (neo-liberalizm) ise bu durum azgelişmiş ekonomilerde tarım ve hayvancılığın giderek yok olması, yoksulluğun artması ve toplumların açlıkla karşı karşıya kalmasıyla sonuçlandı.

İşin aslı, kişi başı gelir, sanayileşme-teknoloji gibi ölçütler kadar, yeterli miktarda, nitelikli ve halka ücretsiz olarak sunulan kamusal hizmetlerin varlığı, insan hak ve özgürlükleri, sosyal güvence, doğa hakkı gibi toplumun bütününün refahını dikkate alan ölçütlere de odaklanan yeni bir tanıma ihtiyaç var.

Yani “gelişmiş bir ülke sadece bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet eden bir ülke olmaktan ziyade, bir bütün olarak toplumun refahını önceleyen, garantileyen, ekolojiyi koruyan bir ülkedir” diye tanımlamak daha doğru olur.

Sanayileşme treni 40 yıl önce kaçtı, tarımsızlaştırma ise son 18 yıldır devam ediyor

Şu ana kadar ülkeyi yönetenlerden (AKP öncesi de dâhil) böyle bir gelişmişlik ya da kalkınmışlık tanımına inanmalarını beklemek naiflik olur. Öte yandan, Türkiye’de kâr sürümlü (emek ve doğayı tahrip etmekten kaçınmayan nitelikte de olsa) bir kapitalist sanayileşme treninin asıl olarak 1980’li yıllardan itibaren, 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve ardından işbaşına gelen Özal Hükümetiyle birlikte,  ülkedeki hâkim sınıfların ihracata dönük büyüme modelini seçmesi ile (yani neo-liberal dönemdeki uluslararası işbirliğine uygun olarak kapitalizme yeniden eklemlenmesiyle), kaçırıldığının da altını çizmek gerekiyor.

Son 18 yılda ise ülkeyi neredeyse bir kıtlık ve açlık durumuyla karşı karşıya bırakabilecek tarımsızlaştırma ve istihdamsız bırakacak sanayisizleştirme süreçleri el ele yürütülüyor.

Ülkenin tarımsızlaştırılması çok uluslu şirketlerin çıkarlarını gözeten neo-liberal tarım politikalarının bir sonucu. Bu politikalar bilim dışı şöyle bir yaklaşıma dayanıyor: “Kalkınma küçük burjuva üretiminin giderek ortadan kaldırılması ve kapitalist sektörün büyümesi ile mümkündür. Bu gelişmenin sağlanabilmesi için bu dönüşümün önündeki engeller ortadan kaldırılmalı, sermaye birikimi desteklenmelidir.” (5)

Son 18 yıldır küçük üretimi, küçük üreticileri, çiftçiyi korumak için kapitalist sektörün bu şekilde tekeller lehine büyütülmesine karşı direnenlerse “akıl dışılık”, “gericilik”, “popülizm”, “ideolojik davranmak” gibi suçlamalar altında kaldılar.

Bu ideolojiye uygun bir biçimde, ülkede izlenen küçük üreticiyi-çiftçiyi cezalandıran vergi ve fiyat politikalarıyla köylüler üretimden kopartıldılar, topraklarından ayrılarak göç etmeye zorlandılar.

Bu zaman zaman zor yoluyla da yapıldı. Örneğin “acele kamulaştırma” kararlarıyla, barajların, hidroelektrik santrallerin ya da jeotermal enerji santrallerinin yapılacağı gerekçesiyle, köylülere ait verimli tarım arazilerine, su kaynaklarına, meralara, otlaklara el konuldu (ülkenin doğusunda bu kısmen 1990’lardaki köy boşaltmalarıyla gerçekleştirildi). Geçim ve yaşam araçları ellerinden alınan küçük üreticiler kentlerdeki düşük ve güvencesiz olarak çalışan (hatta çoğunluğu da kayıt dışı çalışan), işçi sınıfının üyeleri haline getirildiler.

Sektörel gelişmeye ilişkin resmi veriler de bu tespiti doğruluyor. Nitekim bugün ülkedeki milli hasılanın içinde tarım sektörünün payı hızla azalırken, sanayi sektörünün payının yıllardır yüzde 20’den öteye geçemediği, son 18 yılda da bu payın artmadığı gibi, sanayilerin niteliğinin çağa pek de uygun bir biçimde ilerlemediği görülüyor. Aslan payınınsa perakende, inşaat ve turizm gibi hizmetler sektörüne ait olduğu biliniyor.

Üretim ve teknoloji alt yapısı zayıf bir ülkenin ekonomisi şahlanabilir mi?

Ülkenin üretim alt yapısı ve teknoloji konusundaki durumunu uluslararası kuruluşların konu ile ilgili son raporlarından görebilmek mümkün.

Örneğin, Bloomberg her yıl 200 ekonomiyi yedi temel ölçüt temelinde hazırlanan bir endekse göre inceliyor ve dünyanın en yaratıcı 20 ekonomisini sıralıyor.  

Endeksi oluşturan ölçütler şunlar: (1).Ar-ge yoğunluğu (ar-ge harcamalarının milli gelir içindeki payı), (2). Patent yaratma faaliyeti (yıllık patent sayısı ve dünya patent üretimi içindeki payı), (3). Eğitimsel etkinlik (yükseköğretimin işgücü içindeki payı), (4). Sanayi katma değeri (ihracat sanayi üretiminin kişi başı değeri ve milli gelir içindeki payı), (5). Verimlilik, (6).Yüksek teknoloji yoğunluğu (yerli teknoloji firmalarının dünya sıralamasındaki yeri) ve (7). Araştırma yoğunluğu (doktoralılar dâhil profesyonellerin ar-ge popülasyonu içindeki payı). (6)

Bu yedi ölçütün ortalama değerleri dikkate alındığında endekste ilk sıraya Almanya oturuyor. AB ülkeleri ise bir bütün olarak sanayi katma değeri, yüksek teknoloji yoğunluğu ve patent faaliyetlerinde ilk beşte yer alıyorlar. Eğitimsel etkinlikte ilk sıra Singapur’a, ikinci sıra Almanya’ya ait. Güney Kore ar-ge faaliyetleri konusunda birinci sırada yer alıyor. Genel sıralamada ancak dokuzuncu sırada yer alan ABD ise patent faaliyetlerinde ilk sırada bulunuyor (çünkü beş büyük teknoloji devine ev sahipliği yapıyor). Çin genel sıralamada on beşinci sırada bulunuyor. Bu ülke patent faaliyetlerinde ikinci sırada yer alıyor. 2015 yılından beri 6 bin yeni patent aldı ve yapay zekâdan blockchain teknolojisine kadar geniş bir yelpazeye sahip. Genel sıralamada on altıncı sıradaki İrlanda ise sanayi katma değeri ve verimlilikte ilk sırada yer alıyor.

Sözü edilen yedi ölçütün hiç birisi açısından ilk 20’ye giremeyen Türkiye ise genel sıralamada kendisine ancak 35’nci sırada yer bulabiliyor (puanı 100 üzerinden 63,84). Ülke 2020 yılında, bir önceki yıla göre, iki sıra geriye düştü.

Kısaca Türkiye, Covid-19 öncesinde dünyanın en büyük 20 ekonomisinden 17’ncisine sahip olsa da, ekonomideki yaratıcı yenilikler, buluşlar açısından yapılan uluslararası sıralamada çok gerilerde yer alıyor.

Türkiye öncü teknolojilere hazır değil

Ülkenin yeni teknolojilere hazırlıklı olma hali ise çok daha kötü bir durumda. Bunu UNCTAD’ın hazırladığı bu yılki ‘Teknoloji ve Yenilikler Raporu’ndan görebilmek mümkün. (7)

Bu raporda ulusal ekonomilerin öncü teknolojilere hazır olup olmadıklarını (bu teknolojilere adapte olma ve kullanma kapasitesi)  gösteren kapsamlı bir endekse yer veriliyor.

Endeksin beş bileşeni var: (1). ICT (internet alt yapısının gelişmişliği ve internet kullanıcı sayısı), (2). Beceri (eğitim süreleri ve yüksek becerili istihdam oranı), (3). Araştırma ve Geliştirme (ar-ge) faaliyetleri (yayın ve patent sayısı), (4). Sınai faaliyetler (yüksek teknolojili ürün ihracatı, dijital hizmetler ihracatı) ve (5). Finansmana erişim (özel sektör firmalarına sağlanan iç krediler).

Bu beş ölçütün ortalaması alındığında yeni öncü teknolojilere en hazır ilk 10 ekonomi şöyle sıralanıyor: ABD, İsviçre, Britanya, Singapur, Hollanda, Güney Kore, İrlanda, Almanya ve Danimarka. 

Yükselen Ekonomiler olarak da adlandırılan ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı ülkelerden Çin 25’nci, Rusya 27’nci, Brezilya 41’nci, Hindistan 43’ncü ve Güney Afrika 54’ncü sırada yer alıyor. Türkiye ise 55’nci sırada kendine yer bulabiliyor. Romanya, Sırbistan, Belarus, Hırvatistan ve Bulgaristan gibi ülkeler Türkiye’nin üzerinde sıralanıyorlar.

‘Üretken Kapasiteler Endeksi’nde 68’nci sıradayız

UNCTAD’ın bir diğer raporunda yer alan ‘Üretken Kapasiteler Endeksi’ açısından Türkiye’nin durumu çok daha sıkıntılı.

Üretken Kapasiteler Endeksi (PCI), “dünyanın dört bir yanındaki ekonomileri tahrip eden Covid-19 Salgını gibi derin şoklar karşısında gelişmekte olan ülkelerin kalkınma politikalarını iyileştirmelerine, yoksulluğu azaltmalarına ve ekonomik dayanıklılıklarını güçlendirmelerine yardımcı olmak üzere tasarlanmış bir endeks” olarak tanımlanıyor. (8)

Bir ülkedeki üretken kapasiteler sosyo-ekonomik büyümeyi ve gelişmeyi belirliyor. Bu nedenle bu endekste en iyi puanlara sahip olan ülkeler, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Endeksi'nde yer verilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşmak için en fazla ilerlemeyi kaydetmiş olan, dolayısıyla da en yüksek insani gelişme düzeyine sahip bulunan ülkeler olarak da tanımlanıyorlar.

Endeks, üretim kapasitelerinin sekiz bileşeninin (doğal sermaye, beşeri sermaye, enerji, kurumlar, yapısal değişiklikler, bilgi ve iletişim) performansını ölçmek için 193 ülkeden, 2000 ile 2018 yılları arasında toplanan verileri içeriyor ve toplam 46 göstergeye dayanıyor.

Asya'da en iyi performans gösteren ülkeler; küresel PCI sıralamasında 8’nci sırada yer alan Hong Kong, 11’nci sıradaki Güney Kore ve 13’ncü sıradaki Singapur. Latin Amerika'da en iyi performansa sahip ülkeler; küresel olarak 50’nci sırada yer alan Şili, 53’ncü sıradaki Uruguay ve 57’nci sıradaki Kosta Rika. Karayipler'de en iyi performans gösteren ekonomilerse;  küresel olarak 16’ncı sırada yer alan Bermuda, 40’ncı sıradaki Barbados ve 48’nci sıradaki Trinidad ve Tobago.

Türkiye’nin sıralamadaki yeri ise 2018 yılında 68. Bu sıranın 2016 yılında 66 olduğu gerçeğinden hareketle ve son üç yıldır ekonomide yaşanan olumsuz gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin sıralamadaki yerinin giderek daha da düşebileceğini öngörmek abartı olmaz.

Türkiye ekonomisinin nesnel olarak hızla gelişmekte olan teknoloji ve teknolojik yenilikler, buluşlar karşısındaki durumu, öncü teknolojilere adapte olabilme konusundaki hazırlığı ve üretken kapasiteleri dikkate alındığında sadece gelişkin ekonomilerin değil, aynı kulvarda yarıştığı Yükselen Ekonomilerin de gerisinde olduğu açık.

Bu durum hem Türkiye kapitalizminin gelişim dinamikleriyle (dışa bağımlılık gibi), hem de ülkeyi yönetenlerin ideolojileri, bilim ve teknolojiye bakışları, becerileri, yeterlilikleri, ülkenin bir bütün olarak geleceğini önemseyip önemsememeleri ve şu ana kadar uyguladıkları politikalarla ilgili bir durum.

Yeni bir hikâye yazılmalı ve yeni bir dille halka anlatılmalı

İktidar bloku ülke ekonomisi ile ilgili bu yapısal sorunların üzerini sözde reformlarla, bürokraside yaptığı ve muhtemelen Kabinede yapacağı değişikliklerle örtme yolunu seçmiş gibi görünse de, bu çabaların sonucu çok da değiştirmesi beklenmemeli.

Zira hem büyük bir çoğunlukla halk, hem de piyasalar bu göstermelik çözümlerin işe yarayacağına inanmıyor. Dövize yönelimdeki (en muhafazakâr illerde dahi) artışlar da bunun somut bir göstergesi.

Ülkenin ihtiyaç duyduğu şey ise radikal bir paradigma değişikliği. Yani sistemin görünürdeki aktörleri ile uğraşıldığı kadar, kapitalist sistemin kendisi ile de uğraşmak gerekiyor.

Bu gerçekliğe karşılık, başta ana muhalefet olmak üzere, mevcut muhalefet partileri daha çok öndeki siyasal figürlerle uğraşmayı, onları teşhir etmeyi seçiyorlar. ‘Tek Adam Rejimi’ ya da ‘Erdoğan Şahsım Hükümeti’ gibi nitelemelerle iktidar blokunu ve onun ekonomik ve politik sistemle, kısaca müesses nizam ile bağlarını görmeyen bir yerden eleştiriler yapmakla yetiniyorlar. Seçimlerle elde edilebilecek bir yönetim değişikliği ile sistemik sorunların ortadan kaldırılabileceği düşüncesine kapılmış durumdalar. Böyle olunca da mevcut muhalefet Parlamentoya sıkışmış durumda bir görünüm sergiliyor, yeterince güven vermiyor.

İktidar blokunun hızla hegemonya kaybetmekte olduğu, artık yeni bir hikâyesinin olmadığı, buna karşılık böyle bir dönemde sadece iktidarı teşhir etmenin de yeterli olmayacağı açık.

Teşhirin yanı sıra muhalefetin, hem demokrasi, hem de ekonomi konusundaki alternatiflerini daha net bir biçimde halka sunabilecek yeni bir hikâyeye sahip olması gerekiyor. Bu gerçekçi olduğu kadar umut verici bir hikâye de olmalı, yalın bir dille yazılmalı ve halka en uygun yol ve yöntemlerle anlatmalı.

Özetle, özgürlükçü bir halk demokrasisinin kurulmasını hedefleyen, toplumsal refahı büyüten ve eşit dağıtan, emekten, doğadan,  toplumsal cinsiyet eşitliğinden, farklı kimliklerin eşitliğinden yana bir sosyo-ekonomik dönüşümü öngören yeni bir paradigmaya, hikâyeye ve bunu hayata geçirecek bir siyasal irade ve örgütlenmeye ihtiyacımız var.  

 

Dip notlar:

(1)   https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-ak-parti-kongresi-basladi-ak-partinin-2023-kadrolari-belirlenecek (24 Mart 2021).

(2)   Agh.

(3)   Agh.

(4)  https://developingeconomics.org/2020/10/22/what-is-a-developed-country.

(5)   Prabhat Patnaik,  “Capitalism’s discourse on “development”, https://mronline.org/2018/08/02/capitalisms-discourse-on-development (2 August 2018).

(6)   Iman Ghosh, “The Most Innovative Economies in the World”, https://www.visualcapitalist.com (28 February 2020).

(7)   UNCTAD, Technology and Innovation Report 2021, Catching technological waves Innovation with equity, https://unctad.org (22 Mart 2021).

(8)   UNCTAD, Productive Capacities Index, Focus on Landlocked Developing Countries, 2020, https://unctad.org/news/productive-capacities-index-helps-countries-build-economic-resilience (22 March 2021).

 

 

24 Mart 2021 Çarşamba

İktidar blokunun yeni stratejisi üzerine

 

İktidar blokunun yeni stratejisi üzerine

Mustafa Durmuş

23 Mart 2021

Sıklıkla vurguladığımız gibi, Türkiye’de 2013 yılından bu yana ekonomik, sosyal ve siyasal alanda ciddi kırılmalar yaşanıyor. Özellikle de Kasım 2015 genel seçimlerinden beri ülkede ekonomik kriz ile sosyal ve politik krizler el ele yürüyor.  

Sırasıyla; 2013 yılındaki Gezi olayları sosyal krizin, aynı yıl 17-25 Aralık sürecinde yaşananlar AKP ile Cemaat (FETÖ) arasındaki çatışmanın neden olduğu politik krizin habercisiydi. Bu iki gelişmenin ardından ülkeden sermaye çıkışları hızlanmış, ekonominin kırılganlığı iyice artmıştı.

Sonrasında (2015 Haziran genel seçimlerinden önce),  “barış” ya da “çözüm süreci” olarak da bilinen Kürt Sorununa ilişkin çatışmasızlık durumu sona erdi ve bu süreç yerini tekrar sıcak çatışmalara bıraktı.

15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen başarısız askeri darbe girişimi ise politik krizin doruk noktası oldu. Bu girişimin ardından ilan edilen ve üç yıl süren olağanüstü hal (OHAL) ve o koşullar altında 2017 yılında yapılan Anayasa referandumu ile hayata geçirilen Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi politik krizi ortadan kaldıramadı, daha da derinleştirerek bugünlere gelinmesinin kolaylaştırıcısı oldu.  Bu gelişmeler ülkede sosyal ve siyasal istikrarın sağlanmasına yetmezken, iktidar ortağı partiler 2019 yılındaki son yerel seçimlerde ciddi bir yenilgi aldılar.

Bu süreçte ekonomi, sadece 2017 yılında yüzde 7,5 gibi yüksek bir oranda (hormonlu bir biçimde) büyürken, o yıldan itibaren ortaya çıkan ekonomik daralma, 2020 yılında etkili olmaya başlayan Covid-19 Salgını ile birlikte derin bir ekonomik krize dönüştü.

Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar civarındaki döviz rezervinin eriyerek eksiye düştüğü, bunun da ekonomideki kırılganlıkları daha da artırdığı ülkede, küçük bir azınlık dışında toplum bir bütün olarak ekonomideki bu kötüleşmeden dolayı büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. İşsizlik ve enflasyon ciddi boyutlara erişirken, istihdam sürekli azaldı, ülkede yoksulluk derin bir yoksulluğa evrilerek toplumsal bir sorun haline dönüştü.

Bu gelişmeler kaçınılmaz olarak iktidar blokunu oluşturan siyasal partilere verilen seçmen desteğini de eritmeye başladı. İktidar blokunun buna yanıtı ise (halkı ekonomik ve sosyal reformlarla rahatlatarak kazanmak yerine), demokratik hak ve özgürlükleri daha da kısmak ve daha da otoriterleşmek,  sertleşmek biçiminde oldu.

İktidar bloku hegemonya kaybediyor

Bu durum iktidar blokunun “devlet-yönetim krizi”, “hukuk krizi” ve “ideoloji krizi” olarak kendini gösteren bir “hegemonya krizi” ile sonuçlanabilecek bir ciddi hegemonya kaybı yaşamakta olduğunu gösteriyor.

Yani iktidar blokunun hegemonyası bir süredir hızlı bir inişe geçmiş durumda. 2017 yılından bu yana kurulan “yeni rejim” ile güçler ayrılığı ortadan kaldırılıp yasama ve yargı yürütme organının kontrolüne sokularak yönetsel kriz (geçici olarak) aşılmış gibi görünse de, bu durum sürdürülebilir olmadığı gibi, iktidar bloku ideolojik olarak hegemonyasını da sağlayabilmiş değil. Toplumun en az yüzde 60’ının iktidarın yaptıklarını onaylamaması bunun en önemli kanıtı.

Üstelik böyle bir siyasal ve ideolojik hegemonya kaybı Covid-19 Salgını ile iyice derinleşen ekonomik krizle daha da arttı, bu da iktidar bloku açısından kan kaybını hızlandırdı. Nitekim yapılan kamuoyu yoklamaları bu tespiti destekliyor.

İki yol: yumuşama veya daha da sertleşme

Bu zor durumu aşabilmek için iktidar blokunun önünde iki yol vardı: Ya yeni reformlar yaparak halkı, muhalefeti rahatlatacak tavizler verecek ya da iktidarını sürdürebilmek için daha da sertleşecekti.

“Rejim, taviz vermeyi kabul ederek ekonomik, sosyal, yasal “reformları” uygulamaya koymaya başlasaydı, üzerinde durduğu zemin çözülmeye, 19 yıllık kazanımlarını kaybetmeye başlayacaktı. Rejimin doğası gereği, “süreci” ilerletmekten başka bir seçeneği yok. …Siyasal İslamın hem ekonomik (faizler, devlet garantileri) ve kültür savaşlarında kazanımlarını genişleterek (İstanbul Sözleşmesi, Gezi Parkı) hem tabanını konsolide edecek, hem de iktidar düzeyinde muhalefeti tasfiye etmeyi hızlandıracak büyük bir adım atmayı seçti”.(1)

Özetle, iktidar bloku ve üzerine oturduğu rejim daha da sertleşmeyi ve yoluna böyle devam etmeyi seçti. Bu yönde olmak üzere, öncelikle kendi iç ittifakını ve tabanını tahkim etmeye dönük adımlarını sürdürüyor. Böylece, uzunca bir süredir adeta düşmanlaştırılan muhalefetteki politik unsurların üzerine daha da sert bir biçimde gidiliyor.

Daha da sertleşme yolu seçildi

Bu “düşman” unsurların başında ülkede artık anahtar parti haline geldiği iyice netleşen HDP geliyor. Bu nedenle de eski olaylara ait yeni davalar açılarak partinin önde gelen kadroları içerde tutulurken, milletvekilleri hakkında yeni fezlekeler düzenleniyor, bir milletvekilinin vekilliği düşürülüyor, dahası partinin kapatılması istemiyle Yargıtay Başsavcılığı Anayasa Mahkemesi’ne dava açıyor. Böylece iktidar blokunun küçük parçasının (kongresini toplamadan bir gün önce)  talebi yerine getiriliyor.

İktidar blokunun yeni unsurları

Kuşkusuz bu yetmiyor, ayrıca mevcut halk desteğinin yeterli olmadığının bilincinde olarak,  yeni tavizlerle, yeni aktörlerle bu blok sağlamlaştırılmaya çalışılıyor. Öyle ki bir gece yarısı kararı ile Türkiye’nin ‘İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği açıklanıyor. Böylece Milli Görüş başta olmak üzere ülkedeki bazı dindar muhafazakârların ve Siyasal İslamcı cemaatlerin iktidar blokuna dâhil olmaları (ya da desteklerinin sürmesi) amaçlanıyor.

Bu arada Gezi Parkı’nın mülkiyetinin İBB’den alınması ve Kanal İstanbul gibi bir doğa yıkım projesine Hazine Garantisi verilmesi politik rejimin üzerine oturduğu emek ve doğa karşıtı neo-liberal ekonomik rejimin de kesintisiz sürdürüleceğini gösteriyor.

Dünyadaki bazı tarihsel deneyimler de bu tür iktidar bloklarının kalıcı bir politik istikrarı sağlayamadığını ve yollarına sıklıkla yeni aktörlerle ve yeni ittifaklarla devam etmek durumunda kaldıklarını gösteriyor.

Merkez Bankası başkanlığı: güvencesiz istihdamın en üst düzey örneği!

Diğer yandan, bütün bunlar yapılırken, faiz artırımı yaptığı gerekçesiyle Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesinin (bu son 20 ay içinde dördüncü kez oluyor) mevcut ekonomik krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramayacağı da çok açık. Çünkü böyle bir operasyonun hızlı bir kur yükselişi ile neticelenmesi kaçınılmaz. Öyle ki kararın açıklanmasının hemen ardından dış basında yapılan bazı yorumlara göre dolar kuru yüzde 15’e kadar yükselebilirdi. (2)

Öyle de oldu ve Pazar akşamı dolar kuru 8,40’ın üzerine çıktı. Pazartesi günü öğle saatlerinde ise kur 7,94 oldu. Bu, kurda yüzde 8,5’lik bir artış demek. Benzer biçimde Borsa İstanbul Endeksi (BİST) yüzde 7’ye yakın bir değer kaybı (ve gecikmeyle) ile açıldı.

Uluslararası raporlar Türkiye ekonomisi toparlanıyor derken bu operasyonlar neden yapılır?

Oysa daha bir hafta önce yayınlanan OECD ara raporunda Covid-19 Salgını sonrası Türkiye ekonomisinin durumu ile ilgili bazı iyimser değerlendirmeler yapılmıştı.

Rapora göre (3), öncelikle aşılama ve devlet desteklerinin olumlu katkılarıyla, dünya ekonomisi bir bütün olarak beklenilenden (bir önceki öngörüden) daha hızlı toparlanacak. Bu toparlanma dünya genelinde 2021 yılında yüzde 5,6 ve 2022 yılında yüzde 4 olacak.  Bu yıl en hızlı Hindistan ekonomisi büyüyecek (yüzde 12,6), bunu Çin (yüzde 7,8),  ABD (yüzde 6,5), Fransa ve Türkiye (yüzde 5,9) ve İspanya (yüzde 5,7) takip edecek.

Benzer bir öngörüyü uluslararası derecelendirme kurumu Fitch Ratings yaptı. Kuruma göre Türkiye ekonomisi (önceki tahminlerin çok üstüne çıkarak)  bu yıl yüzde 6,7 oranında büyüyecek.(4)

Toparlanmakta olan bir ekonomiye politik çelme

OECD raporunda ayrıca geçen yılın son çeyreğinde pozitif büyüyen üç ekonomiden birinin Türkiye ekonomisi (ikinci sırada) olduğu belirtiliyor. Bununla da kalmayarak rapor 2019 Kasım ayındaki hâsıla düzeyi ile kıyaslandığında 2022 yılı son çeyreği itibarıyla, dünyadaki ortalama hâsıla düzeyinin yüzde 2,2 daha düşük olması beklenirken, sadece ABD ekonomisinin binde 9 ve Türkiye ekonomisinin binde 5 olmak üzere daha yüksek bir hâsıla düzeyine sahip olabileceğini ileri sürüyor.

Ayrıca Şubat ayında tüketici güven endeksi 84,5 puan ile 2019 yılından bu yana en yüksek düzeyine çıktı. Gelecek 12 aylık döneme ilişkin genel ekonomik durum beklentisi endeksi Ocak ayında 88,2 iken, Şubat ayında binde 4 oranında artarak 91,7 oldu. (5) Reel sektör güveni ise göreli olarak güçlü bir seyir izliyor. İkinci kez başlatılan normalleşme süreci ile birlikte hizmet ve perakende sektör güven endekslerinin de yükselmesi hayli muhtemel.

Diğer taraftan, OECD raporunda,  ABD tahvil faizlerinin yükselmesinin sermaye akımlarını tersine çevirebileceği, döviz kurlarındaki oynaklığı artırabileceği, böylece 2013 yılındaki sıkılaştırmaya benzer sonuçların doğabileceği, ayrıca Covid-19 nedeniyle küresel meta fiyatlarında ortaya çıkan artışların ve turizm ve ihracat gelirlerindeki azalmanın cari açığı artıracağı vurgusu da yapılıyor.

Bıçak sırtı bir durum

Buradan hareketle de, Türkiye’de finans dışı özel sektörün borç servisi rasyosunun oldukça yüksek olduğunun altı çizilerek, borç geri ödemesinde yaşanacak sorunların ülkedeki toparlanmayı önleyeceği uyarısı yapılıyor.

Özetle, kesin olmasa da, sadece öngörü niteliğinde olsa da, her iki raporun da bize verdiği mesaj; çok kötü geçen bir yılın ardından dünya ekonomisinin bu yıldan itibaren toparlanacağı, ABD ve Çin’in yanı sıra Türkiye ekonomisinin bu toparlanmada ortalamanın üzerinde bir performans sergileyebileceğidir.

Bu iyimser değerlendirmelerin yanı sıra, Türkiye ekonomisinin uluslararası sermaye hareketlerindeki tersine dönüşlerden, döviz kurlarındaki oynaklıktan, turizm gelirlerindeki azalmadan, dolayısıyla da büyümenin en önemli kaynaklarından olan cari açığın finansmanında yaşanacak sorunlardan fazlasıyla etkilenebileceği gerçeğinin de altı çiziliyor. Yani Türkiye ekonomisinin toparlanması deyim yerindeyse (Salgındaki gelişmelerin yanı sıra, siyasetteki gelişmelere bağlı olarak) bıçak sırtında olacak.

Bu durum ortadayken ekonomik toparlanmayı akamete uğratacağı açık olan yeni bir politik krizin yaratılması, Merkez Bankası Başkanının görevden alınarak, ekonomi yönetimine olan güvenin iyice sarsılması ve dövize yönelimin hızlandırılması, kısaca bir döviz krizinin önünün açılması gibi gelişmelerin açıklanabilmesi zor.

Çünkü döviz rezervlerinin ekside olduğu bir anda böyle bir operasyonun döviz krizine neden olacağı, eldeki emanet dövizlerin kamu bankaları aracılığıyla arka kapıdan piyasaya satılmasınınsa sorunu daha da büyüteceği çok açık (6).

Bunlar ayrıca bir süre önce sözel de olsa gündeme getirilen insan hakları, hukuk ve ekonomideki reformların sadece söylemden ibaret olduğunu ortaya koyan gelişmeler. Belli ki politik söylem başka, derinde yatan ihtiyaçların zorladığı eylemlerse bambaşka oluyor.

Buradan, iktidar blokunun içine düştüğü politik sıkışıklığın, hegemonya krizinin, ekonomide düze çıkabilecek bir sürece girilen olumlu bir konjonktürün dahi feda edilebileceği kadar büyük olduğu sonucunu çıkartmak abartı olmaz.

Biz bu filmi daha önce de görmüştük, ancak…

Kısa vadeli politik çıkarlar için toplumun ve ekonominin uzun vadeli çıkarlarının feda edilmesiyle bu ülke ilk kez karşılaşmıyor. En son 2018 yılında buna benzer bir durum yaşanmış ve bunu Türkiye ekonomisinin durumu üzerine bir makale yazmış olan bir yabancı bilim insanı (M. Dabrowski) aşağıdaki gibi açıklamıştı.

“Türkiye oldukça yüksek bir büyüme hızı yakaladı ve ılımlı bir ihtiyatlı maliye politikası uyguladı. Buna karşılık para politikası oldukça gevşekti. Bu da yüksek enflasyona neden oldu. Dahası iç politikadaki otoriterleşme ekonomiyle ilgili kurumların bozulmasıyla ve 2000’lerde yapılmış olan birçok reformun tersine dönmesiyle sonuçlandı. 2016 yılındaki askeri darbe girişimi sonrasında çok sayıda devlet memurunun işine son verilmesi de ekonomi yönetiminde bozulmayla sonuçlandı. Kürtlerle yeniden savaş konseptine dönüş ve ülkenin Suriye’deki çatışmaların parçasına hale gelmesi, geleneksel Batılı müttefiklerle yaşanan gerilimler ve AB üyelik başvuru sürecinin fiilen dondurulması gibi birçok jeopolitik riskin varlığı da yerli ve yabancı yatırımcının geri çekilmesiyle sonuçlandı. Öte yandan IMF ve OECD başta olmak üzere uluslararası kuruluşlar aşırı ısınma riskine dikkat çekerek,  enflasyonu dizginlemek ve yatırım atmosferini iyileştirmek için bir dizi yapısal ve düzenleyici reform önerisi yaptılar. Türkiye bunların hiç birine kulak asmadı”. (7)

Bu sefer durum çok daha ciddi

İktidar bloku ortaya çıkabilecek her türden, insani,  ekonomik, sosyal ve ekolojik tahribatı göze alarak sonuna kadar otoriter bir rejim oluşturma stratejisini sürdürmede kararlı gibi görünüyor. Bu yeterince net bir duruş.

Hala net olmayan şey ise demokrasiyi savunanların, demokrasi güçlerinin, iktidar blokunun karşısında olanların, muhalefet partileri ve hareketlerinin, kısaca toplumun çoğunluğunun bu gidişata karşı ne tür bir strateji izleyeceği.

Dip notlar:

(1)     Ergin Yıldızoğlu, “Bu gidiş nereye?”, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/bu-gidis-nereye (22 Mart 2021).

(2)     https://www.theguardian.com/world/2021/mar/21/turkish-lira-could-plunge-15-as-erdogan-faces-market-wrath-for-sacking-bank-chief (21 March 2021).

(3)     OECD, Economic Outlook, Interim Report Strengthening the recovery: The need for speed, March 2021.

(4)     https://www.fitchratings.com/research/sovereigns/global-economic-outlook-march-2021-17-03-2021 , s. 5, (22 Mart 2021).

(5)     TÜİK, Tüketici Güven Endeksi, Şubat 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (18 Şubat 2021).

(6)     https://www.gazeteduvar.com.tr/uluslararasi-bankalarin-turkiye-yorumlari-doviz-rezerviniz-yoksa-riskli-bir-is-yapiliyor-galeri (22 Mart 2021).

(7)     Marek Dabrowski, “Is This Time Different? Examining Recent Emerging-Market Turbulence”, http://bruegel.org (15 Kasım 2018).

 

22 Mart 2021 Pazartesi

‘Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde 15 puanlık kötüleşme

 

‘Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde 15 puanlık kötüleşme

Mustafa Durmuş

21 Mart 2021

Hali hazırda ülkede yaşanmakta olan ekonomik ve politik kriz sürecinde kötüleşen birçok sosyal, siyasal ve ekonomik gösterge mevcut. Kötüleşen bir diğer gösterge ise dün açıklanan ‘Uluslararası Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde yer alan Türkiye’ye ait verilerle ilgili.

Uluslararası Şeffaflık Kurumu (Transparency International) adı verilen bir uluslararası kuruluş her yıl düzenli olarak ‘Yolsuzluk Algı Endeksi’ yayınlıyor  (Corruption Perception Index) (1).

Bu endeks, kuruluşça düzenli olarak takip edilen toplam 180 devlet ile ilişkilendirilmiş yolsuzluğu (daha doğrusu yolsuzluk algısını) ölçmeye çalışan bir endeks. Böylece sosyolojik boyutuyla önemli bir bozulmaya, çürümeye işaret ediyor.

Endeks “0” ile “100 puan” arasındaki puanlardan oluşuyor. Böylece puanı 100’e yaklaşan bir ülke yolsuzluk açısından en temiz, yani en az yolsuzluğun olduğu bir ülke, buna karşılık 0’a yaklaşan ülke yolsuzluk açısından en kötü durumdaki bir ülke olarak tanımlanıyor.

Böyle bir ölçme biçiminin ne kadar gerçekçi olduğu elbette sorgulanabilir. Nitekim bunun yetersiz olduğu yönünde eleştiriler de söz konusu. Buna rağmen bu endeks yolsuzluklar ile demokratik (ya da otokratik rejimler) arasındaki bağı da sergilemesi nedeniyle çok değerli bulunuyor.

Bu yılki endekste çarpıcı veriler mevcut

Endeksi düzenleyen kurum dünyadaki yolsuzluk algısının giderek kötüleştiğine (ülkelerin üçte ikisi 50 puanın altında puanlara sahip), bunun da Covid-19 Salgını ile mücadeleyi zayıflatırken, liberal demokrasilerin krizini derinleştirdiğine dikkat çekiyor.

Bu bağlamda Toplam 180 ülkenin ortalama puanı 100 üzerinden 43 puan. Yolsuzluğun en az olduğu ilk iki ülke sırasıyla; Danimarka (88 p) ve Yeni Zelanda (88 p). Bunları yine sırasıyla; Finlandiya (85 puan), Singapur (85 puan) ve İsveç (85 puan) izliyor.  Yolsuzluğun en fazla olduğu ülkeler ise sırasıyla; 179. Sıradaki Sudan (12 puan), Somali (12 p)  ve 178. Sıradaki Suriye (14 p).(2)

Bölgesel olarak ele alındığında; en iyi durumdaki ülkeler ortalama 66 puanla Batı Avrupa ve AB ülkeleri (buna karşılık Macaristan, Romanya ve Bulgaristan 44’er puan ile en alttaki ülkeler konumundalar). En kötü durumdaki ülkeler ise; Sahra Altı Afrika ülkeleri (ortalama 32 puan), reel sosyalizmden kapitalizme geçiş yapmış olan Doğu Avrupa ve Merkez Asya ülkeleri (ortalama 36 puan) ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri (ortalama 39 puan).

Bu durum savaşlar, göçler, gelir eşitsizliği ve yoksulluk gibi faktörlerin yanı sıra,  ülkede demokrasinin işleyip işlememesinin de yolsuzluk algısını ciddi olarak etkilediğini gösteriyor.

Bir başka anlatımla, diktatörlüklerin, otoriter yönetimlerin egemen olduğu ülkeler yolsuzluk endeksinde en alt sıralarda; buna karşılık, Y. Zelanda, Danimarka veya Batı Avrupa ülkeleri gibi burjuva demokrasisinin temellerine sadık ülkeler endeksin üst sıralarında yer alıyorlar. Yani bir ülkede yönetim otoriterliğe kaydıkça, diktatörlük eğilimleri arttıkça, yolsuzluk iddiaları ve algısı da artıyor.

Türkiye endekste 7 yılda 15 puan geriye düştü

Türkiye’ye ilişkin yolsuzluk algısında ise özellikle de 2013’ten bu yana ciddi bir artış var. Çünkü ülke 180 ülke arasında bugün 86. Sırada yer bulabiliyor, dahası endeksteki değeri sürekli düşüyor. Bu da ülkede yolsuzlukların arttığı algısının da arttığı anlamına geliyor.

Öyle ki 2013 yılında endeksin değeri 50 puan iken, bu 2014’te 45 puana, 2015’te 42 puana, 2016’da 41puana ve 2017’de 40 puana kadar geriledi.(3) 2020 yılında ülke bu puanını korurken, diğer bazı ülkelerin durumlarını iyileştirmeleri nedeniyle, endekste 5 sıra daha geriledi ve 86. Sıraya indi.

Böylece ülke şeffaflık açısından, Arjantin, Çin, Guyana, Burkine Faso, Hindistan, Fas ve Trinidad ve Tobago gibi birçoğu Afrika ülkesi olan ülkelerin gerisinde kaldı. Türkiye’nin altında ise Brezilya, Kazakistan ve Sri Lanka gibi ülkeler sıralanıyor.

Bu da (ileri sürülenin aksine) toplumsal iyiliğin bir göstergesi olarak, bir ülkede tek başına yüksek bir ekonomik büyüme sağlamanın yeterli olmadığını gösteriyor. Çünkü örneğin Türkiye ekonomisi 2017 yılında yüzde 7,4 gibi oldukça yüksek bir oranda büyümüştü, 2020 yılında ise, Çin ile birlikte, pozitif olarak büyüyen iki ülkeden biri olmuştu. Ancak bu büyüme ülkeye ait yolsuzluk algısının artmasını engelleyemedi, hatta ülkenin yolsuzluklarla büyüdüğü biçimindeki bir algıyı güçlendirdi.

Ucuz faiz ve düşük kurdan adil olmayan bir kaynak tahsisi 

Bunun nedenlerini ekonomideki kaynak tahsisinde ya da büyümenin kaynaklarında aramak daha doğru olabilir. Çünkü Merkez Bankası rezervlerinin eriyerek eksiye düştüğü biliniyor. Keza ekonominin büyüdüğü yıllarda bu büyümenin asıl olarak düşük faizli Kredi Garanti Fonu (KGF) destekli banka kredileri aracılığıyla sağlandığı da biliniyor. Bu da düşük faizler (ve düşük kurlarla) sermaye çevrelerini desteklemek için bolca kredi veren kamu bankalarını zarara soktu.

Nitekim bu yılın Ocak-Şubat ayları Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmesi Raporuna bakıldığında iki kamu bankasına ‘görev zararı’ adı altında bütçeden yapılan transferlerin büyük çapta arttığı, buna karşılık hanelere yapılan transferlerin ciddi oranda azaldığı görülüyor.

Öyle ki geçen yılın Ocak Şubat-aylarında Halk Bankası’na yapılan transfer 85 milyon lira iken, bu yılın bu iki ayında, yüzde 132’lik bir artışla, 429 milyon liraya; Ziraat Bankası’na yapılan transfer ise 452 milyon liradan, yüzde 53’lük bir artışla, 694 milyon liraya çıktı. Yani sermaye çevrelerine verilen ucuz kredinin neden olduğu zarar vergi mükelleflerinin ödediği vergilerden sağlanan gelirlerle kapatıldı.

Dernek ve vakıflara yapılan transfer vergi mükellefinin cebinden çıkıyor

Dahası kâr amacı gütmeyen kuruluşlara (daha çok iktidara yakın cemaatlerin dernek ve vakıflarına) yapılan transferler 872 milyon liradan, yüzde 6,6’lık bir artışla,  929 milyon liraya yükseldi.

Buna karşılık, aynı aylar itibarıyla hane halkına yapılan sosyal amaçlı transferler, 1, 449 milyar liradan, yüzde 25,8’lik bir azalmayla, 1,075 milyar liraya düşürüldü. Tarımsal destekleme amaçlı transferlerse 6,694 milyar liradan yüzde 75’lik bir azalmayla 1,696 milyar liraya indirildi.(4)

Bu durum bir yandan ekonomi reformu paketinde açıklanan ‘mali disiplin’in kimlere yaradığı ve kimlere zarar verdiğini göstermekte iken, aynı zamanda kamu bankalarına ve dernek ve vakıflara yapılan aktarmaları da sorgulatıyor. Bunun önümüzdeki yılda yayınlanacak olan yolsuzluk algısı endeksinde Türkiye’nin yerini daha da düşüreceği açık. Ayrıca T. Varlık Fonu’nun Sayıştay tarafından denetlenemiyor olması da bu endeksteki yerimizi kötüleştiren bir başka faktör.

Son olarak, Kamu Özel İşbirliği Modeli altında ve neredeyse tamamı dış kredilerle  onlarca milyar dolarlık havalimanları, köprüler, HES’ler gibi alt yapı projesi  gerçekleştiriliyor. Bu projelerin dayandığı finansman modeli ise şeffaf olmadığı gibi, denetlenebilir de değil. Böyle projeler ve bunların denetimden uzak finansman biçimleri var oldukça önümüzdeki yıllarda endeksteki yerimizin daha da düşmesi kaçınılmaz.

Dip notlar:

(1)     Transparency International , https://www.transparency.org/en/cpi/2020/index/nzl (20 Mart 2021).

(2)       Age.

(3)     https://www.transparency.org/news/feature/corruption_perceptions_index_2017 (21 February 2018).

(4)     https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2021/03/Butce-Gerceklesme-Raporu-Ocak-Subat.pdf

 

14 Mart 2021 Pazar

“Reform ” algısına değil, köklü, ilerici bir toplumsal dönüşüme ihtiyacımız var

“Reform ” algısına değil, köklü, ilerici bir toplumsal dönüşüme ihtiyacımız var

Mustafa Durmuş

14 Mart 2021

Covid-19 Salgınının Dünya ve Türkiye ekonomisindeki etkilerini anlatan son iki yazımızdan ortaya çıkan sonuç bu Salgın ile birlikte dünya ekonomisinin 1929 Büyük Depresyonundan bu yana görülen en büyük ekonomik daralmaya yol açtığıydı.

Salgın sadece sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik ağının ne derece zayıf olduğunu ortaya çıkartmakla kalmadı. İşsizlik ve yoksulluğun devasa bir biçimde artmasının yanı sıra, küresel dolar milyarderlerinin servetleri de Salgınla birlikte arttı. Bu da kapitalist dünyanın nasıl bir eşitsizlikler dünyası olduğunu gözler önüne serdi.

Eşitsizlikler gelir ve servet dağılımı eşitsizlikleri ile sınırlı kalmadı. Aynı zamanda farklı etnisiteler, kimlikler, inançlar ve erkek-kadın arasında da derin eşitsizlikler yaşanıyor.

Salgın toplumu bu eşitsizliklere uygun bir biçimde, yani orantısız olarak etkiliyor. Örnek olarak Covid-19 aşısına erişimde yaşanan eşitsizlikler dikkate alındığında toplumun ezilenleri, yoksulları, emekçileri, ötekileştirilenleri bu felaketten çok daha fazla etkileniyorlar. Ekonomide “K” tipi bir toparlanma beklentisi ise olası bir toparlanmanın da eşitsiz olacağını gösteriyor.

Salgının önümüze koyduğu fırsat: Farklı bir toplum, demokrasi ve ekonomi oluşturma imkânı

Ancak bu Salgın unuttuğumuz bazı önemli gerçekleri tekrar gün yüzüne çıkartarak, dünyayı değiştirme konusunda bizlere yeni fırsatlar da sunuyor. Her şeyden önce son 40 yıla damgasını vuran “toplum yoktur, birey vardır” biçimindeki neo-liberal söylemin içinin ne kadar boş bir söylem olduğu görüldü. Çünkü Salgın, orantısız bir biçimde olsa da, tüm toplumu etkiliyor. Bu da, ortak toplumsal çıkarlarımızla birbirimize bağlı olduğumuzu, ancak yeni bir toplum yaratmamız gerektiğini de anlatıyor.

İkinci olarak, bu Salgın burjuva demokrasilerinin de kriz içinde olduğunu gösterdi zira birçok ülkede devletler hızla otoriter, pro-faşist devletlere dönüştüler, halkın sağlıkla ilgili en temel taleplerini dahi karşılamadılar. Bu birçok ülkede halkın kendi arasında sosyal dayanışma ağları kurmaya yönelmesiyle sonuçlandı. Bu da bize aşağıdan, yerelden ve doğrudan olmak üzere yeni bir demokrasi kurmanın gerekli olduğunu gösteriyor.

Üçüncü olarak, ortaya çıkan ekonomik zorlukların, sıkıntıların, yoksulluk ve açlığın asıl nedeninin, ekonomilerin büyüyememesinden, daralmasından ya da içine düştüğü krizlerinden ziyade bölüşüm eşitsizliği ve sosyal koruma-güvenlik ağlarının tahrip edilmişliği olduğunu gösterdi. Bu da artık farklı bir ekonomi anlayışına sahip olmamız ve bunu örgütlememiz gerektiğini bize salık veriyor.

Farklı toplumsal refah ölçüm araçlarına ihtiyaç var

Böylece hayat, “kişi başı GSYH büyümesi” olarak da tanımlanan ekonomik büyümeyi ekonomik başarının ve toplumun iyi olma halinin tek göstergesi olarak bize dayatan burjuva iktisat ideolojisini artık reddetmemiz, bunun yerine farklı bir iktisat anlayışı ve farklı toplumsal refah ölçme araçları koymamız gerektiğini söylüyor.

Bunun hem düşünce yapısında ve biçiminde, hem ekonomi anlayışı ve yönetiminde, hem de siyaset yapma biçiminde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerektirdiği çok açık.

Böyle bir köklü değişim ve dönüşümü bizlerin bugünkü durumundan birinci dereceden sorumlu olanlardan, müesses nizamın kendinden, egemenlerin siyasal iktidarlarından beklemekse saflık olur.  Böyle bir beklenti içindeyseniz, kapitalist sistemi, kapitalizmin iktisadi işleyiş biçimini, kapitalist devletin rolünü, mevcut sosyal sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin belirleyiciliğini hiç anlamamışsınız demektir.

İçi boş bir ‘ekonomide reform’ söylemi

Bu bağlamda örneğin, son günlerde siyaset gündemine damgasına vuran ekonomide reform yapılacağı beklentisinin bir hayal olduğunun altını çizmek zorundayız. Muktedirin yapacağı ister hukuk, isterse ekonomi alanındaki ‘reform’ olsa olsa; zamana oynamak, göz boyamak, ama asıl olarak mevcut zenginleşme düzenini olabildiğince sürdürmeye yarayacak olan (daha ziyade de ekonomi bürokrasisinde bazı değişiklikler) gibi makyajlar olabilir.

Yani ekonomide de her şeyin hızla aşağıya doğru gittiği bir anda mevcut iktidar bloğu eliyle köklü (hele de emek ve toplumdan yana) değişiklikler içeren reformların yapılabilmesi mümkün değil. Bunların reform olarak adlandırılması ise sadece bir algı yönetimi olabilir.

Bu nedenle, uzun uzadıya açıklanan reform paketi değerlendirmesine girmeksizin, sadece sayıları 850 bin civarında olduğu ileri sürülen küçük esnaftan gelir vergisi alınmaması ile ilgili açıklamaya değinmekle yetineceğiz.

Pansuman yetmez

Şubat 2021 itibariyle Basit Usulde vergilendirilen esnaf- mükellef sayısı tam olarak 816.185. Bunların ödediği gelir vergisi zaten çok düşük, öyle ki 2020 yılında toplamda sadece 228 milyon vergi ödemeyi taahhüt ettiler. Bu haliyle toplanan vergi toplam vergi gelirlerinin sadece on binde 3’ünü ancak oluşturuyor.(1)

Bunun nedeni bunlara uygulanan yüksek tutardaki istisna. Ayrıca genç esnaflar “genç girişimci kazanç istisnası”ndan yararlanabiliyorlar. Öyle ki bu istisna 2020 için 13 bin lira ve 2021 yılında için 14 bin lira. Yani bu kesime bir tür asgari kazanç indirimi uygulanıyor. Reform paketinde yer alan düzenleme ile bu kesimler Gelir Vergisi Kanunu’ndaki ‘esnaf muaflığına’ tabi tutularak vergi dışı bırakılacak. Yapılması düşünülen özetle bu.

Kısaca söylemek gerekirse, ciddi bir vergi kaybına yol açmayacak bir vergi gelirinin alınmasından vazgeçiliyor (2). Ancak bu durum esnafa bir müjde, bir jest gibi sunuluyor. Oysa esnafın özellikle de Covid-19’dan bu yana bundan çok daha fazla iyileştirici düzenlemelerine ihtiyacı olduğu çok açık. 

Örneğin, vergi ve sigorta borçlarını yeniden yapılandıran yasa uyarınca 1 Mart’ta ödenmesi gereken ilk taksitler büyük ölçüde (Salgının ve krizin sürmesi nedeniyle) ödenmemiş olmasına rağmen, yapılan resmi açıklamada bu borçların ertelenmesine, ya da işçiler için çok önemli olan kısa çalışma ödeneğinin uzatılmasına ilişkin her hangi bir bilgi yer almadı.

Yaraya neşter lazım

Oysa başta işçi sınıfı olmak üzere, bu ülkenin emekçileri, halkları açısından bu kötü gidişatı öncelikle durduracak ve yerine gerçek ihtiyaçların karşılanmasını sağlayabilecek nitelikte radikal düzenlemelere ihtiyaç var. Ancak böyle düzenlemeler yapıldığında gerçek reformlardan söz edilebilir.

Başta temel haklar ve özgürlükler, eşit yurttaşlık olmak üzere, demokratik hak ve özgürlükleri daha da geliştiren, koruma altına alan köklü reformlar yapılmalı ve bunlar çoğulcu ve katılımcı demokratik bir anayasanın güvencesi altına alınmalı.

Her 1,000 işçiden 728’i eğreti istihdam koşullarında çalıştırılıyor

İstihdam alanında çok büyük sorunlar mevcut. Öyle ki eğreti olmayan, güvenceli istihdam toplam istihdamın sadece yüzde 27,2’sini oluşturuyor. Üstelik bu oran sürekli bir düşüş içinde (3). Yani istihdamdaki güvencesizlik giderek artıyor.  Bu nedenle de, işçi sınıfı için acil bir koruma önlemi anlamına gelebilecek bir Temel Gelir Güvencesi, bunu da fonlamada kullanılabilecek bir artan oranlı servet vergisi ve halkın üzerindeki vergi yükünü azaltacak olan köklü bir vergi reformu gerekiyor.

Yeşil yatırımlar ve kamuca garanti edilmiş istihdam programları

Ayrıca gerçek işsizliğin TÜİK tarafından dahi (adına atıl işgücü dese de) yüzde 30,2 olarak kabul edildiği bir anda (4), nitelikli istihdamı hak olarak gören bir yerden, yerelden yönetilecek, yeni yeşil yatırımlar aracılığıyla çalışmak isteyen herkese kamu tarafından garanti edilmiş istihdam programları sunulmalı. Kuşkusuz mevcut kamusal hizmetlerin daha da genişletilip, yaygınlaşmasını mümkün kılan kamulaştırma ya da toplumsallaştırma programlarını da hayata geçirmek gerekiyor.

Böyle programlarla, hem karbon emisyonlarını azaltarak doğayı korurken, hem de emekçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin, ezilen kimliklerin ve engellilerin yaralarını sarmak ve onları güvenceye kavuşturmak, geleceğe umutla sarılmalarını sağlayabilmek mümkün.

Bu yüzden de siyasal iktidarların sözünü ettikleri sözde reformların arkasına sığınarak yüksek devirli bir ekonomik büyüme makinasını bir kez daha devreye sokmalarına karşı çıkmak, buna karşılık yoksulun yoksulluktan kurtarılacağı, soluduğumuz havanın temizlenebileceği ve her şeyden önemlisi uzun vadede yeryüzünün istikrara kavuşturulabileceği bir yeni ekonomiyi inşa etmemizin mümkün olduğunu tüm topluma göstermemiz gerekiyor.

Büyüme fetişizmi reddedilmeli

Akıldışı bir ekonomik büyüme takıntısını reddetmeliyiz. Bunun için çok sayıda haklı nedenimiz var. Bu yazının sınırlı kapsamını dikkate alarak burada bunlardan sadece bir kaçının altını çizmekle yetinelim.

GSYH büyüdükçe, yani ekonomik büyüme hızlandıkça, işsizlik, yoksulluk gelir dağılımı adaletsizlikleri azalmıyor, daha da artıyor, istihdam (özellikle de nitelikli olan)  azalıyor,  sosyal gelişme göstergeleri kötüleşiyor, toplum daha da geriye gidiyor (ana akım iktisat kitaplarında yazılanların aksine).

Neredeyse tüm ana akım iktisat ideolojisinin gönüllü, gönülsüz tüm vaizlerinin, insanlığı maksimum refaha ulaştıracak olan en önemli şeyin ekonomik büyüme (daha fazla üretim, daha fazla tüketim), sanayileşme ve kişi başı gelir artışı olduğu yönündeki  baskın söylemleri dikkate alındığında, ekonomik büyüme konusundaki savlarımızın çok uçuk olduğu ileri sürülebilir.

Ekonomik büyüme: Her türlü kirin altına süpürüldüğü bir halı

Üstelik böyle bir ekonomik büyüme anlayışı ve söyleminin politik anlamda bir işlevselliği de mevcut: Her türlü sorunun altına süpürüldüğü bir halı gibi tüm sosyal, siyasal ve ekonomik sorunların üzerinin örtülmesine yarıyor. Toplumsal gerilimlerin ve bunalımların arttığı zamanlarda milliyetçi söylemler nasıl bir işlev görüyorsa, yüksek bir ekonomik büyüme söyle mi de benzer bir işlev görüyor, siyasal iktidarları ayakta tutmaya yarıyor.

Oysa artık GSYH büyümesi anlamında ekonomik büyümenin tek başına bir toplumun “iyi olma halinin” çok kötü bir ölçüm biçimi olduğu iyice ortaya çıktı. Çünkü bu kavram parasallaşmış piyasa işlemlerinin ölçeğini bize gösterebilirse de, insan hayatlarının kalitesini ya da doğanın gerçek durumunu göstermiyor.

Üstelik Dünya Sağlık Örgütü’nün direktörü M. Ryan’ın da dediği gibi:” Ekonomik büyümeyi, doğayı koruma ve sosyal sürdürülebilirlik gibi temel sorunların önüne koyup birincil önceliğimiz olarak gördüğümüzde, gelecekte Covid-19’dan çok daha tehlikeli salgın hastalıklarla karşılaşma riskimiz de artıyor”.(5)

Buna rağmen siyasal iktidarlar ekonomik reformların ya da ekonomi politikasının hedefi olarak bu kavrama sarılmayı sürdürüyorlar. Nitekim son 18 yıldır ülkede yaşanmakta olan bunca doğa tahribatına, su kaynaklarının, verimli tarım arazilerinin ve ormanların yok edildiği gerçeğine rağmen hala Kanal İstanbul Projesi ısrarla sürdürülüyor.

Böyle bir projenin gerçekleşmesiyle ortaya çıkacak ve küçük bir azınlık seçkin tarafından paylaşılacak olan rant gelirlerindeki artışın, inşaat ve finans sektöründeki büyümenin ekonomiyi de büyüteceği açık. Diğer taraftan bu proje konusunda ısrarcı olanların dikkate almadıkları büyük çapta bir toplumsal ve ekolojik zarar ya da kayıp söz konusu olacak.

Bu ve benzeri projelerle ekonomiyi ne olursa olsun yüksek oranda büyütme çılgınlığının aşağıda kısaca özetlediğimiz sosyal gelişme göstergelerinde bir iyileşmesi sağlayabilmesi ise hiç mümkün değil. Tam tersine, günümüzde sosyal gelişme göstergelerindeki hızlı kötüleşme çılgınca bir ekonomik büyümenin kaçınılmaz maliyeti olarak karşımıza çıkıyor.

Sosyal Gelişme Endeksi

Küresel çapta olmak üzere her yıl Sosyal Gelişme Endeksi adı verilen bir endeks düzenleniyor. Bu endeksin en sonuncusu “2020 Yılı Sosyal Gelişme Endeksi” adı altında bu yakınlarda yayınlandı.

Bu endeks “Sosyal Gelişme Gerekliliği” adı verilen ve ABD’de yerleşik kâr amacı taşımayan bir kuruluş tarafından 2014 yılından bu yana hazırlanıyor. O zamandan bu yana da dünyanın hemen her yerinde kabul görüyor.

Sosyal ve çevresel konularda yol gösterici olmak hedefleniyor 

Endeksin düzenlenme amacının; 7 milyardan fazla insanın ve 163 ülkenin sosyal olarak gelişme durumunu (üstelik 10 yıl geriye dönük olarak) ölçmek, insanlara ve karar alıcılara ülkelerinin sosyal ve çevresel konularıyla ilgili olarak güvenilir bilgiler sunmak, böylece sosyal gelişmeyi (eşitlikçi, içermeci ve refahı artıran bir topluma doğru) hızlandırmaya yarayabilecek eylemlerinde, politikalarında bu verileri kullanmalarını sağlamak olduğu ileri sürülüyor.(6)

Bu endeksin çarpıcı yanı diğer ölçme biçimlerinden farklı olarak kişi başı gelir gibi geleneksel ekonomik performans ölçütlerinin dışına çıkması ve bir ülkenin sosyal ve çevresel performansını ölçmeyi amaçlaması. Endeks ayrıca Birleşmiş Milletler Örgütü’nün 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedef Göstergesini de kapsıyor.

Her ülkenin puan cetveli var          

Tüm ülkelerin durumunu gösteren genel endeksin (Küresel Sosyal Gelişme Endeksi)  dışında, her bir ülkeye ait puan cetveli de hazırlanıyor. Bu cetvel bir ülkenin kişi başı gelir açısından kıyaslanabilir durumdaki diğer 15 ülkeye göre göreli avantajlarını ve dezavantajlarını gösteriyor.

Bu bağlamda örneğin Türkiye’nin, Satın alma Gücü Paritesine (SGP) dayalı kişi başı geliri açısından kıyaslandığı 15 ülke şunlar: Umman, Romanya, Hırvatistan, Malezya, Rusya, Yunanistan, Letonya, Trinidad ve Tobago, Kazakistan, Panama, Macaristan, Polonya, Slovakya, Şili ve Arjantin.

Endeksteki çeşitli renklerdeki noktaların her birinin bir anlamı var. Örneğin mavi noktalı alanlar ülkenin göreli olarak iyi bir performansa sahip olduğu alanları, kırmızı noktalı alanlar zayıf ve sorunlu olduğu alanları, sarı noktalı alanlar ortalama değerlere sahip bulunduğu alanları ve gri noktalı alanlar değerlendirme için yeterince veri elde edilemeyen alanları gösteriyor.

Hak ve özgürlükler daralıyor!

Genel Endeks 2014 yılından 2020 yılına kadar iyileşme gösteriyor olsa da (endeksin değeri 100 üzerinden 60.63’ten 64.24’e çıktı ve 12 ana göstergenin 8’inde ilerleme kaydedildi), bireysel haklar, özgürlükler ve içermecilik göstergeleri 2011 yılından bu yana kötüleşiyor.

Endeksin temel uyarısı ise şöyle: “Bu trend böyle devam ederse 2081 yılına kadar sözü edilen 17 hedefe erişebilmek mümkün olmadığı gibi, eğer önlem alınmazsa Covid-19’un dünyayı en az 10 yıl geriye götürecektir”.

İlk 5’in 4’ü İskandinav ülkelerinden

Bu yılki endekse göre en iyi performansa sahip ülke 100 puan üzerinden 92.72 puan ile Norveç. Bunu Danimarka, Finlandiya, Yeni Zelanda ve İsveç takip ediyor. Sosyal gelişme açısından en hızlı gelişme kaydeden ülkeler Gambia, Etiyopya ve Tunus olurken, dünyanın en büyük ekonomisine sahip bulunan ABD ve en hızlı büyüyen ülkelerinden olan Macaristan’da endeksin değeri düşüyor.

ABD yapabileceklerinin çok altında bir performans sergileyen bir ülke olarak tanımlanıyor. Endeks değeri: 85.71/100.  Böylece 163 ülke arasında 28. Sırada yer alıyor. Oysa SGP’ye göre kişi başı geliri 62.683 dolar ile 163 ülke arasında ilk 8. Sırada yer alıyor. Bu ülkedeki toplumsal olarak iyi olma halindeki gerileme sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimdeki yetersizlikten, azınlıklara karşı yürütülen ayrımcı ve şiddet içeren politikalardan ve çok büyük boyuttaki karbon emisyonlarından kaynaklanıyor. Macaristan’da ise medya üzerindeki sansür ve insan haklarına dönük saldırılarla birlikte kötüleşen hava kirliliği sosyal gelişmeyi köreltiyor.

Türkiye: Üç ana alan da kırmızı noktalı…

Türkiye’de endeksin değeri 100 puan üzerinden 68.27. Böylece ülke sosyal gelişme açısından toplam 163 ülke arasında 92. Sırada kendine yer bulabiliyor.  Kişi başı gelir açısından göreli olarak daha iyi durumda, zira Satınalma Gücü Paritesine göre kişi başı geliri 28,167 dolar. Bu açıdan 163 ülke arasında 46. Sırada yer alıyor.

Yani daha hızlı bir ekonomik büyümeye sahip olması Türkiye’nin sosyal gelişme göstergelerini iyileştirmeye yetmiyor. Bu da “Salgın’da büyüyen iki ülkeden biri olduk” sözünün altının sosyal olarak dolu olmadığını gösteriyor.

Tablodan görüleceği gibi Türkiye her üç ana gösterge (Temel İnsan İhtiyaçlarının Karşılanması, Toplumsal Olarak İyi Olma Durumu, İmkânlar ve Haklar) açısından kırmızılı nokta ile işaretlenmiş. İlk gösterge açısından 163 ülke arasında 67. Sırada, diğerleri açısından ise ancak 105. Sırada yer alabiliyor. Yani ülke sosyal gelişme açısından oldukça sorunlu. Göstergeler bilhassa 2013 yılından bu yana kötüleşiyor.

Ülkenin, özellikle de ‘İmkânlar ve Haklar’ başlığı altında yer alan ‘Kişi Hakları’nda 157. Sırada,  ‘Politik Haklar’da 154. Sırada, ‘İfade Özgürlüğü’nde 160. Sırada ve ‘Adalete Erişim’de son sırada (163) yer alabilmesi son derece rahatsız edici.

Bugünlerde uluslararası basında yer alan bir haber de bu tabloyu destekliyor. Buna göre; V-Dem Enstitüsü adlı İsveçli bir kuruluş 2020 yılı boyunca özellikle Covid-19 salgını ve önlemlerinin 144 ülkedeki demokratik gelişmeyi nasıl etkilediğini de araştırdı. Araştırmanın sonuçlarına göre, 2010'dan 2020'ye doğru olan değişimde Türkiye demokraside en çok gerileyen üçüncü ülke oldu. İlk iki sırada ise Polonya ve Macaristan yer alıyor. Keza 179 ülkenin değerlendirildiği Liberal Demokrasi Endeksinde Türkiye; Kongo ile Ruanda'nın arasında ancak 149. Sırada kendisine yer bulabildi. (7)

Bu veriler tek başına kişi başı gelir artışı anlamında ekonomik büyümenin ülke insanını ekonomik ve sosyal refaha ve özgürlüklere kavuşturmadığını, doğayı korumaya yetmediğini ortaya koyuyor.

Sonuç: Sosyal adalet, eşit yurttaşlık,  adil bölüşüm gibi konular sosyal gelişmeyi belirliyor

Yani sosyal gelişmenin ve ilerlemenin sağlanması ve ilerletilmesinde ekonomik büyüme de,  kişi başı gelirdeki hızlı artış da yeterli olmuyor. Sosyal adaletin sağlanması, bireysel hak ve özgürlüklerin ve eşit yurttaşlık hakkının güvence altına alınması, kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı politika ve söylemlerden uzak durulması, adaletli bölüşüm ilişkilerinin oluşturulması (ülkedeki bölgeler arasındaki gelir dağılımındaki adaletin sağlanması dâhil olmak üzere) ve temel mal ve hizmetlerin herkese kamusal yoldan ücretsiz sağlanması (nitelikli sağlık ve eğitim hizmetleri gibi) böyle bir gelişimde çok daha etkili oluyor.

Kuşkusuz bu bağlamda, bireysel özgürlükleri belirleyen ya da kısıtlayan sosyal, politik, ekonomik yapılar ve kapasiteler de çok önemli. Yani birey ve sosyal düzenlemeler birbirinden kopuk değil, birbirini tamamlayan şeyler. Bu nedenle de eşanlı olarak bireyin özgürleşmesini merkeze aldığımız kadar sosyal ve ekonomik çevrenin de bireysel özgürleşmeyi etkilediği gerçeğini kabul etmek durumundayız. Bu yüzden ancak bireysel özgürlükler toplumsal bir taahhüt olarak kabul edildiğinde yoksunluğumuzla ve yoksulluğumuzla baş edebiliriz. (8)

O halde ülkeyi bir bütün olarak içine düştüğü bu durumdan kurtarabilmenin yolu içi boş reformlarla oyalanmaktan değil,  doğayı koruyan, bireyin özgürleştirilmesini, emeğin, kadının, ezilen kimliklerin ve engellilerin güçlenmesini işin merkezine alan köklü, ilerici bir toplumsal dönüşümden, buna uygun iktisadi ve sosyal gelişme ve kalkınma stratejisi izlemekten ve nihayetinde buna uygun bir toplum ve dünya kurmaktan geçiyor.

Dip notlar:

(1)          “Aralık 2020 Bütçe Gerçekleşmeleri (Gelir)”, https://www.hmb.gov.tr/bumko-aylik-butce-uygulama-sonuclari (2 Şubat 2021).

(2)          Ancak Basit Usule tabi vergi mükelleflerinin hepsinin aynı kazançları elde ettiğini düşünmek yanlış olur. Öyle ki bu grupta yer alan taksi ve dolmuş sahiplerinin kazançları (taksi plakaları ve ulaşım hatlarından sağladıkları rantlar da dikkate alındığında) ciddi boyutlara erişebiliyor. Şu ana kadar bu usulle kendilerinden çok az vergi alınan bu kesimler yeni düzenleme ile tamamıyla vergi dışı tutulacaklarından bu onlar lehine olan bir eşitsizliğin sürdürülmesi, vergilemede adaletsizliğin daha da artması anlamına gelecektir.

(3)          Eğreti olmayan istihdam = Toplam istihdam – Tarım sektöründe istihdam edilenler – Kayıt dışı çalışanlar – Zamana bağlı eksik istihdam. Bkz: Pınar Kaynak, Sanayide gelişmeler ve istihdam eğilimleri, TOBB-ETÜ Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi, 1 Mart 2021, s.4.

(4)          Alaattin Aktaş, “İşsizlikte gerçek oranlar nihayet su yüzüne çıkıyor”, https://www.dunya.com (11 Mart 2021).

(5)          https://theconversation.com/global-obsession-with-economic-growth-will-increase-risk-of-deadly-pandemics-in-future (6 March 2021).

(6)          https://www.socialprogress.org/about-us/who-we-are (9 Mart 2021).

(7)          https://tr.euronews.com/rapor-turkiye-son-10-y-lda-en-cok-otoriterlesme-gosteren-ilk-10-ulke-aras-nda (10 Mart 2021).

(8)          Amartya Sen, Development as Freedom, Oxford University Press, 1999, s. 38-41.