25 Nisan 2021 Pazar

İnkâr kriz gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmiyor!

 

İnkâr kriz gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmiyor!

Mustafa Durmuş

25 Nisan 2021

Merkez Bankası’nın eritildiği ileri sürülen 128 milyar dolarlık rezervinin şu an nerede olduğu, bu bağlamda son iki yıldır kamu bankaları aracılığıyla kimlere, hangi tarihlerde, hangi yollarla, hangi fiyatlardan bu dövizlerin satıldığı gibi sorulara siyasal iktidardan ve Merkez Bankası’ndan tatmin edici yanıtlar hala gelmezken, yeni bir finansal spekülasyon ve vurgun haberi de ülkenin gündemine oturdu.

Öyle ki kripto para piyasalarını düzenlemekle yetkili kurumların adeta oturup seyrettikleri bir ortamda, akranı milyonlarca genç üniversite mezunu işsiz gezerken, “işini bilen”  ve “iyi ilişkilere sahip” bir genç girişimci kripto para piyasasında 2 milyar dolarlık bir vurgun yaparak ortalıktan kayboldu. (1) Hasta ekonominin tansiyonunu gösteren döviz kuru tekrar yükselişe geçti ve dolar haftayı 8.40’a yakın bir değerden kapattı.

Varlığı bir türlü kabul edilmeyen kriz gerçeği

Bunlar ve parasal ve reel alandaki diğer birçok göstergeye rağmen siyasal iktidar ülke ekonomisinin ciddi bir krizde olduğunu hala kabul etmiyor. Tıpkı Salgınla ilgili olarak yaptığı gibi, palyatif çözümlerle durumu idare etmeye çalışıyor, bu arada ekonomik krize dikkat çekenleri de suçlamayı ihmal etmiyor.

Oysa etkin bir kamu yönetiminin, ciddi bir sosyo-ekonomik sorunu tanımlarken ve onunla mücadele ederken her hangi bir gecikme yaşamaması gerekiyor. Yani devleti yönetenler,  ihtiyaç doğduğu anda sorunun tam olarak ne olduğunun bilincinde olarak, bu soruna müdahaleye hazır olmalı ve bu müdahale kararını da herhangi bir gecikmeye uğramadan uygulamalıdır.

Kuşkusuz burada ideal bir kamu yönetiminden söz ediyoruz. Gerçekte ise sorunu kabul etmeyi ısrarla reddeden bir yönetim söz konusu. Bu nedenle de,  ekonomik büyüme göstergesi gibi eldeki tek olumlu göstergeye dayanarak krizin varlığını reddediyor.

Elde bir tek ekonomik büyüme oranı var

Hatırlayalım, geçen yıl diğer tüm ekonomiler küçülürken sadece Çin ve Türkiye ekonomisi büyümüştü. Bu nedenle Türkiye ekonomisinin yüzde 1,8’lik büyümesi siyasal iktidarın sığındığı liman oldu.

Diğer taraftan “tek başına ekonomik büyümenin, üstelik nitelikli istihdam yaratmayan, gelir dağılımı adaletsizliğini azaltmayan, emeği ve doğayı tahrip eden bir ekonomik büyümenin, bir toplumun gerçek anlamda ekonomik ve sosyal olarak iyi olma halinin göstergesi olamayacağını” değişik mecralarda sayısız kere yazdık ve söyledik.

Üstelik Dünya Sağlık Örgütü’nün direktörü M. Ryan’ın da uyardığı gibi: “Ekonomik büyümeyi çevre ve sosyal sürdürülebilirliğin önünde tuttuğumuzda gelecekte çok daha tehlikeli salgınlarla karşılaşma riskimiz artıyor. Çünkü böyle bir ekonomik büyüme sırasında insanın doğa ile kurduğu tahakküm ilişkisinin sonucunda. zoonotik salgınlar yükselişe geçiyor, biyo-çeşitlilik ve ekosistem tarihte görülmemiş bir hızla her gün azalıyor”.(2)

IMF’nin öngörüleri

Buna rağmen IMF ve OECD gibi kuruluşlar ve hükümetler ekonomideki başarıyı hala ekonomik büyüme (kişi başı GSYH büyümesi) ile ölçmeyi sürdürüyorlar. Bu çerçevede de IMF’nin son Dünyanın Görünümü Raporu’nda bu yıl ve önümüzdeki yıl olmak üzere ekonomilerin ne oranda büyüyeceklerine ilişkin öngörüler sıralanıyor.

Bu rapora göre (3); Türkiye ekonomisi 2021 yılında yüzde 6,0 ve 2022 yılında yüzde 3,5 büyüyecek. Türkiye ile aynı kulvarda yer aldığı düşünülen Rusya, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan gibi ‘yükselen ve gelişmekte olan’ Avrupa ekonomileri gibi akran ekonomilerse ise bu yıl ortalama yüzde 4,4 ve gelecek yıl yüzde 3,9 büyüyecekler.

Büyüme değerlendirmesinin ayrıntıları ise bazı sorulara ışık tutuyor.  Örnek olarak, AKP’nin tek başına iktidar olduğu 2003 yılından bu yana ekonomide sağlanan büyüme açısından kıyaslandığında; (2003-2012 döneminde) Türkiye ekonomisinin yükselen ve gelişmekte olan bu Avrupa ekonomilerinden sadece yüzde 1,0 puan daha fazla büyüdüğü göze çarpıyor. Öyle ki bu ekonomiler ortalama yüzde 4,6 büyürken, Türkiye ekonomisi yüzde 5,6 büyümüş. Öte yandan, büyüme performansı açısından aradaki farkın 2018 yılından itibaren (Türkiye aleyhine olmak üzere), neredeyse kapandığı görülüyor.

Türkiye ekonomisi akranlarından daha iyi bir performansa sahip değil

İşin gerçeği Türkiye ekonomisinde yüksek orandaki büyüme süreci 2013 yılı ile sona erdi. Çünkü 2013 yılında yüzde 8,5 büyüyen ekonomi 2014 yılında ancak yüzde 4,9 büyüyebildi ve büyüme hızı bu yıldan itibaren 2019 yılında binde 9’a kadar olmak üzere (2017 yılındaki hormonlu büyüme hariç)  sürekli düştü.

2020 yılındaki yüzde 1,8’lik büyüme ise Salgının ağır sağlık faturası pahası üretim mekânlarının kapatılmaması ve işçilerin diğer ülkelere göre çok daha fazla saat çalışmalarıyla ilgili bir durum. Bu da siyasal iktidarın, sermaye ve servetin büyümesi anlamına gelen ekonomik büyümeyi her şeyin önüne koyduğunu gösteriyor.

Enflasyon ve işsizlik şampiyonu bir ekonomi

Türkiye ekonomisinin bu göreli başarısı burada sona eriyor. Çünkü diğer iktisadi veriler açısından Türkiye ekonomisi akranlarına göre oldukça başarısız görünüyor.

Bu anlamda halkın refahını ya da yoksulluğunu doğrudan belirleyen en temel iki göstergeyi irdelemek gerekiyor: Enflasyon ve işsizlik. Kuşkusuz bunlara bir de ekonomideki krize yatkınlığın belirtilerinden biri olan cari açığın durumunu eklemek gerekiyor (bunu bir başka yazıda ele alacağız).

Enflasyonla başlayalım. Aynı IMF raporuna göre Türkiye’de enflasyon bu yıl yüzde 13,6 ve gelecek yıl yüzde 11,8 olacak. Yukarıda sözü edilen ülkelerde ise enflasyon oranlarının sırasıyla yüzde 6,5 ve yüzde 5,4 olması bekleniyor. (4)Yani Türkiye’deki (resmi) enflasyon oranı akran ekonomilerdeki enflasyondan en az iki kat daha yüksek.

Dahası (2003-2012) döneminde bu yükselen ve gelişmekte olan Avrupa ekonomilerinde görülen ortalama enflasyon oranı yüzde 8,8 iken, Türkiye’de yüzde 10,0 oldu. 2017 yılından itibaren enflasyon oranı Türkiye’de diğer ülkelerin iki katına kadar yükseldi. Önümüzdeki iki yıl boyunca da bu rasyonun değişmeyeceği öngörülüyor. Kısaca son Türkiye’de son 19 yıldır enflasyon hep yüksek seyretti.

IMF raporunda Türkiye’deki işsizlik oranlarının bu yıl ve gelecek yıl sırasıyla; yüzde 14,4 ve yüzde 11,0 olacağı belirtiliyor. Buna karşılık raporda akran ülkelerdeki işsizlik oranları konusunda her hangi bir veri yer almıyor. Bu nedenle de (Türkiye’nin Avrupa’nın en yüksek işsizlik oranına sahip ülkelerinden birisi olduğunu bilsek de) sayısal bir kıyaslama yapamıyoruz.

İşsizlik arttı, istihdam azaldı

Diğer taraftan TÜİK Şubat ayına ilişkin işgücü istatistiklerini yayınladı. Buna göre (5); Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı 2021 yılı Şubat ayında, bir önceki aya göre, 250 bin kişi artarak 4 milyon 236 bin kişi oldu. Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı ise binde 7 puanlık artış ile yüzde 13,4 seviyesinde gerçekleşti.

Şubat’ta işsizlikte görülen bu sıçramanın arkasında hem işgücündeki kuvvetli artışın (İşgücüne katılım oranı yüzde 50,1 oldu), hem de istihdamdaki sınırlı kaybın olduğu anlaşılıyor. Yani Şubat ayında işgücü piyasasının dışına çıkmış ama yine de işgücüne yakın duran kişilerin bir kısmı tekrar iş aramaya başlamış. Bültende atıl işgücü oranı olarak yer alan ve gerçek işsizliği gösteren geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 28,3 oldu (DİSK-AR’a göre gerçek işsiz sayısı 10 milyonun üzerinde seyrediyor).

Mevsim etkisinden arındırılmış istihdam oranı ise yüzde 43,4. Böylece istihdam edilenlerin sayısı 2021 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre 22 bin kişi azalarak 27 milyon 477 bin kişi, istihdam oranı ise binde 1 puanlık azalış ile yüzde 43,4 oldu.

Burada gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı ise sanayi istihdamının bir ayda 166 bin kişi gerilemiş olması. Toplam istihdam içindeki payı yüzde 62’yi bulan hizmetler ve inşaat sektörlerindeki göreli istihdam artışlarının bu kaybı tam olarak karşılamadığı anlaşılıyor.

İşsizlikte toplumsal cinsiyet eşitsizliği farkı

Net istihdam kayıpları asıl olarak erkekler arasında ortaya çıksa da, kadın işgücündeki kuvvetli artış sebebiyle kadın işsizlik oranları erkek işsizlik oranlarından daha hızlı arttı, yani işsizlik oranlarındaki toplumsal cinsiyet farkı genişledi. Keza genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 26,9, istihdam oranı ise sadece yüzde 28,1 oldu. Yani her üç gençten biri sadece istihdam da yer alabiliyor.

Türkiye’deki yüksek işsizlik asıl olarak Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarından ve neo-liberal ideolojiyi benimsemiş mevcut iktidarın bu sorunun çözümünü bütünüyle piyasaların insafına bırakmasından kaynaklanıyor. Bu çerçevede işsizliği işçilerin hak mücadelesini baskılamak için bir araç olarak kullanan, bu nedenle de mutlaka bir ‘yedek işsizler ordusu’na ihtiyaç duyan kapitalist sistemin bu genel karakterine ilave olarak ülkedeki işsizliğin üç kaynağı olduğunu ileri sürebiliriz. Sırasıyla:

(i) Sanayi sektöründeki sermaye/emek rasyosunun büyümesine (otomasyon)  neden olan teknolojik yenilikler gibi gelişmeler, (ii) Covid-19 ile derinleşen ekonomik kriz ve (iii) son 19 yıldır küçük üretimi ve küçük çiftçiyi toprağından kopartan tarım sektöründe izlenen neo-liberal tarımsızlaştırma stratejisi.

Yüksek enflasyon ise ülke ekonomisinin üretim, tüketim ve ihracat anlamında ağır biçimde dışa bağımlılığı nedeniyle, artan döviz kurlarının yol açtığı maliyet artışları, tekeller, ağır dolaylı vergiler, reel faiz oranlarını düşük tutma konusundaki ısrar ve bol krediler yüzünden yaşanıyor.

İşsizlik ve yüksek enflasyon yoksulluğu derinleştiriyor

Covid-19 Salgını ile birlikte devasa boyutlara ulaşana kitlesel işsizlik ve yüksek enflasyonun ilk sonucu kuşkusuz gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da artması ve artık azınlıkta kalan “mutlu” bir kesimin dışındaki tüm toplumsal kesimlerin giderek yoksullaşması ya da derin yoksulluk olgusu.

Yenilerde yapılan bir akademik araştırmaya göre; gelir dağlımı eşitsizliğini gösteren Gini katsayısı, Türkiye’de Salgın öncesinde 0. 40’ın biraz üzerindeydi. Salgın koşulları bunu ciddi biçimde artırdı. Öyle ki yapılan simülasyon çalışmasına göre, eğer Kısa Çalışma Ödeneği gibi destekler olmasaydı bu katsayı 0.55’e kadar yükselecekti. Bu ödenek sayesinde katsayı 0.47’ye  düşüyor.  Diğer taraftan derin yoksulluğu bütünüyle ortadan kaldıracak bir doğrudan gelir desteği verilseydi, bütün yoksulları yoksulluk sınırının hemen yakınına taşımak (yani medyan gelirin yüzde 40’ına kadar) mümkün olabilecekti. Böylece Salgın şoku ile 16 milyona yükselen yoksul sayısı değişmese bile, açlık sınırı civarında bulunan geniş bir kesimin refahını biraz da olsa artırmak mümkün olabilecekti. Bunun için milli gelirin sadece yüzde 1,6’sı kadar bir doğrudan mali destek yeterli olacaktı.(6)

Kamunun parasıyla kamu neden kurtarılmaz?

Oysa bir yıldır Salgından “ilk kurtarılacaklar” listesinin başına sermaye kesimi alındığından, asıl olarak bu kesim desteklendi (hem maliye ve para politikalarıyla; vergi almayarak,  düşük kurdan piyasaya döviz satarak, düşük faiz oranlarıyla kredi vererek, hem de doğrudan kurtarma operasyonlarıyla).

Buna karşılık, üstelik de ülkedeki bütçe açığı ve kamu borçlanma düzeyi, ekonomisine çok büyük destekler veren diğer ülkelere göre düşük düzeylerde olmasına yani yeterli bir mali manevra alanı olmasına rağmen, kamu kaynakları ekonomiyi, halkı kurtarmak için yeterince kullanılmadı.

Başa dönersek, diğer tüm göstergelerin ciddi biçimde alarm verici düzeyde olduğu bir durumda IMF’nin öngördüğü bir biçimde bu yıl ekonomi yüzde 6 ya da daha fazla büyüse dahi, tüm kaynaklar böyle bir büyüme için kullanılsa da, ülkedeki işsizlik, enflasyon ve yoksulluk sorununu çözmek mümkün olmayacak.

Bir başka anlatımla, demokrasi, barış ve özgürlükler gibi ekmek, hava ve su kadar elzem olan ihtiyaçlarımızın karşılanmaması bir yana, mevcut kapitalist sistem ve onun otoriter siyasal rejimi altında gerçekleşebilecek bir yüksek ekonomik büyüme, işsizliği, enflasyonu,  yoksulluğu ve açlığı da ortadan kaldırmaya yetmeyecek.

Ne yapmalı?

Bu nedenle de, bugün yapıldığı gibi yerli ve yabancı tekellere kaynak aktararak ya da inşaat-emlak rantından dünya devleri haline gelmiş büyük şirketlere daha fazla rant yaratarak değil, küçük üretimi esas alan bir örgütlenme modeli çerçevesinde, tarım ve sanayide yapılacak doğa dostu, istihdam yaratabilen kamusal yatırımlarla sağlanabilecek bir ekonomik büyümenin bu sorunlarımızı hafifletebileceğini artık anlamamız gerekiyor.

Bunun için de ekonomideki üretim ve dağıtım örgütlenmesinin demokratik kooperatifler, komünler ve platformlar-meclisler gibi diğer kolektif mülkiyet biçimleri altında yapılması ve bu temele uygun bir adaletli sosyal bölüşüm ilişkisinin hayata geçirilmesi gerekiyor.

Bu bağlamda, başta tüm insanlığın yaşam ve geçim araçlarının asıl sağlayıcısı konumunda olan işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçilerin (kendileri için bir sınıf olmaları gereğinin bilincinde olarak), yoksulluk, işsizlik ve açlıkla mücadelenin özde bir sistem sorunu olduğunu unutmaksızın, sağlık, eğitim ve bankacılık gibi toplumsal yaşamı doğrudan ilgilendiren müşterek alanlarımızın kamulaştırılarak toplumsal mülkiyete devredilmesini, bu alanların daha da genişletilmesini ve toplumun demokratik denetimine tabi tutulmasını, acilen Herkes için Temel Gelir Garantisi sağlanmasını ve gerçek bir demokratikleşmeyi talep etmesi ve bunun için mücadele etmesi gerekiyor.

Dip notlar:

(1)     https://www.karar.com/kripto-para-ile-tarihi-vurgun-istanbul-havalimanindan-kacti (22 Nisan 2021). Benzer bir durumun Muğla merkezli bir başka kripto para işlem platformunda da ortaya çıktığı bu olaydan iki gün sonra açıklandı.

(2)     Tom Pegram, Julia Kreienkamp, “Global obsession with economic growth will increase risk of deadly pandemics in future”, https://theconversation.com (5 Mart 2021).

(3)     IMF, World Economic Outlook , Managing Divergent Recoveries, April 2021, s. 35.

(4)     Agr.

(5)     TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Şubat 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (12 Nisan 2021).

(6)     Ayşe Aylin Bayar, Öner Günçavdı, Haluk Levent, Covid-19 Salgınının Türkiye’de Gelir Dağılımına Etkisi ve Mevcut Politika Seçenekleri, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (İstanpol) Politika Raporu (Nisan 2020-007).

18 Nisan 2021 Pazar

Gelir destekli bir aylık tam kapanma: Hem sağlığımızı, hem de ekonomiyi korumak için


 

Gelir destekli bir aylık tam kapanma: Hem sağlığımızı, hem de ekonomiyi korumak için

Mustafa Durmuş

19 Nisan 2021

Hem Covid-19 Salgını, hem başta işsizlik, enflasyon ve yoksulluk olmak üzere büyük çaptaki ekonomik sıkıntılar üzerimize kâbus gibi çökmüş durumda ama siyasal iktidar bu iki sorunun da ciddiyetini yeterince kavrayabilmiş değil.

İşsiz sayısı 10 milyonun üzerine çıktı. Dahası kısa çalışma ödeneğine son verildiği için Nisan ve Mayıs aylarından itibaren on binlerce işçi işsizler ordusuna katılacak. Bu arada patronlar tam bir fırsatçılık içinde Kod 29’u gerekçe göstererek işçileri tazminatsız işten atıyor. Hali hazırda yüksek enflasyonun altında ezilen işçiler, emekçiler, küçük esnaf, küçük üretici işsiz ve gelirsiz kalarak iyice yoksullaşıyor, açlığa mahkûm ediliyor. Buna karşılık siyasal iktidarın şu ana kadar sunduğu mali destek bu kesimlerin derdine derman olmaktan çok uzak.

Salgında zirve: Günde 62.000 yeni vaka!

Covid-19 Salgınının yönetiminde yapılan yanlışlar sonucunda ise ülkedeki günlük vaka sayısı ilk kez 62.000’inin, günlük ölümler ise 270’in üzerine çıktı.

Dünya Sağlık Örgütü’nün en son verilerine göre, Türkiye günlük vaka sayısı açısından dünyada dördüncü, Avrupa’da ise birinci ülke konumunda. Öyle ki günlük yeni vakaların yüzde 26’sı Hindistan’da, yüzde 11’i Brezilya’da yüzde 10’u ABD’de, yüzde 8’i Türkiye’de ve yüzde 5’i Fransa’da ortaya çıkıyor.

Ancak Türkiye’deki Covid-19 vakalarının ciddiyetini anlayabilmek için nüfus başına vaka sayısına bakmak gerekiyor. Bu açıdan örneğin Türkiye’de her 100.000 kişi başına düşen toplam vaka sayısı 4,698 iken, günlük 200.000’inin üzerinde yeni vakaya sahip bulunan Hindistan’da bu sayı sadece 1,019.(1)

Mutasyon, lebaleb doldurulan kongre salonları ve aşılama yetersizliği

Bu duruma gelinmesinde; virüsün mutasyona uğrayarak çok daha hızlı yayılmasının, halkımızın bir kesiminin Salgın konusundaki umursamaz davranışlarının olduğu kadar, politik çıkarlar ve beklentiler yüzünden maske-mesafe kuralının hiçe sayılarak iktidar partisi kongrelerinin lebaleb doldurulmasının ve yeterince aşılama yapılamamasının da payı çok büyük.

Nitekim şu ana kadar (15 Nisan itibariyle) toplam sadece 7.755.707 kişiye Covid-19 aşısının her iki dozu da yapılabildi.(2) Bu nüfusun sadece yüzde 9’unun biraz üzerinde bir kısmının aşılanabildiği anlamına geliyor. Bunun nedeni ülkeye yeterince aşının getirilememiş olması. Oysa sağlık örgütleri ülkede günde 1 milyon kişiye aşı yapabilecek bir sağlık personeli kapasitesinin bulunduğunun altını çiziyor. Yani aşı olsa onu hızlıca uygulayabilecek alt yapı mevcut. Bu nedenle, “ülkede neden yeterince aşı yok” sorusunu sormak kaçınılmaz oluyor.

Diğer taraftan salgın bilimciler, bir ülkede sürü bağışıklığı stratejisinin uygulanabilmesi için nüfusun belli bir kesiminin (örneğin yüzde 60-70’inin) aşılanması gerektiğini ileri sürüyor. Türkiye’ninse bu hedefin çok gerisinde olduğu açık.

Sürü bağışıklığı stratejisinde ısrar  

Bu gerçeğe rağmen ülkede neden hala gizli ya da açık bir biçimde sürü bağışıklığı stratejisi uygulanmaya çalışılıyor ve toplumun sağlık açısından en zayıf kesimleri başta olmak üzere, tüm toplum ciddi bir bulaş riskine maruz bırakılıyor?

Durum bu derece vahim iken ve başta sağlık örgütleri olmak üzere toplumun büyük bir çoğunluğu tam gelir destekli bir 28 günlük tam kapanmanın kaçınılmaz olduğunu ısrarla talep ederken siyasal iktidar neden buna yanaşmıyor?

Tersine, Salı günü alınan kararla, kapanıyormuşuz gibi yapılırken “sıkılaştır-gevşet-sıkılaştır” biçiminde son bir yıldır uygulanan strateji sürdürülecek. Çünkü 15 günlüğüne hafta sonları ve akşam saat 19.00’dan sonra olmak üzere sokağa çıkma yasakları biçiminde kısmi bir kapanma kararı alındı.

Öte yandan, özel otolarla yapılan şehirlerarası seyahatler yasaklanırken, otobüslerle seyahatin serbest bırakılması, AVM’ler başta olmak üzere mağazalar, dükkânlar ve zorunlu olmayan birçok malı üreten işyerleri, fabrikalar açık tutulurken,  kafelerin, restoranların sadece paket servisi için açık olabilmeleri ya da çok büyük bir kesimi aşılanmış olan 65 yaş üzerindekilere günde sadece 4 saat sokağa çıkma izni verilmesi (3) akıl ve mantıkla izah edilemeyecek çelişkili kararlar değil mi?

Oysa şu ana kadarki deneyimlerden, halkın hafta sonları sokağa çıkma yasaklarına yeterince uymadığı görülüyor. Günlük sokağa çıkma yasağının iki saat daha uzatılmasının ise insanları, iş çıkışında telaş halinde lebaleb dolu toplu ulaştırma araçlarına akın etmeye zorlayarak bulaşın artmasından başka bir işe yaramayacağı öngörülemiyor.

“Sıkılaştır-gevşet-sıkılaştır” biçimindeki kısmi kapanma

Geçen yıl Salgın başladığında hükümetlerin önünde kabaca iki seçenek mevcuttu: 

(i) Sürü bağışıklığı stratejisine uygun olarak, aşı bulunana kadar, “sıkılaştır-gevşet-sıkılaştır” biçiminde bir yol izlemek. Böylece restoranlar, barlar, kafeler gibi mobilizasyonun daha fazla olduğu alanları kapatarak üretim ve diğer ekonomik faaliyetleri kısmen durdurmak, Salgın hafifletildikten sonra da gevşetme yaparak normalleşme adımları atmak.

(ii) En az bir aylık bir tam kapanmayla insanları evlerinde tutmak, sosyal izolasyon ve evde kal biçimindeki katı karantina uygulamak, bu arada ihtiyacı olan insanlara gelir desteği sağlamak ve virüsün bulaştığı insanları ciddi biçimde izlemek. Salgının birinci yılında bu seçenekler hala masada duruyor.

Sürü bağışıklığı stratejisi de denilen ilk seçenek altında insanların sokaklara çıkarak normal yaşamlarını sürdürmelerine ses çıkartılmadı, hatta insanlar bu yönde teşvik de edildiler. Bunun sonucunda vaka sayılarında patlama yaşandığında ise, neo-liberal ideolojiye uygun bir biçimde, bunun sorumluluğu “kendi önlemini almayan, maske takmayan, fiziki mesafe kuralına uymayan” bireylere yüklendi.  Salgından hastalanmanın nedeninin insanların kendi hataları olduğu (ya da  sorumlunun 84 milyonun tamamı olduğu) (4) söylenerek gerçek sorumlular gizlendi.

Sadece Türkiye’de değil, ABD, Britanya, İtalya, Brezilya başta olmak üzere, neo-liberal politikaları izleyen ülkelerde başlangıçta bu strateji uygulandı. Salgın atağa geçtiğinde ise kısmi kapanmalarla durum idare edilmeye çalışıldı. Türkiye’de ise bu strateji hala uygulanıyor.

Sosyal Darwinizm

Bu sonuçları nedeniyle sürü bağışıklığı stratejisinin neo-liberalizmin epidemiyoloji (salgın bilim) alanındaki bir yansıması olduğu ileri sürülüyor. Çünkü tıpkı serbest piyasalara olan koşulsuz inancın gereği gibi, sürü bağışıklığı da Salgınla en iyi mücadelenin onu serbest bırakmak, kontrol etmemek olduğu inancına dayanıyor. 

Bu aslında yıllardır dünyayı yöneten politik aklın bir devamı, yani “bırakınız yapsınlarcı” bir Sosyal Darwinizm’. Öyle ki denetimsiz piyasalara iman edenler, Salgın geniş kitleleri öldürse dahi, onu kontrol etmeye gerek duyulmadan ortadan kalkacağına da inanıyorlar. Bu yüzden de gönül rahatlığıyla (ekonomik olarak daha maliyetli olan tam kapanma stratejisi karşısında) sokaklara çıkmayı öneriyorlar. (5)

Oysa sürü bağışıklığı stratejisi, çok büyük bir kısmı çok kötü sosyo-ekonomik koşullara sahip bulunan yoksullar, evsizler, mülteciler, yaşlılar, engelliler ve ciddi sağlık sorunları olanlar gibi toplumun en korumasız kesimlerini ezen bir şiddet uygulamasından başka bir şey değil.

Sosyal cinayetlere davet

Kapitalizmin emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin karşısında bir sistem olduğu gerçeği sadece bugüne özgü bir husus değil. Sanayi kapitalizminin ilk ortaya çıktığı 19’uncu yüzyılda da durum bugünden çok farklı değildi. Öyle ki kapitalizmin beşiği İngiltere’de o dönemde emekçilerin halini “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” (1845) adlı kitabında F. Engels “sosyal cinayet” kavramı altında şöyle anlatıyordu:

“Bir kişinin eylemi istemi dışında bir başkasının ölümü ile sonuçlandığında;  buna kasıt olmaksızın ölüme sebebiyet verme, eğer öldüren kişi eyleminin öldürme ile sonuçlanabileceğinin bilincinde hareket ediyorsa, buna cinayet adı verilir. Bunun gibi eğer bir toplum işçi sınıfını doğal olmayan ve erken ölümüne neden olabilecek ölümlerle karşı karşıya bırakırsa  (tıpkı kılıç ya da tabanca ile öldürmek gibi)  bu bilerek ve isteyerek cinayet işlemek anlamına gelir.  Binlerce işçi hayatta kalabilmek için ihtiyacı olan şeylerden mahrum bırakıldığında ya da hayatlarını sürdürebilmelerinin mümkün olamayacağı koşullara mahkûm edildiğinde, aslında ölüme mahkûm edilmişler demektir.  Bu öyle bir tür cinayettir ki kurbanların kendilerini savunabilme imkânları ve araçları mevcut değildir. Bu aynı zamanda üstü örtülen bir cinayettir zira ölenler bunun ne tür bir ölüm olduğunun tam olarak farkında olmadıkları gibi, katili de kimse göremez. Bunun nedeni bu cinayetin bir suç örgütünün bir araya gelip işlediği bir cinayet gibi değil, bir ihmal sonucunda ortaya çıkan ölümler gibi sunulmasıdır. Bugün İngiltere’de sosyal cinayetler işleniyor. Öyle ki işçiler sağlıklarını koruyamadıkları gibi uzun yaşayamayacakları koşullara mahkûm edilmiş durumdalar.  Bu da onların enerjisini, yaşama gücünü yavaş yavaş ellerinden alıyor ve onları zamanından çok daha erken mezara gönderiyor”.(6)

Bugün kendisini ve ailesini geçindirebilmek için, maske ve hijyenden yoksun, fiziki mesafe kurallarının uygulanmadığı kalabalık fabrikalarda, işyerlerinde çalışmak zorunda kalan, her gün işine kalabalık toplu ulaştırma araçlarıyla gidip gelmek durumunda olan emekçilerin karşılaştıkları durumun 176 yıl öncesinden özde bir farkı yok. Nitekim Türk Tabipler Birliği Salgınla ilgili olarak izlenen yanlış politikaların sosyal cinayetlerle sonuçlanacağı uyarısında bulunmak zorunda kaldı.(7)

Ekonomik toparlanmayı önleyen bir strateji

Sürü bağışıklığı stratejisinin olumsuzlukları sadece sosyal cinayetlere yol açmakla sınırlı değil. Bu strateji Salgın yüzünden krize girmiş ya da krizi derinleşmiş ekonomilerin bu krizden çıkmasını da önlüyor. Çünkü bu strateji altında Salgında sürekli yeni dalgalar yaşanıyor, bu da kaçınılmaz olarak ekonomilerin (kısmi de olsa) yeniden kapanmasıyla sonuçlanıyor.

Ayrıca günümüzde ulusal ekonomiler (hatta bir bütün olarak dünya ekonomisi) sektörler ve faaliyetler anlamında birbirine son derece entegre ve bağımlı durumda.  Bu nedenle bazı sektörler kapalı tutulurken, diğerlerinin açılması iktisadi olarak bir anlam ifade etmiyor. Yani Salgın kötüleştikçe ekonomi de kötüleşiyor.

Kısaca Salgının birinci yılında, bu stratejiyi uygulayan ülkelerin sürekli yeni dalgalarla karşılaştıkları, uyguladıkları geçici (hafta sonu ya da akşam saatlerinde)  ve kısmi kapanmaların (yeme-içme mekânları gibi)  gevşeme ve sonuçta Salgının daha da artmasıyla sonuçlandığı görülüyor. Bu da hem sağlıkla, hem de ekonomi ile ilgili maliyetleri daha da artırıyor.

Tam kapanma daha maliyetli ancak…

Gelir destekli bir ay süreyle tam kapanma sancılı ve kısa dönemde çok maliyetli olsa da, hem Salgınla mücadelede, hem de ekonomik toparlanma için tek akılcı ve adaletli yol gibi görünüyor.

Ancak kapanmayı gerektiği gibi, yeterli bir süre için (en az bir ay) ve gecikmeksizin yapmak gerekiyor. Zorunlu mal ve hizmet alanları dışında tüm ekonomik faaliyetleri durdurmak, insanları evlerinde sıkıntı yaşamadan tutabilmek için de yeterli bir gelir desteği sağlamak dâhil tüm önlemleri de almak şart.

Nitekim hem Türkiye’de, hem de dışarıda yapılan bazı bilimsel araştırmalar gecikmeksizin ekonomiyi tam kapatmanın hem sağlık, hem de ekonomi açısından, sokağa çıkma yasaklarıyla sürdürülen kısmi kapanmaya kıyasla, çok daha başarılı olduğunu ortaya koyuyor.

Türkiye’de yapılan bir araştırmanın çarpıcı sonuçları

Bu araştırmalardan ilki geçen yıl Nisan ayında bir grup akademisyenin yapmış olduğu bir bilimsel araştırma. Bulguları özetle şöyle (8):

•Toplum sağlığı ya da ekonomi arasında bir tercihin yapılması zorunlu değil. Tersine, Salgının başlarında yani vaka sayıları çok artmadan uygulanacak sıkı ve etkili bir karantina sayesinde hem salgın daha çabuk kontrol altına alınabilir,  hem de ekonomik hasar asgariye indirilebilir. Bunun için yaklaşık 30-40 gün sürecek sıkı bir kapanma gerekiyor.

“Tam karantina” senaryosunda sadece en gerekli olan sektörlerin açık olduğu varsayılıyor. Ancak karantinanın başarılı olabilmesi için Güney Kore benzeri bir uygulama ile vakaların sıkı bir şekilde takip edilmesi gerekiyor. Toplam vaka sayısı 3000’in altına indiği zaman Salgının kontrol altına alındığı, mevcut vakaların başarıyla takip edilebileceği ve hayatın normale dönebileceğini varsayılıyor.

• Başarılı bir şekilde uygulanacak bir aylık tam karantina uygulaması, virüsü en hızlı şekilde kontrol altına almak yoluyla, en düşük ekonomik maliyeti sağlıyor. Ülkenin 15 Nisan 2020 itibarıyla toplam yaklaşık 70 bin vaka eşiğinde (bugün bu sayı 4 milyona yakın) tam karantina uygulamasında yaşanacak bir gecikme ise can kaybının yanı sıra ekonomiye olan toplam maliyeti ve toparlanmanın süresini artırıyor. Tam karantina uygulaması geciktiği sürece Salgını kontrol altına almak zorlaşıyor ve karantinada geçmesi gereken süre (ve dolayısıyla ekonomik maliyet) artıyor.

•Diğer taraftan kısmi bir karantina altında milli gelir yüzde 17 oranında azalıyor. Oysa tam karantina-kapanma uygulaması hemen uygulamaya konduğu takdirde Salgın 42 günde kontrol altına alınabiliyor ve milli gelirdeki düşüş yüzde 7,8 ile sınırlı kalıyor.

•Tam karantina uygulamasında bir günlük gecikme olduğunda Salgını kontrol altına alma süresi 44 güne çıkıyor, milli gelirdeki daralma yüzde 8,2’e yükseliyor. Yani virüs 100 gün sonra tekrar artmaya başlıyor. Prematüre şekilde karantinayı vaktinden erken sonlandırmak hiçbir işe yaramadığı gibi o süre içindeki üretim kaybı da boşa gidiyor. Bu nedenle bir günlük gecikmenin bedeli olarak ekonomiyi fazladan iki gün kapatmak gerekiyor ki bu da ekonomiye olan maliyeti bir anda milli gelirin yüzde 8,2’sine çıkartıyor.

•Eğer iki günlük gecikme olursa bu kez uygulanması gereken karantina süresi 46 güne uzarken milli gelirdeki düşüş yüzde 8,6’ya çıkıyor. Yani gecikme olan her gün milli gelirde yaklaşık binde 4’lük ilave bir kayba neden oluyor. Bu kaybın telafisi için verilecek olan devlet desteğinin büyüklüğü de, Hazineye olan maliyeti de o denli artıyor.

Fransız araştırması: “Tam kapanma hem insanı, hem ekonomiyi koruyor”

İkinci araştırma Fransa kökenli bir araştırma. Paris’te yerleşik bir kuruluş tarafından yapılan bu araştırmanın sonucunda hazırlanan  “Sıfır Covid Stratejisi hem insanı, hem de ekonomiyi daha iyi korur” başlıklı raporun (9) aşağıda özetlediğimiz bulguları Türkiye’de yapılmış olan (yukarıda sözünü ettiğimiz) araştırmanın bulgularıyla uyumlu.  Buna göre:

• Covid-19 Salgını ile baş etmede kabaca iki strateji söz konusu: Migitation (Ilımlı Geçiş, Sıkılaştır-Gevşet-Sıkılaştır / Sürü Bağışıklığı) ve Elimination ya da Sıfır Covid Stratejisi (SCS-Tam Kapanma).

•Covid-19’la mücadelede gündeme getirilen bu stratejiler hem toplum sağlığını, hem de ekonomiyi daha iyi korumak anlamında farklı etkilere sahipler. Bu stratejilerden belli aralıklarla sokağa çıkma yasaklarıyla “Sıkılaştır-Gevşet-Sıkılaştır” biçiminde yürütülen stratejinin bir aylık maliyetinin 6 milyar dolar ila 10 milyar dolar arasında olduğu, diğer strateji olan tam kapanmanın maliyetinin ise 15-20 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

Ancak rapor böyle kısa vadeli bir maliyet karşılaştırmasının yanıltıcı olabileceğini ileri sürüyor.  Çünkü bu kıyaslamada tekrar sokağa çıkma yasağı konulması olasılığını ortadan kaldıran tam kapanmanın sağladığı fayda hesaba katılmıyor. Yani tam kapanma büyük ölçüde Salgının sosyal ve ekonomik etkilerini ortadan kaldırabilirken,  sokağa çıkma yasakları ya da diğer yarım kapanmaların faydası bir süre sonra ortadan kalkıyor ve Fransa’da olduğu gibi ekonomik ve sosyal maliyetler ikiye katlanıyor.

“Zamanında yapılacak bir tam kapanma yangını söndürür”

•Zamanında yapılan bir tam kapanma büyük yangını söndürerek ardındaki küçük yangınlarla baş etmeye benzetiliyor. Buna karşılık sürü bağışıklığı stratejisi başarısız kalmaya mahkûm bir strateji olarak nitelendiriliyor.

• Rapora göre, Ilımlı Geçiş Stratejisi (Sıkılaştır-Gevşet-Sıkılaştır) uygulayan ülkeler önlerini göremedikleri gibi, sonuçta toplumu da, ekonomiyi de cezalandırdılar. Bu durum özellikle de yeme, içme ve konaklama gibi sektörlerde kendini gösterdi.

Örnek olarak, Fransa gibi bazı Avrupa ülkeleri virüsün yayılma hızını azaltan, böylece hastanelerin tıkanma noktasına gelmesini önlemeyi hedefleyen bu stratejiyi uyguladılar. Bu geçmişte grip ve HIV ile baş etmede uygulanan strateji ile aynı idi. Bu çerçevede Fransa’da zorunlu maske uygulamasının yanı sıra, kafeler, barlar ve restoranlar kapatıldı.

•Tarihte çiçek ve kızamık hastalığına karşılık uygulanan ve eğer Covid-19 sonrasında Hindistan’da uygulasaydı bugün dünyanın yarısında Covid-19 vakalarının olmayacağına (10) inanılan Sıfır Covid Stratejisi (SCS) altında tam kapanmayı uygulayan ülkeler virüsün yayılmasına izin veren diğer ülkelere nazaran 2020 yılının ikinci çeyreğinde daha az ekonomik zarar ile karşılaştılar. Çünkü bu strateji toplum sağlığını daha iyi koruduğu gibi, üretim faaliyetlerinin yeniden kesintiye uğramasına izin vermediğinden ekonomide ortaya çıkabilecek olan hasarı da azalttı.

Böylece SCS’yi uygulayan Asya, Okyanusya ülkeleri ve Kanada gibi ülkeler 2020 yılının dördüncü çeyreğinde neredeyse normal sayılabilecek ekonomik faaliyetlerine geri dönüş yapabildiler. Öyle ki milli gelirleri 2019 yılına göre, sadece yüzde 1,2’lik bir düşüş yaşadı. Buna karşılık bu stratejiyi uygulamayan (diğer) ülkelerde bu düşüş yüzde 3,3 oranında gerçekleşti.

Sağlık için ekonomiyi feda etmek gerekmiyor

Kısaca, geçen bir yılın sonunda tam kapanmanın başarısı, buna karşılık kısmi kapanmanın başarısızlığı ortaya çıktı. ABD, İsviçre ve İsveç gibi ülkeler ekonomilerini toplum sağlığının önünde tutarak kısmi olarak kapanırken, Yeni Zelanda, Güney Kore, Avustralya ve Kanada tam kapandı. Belçika, Fransa, İtalya ve İngiltere gibi ülkeler ne toplum sağlığını, ne de ekonomiyi koruyabildiler. Almanya, Hollanda ve Japonya ise kısmen hem sağlığı, hem de ekonomiyi koruyabildi.

•Yeni Zelanda, Güney Kore ve Avustralya’da hem ölüm oranları çok daha düşük, hem de milli gelir kaybı minimal düzeyde gerçekleşti. Bu ülkeler araştırmaya konu edilen diğer ülkelerin ortalama performansının üzerine çıktılar. Diğer ülkeler sorun yaşamaya devam ederken, kısa vadede SCS uygulayan bu ülkelerin ekonomileri çok daha hızlı toparlanmaya başladı. 11 büyük ekonomide ise sağlık ile ekonomi arasında bir ödünleşimin olmadığı, yani sağlık için ekonomiyi feda etmenin gerekli olmadığı kanıtlandı.

•Özetle, iki farklı stratejiyi uygulayan ülkelerdeki ekonomik performansa yer verilen aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, Sıfır Covid Stratejisine (SCS) uygun bir tam kapanma sadece toplum sağlığı açısından değil, ekonomik toparlanma açısından da daha iyi bir seçenek.

Bir başka anlatımla, “Maske-Mesafe-Temizlik” gibi standart uygulamalara ek olarak tam kapanma şart. Hem sağlık, hem de ekonomi için bu kaçınılmaz. Kuşkusuz bu, özellikle de gerektirdiği gelir desteği anlamında, diğer stratejiden kısa dönemde daha maliyetli. Ancak kısa değil uzun dönemli hesap yapmak gerekiyor.

86,000 insanın ölümü önlenebilirdi

Araştırmanın Fransa’yı tam kapanma uygulayan diğer ülkelerle karşılaştırmasının sonucunda ortaya çıkardığı sonuçlar çok daha çarpıcı. Buna göre sağlık verileri açısından tam kapanmanın uygulandığı ülkelerde (20 Mart 2021 tarihi itibariyle) milyon başına Covid-19’dan ölüm ortalama 32 iken, bu sayı Fransa’da 1,352 kişi oldu. Bu veri Fransa’da 86,000 kişinin yanlış uygulama nedeniyle öldüğü biçiminde yorumlanmasına neden oluyor. (11)

Ekonomiye ilişkin sonuçlar açısındansa, tam kapanma uygulayan ekonomilerdeki 2020 yılı sonu itibariyle ekonomik daralma yüzde -1,6 ile sınırlı kalırken, bu Fransa’da yüzde - 8,1 oldu (5 kat fazla kayıp). Böylece Fransız halkı  bir yılda kişi başına ortalama 2,200 avro ilave kayba uğradı.

Bu noktada şu sorunun yanıtlanması gerekiyor: Türkiye’yi yönetenler, yeterli aşılama yapılamadığı gerçeği ortada iken  neden ısrarla, tam da uygulanamayan sokağa çıkma yasaklarıyla kısmi kapanma stratejisi uygulamayı sürdürüyor? 

Rasyonel bir kamu yönetimi yok

Bu soruya ilişkin birçok yanıt verilebilir. Bunlardan sadece ikisini sıralayalım. İlki devletin beceriksizlikler, liyakatsizlik ya da mevcut tekçi karar alma rejimi yüzünden kötü yönetilmesiyle ilişki kuran bir yanıt. Bu yanıt daha çok da muhalefet tarafından dillendirilen bir yanıt.

Buna göre rasyonel bir kamu yönetimi bu çapta bir salgın ortaya çıktığında bunun ne olduğunu anlama, tanıma ve hem sağlık, hem de ekonomi konusunda ne tür sosyal zarara neden olacağını kestirme konusunda bir eksiklik yaşamamalıydı. Ayrıca bu Salgına gecikmeksizin alınan doğru önlemlerle yanıt verilmeliydi. İktidar blokunun hem sorunu tanıma, hem de bu soruna zamanında müdahale etme konusundaki yetersizliği toplumun büyük çoğunluğunca kabul ediliyor.

Boş kasa, dardaki Hazine ve politik tercihler nedeniyle tam kapanma yapılmıyor

İkinci yanıt iktidar blokunun sınıfsal pozisyonu ve ideolojisiyle bağlantılı bir yanıt. Öncelikle, tam kapanma ile doğacak üretim kesintisinin neden olacağı kâr azalmasının mevcut iktidar blokunca kabul edilemez olduğu gerçeği bir yana bırakılsa dahi,  bir aylık tam kapanma 10 milyonu aşkın işsizin bulunduğu, yoksullaşmanın artık orta sınıflara da sirayet ettiği bir anda devlet bütçesinden ciddi gelir desteği sağlanmasını gerekli kılıyor.

Devlet şu ana kadar sadece 60 milyar liraya yakın bir doğrudan gelir desteği sağladı. Bunun da yüzde 90’ı İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılandı. Fonun Hazine bonosu ya da kamu bankalarında mevduatta tutulan parası dışında kasasında nakit parasının bulunmadığı ileri sürülüyor.  Siyasal iktidarsa bu Hazine bonolarının bozdurulmasından yana değil zira bu durum Hazine için yeniden borçlanma ihtiyacı doğuracak. Bugünkü çok yüksek borçlanma maliyetlerinde (yüksek faiz) böyle bir borçlanma Hazine için büyük bir zarar demek.

Kısaca devlet işçinin parasını Salgın zamanında, işçi için bir aylığına dahi olsa kullanmayı ya da ek bütçe ile zenginlerden sağlanacak vergi gelirleriyle halka tam kapanma desteği vermeyi tercih etmiyor. Bunun yerine kısmi kapanmalar, sokağa çıkma yasakları gibi Salgın üzerinde gerçekte etkili olmayan çözümlere yöneliyor. Bu durum siyasal iktidarın hem ideolojisiyle, hem de sınıfsal kompozisyonuyla uyumlu.

Oysa toplumun ihtiyacı etkin ve adil bir aşılamanın hızlandırılması ve diğer önlemlere ilave olarak tam gelir destekli bir aylık tam kapanmanın hayata geçirilmesi. İlave olarak,  ‘Temel Gelir Güvencesi’nin kalıcı olarak uygulanması şart.

Ancak bu kendiliğinden olabilecek bir şey değil.  İktidar blokunun kamu kaynaklarını toplumun ihtiyacını karşılamaya dönük olarak kullanması için bu yönde toplumda sıkı bir talebin oluşması, bu talebi politikleştirecek bir örgütlü demokratik mücadele ve bu mücadeleyi yürütecek bir politik irade gerekiyor.

Dip notlar:

(1)     WHO Coronavirus (COVID-19) Dashboard- Situation by Country, Territory and  Area, https://covid19.who.int/table (15 Nisan 2021).

(2)     Türkiye aşı tablosu, https://covid19asi.saglik.gov.tr (15 Nisan 2021).

(3)     https://www.dunya.com/gundem/20-yas-alti-sokaga-cikma-saatleri-degisti-mi-haberi (15 Nisan 2021).

(4)     https://t24.com.tr/video/bakan-koca-nin-vaka-sayisindaki-artis-icin-soyledigi-sorumlusu-84-milyon-sozleri-sosyal-medyada-tepki-cekti-sorumlusu-biz-degiliz (13 Nisan 2021).

(5)     Isabel Frey, “Herd Immunity” is Epidemiological Neoliberalism”, https://economicsociology.org (24 April 2020).

(6)     Frederick Engels, Preface to the Condition of the Working Class in England, Karl Marx and Frederick Engels, Selected Works, Vol 3,  Progress Publishers, Moscow, 1977 içinde, s. 442.

(7)     https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (8 Nisan 2021).

(8)     Cem Çakmaklı, Selva Demiralp, Şebnem Kalemli Özcan, Sevcan Yeşiltaş, Muhammed A. Yıldırım, “Covid-19 and emerging markets: The case of Turkey”, Working Paper No.2011 (April 2020),   https://eaf.ku.edu.tr/wp-content/uploads/2020/05/erf_wp_2011.pdf.

(9)     Cécile Philippe and Nicolas Marques, “The Zero Covid strategy protects people and economies more effectively”, Institut Économique Molinari | Paris-Bruxelles, www.institutmolinari.org (April 2021).

(10)                   Sunil Kumar Raina MD Fiapsm, Yaneer Bar-Yam, “Was India saved by staying below the critical travel threshold and was lockdown and travel restriction the most important public health intervention?”,  https://necsi.edu/was-india-saved-by-staying-below-thecritical- travel-threshold  (24 February 2021).

(11)                     Philippe and Marques,  agr.

 

 

12 Nisan 2021 Pazartesi

Devlet büyürken, kamusallık hızla tasfiye ediliyor

 

Devlet büyürken, kamusallık hızla tasfiye ediliyor

Mustafa Durmuş

12 Nisan 2021

Belediyelere kayyım atamaları, lebaleb doldurulan iktidar partisi kongreleri, İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme, devlet memuru olacaklara ilişkin derinleştirilmiş yeni güvenlik soruşturması zorunluluğu, 6 milyon yurttaşın oyunu alan HDP’nin kapatılması istemi, Ömer Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, ortaokul ve liselerde yüz yüze eğitimlerin hala başlatılamaması ve üniversitelerin kapalı tutulması, buna karşılık Boğaziçi üniversitesinin fiilen polis tarafından abluka altına alınması,  Siyasal İslamcı cemaatlerin önde gelenlerinin çocuklarının düğünlerinin Salgınla ilgili açıklanan önlemlerden muaf bir biçimde kısıtsız yapılması, iktidar partisine yakın olanların cenaze törenlerindeki ürkütücü kalabalık görüntüleri, bugünlerde Meclise getirilen Turizm Teşvik Yasa Teklifi ve dikkatimizden kaçan daha birçok şey ülkede kamusallığın tasfiyesinin hızlanarak sürdüğünü gösteriyor.

Çünkü politik alan sadece iktidar partilerinin faaliyetleriyle sınırlandırılıyor ve muhalefet partileri ve vekilleri fiilen bu alanın dışına itiliyor. İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmekle kadınlar kamusal alanın dışına tutulup evlerine tıkılıyor. HDP kapatılarak Kürtler kamusal alandan dışlanıyor. Yeni güvenlik soruşturması kanunu teklifi ile iktidar blokunun muhalifi olarak değerlendirilenler, rejimin makbul görmediği gençler, artık devlet memuru olamayacak, böylece bu alanın dışına kalacaklar.

Salgınla ilgili olarak yeterince önlem alınmadığı için bir türlü yüz yüze öğretime açılamayan liseler ve üniversitelerdeki gençler de kamusal alanının dışında kaldılar.

Sıradan insanlara düğün ve cenaze törenleriyle ilgili ciddi kısıtlamalar getirilirken, Siyasal İslamcı figürlerin fiilen bu yasaklardan muaf tutulmaları da kamusal alanın artık İslamcı figürlerle doldurulmakta olduğunun bariz göstergeleri.

Son olarak, Turizm Teşvik Yasa Teklifi ile ülkenin tarihsel ve kültürel değerleri yok edilebilecek, ormanları, kıyıları ranta ve yapılaşmaya daha fazla açılabilecek, mera ve yaylaları köylünün elinden alınabilecek. (1)

Bu gelişmelerin ışığında demokrasi güçlerinin kamu ve kamusallık konusunu bir kez daha masaya yatırması gerekiyor. Bunun için de, öncelikle kamu ve kamusallık olgusunun daha net bir bilince çıkartılması ve bununla ilgili tartışmaların sürdürülmesi zorunlu.

Kamu ve kamusallık nedir?

Siyaset bilimi kamuyu; “herkese açık, bütün topluma ait, özel ya da kişisel olmayan, aile ya da piyasa olmayan” biçiminde tanımlıyor. Kamu aynı zamanda; kolektivizm, kolektif mülkiyet, kolektif dayanışma, kamusal eylemlilik alanı, halk (insan grubu), kamusal alan (mekân, yer) demek. Keza kamu denilince akla kamusal hizmetler (ve bunu sunan kurumlar), yurttaşlık hak ve sorumluluğu ve politik temsil alanı da geliyor.

Kamu ile özel arasındaki ayırımdaki en temel ölçüt ise “kamusal yararın varlığı”. Kabaca, bir işte kamusal yarar söz konusu ise yapılan o iş kamusal bir iştir denilebilir.

Kamu ve kamusallık kavramları asıl olarak ulus devlet ile ortaya çıkan kavramlar. Öyle ki bu kavramlar geçtiğimiz yüzyılda ulus devlet ile üç düzlemde ilişkilendiriliyor. Sırasıyla (2):

(i)  Kamu, vatandaş, halk, ulus olarak tanımlanıyor.

Kolektif kimlik ve kolektif mülkiyeti esas alan bu kavramsallaştırma altında, kamusal mal ve hizmetlerin vergileme yoluyla finansmana dayalı olarak sunumu meşru bir biçimde mümkün olabiliyor. Bu bağlamda kamusal mal ve hizmetlerin kamusallığının en güzel örneği kuşkusuz Covid-19 Salgınına karşı tüm insanların ücretsiz olarak ve ayrımcılık yapılmadan aşılanmasını sağlayabilecek nitelikteki bir kamusal sağlık hizmetidir.

 (ii) Kamu, kamu sektörü, devlet, olarak tanımlanıyor.

Bu kavramlaştırma altında kamu sektörü ve devlet özdeşleştiriliyor ve devlet aygıtı kolektif kamusal çıkarların bir savunucusu olarak betimleniyor.

(iii) Kamu, bireysel hak özgürlükler, yasal ve demokratik değerler, kamusal alan olarak tanımlanıyor.

Bu tanımlamaya göre ise; kamusal alan özel inançlardan ve çıkarlardan ve piyasanın ticarileşmiş ilişkilerinden açıkça farklılaşmış seküler bir alan olarak görülüyor. Bunun tipik örneği devletlerin din ya da mezhebinin olmamasıdır.

Kamusallık, daha sık görülen bir biçimde, ‘kamusal alan’ olarak da tanımlanıyor. Fiziki bir alan olarak tanımlanan kamusallığın tasfiyesinin bazı örnekleri ise şunlar: Kamusal mekânların ticarileşmesi, metalaşması, neo-liberal kentleşme ve yaygın tüketimcilik (AVM’ler örneğindeki gibi), ormanların, toprakların, su kaynaklarının özelleştirilmesi, güvenlik kameralarıyla ya da insansız hava araçlarıyla halka ait alanların sürekli olarak izlenmesi, halka açık parkların kapatılarak ya da kolluk güçlerince işgal edilerek halkın kamusal alandan fiilen dışlanması, toplulukların parçalanması.

Kamusallık konusundaki önemli bilimsel başvuru kaynaklarından birisi olan J. Habermas kamusal alanın görünürlüğüne özel bir önem atfeder.(3) Ancak kamusallık kamu/özel dikotomisine (keskin ayrıştırma) tabi kılındığında görünürlükle ilgili sorunların doğması kaçınılmaz hale gelir.

Çünkü böyle bir dikotomi bizim kamuyu “görünürlük” ile özdeş bir biçimde algılamamıza yol açabilir. Böylece görünür olan her şeyin kamusal olduğu gibi bir yanılsamaya kapılabiliriz. Örnek olarak, son zamanlarda Siyasal İslamcı figürlerin kamusal alanda daha çok görünür olması, gerçek bir kamusallığın varlığını kanıtlamaz, tam tersine kamusal alanın bir başka şey ile ikame edildiğini gösterir. Bu nedenle de kamu sadece görünür değil, halk tarafından gerçek anlamda ve özgürce dokunulabilir, hissedilebilir olmalıdır.

Kamu “devlet” demek değildir

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye'de de kamunun,  genelde devlet ile birebir aynı olduğuna inanılıyor. Bu inanışta kuşkusuz devleti “sınıflar üstü” ya da  “herkese ait” bir organ olarak sunan ideolojilerin etkisi çok büyük.

Oysa bu iki kavram aynı değil. Devlet ile kamu kavramlarının ayrıştırılması ise hem tekçi-devletçi düşüncenin aşılması, hem de sosyalist bir kamusallığın kurulması bakımından çok önemli. Bu bağlamda özelleştirmelere karşı yeniden devletleştirmeler sosyalist bir çözüm olamaz, bunların toplumsallaştırılmasını savunmak gerçek bir ilerici yaklaşımdır.

Korporatizm tehlikesi!

Ayrıca böyle bir özdeşliğin yol açtığı ciddi bir tehlike daha söz konusudur: Korporatizm. Çünkü kamu-devlet özdeşleştirmesi, korporatist yapılanmaların meşrulaştırılmasına hizmet eder.

Korporatizm, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Avrupa’da işçi sınıfının sendikal örgütlenmeye ve sosyalizme doğru büyük çapta yöneliminin söz konusu olduğu bir dönemde, burjuvazinin bunu önleyebilmek için gündeme getirdiği bir çözüm.

Öyle ki korporatizm, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına gerek kalmaksızın sosyal adaletin sağlanabileceği, işçilerin çıkarlarının böyle bir yapılanma altında korunabileceği propagandasına dayalı olarak kitlelere benimsetildi.

Oysa uygulamada tam tersi sonuçlar ortaya çıktı. İtalya’da 1922–1945 faşist Mussolini döneminde “Ulusal Korporatizm”, Almanya’da 1933–1945 faşist Hitler döneminde  “Nasyonal Sosyalizm”,  İspanya’da 1936–1973 faşist Franco döneminde “Ulusal Sendikalizm”,  1932–1968 faşist Salazar döneminde Portekiz’de ve 1933–1945 faşist Vargas döneminde Brezilya’da “Yeni Devlet” adları altında gündeme getirilen korporatist uygulamaların sonucunda emek ile sermaye arasındaki sınıf mücadelesi, sermayeden yana sonuçlar üretmek üzere sönümlendirildi. (4)

Korporatist devlet örgütlenmesi altında toplum ve ekonomi “korporasyon” olarak adlandırılan çıkar gruplarının varlığına göre örgütlendi ve ortaya çıkan her hangi bir sorun (örneğin işçi ücreti tartışmaları) bu grupların temsilcileri arasında yapılacak müzakereler aracılığıyla çözümlendi. Böylece normalde serbest piyasacı sistemde rekabet ile çözümlenen sorunlar bu yapılanma altında devletin doğrudan müdahalesiyle yürütülen sözde bir toplu pazarlık yöntemi ile ortadan kaldırıldı.   

Emek ve sermaye örgütleri eşit temsil ediliyormuş görüntüsü verilse de, uygulamada müzakereler en geniş yetkilerle donatılmış sermaye dostu liderin ya da diktatörün isteklerine göre sonuçlandırıldı. İşçi sınıfının her türden örgütlenmesi, sendikalar etkisiz hale getirildi, işçilerin hak mücadeleleri fiilen ortadan kaldırıldı.

Örnek olarak, 1 Mayıs 1933 tarihinde Almanya’da Naziler 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan ettiler, ancak sadece 11 gün sonra sendikaların mülkleri devletleştirildi, sendikaların yerini ‘Alman Emek Cephesi’ aldı.(5) 1935 yılında Nazi rejimi zorunlu işçi karnesi sistemine geçti. Bu karnenin bir kopyası işverende, diğeri bakanlıkta tutuluyor ve uçak ve metal sanayi gibi askeri sanayilerden işçilerin işlerinden ayrılması yasaklanıyordu.(6) 1936 yılında savaş üretim sanayilerinde çalışma saatleri haftalık 70 saate çıkartıldı. 1925 yılında İtalya’da sadece faşist sendikaların müzakere haklarının olduğu ilan edildi. Almanya’da faşizm döneminde nominal ücretler değişmedi, hatta azaldı. 1932’de 100 olan reel ücret endeksi 1936’da 94,5’e, 1939’da 94,0’e ve 1944’te 85,5’e düştü.(7)

Burjuva kamusallığı

Her ne kadar bugün üzerinde konuştuğumuz kamusallık Habermas tarafından ortaya atılmış olan burjuva kamusallığı olsa da, öncesinde de birçok düşünür tarafından bu konunun ele alındığı biliniyor.

Örneğin, Aristo’ya için kamusal alanda yer almanın koşulu leksis (akla dayalı konuşma) ve praksistir (eylem). Bu aynı zamanda siyasete katılmanın da gereğidir. Kamusal alan olmaksızın sözün de eylemin de bir anlamı yoktur.

Marx, kamusal alanı toplumsal perspektiften ele alırken, toplumsal alanın kamusal bir nitelik kazanması gerekliliğini ifade eder: Devletin bizzat kendisinin politik hale gelmiş bir toplum tarafından geri alınmasından söz eder. Bu, bugünkü retorikle; “politik olan toplumsallaşması, toplumsal olan politikleşmesi” olarak özetlenebilir.

20’inci yüzyılda Fraser, Bauman, Kluge gibi filozoflar kamusal alanın toplumsal olarak genişletilmesi gerektiğini ileri sürerken; Foucault, Agamben ve Arendt  bu kavramı biyo politik bağlamında tartıştılar. (8)

Habermas ise kamusallığı tarihsel ve normatif bir kategori ve rasyonel iletişime dayalı olarak ele aldı. Burjuva kamusallığını ve onun 1960’lı yıllardaki sosyal devlete doğru olan dönüşümünü tartıştı. Ona göre kamusallığın öncülleri 18’inci yüzyıl sonlarında Almanya’daki okuma toplulukları, aydınlanma cemiyetleri, eğitim birlikleri, mason örgütleri gibi burjuvaların kendileriyle sınırlı tuttukları eşitlikçi, katılımcı ve karar almada çoğunluk kuralını ilk kez hayat geçiren kamusal topluluklardı.

Bu anlamda kamusallık, burjuva özgürlüklerini güvence altına alan kamu erki ile özel hukuka göre örgütlenmiş iktisadi toplum arasındaki ilişkinin kamu/devlet hukuku tarafından tesis edilmesidir.

Ancak Habermas'ın kamusallık anlayışı;  burjuva kamusal alanını idealleştirdiği, burjuva kamusal alanının yanı sıra, ona muhalif bir plebyen kamusal alanının eşzamanlı olarak gelişiminin önemini ihmal ettiği, kamusal alanı devletten ve piyasadan, ekonomiden ve ev yaşamından ayrı bir alan olarak kabul ettiği ve praksise yeterli vurguyu yapmadığı için eleştiriliyor.

Sosyal devletin tasfiyesi kamusallığın da tasfiyesine yol açtı

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Avrupa’da gündeme gelen sosyal devlet uygulamaları kabaca üç biçimde gerçekleşmişti: Ekonomiye yapılan düzeltici müdahaleler ve sermaye kontrolleri,  yaygın sosyal yardımlar ve güçlü-örgütlü işçi sınıfının varlığı.

Sermaye kontrolü ve ekonomiye yapılan müdahaleler kapsamında dış ticarette korumacılık, yatırımların devlet düzenlemesine tabi tutulması, sermaye kontrolleri, sabit döviz kuru sistemi; emek alanı ile ilgili olanlarsa emek koruyucu mevzuat ve kapsamlı kamu sektörüne sahip olmak sayılabilir.

Bu dönemde nicelik ve niteliği iyice artan kamusal mal ya da hizmet üretiminin, kamusal sigorta sisteminin ve kamu kolaylıklarının kapitalist piyasaların neden olduğu başarısızlıkların ortadan kaldırılmasına yönelik olarak kullanıldığı gerçeğinin de altını çizmek gerekiyor.

Ayrıca, sosyal refah devletleri; bir yanıyla emek – sermaye uzlaşmasının bir ürünü iken, diğer yanıyla örgütlü emek mücadelelerinin bir sonucuydu. Yani işçi sınıfının verdiği mücadeleler burjuva kamusallığının alanının genişletilip emekçi sınıf ve katmanların da bu alanın içinde (geçici de olsa) yer almasını sağladı.

Bugün kamusallığın korunması ile ilgili olarak verilen mücadeleleri de bu kapsamda, yani kazanılmış hakları korumaya, mevzileri terk etmemeye dönük haklı mücadeleler olarak tanımlamak çok daha doğru olur.

Neo-liberalizm kamusallığın tasfiyesinin başlangıcı oldu

1980 sonrasında hızlanan küreselleşme, finansallaşma ve neo-liberalizm, buna karşılık reel sosyalizmin çöküşü sermayenin hegemonyasının yeniden ve daha güçlü bir biçimde kurulmasını sağladı. Bu gelişme kamusallığın giderek tasfiye edilmesiyle sonuçlandı.

Bu dönemde sınıfsal güç dengelerinde ve kapitalist devlet anlayışında önemli değişiklikler meydana geldi. Bu gelişmeler sosyal devletlerin günümüzde içine girdikleri paradigma değişikliğinin ve beraberindeki kamusallık anlayışındaki değişimin ve kamusallığın tasfiyesinin arka planını oluşturuyor.

Öyle ki, 1980 öncesinde kapitalizme damgasını vuran olgular olan Fordizm ve Keynesyenizm işçi sınıfını ve genel olarak vatandaşları kapitalizmin aşırılıklarından koruyan bir çeşit “Toplumsal Anlaşma” iken, neo-liberalizm dünya çapındaki politik ekonomiyi giderek daha fazla hâkim sınıf ya da ulusların emrine sokacak şekilde şekillendiren ideoloji ve /veya açgözlülükle güçlendirilmiş bir topyekûn saldırının, savaşın hikâyesi olarak karşımıza çıktı.

Neo-liberal dönemin ise en belirgin dört özelliğinin olduğunu görüyoruz: (i) Kamunun küçültülmesi ve kamusal mal ve hizmetlerin metalaştırılması (özelleştirmeler),  (ii) her türlü emtiayı bir spekülasyon aracına dönüştüren hızlı bir finansallaşma,  (iii) her türlü doğal, sosyal ve reel felaketin ve krizin kapitalist sınıf için ve onun tarafından manipülasyonu ve (iv) servetin üst sınıflar lehine ve bölüştürülmesinde devletin açık ve pervasız bir biçimde bir araç olarak kullanılması.(9)

Neo liberalizm ile birlikte geleneksel sermaye birikimi yöntemlerine ilave olarak ayrıca, sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlere ve su, orman, toprak gibi doğal varlıklara el koyma biçiminde çağdaş bir “ilkel birikim modeli” de yoğun bir biçimde kullanıldı.

Örnek olarak, Türkiye’de 2004’ten bu yana sayıları toplamda 1609’u bulan “acele kamulaştırma kararı” (10) ile ilkel sermaye birikimi yöntemlerini andıran yeni “çitlemeler” ya da el koymalar bir yandan köylülerin topraklarından atılmaları, işsiz kalmaları ve yoksullaşmalarıyla sonuçlanırken,  diğer yandan kamusallığın tasfiyesinde en etkili yöntem oldu.

‘Yönetişim modeli’ kamusallığı aşındırdı

1990’lardan 2010’lara kadar gündemde olan ve devlet yönetimini; devlet dışındaki aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar gibi) kapsayacak şekilde, yani “birlikte yönetme”, “hükümet olmadan yönetme” anlamında tanımlayan neo-liberal yönetişim anlayışı da kamusallığa büyük zarar verdi.

Çünkü ‘yönetişim’ altında kamusal hizmetlerin amaçlarında, yapılarında, işlevlerinde, biçim ve kullanıcılarında önemli değişim ve dönüşümler sağlandı. Bu değişim, kamusallığı, sırasıyla; kamu/özel ayrımını belirsizleştirerek, kamunun sosyoekonomik rolünü, hizmeti kullananların bileşimini daraltarak, hesap verilebilirliği azaltarak ve kamuya duyulan güveni sarsarak azalttı. (11)

Ayrıca kamusal hesap verilebilirliğin (bütçe hakkı ve diğer parlamenter demokrasideki standart normlar) giderek ortadan kalkması kamusallığın tasfiyesinin bir yolu oldu.

Piyasa İslamı- siyasal İslam kamusallığı tasfiye ediyor

Tüm bu faktörlere ilave olarak, Türkiye’de kamusallığın tasfiye edilmesini sağlayan bir önemli faktör de dinsel alanda ortaya çıkan gelişmeler oldu. Öyle ki son yıllarda kamusal alandaki görünürlüğü hızla artan dinsel pratiklerin ve simgelerin kamusallığı tasfiye ettiğine tanık oluyoruz. Bu gelişme özellikle son 19 yıldır Türkiye’de neo-liberalizmin muhafazakârlık (ve ardından milliyetçilik) ve din kurumu ve Siyasal İslamcı cemaatlerle yaptığı ittifakın bir sonucu.

Böyle bir strateji altında dinsel referans geleneksel İslami bir duruştan öte bir kamu karşıtlığından besleniyor. Dinsel lügatin zekât, sadaka, vakıf gibi temel kavramları yeni sosyal politika araçları olarak refah devletine alternatif olarak, bir sivil toplum projesi biçiminde sunuluyor. Böylece özel sektörle işbirliği halinde dini cemaatler kamunun elini çektiği alanlara yerleşiyor. Küçülen kamunun yerine “özerk ve vicdanlı-ahlaklı” sivil toplum ikame ediliyor. Hayırseverlik, piyasa ve inanca dayalı bir ahlakçılık yeniden bölüşüm konusunda sosyal hak kavramının yerini alıyor. (12)

2015 yılından bu yana Piyasa İslam’ı yerini Siyasal İslam’a bırakınca kamusallık bir bütün olarak tasfiye edilirken, yerini yıllık bütçesi (ve kadroları) çok sayıda bakanlığın bütçelerinin toplamından fazla olan Diyanet İşleri Başkanlığı öncülüğünde ve Siyasal İslamcı tarikatlar ve cemaatlerin devlet aygıtıyla bütünleştiği bir yeni yapı aldı. Böylece kamusallık bütünüyle tasfiye edilirken devlet aygıtı büyütüldü, güçlendirildi.

Covid-19 salgını sonrası nekro-kapitalizm

Günümüz kapitalizmini (özellikle de Covid-19 Salgını sonrasında) neo-liberalizm sözcüğü ile tanımlamak yeterli değil. Çünkü kapitalizmin, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir biçimde ırkçı, mafyatik, yolsuzluklara bulaşmış, ahbap-çavuş-akrabacı, hak hukuk tanımayan,  militarize olmuş, savaşçı, rövanşist, mutlak otoriter yönleri artık belirleyici bir hal almaya başladı. Dünyanın birçok ülkesinde ortaya çıkan bazı politik liderler ise bu kapitalizmin politik figürlerini oluşturuyor. (13)

Nekro-kapitalizm olarak tanımlanabilecek bu yeni dönemde devlette; mutlak otoriter, büyük sermaye dostu, emek ve doğa karşıtı, militarist, tekçi, ırkçı, cinsiyetçi (erkek egemen), farklı uluslara ve kimliklere karşı ayrımcı ve ötekileştirici eğilimler hâkim olmaya başladı.

Ekonomik alt yapıda ise, her türlü kararın ve uygulamanın mutlak bir biçimde özel piyasalara ve yandaş büyük sermayeye, onun işbirliği içinde bulunduğu uluslararası finans kapitale bırakıldığı, askeri-sanayi karması sektörün giderek başat hale gelmeye başladığı bir süreç yaşanıyor.

Devlet, ekonomi ve toplumda ortaya çıkan ve insanı ve doğayı yaşatmak yerine onu yok etmeye dönük böyle gelişmeler kamusallığın tabutuna çakılan son çivi olarak tarihe geçecektir.

Türkiye’de iktidar bloku vites yükseltiyor

İktidar blokunun hegemonyasının bir süredir hızlı bir inişe geçtiği inkâr edilemez bir gerçek. 2017 yılından bu yana kurulan “tekçi rejim” ile güçler ayrılığı ortadan kaldırılıp, yasama ve yargı yürütme organının kontrolüne sokularak yönetsel kriz (geçici olarak) aşılmış gibi görünse de, bu durum sürdürülebilir olmadığı gibi, iktidar bloku ideolojik olarak hegemonyasını da sağlayabilmiş değil. Toplumun en az yüzde 60’ının iktidarın yaptıklarını onaylamaması bunun en önemli kanıtı. Üstelik böyle bir siyasal ve ideolojik hegemonya kaybı Covid-19 Salgını ile iyice derinleşen ekonomik krizle daha da arttı, bu da iktidar bloku açısından kan kaybını hızlandırdı.

Bu gelişmeler karşısında, adeta bir Amok Koşucusu gibi, iktidar bloku ve üzerine oturduğu rejim daha da sertleşmeyi seçti. Bu yönde olmak üzere, öncelikle kendi iç ittifakını ve tabanını tahkim etmeye dönük adımlarını sürdürüyor. Böylece, uzunca bir süredir adeta düşmanlaştırılan muhalefetteki politik unsurların üzerine daha da sert bir biçimde gidiyor.

Bu durum devlet aygıtının çok daha güçlendirilirken, İstanbul Sözleşmesi ve HDP’nin kapatılması için açılan dava örneklerinden de görüleceği üzere, kamusallığın bütünüyle tasfiye edilmesi ve emeğin iyice zayıflatılmasıyla sonuçlanacaktır.

‘Müşterekler’ ve kamusallık

Emek, demokrasi ve özgürlük güçleri dünyada ve ülkede yaşanan ve kamusallığın bütünüyle tasfiyesiyle sonuçlanmasına neden olabilecek bu gelişmelere kayıtsız kalamaz. Bu nedenle de öncelikle kamusallığın, kamusal alanların, kamusal mal ve hizmetlerin savunulması, bu yönde mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor.

Diğer taraftan, devletin günümüzde dünyada ve ülkede yaşamakta olduğu dönüşümün de dikkatli bir biçimde okunarak, kamusallığın devlet alanı dışındaki alanlarda da yaratılması gereği üzerine kafa yorulması gerekiyor.

Bu noktada “kamusal mal ya da hizmet” kavramlarına alternatif olarak “müşterekler” kavramını kullanmak söz konusu olabilir. Bu kavramsallaştırma altında örneğin sağlık ve eğitim hizmeti sadece devletin sorumluluğunda ve örgütlemesi altında olmaktan ziyade, hepimize ait müşterek alanlar olarak tanımlanıp, yerelden örgütlemeler dâhil olmak üzere alternatif örgütleme ve buna yönelik alternatif finansman biçimlerini tartışmaya açabiliriz.

Dip notlar:

(1)   https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kaboglu-turizm-tesvik-yasa-teklifiyle-ilgili-uyarida-bulundu (5 Nisan 2021).

(2)   Newman, Janet ve Clarke, John Publics, Politics and Power: Remaking the Public in Public Services, Sage: London, 2009,  (Bölüm 2–8).

(3)   Jürgen Habermas,  Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları 438, İstanbul, 1997.

(4)   http://www.sjsu.edu/faculty/watkins/corporatism.htm.

(5)     The reaction, https://libcom.org/library/reaction (19 June 2011).

(6)     James Heartfield,  World war as class war. https://libcom.org (10 April 2016).

(7)     Gerhard Bry (assisted by Charlotte Boschan), Wages in Germany, 1871-1945, Princeton University Press, http://www.nber.org/books/bry_60-1, 1960, s. 262.

(8)   Nazile Kalaycı, Kamusal Alan Kavramı Üzerine Bir İnceleme: Aristoteles-Marx-Habermas, Hacettepe Üniversitesi SBE Felsefe Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara 2007.

(9)     Sherry Ortner, “Klein, Harvey, Inside Job" and Neoliberalism, Anthropology of This Century”, May 2011, Mandel, Harvey ve Lashand Urry’den aktaran http://brechtforum.org (11 Nisan 2016).

(10)                      https://artigercek.com/haberler/acele-kamulastirma-adi-altinda-1609-el-koyma-karari-halkin-arazisi-sirketlere-bedava-veriliyor(1 Ekim 2020).

(11)                     M. Shamsul Hague, “The Diminishing Publicness of  Public Service Under the Current Mode of Governance”, Public Administration Review, (January/February 2001), Vol. 61, No.1, profile.nus.edu.sg/fass/polhaque/par-public.pdf(11 Nisan 2016).

(12)                      Patric Haenni, Piyasa İslamı- İslam Suretinde Neo liberalizm, (çeviren Levent Ünsaldı), Özgür Üniversite Kitaplığı, 2011, s. 118-125.

(13)                      Mark LeVine, “From neoliberalism to necrocapitalism in 20 years”,https://www.aljazeera.com/indepth/opinion/neoliberalism-necrocapitalism-20-years (15 Temmuz 2020).