21 Ekim 2021 Perşembe

Devlet-sermaye sınıfı ilişkisi bağlamında TÜSİAD’ın yaptığı çıkış

 

Devlet-sermaye sınıfı ilişkisi bağlamında TÜSİAD’ın yaptığı çıkış

Mustafa Durmuş

21 Ekim 2021


Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği’nin (TÜSİAD) kuruluşunun 50’nci yıl dönümünde hazırlattığı  “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa-İnsan, Bilim, Kurumlar, Ekim 2021” başlıklı çalışma 19 Ekim Pazartesi günü kamuoyu ile paylaşıldı. (1)

Hem derneğin Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı T. Özilhan’ın bu çalışmayı tanıtırken yaptığı açıklamalar, hem dernek başkanı S. Kaslowski’nin “laiklikten çoğulcu demokrasiye, gençlerin işsizlik sorunundan iklim krizine ve çevre tahribatına, makroekonomik istikrarsızlıklardan Merkez Bankası politikalarına, dışlayıcı iktisadi büyümeden bozulan gelir dağılımına” kadar birçok önemli soruna vurgu yapan konuşması, hem de Prof. D. Acemoğlu’nun özellikle de Türkiye ekonomisinin yapısal bir sorunu haline geldiğini düşündüğü “düşük verimlilik artışı sorununa” dikkat çeken sunumu ülkenin gündemine oturdu.

Açıklamalar merkez sağ muhalefete destek mi?

Ülkedeki ekonomik ve politik krizin giderek derinleştiği ve ülkenin Merkez sağ muhalefetinin ses yükseltmeye başladığı bir anda, ülkenin büyük sermaye örgütünün yaptığı çoğulcu demokrasi ve laiklik vurguları, ekonominin durumu ve izlenen ekonomi politikaları ile ilgili olarak taşıdığı endişeler ve siyasal iktidara yönelttiği eleştiriler ve sonuç olarak sunduğu “yeni” öneriler siyasal iktidara talip merkez sağ muhalefete bir destek olarak da değerlendiriliyor.

Geçmişinde 12 Eylül Askeri Darbesi gibi, ülkenin bugünkü karanlık günlere gelmesinde çok önemli bir rolü olan bir kanlı darbeyi destekleyen ve işin doğrusu son 20 yıllık AKP iktidarları döneminde gerçek anlamda sesini çıkarmayan bir örgütün bugün demokrasi, laiklik ve “adaletli” bir iktisadi büyüme-kalkınma vurgusu yapması elbette önemli ama bir o kadar da düşündürücü.

Yorumcular: “İktidar gidici, TÜSİAD bunu görmeye başladı…”

Yorumcuların büyük bir kısmı bu çıkışı; mevcut “iktidar blokunun artık gitmekte olduğu gerçeğini gördükleri için, gelecek iktidarlarla şimdiden ilişki kurmak çabası” olarak yorumluyor.

Diğer yandan, bu tür iktidar değişimleri ancak böyle iktidarlardan en büyük zararı gören, buna karşılık geleceği yeniden kurma gücüne ve iradesine sahip devrimci sınıf olan işçi sınıfı ve diğer emekçilerin örgütlü mücadeleleriyle gerçekleştiğinde anlamlı ve kalıcı olabilir. Çünkü bu aynı zamanda bir sınıflar savaşıdır ve sonrasında izlenecek yeni stratejide ve politikalarda bu savaşı kazananların sınıfsal çıkarlarını ve tercihlerini yansıtacaktır.

Beklendiği gibi, sistemik bir eleştiriye sahip bulunmayan, daha ziyade “sosyal-demokratımsı” talepleri içeren bu çıkış ve öneriler, kısa dönemde, otoriter bir rejimin devrilerek yerine demokratik bir rejimin inşası imkânının önünü açabilir olması açısından önemli.

Ancak örgütün bu çıkışını “demokrasi ve laikliğe sahip çıkma ya da muhalefet partileri ile gelecek için şimdiden temas kurma” gibi yüzeysel okumaların ötesine giderek analiz etmek ve yorumlamak daha yerinde olur.

Sermaye-devlet ilişkileri belirleyici

Bunun için de uzunca bir süredir unuttuğumuz, kapitalist devletin işlevleri ve sermaye sınıfının bu devletten bekledikleri konusundaki sınıf temelli bilgilerimizi hatırlamakta yarar var.

Bilindiği gibi, sınıflı toplumların tarihinde ilk kez, kapitalist toplumun devleti (ulus devlet) “herhangi bir sosyal sınıfın ya da kesimin emrinde ya da hizmetinde olmadığı, sosyal sınıflar karşısında tarafsız olduğu” biçimindeki yanıltıcı algıyı başarılı bir biçimde yarattı. Öyle ki örneğin feodal toplumda, devlet açık seçik bir biçimde egemen sınıf konumundaki feodal beylerin, kralın ya da sultanın devletiydi. Egemen sınıf ve devlet birebir örtüşmekteydi.

Kapitalist toplum ise sosyal sınıfları ortadan kaldırmadı. Eski egemen sınıf olan feodal beylerin yerini sermaye sınıfı (burjuvazi), ezilen sınıf olan serflerin yerini ise işçi sınıfı (proletarya)  aldı. Üstelik sosyal sınıflar arasındaki ayrışma ve çelişkileri daha da yalın, net bir hale getirdi.

Kapitalist devletin dört işlevi ve TÜSİAD

Bu durum da kolektif bir biçimde burjuvazi tarafından örgütlenmiş ve zor uygulama gücüne sahip olan kapitalist devlet aygıtının önüne dört tarihsel görevi koydu. Sırasıyla:

(i)            İşçi sınıfından ya da başka ülkelerin sermaye grupları adına hareket eden diğer ulus devletlerden kaynaklanabilecek düzeni ele geçirme girişimlerine ve tehditlerine karşı kapitalist düzeni ve üretim tarzını korumak.

(ii)          Kârlı bir sermaye birikimini ve toplumsal yeniden üretim sistemini kesintisiz biçimde sürdürmek.

(iii)        Egemen sınıf konumundaki burjuvazinin çıkarlarını savunmak, aynı zamanda egemen sınıfın çeşitli bölümleri arasındaki çıkar ilişkilerini düzenleyip, aralarındaki çatışmaları yumuşatmak ya da önlemek.

(iv)        Son olarak, yasama- yürütme-yargı ve eğitim gibi araçlarla egemen sınıfların bu çıkarlarını toplum nezdinde meşru göstermek.

Kapitalist- ulus devletin bu işlevlerini daha yalın bir biçimde ifade edersek;  böyle bir aygıt kabaca ikili bir işlevi yerine getirmek üzere kurgulandı:

(i)            Artı değer sömürüsüne dayalı kârlı bir sermaye birikimini kesintisiz olarak sürdürebilmek için, kapitalist sınıfın başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilen halk sınıflarının ve kimliklerinin üzerindeki hâkimiyetini sağlamak.

(ii)          Bir bütün olarak egemen sınıfın farklı bölümleri arasındaki rekabeti yönetmek.

Devlet aygıtı kendini sürekli yenilemek zorunda

İlk işlev ile ilgili olarak; kapitalist sınıf toplumdaki yerini koruyabilmek, iktidarını sürdürebilmek için (sadece lüks tüketimini sürdürmeyi garantilemek için değil), sermayesini/servetini de sürekli olarak büyütmek zorunda. Bu da dinamik bir devlet yapılanmasını ve buna uygun kamu yönetimini gerekli kılıyor. Yani devlet hem üst yapının en önemli organı, hem de merkez kapitalist kurum olarak aldığı biçimi kârlılığı ve sermaye birikimini kolaylaştırmak için periyodik olarak yenilemek zorunda.

Ayrıca, kapitalizmde değişim değeri üzerinden gerçekleştirilen üretim ve mübadelenin sürdürülebilir bir birikimin ön koşulu olduğunu biliyoruz. Yani üretim ve bölüşüm süreçleri çıkarları uzlaşmaz sınıflar olan burjuvazi ve işçi sınıfının arasındaki mübadele ilişkilerine bağlıdır.

Devletten bu iki sınıf arasındaki çelişkiyi yönetme konusunda önemli bir rol oynaması beklenirken, özel mülkiyeti, bireyciliği, girişim özgürlüğünü ve haklarını korumaya dayalı bir sistemin ideolojisinin de savunucusu olması istenir.

AKP üzerine düşenin önemli bir kısmını yerine getirdi

Bu açıdan, artık (büyük ölçüde) devletin sahibi olmuş, devletle bütünleşmiş olan AKP’nin 20 yıldır üzerine düşeni yaptığının kabul edilmesi gerekir. Gerçekten de bu süreçte (kısmen yandaş kayırmacılık ve belli sektörlerin ön planda tutulması dışında)  burjuvazinin, irili-ufaklı, seküler-dindar tüm bölümlerini mutlu edecek düzenlemelerden ve uygulamalarda (özellikle de 2016’dan bu yana) kaçınılmadı.

Örnek olarak, emekçiyi koruyan yasalar iğdiş edildi, emek piyasaları esnekleştirildi, emekçiler örgütsüzleştirildi, güvencesizleştirildi. Buna karşılık sermaye hareketlerinin önündeki tüm engeller ortadan kaldırıldı, çıkartılan vergi ve varlık aflarıyla yasa dışı servetlerin dahi meşrulaştırılması sağlandı. Her yıl yüzlerce milyar lirayı bulan ( 2022 yılında 336 milyar lira olarak hedeflenen) vergi indirimleri, muafiyet ve istisnaları bu kesimlere altın bir tepsi ile sunuldu.

İstisnai durumlar dışında, TÜSİAD’ın bileşenlerinin bu imkânlardan yararlanamadığı söylenemez. Yani örgütün eleştirilerinin bu kaynaklara erişememek üzerinden temellendiğini ileri sürmek abartı olur.

Buradan hareketle devletin bölüşüm ilişkilerinde şu ana kadar oynadığı rolün de TÜSİAD açısından tatmin edici olduğu söylenebilir. Yani milli gelirin kapitalistler ve işçiler arasındaki kâr ve ücret biçimindeki bölüşümünden söz ediyoruz. Öyle ki ekonominin bu yılın ikinci çeyreğinde olduğu gibi yüzde 21,7 oranında büyüdüğü bir dönemde dahi işçilerin milli gelirden aldıkları pay (ücretler)  yüzde 33’e gerilerken, patronların payı (kârlar) yüzde 50’ye yükseldi.

Kârın sermaye sınıfının kendi içindeki paylaşımındaki hoşnutsuzluk

Ancak bir diğer bölüşüm ilişkisi konusunda hoşnutsuzluk söz konusu olabilir. Yani toplam artı değerin (kârın)  sanayici-tüccar kârı, faiz ve rant biçimindeki bölüşümünde rahatsızlıklar söz konusu olabilir.

İşte bu noktada iktidarın uyguladığı düşük faiz –yüksek kur politikası çok etkili oldu. Öyle ki Merkez Bankası’na (MB) yapılan müdahalelerle düşük tutulan faizlerin inşaat sektörünü ve bankaları korumaya yönelik olduğu açık iken, bunun neden olduğu yüksek kur ve yüksek enflasyon, başta imalat sanayi olmak üzere, reel üretimdeki burjuvazinin istikrarlı bir kâr-sermaye birikimi sağlamasını önlüyor, aynı zamanda da ekonominin ihtiyaç duyduğu yabancı yatırımları caydırıyordu.

Kısaca, TÜSİAD’ın canını sıkan bir bölüşüm sorunu ancak bu sorun olabilir. Çünkü kapitalist bölüşüm ilişkileri yalnızca emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz ilişkilerle sınırlı değil. Aynı zamanda kâr, rant ve faiz gibi emek sömürüsünden yaratılan kârın burjuvazinin değişik bölümleri arasındaki bölüşümünü de içeriyor. Bu alandaki bölüşüm, uzlaşır nitelikte olsa da, çatışmalı bir bölüşüm.

Egemen sınıfın farklı bölümleri kendi paylarını korumak için ne denli mücadele içindeyseler kapitalist devletin homojenliği de o denli azalıyor, bozuluyor. Çünkü kapitalizmde devletten tüm kapitalist sınıfın uzun vadeli çıkarlarını koruması, her bir sermaye bölümünün çatışan çıkarları arasında hakem rolü oynaması bekleniyor.

Ya da devletin tüm burjuvazinin kolektif örgütü olma özelliği ne kadar azalıyorsa, sermayenin farklı bölümleri arasındaki bölüşüm kavgası da o denli artıyor. TÜSİAD’ı rahatsız eden asıl gelişmelerden birisi bu olabilir.

TÜSİAD bu iktidar altında makroekonomik istikrarın sağlanabileceğine artık inanmıyor

Son olarak, ulus devletin rolü kapitalist ekonomilerin içinde bulunduğu duruma göre farklılaşıyor. Yani devletin sürgit genişletilmiş birikime ilişkin sorunlara sunduğu çözümler bağlama göre değişiklik gösteriyor. Bu da devletin üretim ve bölüşümde hakemlik yapmak gibi faaliyetlerinin yanı sıra üçüncü bir müdahale alanının var olduğu anlamına geliyor.

Bu iş, ekonomi krizde iken kapitalist birikimi istikrara kavuşturma işidir. Bu yolla devlet kriz zamanlarında sınıf mücadelesinden kaynaklanan çelişkileri, çatışmaları yumuşatma konusunda merkezi bir rol oynar.

Bu bağlamda, ekonomik durgunluklarla ya da krizlerle karşılaşan devlet her türden teşvik, sübvansiyon, vergi kolaylığı, vergi imtiyazları sağladığı gibi, kendisi büyük çapta harcamalarda bulunarak ekonomiyi ayağa kaldırmak görevini üstlenir. Kısaca makroekonomik istikrarı sağlamaya çalışır.

Çünkü sürdürülebilir kârlı bir sermaye birikimi için (Kaslowski’nin de konuşmasında vurguladığı gibi) makroekonomik istikrarın sağlanması ön koşuldur. AKP-MHP iktidar blokunun bunu sağlayabileceğine artık inanılmıyor. TÜSİAD’ın eleştirilerinin ardındaki ikinci önemli konu da bu aslında (bunu sağlayabilme iddiasıyla yola çıkan “yeni” bir merkez sağ ittifaka neden sıcak bakılmasın ki?)

Sermaye güven istiyor

Ayrıca Türkiye ekonomisi gibi yabancı kaynağa bağımlı bir ekonomideki değirmenin suyunun bir kısmının dışarıdan geldiği, böylece ülkeye istikrarlı bir biçimde yabancı yatırımın gelmesinin sağlanması gerektiği de biliniyor. Bu yüzden de merkez sağ ya da sol hiçbir iktidar şu ana kadar yabancı sermaye karşıtlığı yapmadı, tam tersine bu girişleri destekleyen politikalar temel politikalar olarak benimsendi.

Bu bağlamda, sadece yerlilere değil, bir çoğunun ortağı olduğu yabancı yatırımcıya, kreditör kuruluşlara, bankalara güven vermek gerekiyor. Bu açıdan TÜSİAD’ın MB’nin bağımsızlığını yitirmesi konusunda verdiği tepki de aslında bu durumun yerli ve yabancı yatırımcıya paranın istikrarı konusunda güven sağlayamaması ile sınırlı. Yoksa örgüt, MB’nin halkın ihtiyaçlarını karşılamaya dönük politikalar izlemesini talep etmiyor (piyasaları üzecek, parasal istikrarı bozacak işler yapılmasın yeter).

Sonuç olarak

İktidar bloku, özellikle de 2015 yılından bu yana içerde ve dışarıda sürdürülen savaş, giderek artan otoriterleşme ve siyasal İslamcı zorlamalarla,  makroekonomik ve parasal istikrarın sağlanmasını önlüyor ve durum her geçen gün daha da ciddi bir hal alıyor.

Bu durumu kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerinin tam göbeğinde olan, devleti çok iyi tanıyan bir büyük sermaye örgütünün yerli üyelerinin ve onların yabancı ortaklarının herkesten çok daha iyi gördüğü açık. 

Büyük sermayenin özellikle de son 10 yıldır ülkede demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin askıya alınmasına sessiz kalırken bugün sahneye çıkması, muhalefet güçlerinin yürüttüğü ve giderek toplumsal desteği de artan sistemin reformasyonu mücadelesinin kendi sınıfsal çıkarlarıyla örtüşmesi ile ilgili.

Dip notlar:

https://www.youtube.com; https://www.tusiad.org/tr/component/k2/item/10855-yeni-bir-anlayisla-gelecegi-i-nsa-i-nsan-bilim-kurumlar

17 Ekim 2021 Pazar

Vergide eklektik popülizm (Mızrak çuvala sığmıyor)

Vergide eklektik popülizm

(Mızrak çuvala sığmıyor)

Mustafa Durmuş

18 Ekim 2021

 


Bu hafta toplam 64 maddelik “Vergi Usul Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” (1) Meclis Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı.

Torba kanun biçiminde hazırlanan teklifte toplam 7 vergi kanununda değişiklik yapıldı. Teklifin ilk 11 maddesi Gelir Vergisi, 41 maddesi Vergi Usul Kanunu, 2 maddesi Damga Vergisi Kanunu, 1 maddesi Katma Değer Vergisi Kanunu, 2 maddesi Özel Tüketim Vergisi, 1 maddesi Bankacılık Kanunu ve 4 maddesi de Kurumlar Vergisi Kanunu’nda yapılan değişikliklerden oluşuyor.

Bu bir reform değil

Bu kadar çok verginin bir araya getirilmesine bakılarak bunun bir vergi reformu olduğu yanılgısına kapılmamak gerekiyor. Çünkü bunlar bir torbada eklektik bir biçimde bir araya getirilen, çeşitli kesimleri memnun etmeyi hedefleyen popülist vergisel değişiklikler. İşin gerçeği mevcut siyasal iktidarın ne gerçekten halktan yana bir vergi reformu yapma niyeti, ne de gücü var.

Malum,  ilerici reformlar toplum lehine, özellikle de başta emekçiler olmak üzere, toplumun en çok ezilenlerini rahatlatmak amacıyla yapılır. Bu durum vergiler için de geçerlidir. Oysa son 20 yıldır yönetimde olanlar hiçbir zaman gerçek anlamda reformist olmadılar, bu görüntü altında aslında sağ popülizmi yükselttiler. Bu son dönemlerinde otoriter bir popülizm ile sonuçlandı.

Özetle, siyasal iktidar uzunca bir süredir çalışan halk sınıfları lehine her hangi bir düzenleme yapmıyor. Aşağıda en çarpıcı örneklerini sunduğumuz, adeta sus payı niteliğinde bu vergisel değişiklikler ise; iktidarda kalabilmek, büyük ölçüde küçük esnaf ve üreticilerden oluşan seçmen tabanındaki erimeyi durdurabilmek ve olası bir erken seçime karşı hazırlıklı olabilmek için yapılıyor.

Yasada emekçiler lehine bir düzenleme var mı?

Mali düzenlemeler genelde toplumdaki sınıfsal çıkar çatışmalarına göre şekil alır. Bu düzenlemede de böyle bir sınıfsal çatışmanın izleri mevcut. Öyle ki değişiklikler asıl olarak; irili ufaklı sermaye kesiminin sorunlarını hafifletmeye ve yaklaşan seçimler için küçük esnafın ve çiftçilerin oylarını yeniden elde etmeye dönük iken, 64 madde içinde asıl zorda olan halkın, emekçilerin sorunlarını azaltmaya yönelik tek bir düzenleme yok.

Aslına bakılırsa siyasal iktidar, özellikle de 2015 yılından bu yana, emekçileri kollayarak yönetmektense, zora dayalı ve diğer dinsel- ideolojik kurum ve araçlarıyla bu kesimleri yönetmeyi tercih ediyor.

850 bin esnaf artık gelir vergisi ödemeyecek

Yasadaki ilk düzenlemeden (madde 1, 5 ve 6)  başlayalım. Aslında yeni olmayan bu yılın başında gündeme gelen ama Meclis’e getirilmeyen bu düzenlenemeye göre, halk arasında küçük esnaf olarak da tanımlanan, basit usulde vergilendirilen mükelleflerin kazançları gelir vergisinden istisna edilecek.

Düzenleme 2021 yılı kazançlarına da uygulanmak üzere, yasanın yayım tarihinde yürürlüğe girecek. Bu mükellefler artık yıllık gelir vergisi beyannamesi vermeyecek, başka gelirleri nedeniyle yıllık beyanname verseler bile, bu kazançlarını beyannamelerine dâhil etmeyecekler.

Sonuç olarak, bundan böyle ülke genelindeki yaklaşık 850 bin küçük esnaf ve işyeri sahibinin yıllık cirosu 240 bin TL’nin altında kalanlar gelir vergisi ödemeyecekler.

Kimlerin yararlanamayacağı kararını kim verecek?

Buradaki en önemli noktalardan biri böyle bir istisnadan kimlerin yararlanamayacağı kararının Cumhurbaşkanı’na bırakılması çünkü Gelir Vergisi Kanunu madde 51/12 basit usulden yararlanamayacak olan mükelleflerin belirlenmesi için Cumhurbaşkanına yetki veriyor. Bu kapsamda (1995/6430 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına göre) büyükşehir belediye sınırlarında alım satım ve imalat faaliyetinde bulunan mükellefler basit usulden yararlanamayacaklar.

Benzer bir durum madde 56 ile tütün mamulleri ile araçlarda uygulanan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) oranını 1 katı yerine 3 katına kadar artırma konusunda Cumhurbaşkanına yetki verilmesinde de söz konusu. Böylece hali hazırda 1 kat olan bu artırma yetkisi ile halktan çok daha fazla ÖTV toplanması hedefleniyor.

Böyle önemli kararların bir tek kişiye bırakılması aslında ”tek adam rejimi” olarak da adlandırılan mevcut Partili Cumhurbaşkanlığı Sisteminin antidemokratik doğası ile uyumlu.

Kütahya’daki bakkal vergi dışı kalırken Van’daki vergi ödemeye devam edecek

Ancak sorun sadece bununla sınırlı değil. Öyle ki bu düzenleme altında örneğin, Kütahya’daki bir bakkal vergi ödemekten kurtulurken, Van’daki (aynı koşullara sahip) bir bakkal vergi ödemeye devam edecek.

Bir başka ifade ile aynı faaliyeti yapan ve aynı iş hacmine sahip iki esnaftan büyükşehir belediye sınırlarında olan basit usul vergi mükellefi vergi ödemeye devam ederken, diğer illerde olanlar artık vergi ödemeyecekler.

Bu sadece ülkenin değişik bölgeleri arasındaki değil, aynı zamanda örneğin Güney Doğu ve Doğu Anadolu’daki gelir adaletsizliklerini ve sınıfsal ayrışmayı daha da artıracak. Bu yönüyle de bu düzenleme hem vergide adalet ilkesine, hem de Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı. Aynı zamanda esnaf arasında haksız rekabete de neden olacak.

500-600 milyon liralık vergi geliri kaybı doğacak

Kaldı ki bu düzenleme hem doğrudan, hem de dolaylı biçimde vergi geliri kaybı ile sonuçlanacak. Öyle ki düzenleme ile azımsanamayacak bir vergi gelirinden vaz geçiliyor. Her ne kadar geçen yıl basit usule tabi vergi geliri tahsilatları 250 milyon TL civarında olsa da, bu sadece tahsilat. Tahakkuk eden vergi bunun iki katından fazla. Yani iktidarın vaz geçtiği yıllık vergi geliri gerçekte 500-600 milyon TL civarında. Bu ya bir başka vergi ile ya elektrik, doğal gaz, cezalara yapılan zamlar gibi diğer kamu gelirleriyle ya da iç borçlanma ile kapatılacak ve her üçü de halkın üzerindeki mali yükü daha da artıracak. 

Kayıt dışına yönelim artacak

Düzenleme kayıt dışılığa yol açacağı için de vergi geliri kaybına neden olacak.  Çünkü esnaf ve sanatkârlar 240 bin TL’lik bir yıllık ciro sınırının altında kalarak istisnadan yararlanabilmek için fatura, fiş ve benzeri belgeleri düzenlemekten kaçınacaklar. Bu bağlamda, getirilen düzenlemede mükelleflerin gelirlerini tam olarak tespit edecek bir güvenlik mekanizması da mevcut değil. Bu yüzden de düzenleme kamu geliri kaybına yol açacak.

Küçük esnafı daha büyük bir tehlike bekliyor: Bin Market!

Öte yandan, bu vergi mükellef sayısına bölündüğünde yılda ortalama esnaf başına 250-300 TL’ye denk düşüyor. Bu anlamda böyle bir vergiden vazgeçilmesi, esnafın en azından bir kısmı açısından gerçek bir teşvik olarak da görülmeyebilir.

İşin aslı esnaf daha büyük bir riskle karşı karşıya. Zira Cumhurbaşkanı “Bin Market” adını verdiği projeyle, gıda fiyatlarındaki artışın sebebi olduğunu ileri sürdüğü zincir marketlerle mücadele etmek gerekçesiyle, devlet öncülüğünde 1,000 market kurulacağını açıkladı.

Bu durum vergi istisnası getirilen küçük esnafın karşısına, mevcut BİM, A101 Şok Market ve Migros gibi zincir marketlere yenilerinin eklenmesi demek. Bu da başta bakkallar, manavlar olmak üzere küçük esnafın gelecekte hiç olmayacağı anlamına geliyor. Yani esnaf vergi ödemekten kurtuluyorum derken, bütünüyle ortadan kalkabilir.

Bu nedenle, böyle kooperatif marketlerin kurulmasını enflasyonu önleme niyetiyle açıklayabilmek zor. Kaldı ki enflasyonun böyle önlenmesi de mümkün değil.  Daha ziyade bu marketlerin kurulması sırasında iktidara yakın çevrelerin bundan nemalanmaları (hem işletilmesi, mal tedariki ve kadrolaşma, hem de inşaatların yapılması anlamında) söz konusu olacak.

Keza bir süre sonra zarar etmesi beklenebilecek olan bu marketlerin zararının Hazine’ye (dolayısıyla da halka) yıkılması ihtimali oldukça yüksek. Bu tür işletmeler sonuçta özelleştirmeler yoluyla büyük sermayeye devrediliyor. Bunun en bilinen örneği Türkiye’de uzun yıllar öncesinde devlet eliyle kurulan ve ülkenin ilk süper marketleri konumunda olan Migros, Tansaş ve Gima’nın özelleştirilerek satılması.

Youtuber asgari ücretli kadar vergi ödeyecek

Yasanın 2’nci ve 55’nci maddeleri sosyal medya içerik üreticilerinin ve mobil cihazlarda uygulama geliştirenlerin (örneğin youtuber) elde ettikleri kazançların belirli bir tutara kadar olan (GVK’da yer alan dördüncü dilim /bu yıl 650 bin TL’yi geçmeyen) “kısmını Gelir Vergisi istisnası kapsamına alıyor.

Bu tür faaliyette bulunanlardan sadece yüzde 15 oranında bir vergi tevkifatı yapılacak. Bu durum her ne kadar yeni vergi geliri yaratma imkânı gibi gözükse de, bunun oranının asgari ücretli bir emekçinin ödediği verginin oranı ile aynı olması vergilemede adalete ters.

Çiftçiye kaşıkla verilen kepçeyle geri alınıyor

Yasanın 3’ncü ve 8’nci maddeleri ile gerçek usulde vergiye tabi olmayan, dolayısıyla da tevkifat yoluyla vergilendirilen çiftçilere, kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılan destek ödemelerinden (daha önce tevkifat yoluyla vergi alınıyordu), bundan böyle vergi alınmayacak.  

Bu düzenleme çiftçiler açısından bir rahatlama yaratabilecek gibi görünse de (şu ana kadar neden yapılmadığı, çiftçilerin bir borç batağı içinde olduğu ve bu desteklerden yoksul çiftçilerin ve köylülerin, tarım işçilerinin yararlanamadığı hatırda tutularak), bunun bir popülist hamle olarak değerlendirilmesi çok daha yerinde olur.

Kaldı ki çiftçinin kullandığı mazota verilen KDV ve ÖTV desteğinin bu ayın başından itibaren sonlandırılması çiftçilere kaşık ile verilenin kepçe ile geri alınacağı anlamına geliyor.

“Vergiye uyum” değil, “vergilemede adalet” ön planda olmalı

Yasanın 11’nci maddesi,  Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisinde yüzde 5’lik indirim sağlayan ‘vergiye uyumlu mükellef indirimi’ uygulamasında, yararlanma şartı olan tarhiyat yapılmama kuralını esnetiyor. Buna göre bu teşvikten yararlanabilmek için “tarhiyatın kesinleşmemiş olması” yeterli olacak.

Böylece, kesinleşmediği sürece tarhiyat yapılmasının uyumlu mükellef indiriminden yararlanmayı etkilememesi amaçlanıyor. Böyle bir indirimden faydalanma koşulunun esnetilmesi, dürüst mükellefi ödüllendirmekten ziyade,  yukarıdakine benzer bir popülist hamle olarak değerlendirilmeli.

Diğer yandan son 20 yılda 7 kez vergi affı çıkartılan, iktidara yakın sermaye gruplarının ödemesi gereken vergilerin dahi alınmaktan imtina edildiği, vergi cennetlerine kaçırılan yüzlerce milyon liralık vergi gelirinin olduğu gerçeğinin Pandora Belgeleriyle ortaya konulduğu bir ortamda, dürüst mükellefe sunulan yüzde 5’lik bir vergi indirimi asıl böyle büyük vergi adaletsizliklerinin üzerini örtmeye hizmet eder. Oysa vergilemenin adil bir biçimde yapıldığı bir ülkede vergiye uyumu sağlamak için teşvik vermeye gerek yoktur.

Sermaye şirketlerine amortisman kolaylıkları

Yasanın 34’ncü maddesi ile amortisman uygulamasına ilişkin olarak 213 sayılı Kanunun 320’nci maddesinde iki önemli değişiklik yapılıyor. Bunlardan ilki mükelleflerin aktiflerine yeni kaydedecekleri iktisadi kıymetleri için bu kıymetlerin aktifte kaldığı süre kadar gün esasına göre amortisman hesaplamasına imkân veriyor.

İkinci değişiklik mükelleflerin Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın iktisadi kıymetler için tespit ve ilan ettiği faydalı ömürlerden kısa olmamak, bu sürenin iki katını ve elli yılı aşmamak üzere, amortisman süresini her yıl için aynı nispet olmak kaydıyla serbestçe belirlemelerine izin veriyor. Böylece şirketlerin vergi mükellefiyetini azaltan bir uygulamaya gidiliyor. Bu düzenlemenin de sermaye kesimince olumlu bulunacağı açık.

Yarım elma gönül alma

Madde 35 ile 3 bin TL’yi aşmayan küçük alacaklar “şüpheli alacak” olarak değerlendirilecek, bu da vergi matrahından indirim yapılmasını sağlayarak ödenecek verginin azalmasıyla sonuçlanacak. Bu düzenleme de, küçük alacaklarını tahsil edemeyen işletmeler için en azından daha az vergi ödemeleriyle sonuçlanacağından, iktidarın bir gönül alma çabası olarak değerlendirilebilir.

Cezalarda indirim: Dürüst mükellefin günahı ne?

Madde 42 ile vergi incelemesi devam ederken dahi pişmanlıkla beyanname verilebilecek olması ve Madde 44 ile 5 bin TL’yi aşan usulsüzlük ve özel usulsüzlük cezalarının uzlaşma ve tarhiyat öncesi uzlaşma kapsamına alınıyor olması, cezaların düzenlendiği süre zarfında ödenmesi durumunda cezanın yüzde 25 indirilmesi, 5 bin TL’yi aşmayan cezalarda ise indirim oranının yüzde 50 artırımlı olarak uygulanabilmesi; hem Maliyenin gelir ihtiyacını ortaya koyuyor, hem de erimekte olan seçmen desteğinin yeniden kazanılmasını sağlamayı hedefliyor.

Enflasyonla mücadelede vergi politikasının iflası

Ülkenin sadece vergi sistemi sorunlu değil. En az onun kadar yakıcı bir sorun da yüksek enflasyon. Ancak siyasal iktidar enflasyonla mücadelede vergi politikasında da çıkmaz sokağa girmiş gibi görünüyor.

Zira iktidar esnaf örgütü TESK’in önerisiyle bir süredir akaryakıt fiyatlarında “eşel –mobil” adı verilen bir sistem uygulanıyordu. Yani akaryakıt fiyatlarında bir artış olduğunda bunun tamamı veya bir kısmı ÖTV gelirlerinden karşılanıyor, bir başka ifadeyle fiyat artışı kadar ÖTV indirimi yapılıyordu.  

Son Kamu Maliyesi Raporuna göre, bu sistem ile bu yılın ilk 8 ayında enflasyon toplamda -2,48 puan düşük tutulabildi. Ancak bu uygulamanın 46 milyar TL’lik bir vergi gelirinden vazgeçme maliyeti ortaya çıktı (enflasyonla mücadele için toplamda yapılan vergi indirimleri ile 102,6 milyar TL’lik bir kamu gelirinden vazgeçildiği ileri sürülüyor. (2)

Yolun sonuna gelindi

Ekim ayı başı itibarıyla bu imkân artık büyük ölçüde mevcut değil. Çünkü motorin ve LPG’den alınacak ÖTV kalmadı, yani bu iki üründen ÖTV tahsil edilemiyor. Benzinde ise sadece yalnızca 22 kuruşluk bir ÖTV marjı kaldı. Bundan böyle akaryakıta yapılan zamlar aynen tüketiciye yansıtılacak. Bu da halkın çilesini daha da artıracak.

Siyasal iktidarın döviz ile ithal edilen akaryakıtın fiyatlarının her döviz kuru artışı ile maliyet yönlü olarak enflasyonu artırdığını bilerek eşel mobil sistemine başvururken, kuru daha da yükseltecek olan faiz indirimi yapmaktan bir türlü vazgeçmemesi sorgulanması gereken bir durum.

Bu durum ister istemez akıllara, siyasal iktidarın kurun yükselişi ya da enflasyonun tırmanması ile gerçekte bir sorununun olmadığı, bunun bir tür büyük sermaye lehine yeniden bölüşüm politikası ve genel bir mülksüzleştirme projesi olarak sürdürülen bir strateji olduğu düşüncesini pekiştiriyor.

Aslında, yüksek enflasyon ve yüksek kur politikası halkı yoksullaştırırken, negatif reel faiz politikası ve GVK’nın bir kez daha uzatılan geçici 67’nci maddesi ile faizden ve bazı finansal yatırım fonu gelirlerinden alınan verginin yüzde 5’e düşürülmesi, hatta sıfırlanması, hem enflasyon, hem faiz ve kur, hem de vergi politikasının servet zenginlerinin servetlerini daha da büyütmek için sonuna kadar kullanılmakta olduğunun bir kanıtı.

Böyle bir strateji izlerken, seçmen desteğini korumaya yönelik olarak yapılan yukarıda özetlediğimiz eklektik-popülist vergi düzenlemeleri yeterli olmayacak gibi görünüyor. Çünkü artık mızrak çuvala sığmıyor.

Dip notlar:

(1)  2/3854  Esas No  ve Ekim 2021 tarihli Kanun Teklifi.

(2)  Kamu Maliyesi Raporu 2021- II, (Eylül 2021), https://ms.hmb.gov.tr, s.11-13.

 


10 Ekim 2021 Pazar

İklim göçmenleri (İklim krizi, göç ve sığınmacı ilişkisi (2)

 


İklim göçmenleri

(İklim krizi, göç ve sığınmacı ilişkisi (2)

Mustafa Durmuş

10 Ekim 2021


Artık iç savaşların, otoriter rejimlerin ya da ciddi ekonomik zorlukların neden olduğu göçlerin ve sığınmacıların yanı sıra iklim göçleri ile daha sık karşılaşacağımız bir sürece girdik. Çünkü küresel ısınma ve iklim değişikliği kuraklığa neden oluyor, su kaynaklarını azaltıyor, mahsul verimliliğini düşürüyor, gıda üretiminde yetersizliğe neden oluyor, fırtınaları artırıyor, deniz seviyesini yükseltiyor, bu durum buharlaşmanın artmasına ve sonrasında sellere, aşırı sıcaklara ve ekilebilir toprak kayıplarına neden oluyor.

Bütün bunlar başta hem insan ve toplum sağlığı olmak üzere, tüm diğer canlılar üzerinde ölümcül etkilere yol açarken, ekonomiler bundan bir bütün olarak zarar görüyor. Bu da, diğer göçlerin yanı sıra, spesifik olarak iklim değişikliğinden kaynaklanan göçlere neden oluyor.

Öncelikle iklim değişikliğinin insan ve toplum sağlığı üzerindeki etkilerinden başlayalım.

İklim değişikliği insan ve toplum sağlığını bozuyor

İlk olarak ölüm riski artıyor. Çünkü örneğin yoğunlaşan fırtınalar sağlık hizmetlerinin kesintiye uğramasına yol açıyor. Nitekim 2017 yılında Porto Riko’da Maria Kasırgası yaşandığında ölümlerin üçte biri sağlık hizmetlerinin kasırga yüzünden verilememesinden kaynakladı. İkinci olarak kazalar ve yaralanmalar artıyor, insanların akıl sağlığı bozuluyor, bulaşıcı hastalıklar daha da artabiliyor veya yeniden ortaya çıkabiliyor. Üçüncü olarak, daha uzun ve daha şiddetli yangın mevsimleri daha fazla insanın daha fazla dumana maruz kalmasına neden oluyor. Bu konudaki en çarpıcı örnek 2019 yılında Avustralya’da görülen orman yangınları. Bu yangınlar ülke nüfusunun çok büyük bir kısmını etkiledi. İnsanlar artan kanser, solunum ve kalp hastalığı riskleriyle karşı karşıya kaldılar.(1)

İklim değişikliğinin etkileri asimetrik

İklim değişikliğinin bu etkileri toplum içinde simetrik olarak da dağılmıyor, yaşlılar, engelliler, çocuklar, kadınlar ve yoksul halk sınıfları bundan çok daha fazla etkileniyor. Örneğin, yaşlılar, hastalar, engelliler ve yoksullar sıcak hava dalgaları sırasında daha fazla ölüm riskiyle karşı karşıya kalıyor.

Yükselen sıcaklıklar ve yükselen deniz seviyeleri, tropik adalar ve bölgelerdeki insanların ya da kurak bölgelerdeki insanların yaşamlarını ve geçim kaynaklarını tehdit ediyor. Bu insanlar böyle felaketler karşısında, temel koruma araçlarından genel olarak yoksun oldukları için, son çareyi göç etmekte buluyorlar. Hem ülke içinde, hem de başka ülkelere doğru zorunlu göçe zorlanıyorlar.

İklim değişikliği en çok kadınları ve çocukları vuruyor

İklim değişikliği nedeniyle ortaya çıkan ekolojik şokların ilk hedefi ve mağduru kadınlar ve çocuklar oluyor.  Özellikle de az gelişmiş ülkelerde kadınlara yönelik şiddet ve taciz olaylarında ciddi bir artış yaşandığı gözlemleniyor.

JUCN adlı bir araştırma grubunun 2020 yılındaki bir raporuna göre (2): “Ekolojik şoklar ve krizlerle ilgili çatışmalara bağlı olarak çocuk evliliklerinde ciddi bir artış gerçekleşti. İlave olarak zorunlu evlilikler, fahişeliğe zorlama, cinsel şiddet ve insan kaçakçılığı vakaları arttı. Öyle ki insanlar gerekli temel gereksinimlerini karşılayamadıklarında, hayatta kalabilmek için kız çocuklarını evlendirerek finansal zorlukları, geçim sıkıntısını aşmaya çalışıyorlar. Çok kötü hava koşullarına bağlı olarak geçim zorlaştığından 12 milyondan fazla kız çocuk yaşta evlenmek zorunda kaldı. Benzer nedenlerle insan ticaretinde yüzde 20’lik bir artış yaşandı”.

İklim krizinin etkileri konusunda "son derece yüksek risk" altında olan bir diğer kesim ise çocuklar. UNICEF’e göre yaklaşık 1 milyar çocuk (dünyadaki 2,2 milyar çocuğun neredeyse yarısı) iklim değişimi açısından “son derece riskli” olarak sınıflandırılan 33 yoksul ülkede yaşıyor. Bu çocuklar, bu ülkelerdeki su, hijyen, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin yetersizliği nedeniyle iklim değişiminden çok daha fazla etkilenecekler. (3)

Bu durum yeni iklim göçlerine neden olurken kadınların, çocukların ve kuşkusuz engellilerin bu göçler sırasında erkek yetişkinlere göre hayatta kalma şansı çok daha az. Taciz, tecavüz gibi saldırıların da doğrudan hedefi olabilecekleri gibi (hali hazırda yaşandığı gibi) insan ve organ ticaretine de daha fazla konu ediliyorlar.

“Çevre mültecileri”

Kısaca artık ‘çevre mültecileri’ kavramı daha sıklıkla kullanıyor.  El-Hinnawi böyle mültecileri: “Varlığını tehlikeye atan veya yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyen belirgin bir çevresel bozulma (doğal süreçler ve/veya insanlar tarafından tetiklenen) nedeniyle geçici veya kalıcı olarak geleneksel yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan insanlar” olarak tanımlıyor. (4)

El- Hinnawi’nin 1985 yılındaki bu tespitini bugün doğrulayan bir bilimsel araştırmaya göre, gezegenimiz önümüzdeki 50 yılda son 6 bin yılda olduğundan daha büyük bir sıcaklık artışı görebilecek ve birçok insan aşırı sıcaklardan, kuraklıklardan ve bunlarla birlikte gelen açlık ve siyasi kaostan acı çekecek ve kitlesel olarak göçe zorlanacak.(5)

Göç araştırmacıları ise neredeyse her yerde iklim değişikliğinin ayak izlerini buluyorlar. Örneğin bazı tespitlere göre, kuraklık, savaştan önce birçok Suriyelinin şehirlere göç etmesinde etkili oldu, bu durum şehirlerdeki yaşamı zorlaştırarak huzursuzluğa yol açtı. Yine kuraklığın sebep olduğu mahsul kayıpları Mısır ve Libya'da Arap Baharı ayaklanmalarını alevlendiren işsizliğe neden oldu. Kısaca iklim göçü mekanizmaları (su ve gıda kıtlığı ve artan sıcaklıklar gibi) daha da etkili oldukça, daha büyük çaptaki göçlerin önü de açılıyor.

Suriye’de göç önce iklim göçleriyle başladı

Kuraklık sorunu en fazla göç veren ülkelerin başında gelen Suriye’nin iç savaş öncesinden başlayan bir sorunu. Çünkü ülke yılda ortalama sadece 250 mm'den az yağış alıyor, dolayısıyla da ülkede çok yıllı aşırı kuraklıklar yaşanıyor. Kış yağışlarının azalması ve buharlaşmanın giderek artması kuraklığı artırıyor. Üstelik ülkenin temel su kaynağının yüzde 60’ı Türkiye’de doğan Fırat ve Dicle gibi nehirlerden oluşuyor ve bu nehirlerin suyunun kontrolü yıllardır çatışmalı bir konu.

Bu durum Suriye halklarının geçim koşullarını kötüleştiriyor. Öyle ki 2006 - 2009 yılları arasında yaşanan kuraklıklar (iç savaş öncesinde) yaklaşık 1,3 milyon çiftçiyi etkiledi. Tahminen 800 bin insan geçim kaynaklarını ve temel gıda desteklerini kaybetti. Bu dönemde buğday verimi yüzde 47 ve arpa verimi yüzde 67 oranında düştü, ülkede besi hayvanı sayısı tam anlamıyla çakıldı. 2011 yılında kuraklığın geri gelmesi durumu daha da kötüleştirdi. 2011'in sonlarında BM, bir milyonu gıda güvensizliğine sürüklenmek biçiminde olmak üzere iki milyon ila üç milyon insanın etkilendiğini tahmin ediyordu. Yiyecek ve su kıtlığının derinleşmesi hastalıkların yayılmasını ve toplu göçleri beraberinde getirdi. Bunun sonucunda çoğunluğu tarım işçileri ve çiftçiler olmak üzere 1,5 milyondan fazla insan, kırsal alanlardan Suriye'nin Halep, Şam, Dera, Deyrizor, Hama ve Humus gibi başlıca şehirlerinin eteklerindeki yerleşim bölgelerine ve kamplara taşındı. Bu durum bu kentlerde işsizliğe, ekonomik altüst oluşlara ve sosyal huzursuzluğa yol açtı. (6)

Orta Amerika’dan Sudan’a kadar iklim göçmenleri

Araştırmalar, toprakları onları yüzüstü bıraktıkça, Orta Amerika'dan Sudan'a ve Mekong Deltası'na kadar on milyonlarca insanın kaçmakla ölüm arasında seçim yapmak zorunda kalacağını, bunun da yakın gelecekte dünyanın gördüğü en büyük küresel göç dalgasına neden olacağını ileri öngörüyor.

Aslında daha şimdiden insanlar iklim değişikliğinden en çok etkilenen bölgelerden kaçmaya başladılar. Örnek olarak Guatemala’da insanlar, kuraklığın, selin, ekonomik çöküşün ve açlığın amansız bir karışımı altında, yerlerinden, yurtlarından ayrılmaya başladılar. Bu ülkede yaşanan acıların sorumlusu olarak gösterilen El Nino olarak bilinen kuraklık ve ani fırtınanın gezegen ısındıkça daha sık yaşanması bekleniyor. Ülkenin birçok yarı kurak bölgesinin yakında daha çok bir çöl gibi olması, bazı bölgelerinde yağışların yüzde 60 oranında ve akarsuları yenileyen ve toprağı nemli tutan su miktarının yüzde 83 dolayında azalması bekleniyor. En uç iklim senaryolarına göre, Amerikalar coğrafyasında önümüzdeki 30 yıl boyunca 30 milyondan fazla göçmen ABD sınırına yönelecek. (7)

Groundswell Raporları: 143- 216 milyon iklim göçmeni

Bundan üç yıl önce yayınlanan bir Dünya Bankası raporunda (Groundswell Raporu), insanların yeterince suyun ve gıdanın olmadığı, deniz seviyesinin yükseldiği ve fırtınaların oluştuğu bölgelerden iklim değişikliğinin etkilerinin daha az görüldüğü bölgelere doğru göç edecekleri ve iklim değişikliğinin en yoksul ve bu değişikliğe karşı korunmada en yetersiz alt yapı imkânlarına sahip ülkeleri en fazla etkileyeceği öngörülüyordu.

Buradan hareketle de, Sahra altı Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika gibi azgelişmiş dünyanın yüzde 55’ini oluşturan coğrafyada iklim değişikliği ve yanlış kalkınma politikalarının 2050 yılına kadar 143 milyon insanın göç etmesiyle sonuçlanacağı (bölge nüfusunun yüzde 2,8’i) ileri sürülüyordu. (8)

Bu yılın Eylül ayının ortalarında genişletilmiş ve güncellenmiş olarak yeniden yayımlanan rapor ise (9) altı küresel bölgede yüzlerce milyon insanın iklim değişikliği yüzünden, yüzyılın ortasına kadar, ülkelerin kendi içinde göçe zorlanabileceğini ileri sürüyor. Rapor Doğu Asya ve Pasifik, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa ve Orta Asya için analizleri içeriyor.

Altı bölgedeki bütünleşik sonuçlar, zamanında ve uyumlu bir iklim ve kalkınma eylemi söz konusu olmazsa, 2050 yılına kadar iklim değişikliği etkileri yüzünden (en kötü senaryo altında), 216 milyon civarında insanın kendi ülkeleri içinde göç edebileceğini gösteriyor.

İklim göçünün sıcak noktaları 2030’da görülebilir

Bu insanlar suyun daha az ve mahsul verimliliğinin daha düşük olduğu bölgelerden ve deniz seviyesinin yükselmesinden ve büyük çaptaki fırtınalardan etkilenen bölgelerden göç edecekler. İç iklim göçünün sıcak noktaları 2030 gibi erken bir tarihte ortaya çıkabilecek ve göçler 2050 yılına kadar yayılmaya ve yoğunlaşmaya devam edebilecek.

Dünya Bankası Sürdürülebilir Kalkınma Bşk.Yrd. J. Voegele, bu raporun, iklim değişikliğinin, özellikle de dünyanın en yoksulları, yani onun sebeplerine en az katkıda bulunanlar üzerindeki insani zararının net bir hatırlatıcısı olduğunun altını çiziyor. Aynı zamanda da,  ülkelerin gecikmeksizin sera gazlarını azaltmaya, kalkınma açıklarını kapatmaya, hayati ekosistemleri restore etmeye ve insanların uyum sağlamasına yardımcı olmaya başlaması durumunda, iç iklim göçünün 2050 yılına kadar yüzde 80’e varan bir oranda (göçmen sayısı 44 milyona) düşürülebileceğini ileri sürüyor. (10)

ABD’de 13-50 milyon iç iklim göçmeni

Benzer öngörüler ülkeler için de yapılıyor. Örnek olarak, bazı akademik projeksiyonlara göre (11); önümüzdeki 30- 40 yıl boyunca, ABD'nin alçak kıyı bölgelerinin yükselen deniz seviyesi yüzünden ciddi bir tahribat yaşamasının muhtemel olduğu, bu yüzden de milyonlarca insanın iç şehirlere taşınmak zorunda kalabileceği, hatta 1916 Büyük Göç’ünden bu yana görülmemiş kitlesel bir göçün ortaya çıkabileceği ileri sürülüyor.  Böylece 13 milyon dolayında insanın göçmen olabileceği öngörülüyor.

Dahası, hali hazırda, 1,2 milyondan fazla Amerikalının, giderek artan şiddetli fırtınalar, orman yangınları ve sel dâhil olmak üzere iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle, evlerini terk ettiği ve daha güvenli bölgelere göç ettiği bildiriliyor. Çünkü ABD’de son 10 yılda en az 910 çevre yıkımı yaşandı. Bunun sonucunda yaklaşık 8 milyon insan evini kaybetti. Son raporlar, önümüzdeki on yıllarda yaklaşık 50 milyon Amerikalının iklim göçünden etkileneceğini gösteriyor.(12)

Oxfam: “Her iki saniyede bir kişi evini terk ediyor”

Oxfam tarafından yayınlanan bir rapor ise, iklim kaynaklı afetlerin son 10 yılda ülke içi göçlerin bir numaralı itici gücü olduğunu ve yılda 20 milyondan fazla insanın (her iki saniyede bir kişi) evlerini terk etmek zorunda kaldığını ileri sürüyor.

Oxfam'ın analizi, küresel karbon kirliliğinden en az sorumlu olan yoksul ülkelerdeki insanların en fazla risk altında olduğunu da gösteriyor. Son 10 yılda yerinden edilen tüm insanların yaklaşık yüzde 80’i, dünya nüfusunun yüzde 60’ına sahip olan ve küresel olarak aşırı yoksulluk yaşayan insanların üçte birinden fazlasının yaşadığı Asya’da yaşıyor. Hindistan, Nijerya ve Bolivya gibi düşük ve düşük-orta gelirli ülkelerdeki insanların aşırı hava koşulları nedeniyle yerlerinden edilme olasılığı ABD gibi zengin ülkelerdeki insanlara göre dört kat daha fazla. (13)

Durumu daha da vahim bir hale getiren bir diğer olgu ise kentleşmenin hızla artması. Çünkü şu anda gezegen nüfusunun yarısından biraz fazlası kentlerde yaşıyor ama Dünya Bankası'nın tahminlerine göre yüzyılın ortalarında bu oran yüzde 67’ye çıkacak. Sadece 10 yıl içinde, her 10 kent sakininden 4’ü (dünya çapında 2 milyar insan), gecekondularda yaşamak durumunda kalacak. (14) Açıkçası dünyada hiçbir kentin gelecekte böyle bir iç göç akınını kaldırabilmesi mümkün değil.

Sayılar yabancı düşmanlığını körüklemek için mi abartılıyor?

İklim göçleri ile ilgili göç eden ya da edebilecek insan sayıları konusunda bir uzlaşma mevcut değil. Bazı araştırmacılar iklim göçmeni sayının 10-250 milyon arasında olabileceğini ileri sürüyor. Hatta bu sayının, çok abartılı bir biçimde,  2060 yılında 1,4 milyarı dahi bulabileceği ileri sürenler dahi var. (15)

Diğer taraftan iklim göçlerinin ve bunlarla ilgili böyle abartılı rakamların sadece iklim yıkımı konusundaki farkındalığı artırmak için yapıldığını ileri sürülebilmek de mümkün değil.

Çünkü yüksek göç dalgası, mülteci taşkınları gibi doğa olayları ile ilişkilendirilen metaforlarla iklim göçlerinin açıklanması aslında Kuzeyde ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının güçlendirilmesine hizmet ediyor. Yani bu yöndeki gündemler için böyle abartılı sayılar ve bir dil araç olarak kullanılıyor. (16) Bu tür yaklaşımlar Güneyi felaketler, tehlikeler, aşırı nüfus gibi bir bölge olarak tanımlayarak Kuzeyin önüne atıyor. Bu da iklim göçlerinin bir güvenlik sorunu olduğu biçimindeki yanlış kanıyı güçlendiriyor. (17)

Kürt Sorunu ve iklim göçmenleri

Türkiye’de 1990’lar, özellikle de Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadıkları coğrafyada önemli bir kırılma ortaya çıkardı. Yıllara yayılan çatışma ortamında PKK’nin lojistik desteğini kesmek için bir yandan zorunlu köy boşaltmaları, diğer yandan güvenliği sağlamak maksadıyla koruculuk sistemi devreye sokuldu. Bu sürecin sonunda Doğu ve Güneydoğu’da güvenlik nedenleri ile 1 milyondan fazla insanın göç ettirildiği tahmin ediliyor. Göçün bir kısmı yine aynı bölgedeki şehir merkezlerine yöneldi. Örneğin Hakkâri’nin şehir nüfusu on senede yaklaşık iki katına çıktı. Keza Batman, Kızıltepe, Şırnak gibi yerleşim yerleri kısa bir dönemde büyük şehirlere dönüştü. (18)

Bu savaş çevre üzerinde yarattığı etkiler yüzünden iklim mültecilerinin de doğmasına neden oldu. Çünkü “bu süreçte insanların yaşam ağları da tahrip edildi. Geri dönüşleri engellemek amacıyla boşaltılan köylerde kimi durumlarda evler yıkıldı, hayvanlar öldürüldü, bahçeler-ağaçlar ateşe verildi, ormanlar yakıldı. Hayvanların bir kısmı ise meraların mayınlanması veya göç gibi süreçlerin sonucunda haraç mezat elden çıkarıldı. Diğer bir kısmı ise insanlarla beraber şehre göç etti. Çeşitli raporlarda şehir merkezlerinde sanki kedi-köpek gibi sokaklarda dolaşan çok sayıda küçükbaş ve büyükbaş hayvanın varlığından söz edilir. O dönem 110 bin insanın yaşadığı Siirt’te 41 bin, 195 bin kişilik Batman’da 83 bin büyük ve küçükbaş hayvan birikmişti. Dolayısıyla savaşlar bir yönüyle de ekolojik ağlara, yani insanları yaşam alanlarına bağlayan unsurlara yöneliktir denilebilir”. (19)

Türkiye çölleşiyor

Bu yılın Eylül ayında yayımlanan bir çalışmaya göre (20), Akdeniz bölgesindeki hiçbir ülke iklim değişikliğinden Türkiye'den daha fazla etkilenmedi. Sıcaklık ve kuraklık arttıkça, ülkenin su kaynakları HES’ler gibi rant projeleri için kullanıldıkça ülke hızla çölleşti. Yoğun tarım, imalat ve turizm yatırımları ve enerji sağlamak için büyük kömür ve hidroelektrik projeleri teşvik edildi. Şu anda tarım sektörü ülkenin tatlı su kullanımının neredeyse yüzde 75’ini gerçekleştiriyor. Daha fazla su yoğun mahsullere geçiş ise yeraltı suyunu önemli ölçüde tüketti ve tüm nehir sistemlerini kuruttu. Nüfus artışı ve şehirlere hareket, otlakların ve sulak alanların betonla kapatıldığı geniş, kontrolsüz kentsel yayılma yarattı.

Aynı şekilde, Türkiye'nin yaygın oto yol, büyük havalimanı projeleri, hidroelektrik enerji kullanımı su kaynaklarını tüketiyor. Dünyanın en büyük dokuzuncu hidroelektrik enerjisi üreticisi bir şirket Dicle ve Fırat Nehirleri de dâhil olmak üzere ülkedeki hemen hemen her nehre baraj yaptı. Oysa hidroelektrik enerji, yenilenebilir bir enerji kaynağı olsa da, su rezervlerini kurutuyor ve barajın akış aşağısında su kıtlığı yaratıyor, rezervuarlardaki buharlaşma yüzünden her saniyede binlerce litre su kaybına neden olabiliyor. Bu gelişmeler ekosistemin adaptasyon ve dayanıklılık potansiyelini büyük ölçüde azaltıyor.

İklim bilimciler bu durumun Türkiye’nin ‘yeni normali’ olduğunun altını çiziyor. Keza Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) en son raporu Akdeniz Havzasını küresel ısınmanın neden olduğu en sıcak iklim noktalarından (hotspot) biri olarak gösterirken, Türkiye’nin yüzölçümünün yüzde 60’ının çölleşmeye yatkın olduğunu vurguluyor. Hali hazırda Türkiye’de HES rezervuarları, tatlı su kaynakları ve içme suyu kaynakları bu yaz tüm zamanların en düşük seviyelerine geriledi, bu durum özellikle de büyük kentlerin içme suyu kaynaklarını tehdit etti.

Dahası aynı çalışmaya göre, “ülkede sıcaklıklar 50 yıl öncesine göre 1,5 C derece daha yüksek durumda ve bu sıcaklıklar 2100 yılına kadar 1950 seviyelerine göre 7 C dereceye kadar yükselebilecek. Böyle olunca da Akdeniz bölgesinin bazı kısımları “cehenneme” çevrilebilecek,  günlük yaşamla ilgili her şey daha da kötüye gidecek”. (21)

Sonuç olarak

G. Monbiot’un dediği gibi, iklim yıkımı sürüyor ve ekosistemiz ciddi bir tehdit altında, 2005’den önce tam bir çöküş yaşanabilir. Bu nedenle de acilen çok sağlam iklim hedeflerine ihtiyacımız var. İklim yıkımı hakkında bildiğimiz bir şey varsa, o da bunun doğrusal, pürüzsüz veya kademeli olmayacağı. Tıpkı bir kıtasal levhanın ani hareketlerle diğerinin altına itilmesi ve periyodik depremlere ve tsunamilere neden olması gibi, atmosferik sistemlerimiz de bir süre stresi emecek ve sonra aniden değişebilecek. (22)

Ayrıca, iklim değişikliği ve küresel ısınma çevre ve sağlıkla ilgili olduğu kadar çok ciddi ekonomik, sosyal siyasal sonuçlar da doğuruyor. Bir yandan kuraklıklar, seller, aşırı sıcaklar, orman yangınları, fırtınalar yaşanırken, diğer yandan ekonomiler tahribata uğruyor. İklim değişikliğinin etkilediği sektörler büyük zarara uğruyor, istihdam ve gelir kayıpları yaşanıyor, işsizlik, yoksulluk ve yoksunluk artıyor.

Bu nedenle de bundan böyle geleceğe ilişkin olarak yapılan ama iklim değişikliğinin etkilerini dikkate almayan hiçbir ekonomik büyüme hesabının güvenilir olması beklenmemeli. Yani ulusal ve uluslararası örgütlerin iklim değişikliğini bir parametre olarak dikkate almadığı ekonomik büyüme senaryolarına güvenmenin, buna göre yol haritaları hazırlamanın son derece yanıltıcı olacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

İklim değişikliği, bu yazıda konu edildiği gibi, bu yüzyılın sonuna kadar yüzlerce milyon insanın hem kendi ülkesinde, hem de uluslararası olarak göçe zorlanmasıyla ve mülteci sayısını patlamasıyla sonuçlanabilir. Öte yandan, iklim değişikliği dünyadaki otoriterleşme ve faşizm eğilimlerini artırırken, bunlara bir de ekofaşizmin eklenmesiyle sonuçlanabilir. Bu yazıda da vurgulandığı gibi, abartılı iklim göçü ya da göçmeni rakamları yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı körükleyerek bu gidişata hizmet edebilir.

Bu yüzden de iklim değişikliği ile mücadele etmek gerekir. Ancak bu mücadeleyi kimlerin üstleneceği, örgütleyeceği son derece önemli bir konu. Kapitalist sistemin egemenlerinin iklim yıkımı konusundaki sorumluluklarını gizlemeyi amaçlayan plan ve projelerin arkasına takılarak iklim değişikliği ile mücadele etmek, onun ölümcül sonuçlarını önlemek mümkün değil. Çünkü doğa tahribatından çok büyük kârlar ve servetler elde edenlerin bundan vazgeçmeleri beklenemez. Bu çerçevede küresel kapitalizmin seçkinlerinin, egemenlerinin ikiyüzlü davranışlarının altını bir kez daha çizmeliyiz.

Sonuç olarak iklim değişikliği ile insan hareketliliği arasındaki ilişki ne bir güvenlik sorunu, ne yönetsel bir konu, ne de kontrol edilebilir sayılar olarak görülebilir. Tersine,  çözüm insana, doğaya, bu ikilinin karşılıklı hak ve özgürlüklerine ve sınırlarına odaklanmaktan geçiyor.  Eğer bir duvardan söz edilecekse bu sadece ekolojinin doğal duvarı olmalı, insanlara karşı örülen yapay duvarlardan kaçınılmalı. Göçmenlere yardım etmekten ziyade onları kontrol etmeyi amaçlayan politik müdahaleler ise asla çözüm değil.

Türkiye ise, nesnel olarak ekonomik ve politik sorunları derinleştirmekten başka bir işe yaramayan ekonomi ve ekoloji politikaları yüzünden tam bir kilitlenme durumu yaşıyor. Bu kilidi ancak emek ve doğadan yana yeni bir paradigma, yeni bir siyaset anlayışı ve kapsayıcı bir dil ve yeni ama gerçek bir demokratik halk iktidarı açabilir.

Dip notlar:

(1)    https://www.brinknews.com/climate-change-is-a-health-crisis-how-can-health-care-and-life-sciences-respond (15 April 2021).

(2)      Julia Conley, “New Study Details Overlooked Link Between Climate Breakdown and Violence Against Women”, https://www.commondreams.org/news ( 29 January 2020).

(3)    https://www.unicef.org/press-releases/one-billion-children-extremely-high-risk-impacts-climate-crisis-unicef (19 August 2021): United Nations Environment Programme (UNEP),

(4)    Essam El-Hinnawi, Environmental Reguees, United Nations Environment Programme (UNEP), 1985, s.4.

(5)    Abraham Lustgarten,   “Where Will Everyone Go?”, https://features.propublica.org/climate-migration/model (23 July 2020).

(6)    Peter H. Gleick, “Water, Drought, Climate Change, and Conflict in Syria”, https://doi.org (1 Jul 2014), s.7.

(7)    Lustgarten, agm.

(8)    “Groundswell : Preparing for Internal Climate Migration”, World Bank, https://openknowledge.worldbank.org, 2018, s. 28-29.

(9)    Clement, Viviane; Rigaud, Kanta Kumari; de Sherbinin, Alex; Jones, Bryan; Adamo, Susana; Schewe, Jacob; Sadiq, Nian; Shabahat, Elham. 2021. Groundswell Part 2 : Acting on Internal Climate Migration, World Bank, Washington, DC. © World Bank. https://openknowledge.worldbank.org.

(10)   Agr.

(11)  https://www.brinknews.com/the-great-climate-migration-of-the-united-states (16 February 2021).

(12)  https://www.commondreams.org/climate-change-triggering-new-refugee-crisis-inside-us (22 September 2021).

(13)  https://oxfamapps.org/media/press_release/a-person-forced-from-home-every-two-seconds-by-climate-related-disasters-oxfam (2 December 2019).

(14)  Lustgarten, agm.

(15)  Charles  Geisler, and Ben Currens, ‘Impediments to Inland Resettlement under Conditions of Accelerated Sea Level Rise’, Land Use Policy, 66 (Supplement C) (2017), 322–30, https://doi.org/10.1016/j.landusepol (29 March 2017)’den aktaran Steffen Böhm and Sian Sullivan (eds), Negotiating Climate Change in Crisis. Cambridge, UK: Open Book Publishers, 2021, https://doi.org/10.11647/OBP.0265, s. 66-67.

(16)  Polly Pallister-Wilkins, “Walking, Not Flowing: The Migrant Caravan And The Geoinfrastructuring Of Unequal Mobility” https://www.societyandspace.org/articles/walking-not-flowing-the-migrant-caravan-and-the-geoinfrastructuring-of-unequal-mobility (2019)’dan aktaran Böhm and Sullivan, agk, s. 74.

(17)  Andrew Baldwin, ‘Racialisation and the Figure of the Climate-Change Migrant’, Environment and Planning A: Economy and Space, 45(6) (2013), 1474–90, https://doi.org’den aktaran  Böhm and Sullivan, agk, s. 74.

(18)  https://www.sivilsayfalar.org/2017/02/03/yediklerimizle-kurt-meselesinin-iliskisi-turkiyede-endustriyel-hayvancilik (3 Şubat 2017).

(19)   Agm.

(20)   Paul Hockenos, “As the Climate Bakes, Turkey Faces a Future Without Water”, https://e360.yale.edu (30 September 2021).

(21)   Agm.

(22)   G. Monbiot, “On The Cusp”,  https://www.monbiot.com (15 September 2021).