İnkâr
kriz gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmiyor!
Mustafa
Durmuş
25 Nisan 2021
Merkez Bankası’nın eritildiği ileri sürülen 128 milyar dolarlık rezervinin şu an nerede olduğu, bu bağlamda son iki yıldır kamu bankaları aracılığıyla kimlere, hangi tarihlerde, hangi yollarla, hangi fiyatlardan bu dövizlerin satıldığı gibi sorulara siyasal iktidardan ve Merkez Bankası’ndan tatmin edici yanıtlar hala gelmezken, yeni bir finansal spekülasyon ve vurgun haberi de ülkenin gündemine oturdu.
Öyle ki kripto para piyasalarını düzenlemekle
yetkili kurumların adeta oturup seyrettikleri bir ortamda, akranı milyonlarca
genç üniversite mezunu işsiz gezerken, “işini bilen” ve “iyi ilişkilere sahip” bir genç girişimci
kripto para piyasasında 2 milyar dolarlık bir vurgun yaparak ortalıktan
kayboldu. (1) Hasta ekonominin tansiyonunu gösteren döviz kuru tekrar yükselişe
geçti ve dolar haftayı 8.40’a yakın bir değerden kapattı.
Varlığı
bir türlü kabul edilmeyen kriz gerçeği
Bunlar ve parasal ve reel alandaki diğer birçok
göstergeye rağmen siyasal iktidar ülke ekonomisinin ciddi bir krizde olduğunu hala
kabul etmiyor. Tıpkı Salgınla ilgili olarak yaptığı gibi, palyatif çözümlerle
durumu idare etmeye çalışıyor, bu arada ekonomik krize dikkat çekenleri de
suçlamayı ihmal etmiyor.
Oysa etkin bir kamu yönetiminin, ciddi bir sosyo-ekonomik
sorunu tanımlarken ve onunla mücadele ederken her hangi bir gecikme yaşamaması
gerekiyor. Yani devleti yönetenler, ihtiyaç
doğduğu anda sorunun tam olarak ne olduğunun bilincinde olarak, bu soruna
müdahaleye hazır olmalı ve bu müdahale kararını da herhangi bir gecikmeye uğramadan
uygulamalıdır.
Kuşkusuz burada ideal bir kamu yönetiminden söz
ediyoruz. Gerçekte ise sorunu kabul etmeyi ısrarla reddeden bir yönetim söz
konusu. Bu nedenle de, ekonomik büyüme
göstergesi gibi eldeki tek olumlu göstergeye dayanarak krizin varlığını
reddediyor.
Elde
bir tek ekonomik büyüme oranı var
Hatırlayalım, geçen yıl diğer tüm ekonomiler
küçülürken sadece Çin ve Türkiye ekonomisi büyümüştü. Bu nedenle Türkiye
ekonomisinin yüzde 1,8’lik büyümesi siyasal iktidarın sığındığı liman oldu.
Diğer taraftan “tek başına ekonomik büyümenin, üstelik
nitelikli istihdam yaratmayan, gelir dağılımı adaletsizliğini azaltmayan, emeği
ve doğayı tahrip eden bir ekonomik büyümenin, bir toplumun gerçek anlamda
ekonomik ve sosyal olarak iyi olma halinin göstergesi olamayacağını” değişik
mecralarda sayısız kere yazdık ve söyledik.
Üstelik Dünya Sağlık Örgütü’nün direktörü M. Ryan’ın
da uyardığı gibi: “Ekonomik büyümeyi çevre ve sosyal sürdürülebilirliğin önünde
tuttuğumuzda gelecekte çok daha tehlikeli salgınlarla karşılaşma riskimiz
artıyor. Çünkü böyle bir ekonomik büyüme sırasında insanın doğa ile kurduğu
tahakküm ilişkisinin sonucunda. zoonotik salgınlar yükselişe geçiyor, biyo-çeşitlilik
ve ekosistem tarihte görülmemiş bir hızla her gün azalıyor”.(2)
IMF’nin
öngörüleri
Buna rağmen IMF ve OECD gibi kuruluşlar ve
hükümetler ekonomideki başarıyı hala ekonomik büyüme (kişi başı GSYH büyümesi)
ile ölçmeyi sürdürüyorlar. Bu çerçevede de IMF’nin son Dünyanın Görünümü Raporu’nda
bu yıl ve önümüzdeki yıl olmak üzere ekonomilerin ne oranda büyüyeceklerine
ilişkin öngörüler sıralanıyor.
Bu rapora göre (3); Türkiye ekonomisi 2021 yılında yüzde
6,0 ve 2022 yılında yüzde 3,5 büyüyecek. Türkiye ile aynı kulvarda yer aldığı
düşünülen Rusya, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan gibi ‘yükselen ve
gelişmekte olan’ Avrupa ekonomileri gibi akran ekonomilerse ise bu yıl ortalama
yüzde 4,4 ve gelecek yıl yüzde 3,9 büyüyecekler.
Büyüme değerlendirmesinin ayrıntıları ise bazı
sorulara ışık tutuyor. Örnek olarak, AKP’nin
tek başına iktidar olduğu 2003 yılından bu yana ekonomide sağlanan büyüme
açısından kıyaslandığında; (2003-2012 döneminde) Türkiye ekonomisinin yükselen
ve gelişmekte olan bu Avrupa ekonomilerinden sadece yüzde 1,0 puan daha fazla
büyüdüğü göze çarpıyor. Öyle ki bu ekonomiler ortalama yüzde 4,6 büyürken,
Türkiye ekonomisi yüzde 5,6 büyümüş. Öte yandan, büyüme performansı açısından
aradaki farkın 2018 yılından itibaren (Türkiye aleyhine olmak üzere), neredeyse
kapandığı görülüyor.
Türkiye
ekonomisi akranlarından daha iyi bir performansa sahip değil
İşin gerçeği Türkiye ekonomisinde yüksek orandaki
büyüme süreci 2013 yılı ile sona erdi. Çünkü 2013 yılında yüzde 8,5 büyüyen
ekonomi 2014 yılında ancak yüzde 4,9 büyüyebildi ve büyüme hızı bu yıldan
itibaren 2019 yılında binde 9’a kadar olmak üzere (2017 yılındaki hormonlu
büyüme hariç) sürekli düştü.
2020 yılındaki yüzde 1,8’lik büyüme ise Salgının
ağır sağlık faturası pahası üretim mekânlarının kapatılmaması ve işçilerin
diğer ülkelere göre çok daha fazla saat çalışmalarıyla ilgili bir durum. Bu da
siyasal iktidarın, sermaye ve servetin büyümesi anlamına gelen ekonomik
büyümeyi her şeyin önüne koyduğunu gösteriyor.
Enflasyon
ve işsizlik şampiyonu bir ekonomi
Türkiye ekonomisinin bu göreli başarısı burada sona
eriyor. Çünkü diğer iktisadi veriler açısından Türkiye ekonomisi akranlarına
göre oldukça başarısız görünüyor.
Bu anlamda halkın refahını ya da yoksulluğunu doğrudan
belirleyen en temel iki göstergeyi irdelemek gerekiyor: Enflasyon ve işsizlik.
Kuşkusuz bunlara bir de ekonomideki krize yatkınlığın belirtilerinden biri olan
cari açığın durumunu eklemek gerekiyor (bunu bir başka yazıda ele alacağız).
Enflasyonla başlayalım. Aynı IMF raporuna göre
Türkiye’de enflasyon bu yıl yüzde 13,6 ve gelecek yıl yüzde 11,8 olacak. Yukarıda
sözü edilen ülkelerde ise enflasyon oranlarının sırasıyla yüzde 6,5 ve yüzde
5,4 olması bekleniyor. (4)Yani Türkiye’deki (resmi) enflasyon oranı akran
ekonomilerdeki enflasyondan en az iki kat daha yüksek.
Dahası (2003-2012) döneminde bu yükselen ve
gelişmekte olan Avrupa ekonomilerinde görülen ortalama enflasyon oranı yüzde
8,8 iken, Türkiye’de yüzde 10,0 oldu. 2017 yılından itibaren enflasyon oranı
Türkiye’de diğer ülkelerin iki katına kadar yükseldi. Önümüzdeki iki yıl
boyunca da bu rasyonun değişmeyeceği öngörülüyor. Kısaca son Türkiye’de son 19
yıldır enflasyon hep yüksek seyretti.
IMF raporunda Türkiye’deki işsizlik oranlarının bu
yıl ve gelecek yıl sırasıyla; yüzde 14,4 ve yüzde 11,0 olacağı belirtiliyor.
Buna karşılık raporda akran ülkelerdeki işsizlik oranları konusunda her hangi
bir veri yer almıyor. Bu nedenle de (Türkiye’nin Avrupa’nın en yüksek işsizlik
oranına sahip ülkelerinden birisi olduğunu bilsek de) sayısal bir kıyaslama
yapamıyoruz.
İşsizlik
arttı, istihdam azaldı
Diğer taraftan TÜİK Şubat ayına ilişkin işgücü
istatistiklerini yayınladı. Buna göre (5); Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı
yaştaki kişilerde işsiz sayısı 2021 yılı Şubat ayında, bir önceki aya göre, 250
bin kişi artarak 4 milyon 236 bin kişi oldu. Mevsim etkisinden arındırılmış
işsizlik oranı ise binde 7 puanlık artış ile yüzde 13,4 seviyesinde
gerçekleşti.
Şubat’ta işsizlikte görülen bu sıçramanın arkasında
hem işgücündeki kuvvetli artışın (İşgücüne katılım oranı yüzde 50,1 oldu), hem
de istihdamdaki sınırlı kaybın olduğu anlaşılıyor. Yani Şubat ayında işgücü
piyasasının dışına çıkmış ama yine de işgücüne yakın duran kişilerin bir kısmı
tekrar iş aramaya başlamış. Bültende atıl işgücü oranı olarak yer alan ve
gerçek işsizliği gösteren geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 28,3 oldu
(DİSK-AR’a göre gerçek işsiz sayısı 10 milyonun üzerinde seyrediyor).
Mevsim etkisinden arındırılmış istihdam oranı ise
yüzde 43,4. Böylece istihdam edilenlerin sayısı 2021 yılı Şubat ayında bir
önceki aya göre 22 bin kişi azalarak 27 milyon 477 bin kişi, istihdam oranı ise
binde 1 puanlık azalış ile yüzde 43,4 oldu.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı ise
sanayi istihdamının bir ayda 166 bin kişi gerilemiş olması. Toplam istihdam
içindeki payı yüzde 62’yi bulan hizmetler ve inşaat sektörlerindeki göreli istihdam
artışlarının bu kaybı tam olarak karşılamadığı anlaşılıyor.
İşsizlikte
toplumsal cinsiyet eşitsizliği farkı
Net istihdam kayıpları asıl olarak erkekler arasında
ortaya çıksa da, kadın işgücündeki kuvvetli artış sebebiyle kadın işsizlik
oranları erkek işsizlik oranlarından daha hızlı arttı, yani işsizlik
oranlarındaki toplumsal cinsiyet farkı genişledi. Keza genç nüfusta işsizlik
oranı yüzde 26,9, istihdam oranı ise sadece yüzde 28,1 oldu. Yani her üç
gençten biri sadece istihdam da yer alabiliyor.
Türkiye’deki yüksek işsizlik asıl olarak Türkiye
kapitalizminin yapısal sorunlarından ve neo-liberal ideolojiyi benimsemiş
mevcut iktidarın bu sorunun çözümünü bütünüyle piyasaların insafına
bırakmasından kaynaklanıyor. Bu çerçevede işsizliği işçilerin hak mücadelesini
baskılamak için bir araç olarak kullanan, bu nedenle de mutlaka bir ‘yedek
işsizler ordusu’na ihtiyaç duyan kapitalist sistemin bu genel karakterine ilave
olarak ülkedeki işsizliğin üç kaynağı olduğunu ileri sürebiliriz. Sırasıyla:
(i) Sanayi sektöründeki sermaye/emek rasyosunun
büyümesine (otomasyon) neden olan
teknolojik yenilikler gibi gelişmeler, (ii) Covid-19 ile derinleşen ekonomik
kriz ve (iii) son 19 yıldır küçük üretimi ve küçük çiftçiyi toprağından
kopartan tarım sektöründe izlenen neo-liberal tarımsızlaştırma stratejisi.
Yüksek enflasyon ise ülke ekonomisinin üretim,
tüketim ve ihracat anlamında ağır biçimde dışa bağımlılığı nedeniyle, artan
döviz kurlarının yol açtığı maliyet artışları, tekeller, ağır dolaylı vergiler,
reel faiz oranlarını düşük tutma konusundaki ısrar ve bol krediler yüzünden
yaşanıyor.
İşsizlik
ve yüksek enflasyon yoksulluğu derinleştiriyor
Covid-19 Salgını ile birlikte devasa boyutlara
ulaşana kitlesel işsizlik ve yüksek enflasyonun ilk sonucu kuşkusuz gelir
dağılımı adaletsizliğinin daha da artması ve artık azınlıkta kalan “mutlu” bir
kesimin dışındaki tüm toplumsal kesimlerin giderek yoksullaşması ya da derin
yoksulluk olgusu.
Yenilerde yapılan bir akademik araştırmaya göre;
gelir dağlımı eşitsizliğini gösteren Gini katsayısı, Türkiye’de Salgın öncesinde
0. 40’ın biraz üzerindeydi. Salgın koşulları bunu ciddi biçimde artırdı. Öyle
ki yapılan simülasyon çalışmasına göre, eğer Kısa Çalışma Ödeneği gibi
destekler olmasaydı bu katsayı 0.55’e kadar yükselecekti. Bu ödenek sayesinde
katsayı 0.47’ye düşüyor. Diğer taraftan derin yoksulluğu bütünüyle
ortadan kaldıracak bir doğrudan gelir desteği verilseydi, bütün yoksulları
yoksulluk sınırının hemen yakınına taşımak (yani medyan gelirin yüzde 40’ına
kadar) mümkün olabilecekti. Böylece Salgın şoku ile 16 milyona yükselen yoksul
sayısı değişmese bile, açlık sınırı civarında bulunan geniş bir kesimin
refahını biraz da olsa artırmak mümkün olabilecekti. Bunun için milli gelirin
sadece yüzde 1,6’sı kadar bir doğrudan mali destek yeterli olacaktı.(6)
Kamunun
parasıyla kamu neden kurtarılmaz?
Oysa bir yıldır Salgından “ilk kurtarılacaklar”
listesinin başına sermaye kesimi alındığından, asıl olarak bu kesim desteklendi
(hem maliye ve para politikalarıyla; vergi almayarak, düşük kurdan piyasaya döviz satarak, düşük
faiz oranlarıyla kredi vererek, hem de doğrudan kurtarma operasyonlarıyla).
Buna karşılık, üstelik de ülkedeki bütçe açığı ve
kamu borçlanma düzeyi, ekonomisine çok büyük destekler veren diğer ülkelere
göre düşük düzeylerde olmasına yani yeterli bir mali manevra alanı olmasına
rağmen, kamu kaynakları ekonomiyi, halkı kurtarmak için yeterince kullanılmadı.
Başa dönersek, diğer tüm göstergelerin ciddi biçimde
alarm verici düzeyde olduğu bir durumda IMF’nin öngördüğü bir biçimde bu yıl
ekonomi yüzde 6 ya da daha fazla büyüse dahi, tüm kaynaklar böyle bir büyüme için
kullanılsa da, ülkedeki işsizlik, enflasyon ve yoksulluk sorununu çözmek mümkün
olmayacak.
Bir başka anlatımla, demokrasi, barış ve özgürlükler
gibi ekmek, hava ve su kadar elzem olan ihtiyaçlarımızın karşılanmaması bir
yana, mevcut kapitalist sistem ve onun otoriter siyasal rejimi altında
gerçekleşebilecek bir yüksek ekonomik büyüme, işsizliği, enflasyonu, yoksulluğu ve açlığı da ortadan kaldırmaya
yetmeyecek.
Ne
yapmalı?
Bu nedenle de, bugün yapıldığı gibi yerli ve yabancı
tekellere kaynak aktararak ya da inşaat-emlak rantından dünya devleri haline
gelmiş büyük şirketlere daha fazla rant yaratarak değil, küçük üretimi esas
alan bir örgütlenme modeli çerçevesinde, tarım ve sanayide yapılacak doğa
dostu, istihdam yaratabilen kamusal yatırımlarla sağlanabilecek bir ekonomik
büyümenin bu sorunlarımızı hafifletebileceğini artık anlamamız gerekiyor.
Bunun için de ekonomideki üretim ve dağıtım
örgütlenmesinin demokratik kooperatifler, komünler ve platformlar-meclisler
gibi diğer kolektif mülkiyet biçimleri altında yapılması ve bu temele uygun bir
adaletli sosyal bölüşüm ilişkisinin hayata geçirilmesi gerekiyor.
Bu bağlamda, başta tüm insanlığın yaşam ve geçim
araçlarının asıl sağlayıcısı konumunda olan işçi sınıfı olmak üzere, tüm
emekçilerin (kendileri için bir sınıf olmaları gereğinin bilincinde olarak), yoksulluk,
işsizlik ve açlıkla mücadelenin özde bir sistem sorunu olduğunu unutmaksızın, sağlık,
eğitim ve bankacılık gibi toplumsal yaşamı doğrudan ilgilendiren müşterek alanlarımızın
kamulaştırılarak toplumsal mülkiyete devredilmesini, bu alanların daha da
genişletilmesini ve toplumun demokratik denetimine tabi tutulmasını, acilen
Herkes için Temel Gelir Garantisi sağlanmasını ve gerçek bir demokratikleşmeyi
talep etmesi ve bunun için mücadele etmesi gerekiyor.
Dip notlar:
(1) https://www.karar.com/kripto-para-ile-tarihi-vurgun-istanbul-havalimanindan-kacti
(22 Nisan 2021). Benzer bir durumun Muğla merkezli bir başka kripto para işlem
platformunda da ortaya çıktığı bu olaydan iki gün sonra açıklandı.
(2) Tom
Pegram, Julia Kreienkamp, “Global obsession with economic growth will increase
risk of deadly pandemics in future”, https://theconversation.com
(5 Mart 2021).
(3) IMF,
World Economic Outlook , Managing
Divergent Recoveries, April 2021, s. 35.
(4) Agr.
(5) TÜİK,
İşgücü İstatistikleri, Şubat 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten
(12 Nisan 2021).
(6) Ayşe
Aylin Bayar, Öner Günçavdı, Haluk Levent, Covid-19 Salgınının Türkiye’de Gelir
Dağılımına Etkisi ve Mevcut Politika Seçenekleri, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (İstanpol) Politika Raporu
(Nisan 2020-007).