Ana
dil, doğrudan demokrasi, ekoloji ve emek mücadelesi
Mustafa
Durmuş
21
Şubat 2022
Ana
dil, doğrudan demokrasi, ekoloji ve emek mücadelesi
Mustafa
Durmuş
21
Şubat 2022
Birleşmiş Milletler Örgütü’nün 2002 yılından bu yana 21 Şubat tarihini “Uluslararası Ana Dil Günü” olarak ilan etmesinden (1) bu yana, bu tarih her seferinde dünyada olduğu kadar Türkiye’de de ana dilin özgürce kullanımı (bazen de çok dillilik) konusunu gündeme taşıyor.
Malum birçok ulus ya da halk kültürünü
devam ettirebilmenin en önemli aracı olan ana dilini hala özgürce kullanamıyor,
çocuklar ana dilinde ve/veya çok dilli eğitim alamıyor, hatta eğitim, sağlık,
kolluk ve yargı gibi kamu hizmetleri dahi çok dilli olarak sunulmuyor.
“Kamber
Ateş nasılsın?”
Bu durum en temel insanlık hakkı olan
kendini özgürce ve anadilinde ifade etme, görüşme hakkının kullanılmasını önlüyor.
Hatırlayalım, bundan on gün önce, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında
cezaevine ziyaretine gittiği oğluna, Kürtçe konuşmak yasak olduğu için bildiği
tek Türkçe cümle ile “Kamber Ateş nasılsın” diyebilen İpek anne vefat etmişti.
Maalesef bu darbenin neden olduğu acılar hala devam ediyor.
Ana dil konusunu ülkemizde en çok dile
getirenler kuşkusuz bu hakkı kullanamayan, dolayısıyla da bundan en fazla
mustarip olan halklar. Bu çerçevede Halkların Demokratik Partisi ana dilinde ve
çok dilli bir toplumsal yaşamın önemine vurgu yaparken, Kamu Emekçileri
Sendikası genel olarak kamu hizmetlerinin, Eğitim-Sen ise eğitimin ana dilinde
verilmesini savunuyor.
Kısaca, ana dil ve çok dillilik bazılarına
göre; en temel insanlık hakkı, insani ve toplumsal gelişmenin en önemli
unsurlarından biri ve ülkedeki halkların eşitliği ve kardeşliğinin inşasının ve
tekliği önlemenin olmazsa olmaz bir aracı iken, bazıları bunun ülkenin bölünmesine
neden olabilecek ölçüde tehlikeli bir şey olduğuna inanıyor.
Biz bu yazımızda bu tartışmaya
girmeyeceğiz. Daha ziyade ana dilinde ya da çoklu diller altında eğitim, sağlık
ve diğer kamusal hizmetler başta olmak üzere hizmet sunmanın ve anadilin
kullanımının özgür kılınmasının bazı yönlerine, bunu doğrudan demokrasi modeli
altında hayata geçiren en iyi örneklerden biri olan İsviçre’yi anlatarak,
dikkat çekeceğiz.
Ana
dili yok etmek şifalı bitkilere ait bilgiyi de yok etmektir
Ana dilin özgürce kullanımının
yasaklanmasının kültürlerin yok olması, toplumsal barışın ortadan kaldırılması
ve insani gelişmeyi zedelemesi gibi etkileri biliniyor olsa da, bunun ekoloji
üzerinde ne tür etkiler yarattığı üzerine pek kafa yorulmuyor.
Oysa ana dil ile özellikle de
biyoçeşitlilik ve şifalı bitkilerden yapılan ilaç üretimi arasında yakın bir
ilişki var. Örneğin, İsviçre Zürih Üniversitesi'nde yapılan bir çalışma (2),
mevcut şifalı bitkilere ait bilimsel bilginin büyük bir bölümünün bugün yok
olma tehdidi altındaki yerli dilleriyle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Çünkü tehdit
altındaki yerlilerin ana dilleri şifalı bitkiler hakkında çok önemli bilgilere
sahip.
Çalışma, Brezilya’da Kuzeybatı Amazon'daki
645 bitki türünü ve bunların tıbbi kullanımlarına ait bilgiyi 37 dilin sözlü
geleneğine göre analiz ederek, bu bilginin yüzde 91'inin tek bir yerli dilinde mevcut
olduğunu, bu dilin yok olmasının ise tıbbi bilginin de yok olması anlamına geldiğini
ortaya koyuyor.
Bu durumu aynı üniversitenin Evrimsel Biyoloji ve Çevre Araştırmaları Bölümü'nden araştırmacı J. Bascompte şöyle anlatıyor:
“Ne zaman bir dil kaybolsa,
konuşan bir ses de kayboluyor, gerçekliği anlamlandırmanın bir yolu, doğayla
etkileşim kurmanın bir yolu, hayvanları ve bitkileri tanımlamanın ve
adlandırmanın bir yolu yok oluyor.”
Kültürel
kayıp biyolojik çeşitlilik kaybından daha fazla
Bu çalışma ayrıca, ekosistem hizmetlerinin
sürdürülmesinde, dilin önemli bir kısmını oluşturduğu kültürel mirasın,
bitkilerin hayatta kalması kadar önemli olduğuna, hatta tıbbi bilgi üzerindeki
ana dilin yok edilmesinin neden olduğu etkinin, biyoçeşitlilik kaybından çok daha
büyük olduğuna vurgu yapıyor.
Kısaca, anadilin korunması, geliştirilmesi hem insani ve
toplumsal gelişim, hem de ekolojik sürdürülebilirlik açısından oldukça önemli.
“Dilimi
bilmezsem sömürüye nasıl karşı çıkabilirim?”
21 Şubat tarihi aynı zamanda çok önemli bir eserin de yayımlandığı bir
tarih. Bu tarihte (1848) Karl Marx ve
Friedrich Engels, daha sonra “Halkların Baharı” (Printemps des peuples) olarak
adlandırılacak olan sosyal devrimlerin Avrupa'yı kasıp kavurmasından sadece
aylar önce Komünist Manifesto'yu yayınladılar.
Yeni bir sınıfsız ve sömürüsüz dünyanın
kurulmasının mümkün ve gerekli olduğunu anlatan bu eser en iyi biçimde emekçi
kitlelerin kendi ana dilleri ile anlatılabilir, anlaşılabilir ve de
özümsenebilir. Bu nedenle de ana dilini kullanma hakkı ve ana dilinde eğitim
hakkı aslında baskılanan, tehdit edilen kültürlerin ve ezilen kimliklerin
özgürlük ve kurtuluş kavgası olduğu kadar, emek ve doğa sömürüsüne karşı yürütülen
bir sınıf mücadelesidir.
Ana dil için mücadele ile sınıf
mücadelesini ortaklaştıran bu gerçeği, anadilini özgürce kullanamayan bir
emekçiye “ekonomik hakların var, gelir güvencen var, hala neden kendi dilinde
eğitim istiyorsun” diye sorduklarında, onun “kendi dilimi bilmezsem
sömürüldüğümü nasıl anlarım, nasıl anlatırım, ona karşı nasıl mücadele
verebilirim” biçimindeki sözleri çok güzel anlatıyor.
Ana
dil nasıl bir demokraside korunabilir?
İsviçre’nin dünyanın doğası en güzel ve
bakımlı, aynı zamanda da en varsıl ülkelerinden biri olduğu konusunda muhtemelen
hemfikirizdir. Bu ülke kapitalist, ancak doğrudan demokrasinin de kapitalizm
içinde en iyi biçimde hayata geçirilebildiği bir ülke.
Kuşkusuz ki kapitalist bir ülke olarak bu
ülkede uzlaşmaz çelişkileri olan sosyal sınıflar ve emek sömürüsü de söz konusu.
Ülke aynı zamanda gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin göreli olarak yüksek
olduğu ülkelerden biri. Diğer yandan bırakın açlık sınırında insan olmasını, AB
standartlarına göre mutlak yoksulluk sınırının altındaki insan sayısı yok
denecek kadar az.
Doğrudan
demokrasi –ana dil/çok dillilik ilişkisi
Bu ülkede uygulanmakta olan doğrudan
demokrasinin ana dilinde ya da çoklu dillerde hizmet sunumu ile çok yakından
bir ilgisi var. (3) Öncelikle İsviçre çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli
insanlardan oluşuyor. Bugün yaklaşık 8,5 milyon nüfuslu bu ülkenin yüzde 42’si
Roman Katolik, yüzde 35’i Protestan, yüzde 4,3’ü Müslüman, yüzde 18,6’sı ise
diğer dinler ve dinsizlerden oluşuyor.
Ülkede yaşayanların yüzde 73’ü Almanca,
yüzde 21’i Fransızca, yüzde 4’ü İtalyanca ve yüzde 0,6’sı bölgenin en eski dili
olan Romansh konuşuyor. Bu dört dilin her biri resmi dil olarak kabul ediliyor.
Sadece
50 bin nüfusa sahip bir halkın dili dahi resmi dil olarak kabul ediliyor
Örneğin sayıları sadece 50 binden az
olmasına ve yalnızca Grabünden Kantonunda yaşamalarına rağmen Romanshların
dilinin resmi dil olarak kabul edilmesinin gerekçesini Linder: “sosyal
bütünlüğün korunmasını sağlamak” olarak açıklıyor.
Ona göre, çok kültürlü, çok dilli ve çok
dinli toplumlarda sosyal bütünlüğü korumanın, özellikle de azınlık konumundaki
kültürlerin korunabilmesinin tek yolu uzlaşmaya dayalı ve doğrudan demokrasinin
inşa edilmesinden geçiyor. Böyle yerinden-yerelden demokrasinin en önemli
özelliği ise yerelin kültürüne, diline saygı göstermek.
Çoğulcu,
çok dilli, çok kültürlü demokratik bir ulus
Kısaca 1848 yılında ülkede kabul edilen Anayasal
Federal Cumhuriyet tek kültürlü, tek uluslu, tek dilli ya da tek dinli bir ulus
devletini reddediyor, bunun yerine, çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli, eşit
yurttaşlığı benimseyen federasyon temelli bir demokratik ulusu esas alıyor. Oysa
hatırlatalım, 1848’li yıllar Almanya ve İtalya’nın tekçi ulus devletleri kurdukları
yıllar.
Yazara göre, eğer bir toplum kültürler,
diller ve dinler olarak farklı kesimlerden oluşuyorsa, yukarıdan aşağı işleyen bir
burjuva demokrasisi toplumsal bütünlüğü sağlamak için yeterli olmuyor. Bu
noktada demokrasinin yerelleşmesi, temsili olmak yerine doğrudan olması
gerekiyor. Yazar bunu “demokratik bir federalizm” olarak tanımlıyor ve
İsviçre’nin bunun en iyi örneğini oluşturduğunu ileri sürüyor. (4)
Komünler-Kantonlar-Federasyon
Güçler ayrılığının bütün yönleriyle hayata
geçirildiği İsviçre demokrasisinde yürütme, yasama ve yargı erkleri üç farklı düzlemde
hayata geçiriliyor: Komünler, Kantonlar ve Federasyon.
Bu üç kurum birbirleri ile işbirliği
içinde kendi karar alma organlarını demokratik yollarla seçiyor. Ayrıca her
biri yasa yapma, yönetme ve yargılama hizmetleri konusunda diğerlerinin özerk
davranma haklarına saygılılar.
Uygulamada ulusal savunma, posta hizmetleri,
ulusal para sistemi, demiryolları, enerji ve ceza yasaları Federasyon’un
yetkisinde. Sosyal güvenlik ve çevre koruma yasalarını Federasyon çıkartıyor
ama uygulama Kantonlarca yapılıyor. Su dağıtımı, ticaret, sanayi, tarım, eğitim-
kamu okulları, vergileme yetkisi Federasyon ve Kantonlar arasında paylaşılıyor.
Bütünüyle kantonların sorumluluğu ve yetkisine bırakılmış olan iki sunum söz
konusu: Kolluk hizmetleri (iç güvenlik) ve ibadethanelerin yönetimi.
Meclisler
üç düzlemde yürütme, yasama ve yargı hizmeti sunuyor
Bu çerçevede yürütme erki üç düzlemde icra
ediliyor:
(i)
En altta Komünler yer alıyor ve bunların her birinin özerk Komün Meclisleri
bulunuyor. Bu meclisler doğrudan halk tarafından oluşturuluyor. Küçük
komünlerde tüm halk komün meclisinin doğal üyesi olurken, daha büyüklerde kendi
temsilcilerini seçiyor.
(ii)
İkinci düzlemde Kantonlar (23 adet) yer alıyor ve bunların da her birinin özerk
ve Kantonal Meclisleri bulunuyor. Bu Meclislerin halk tarafından ve 4-5
yıllığına seçilen 5-7 civarında üyesi bulunuyor.
(iii)
Federasyon ve Federasyon Meclisi. Bu meclis ülkeyi fiilen yöneten 7 Bakanı
seçiyor.
Yasama erki de Komün Meclisi, Kantonal
Meclis ve Ulusal Meclis (Federal Meclis) tarafından yerine getiriliyor. En
alttaki birim olan Komün Meclisi yörede yaşayan tüm bireylerin eşit oy
hakkından oluşan bir meclis. Kantonal
Meclis ise “Nispi Temsil” esasına göre doğrudan halk tarafından seçiliyor. En üstte yer alan Ulusal Meclisin toplam 246
üyesinin 200’ünü doğrudan halk tarafından seçilen üyeler ve 46’sını her
kantondan seçilen 2’şer üye oluşturuyor.
Yargı erki ise yine sırasıyla; komünlerin
oluşturduğu Bölge Mahkemeleri, Kantonal
Mahkemeler ve sayıları 35-48 arasında değişen yargıçtan oluşan Yüce Mahkeme
(Federal) tarafından icra ediliyor.
Kendi yerel meclislerini seçebilme özgürlüğü
dışında, İsviçreliler doğrudan demokrasiyi hayata geçirebilme konusunda iki
önemli araca daha sahipler: Halk İnisiyatifleri ve referandumlar. Halk bu iki
yolla Federasyon Parlamentosunun kararlarını etkileyebiliyor. Öyle ki 18 aylık
bir süre içinde 100 bin imzayı tamamlayan bir öneri Kantonal Meclislerin onayından
geçtikten sonra Anayasada değişiklik yapılmasına izin veriyor.
Çok
dilliğin garantörleri: Demokratik federalizm, statü hakları ve kotalar
Bu ülkede dört farklı dilin kullanımı,
korunup geliştirilmesi ise; federalizm, azınlıkların sahip olduğu statü hakları
ve siyasal kotalarla mümkün olabiliyor. Öncelikle “azınlık” olarak tanımlanan
daha küçük nüfuslu topluluklar kendi kantonlarında kültürlerine, inançlarına
uygun yaşayıp, dillerini de özgürce kullanabiliyorlar. Yani kantonlar,
azınlıkların federal hükümet düzeyindeki karar alma mekanizmasında politik bir
sese ve etkiye sahip olmalarını sağlıyor. Nitekim Ulusal Meclis’teki (Federal Meclis)
sandalye sayısı siyasal partilere göre değil, dillere göre belirleniyor.
Örneğin bu meclisin iki üyesi Fransızca ve
İtalyanca konuşulan kantonlardan olmak zorunda.
Benzer bir temsil kotası 2008 yılından bu yana kadınlar için de söz
konusu (1971 yılına kadar kadınların oy kullanma hakkı reddedilmiş olsa da). Bu
kota her düzlemde gözetiliyor. Ayrıca azınlıkların statü hakları var. Kantonların
bölgelerindeki geleneksel dilleri korumak konusunda hem sorumlulukları, hem de
yetkileri mevcut. Örneğin hiçbir komün resmi dilini değiştirmeye zorlanmıyor.
Resmi
her şey üç dilde basılıyor
Ülkede resmi evraklar ve belgeler, hatta
ulusal para çok büyük ölçüde üç dilde (Almanca, Fransızca ve İtalyanca) birlikte
düzenleniyor. Federal düzeyde parlamentodaki tüm görüşmeler, tartışmalar da bu
üç dile simultane çeviri ile yapılıyor. Yasalarda resmi dil olarak kabul
edilmesine rağmen Romansh dilinin bu alanda kullanılmamasının nedeni olarak, bu
dili fiilen kullanan sayısının çok az olması gösteriliyor ama talep edilmesi
halinde yazışmalar da, görüşmeler de bu dille de yapılmak zorunda.
Çok dillilik devlet bütçesinden kaynak
ayrılması sırasında da bir ölçüt olarak kullanılıyor. Örneğin ülkedeki üç
önemli TV kanalı içinde en küçüğü olan İtalyanca yayın yapan bir TV kanalı
toplam ödeneklerin beşte birini alabiliyor (nispi temsile göre alması
gerektiğinin beş kat fazlası).
Sonuç
olarak
Eğitim ve sağlık başta olmak üzere, temel
kamusal hizmetlerin ana dilinde ve/veya çok dilli olarak verilmesi talebi hem
insani gelişim, hem toplumsal barış, hem halkların eşitliği ve kardeşliği, hem
emeğin, hem de doğanın korunması açısından son derece önemli.
Böyle bir talebin Rojava’daki embriyo
halindeki radikal demokrasi kapsamında hayata geçirilen bir örneği gibi, daha
liberal bir düzlemde, İsviçre’deki mevcut kapitalist sistem içinde, uzunca bir süredir doğrudan demokrasi ve
demokratik federalizm altında uygulamaları da mevcut.
Liberal demokrasinin fiilen iflasının yanı
sıra, tekçilikten ve otokrasiden şikâyet edilen günümüz dünyasında ve “güçlendirilmiş
parlamenter rejime geçişin” konuşulduğu Türkiye’de, artısıyla, eksiğiyle bu
uygulamaların ana dil bağlamında yakın gelecekte tartışılması da kaçınılmaz
gibi görünüyor.
Dip notlar:
(1) https://en.wikipedia.org/wiki/International_Mother_Language_Day
(21 Şubat 2022).
(2) https://news.mongabay.com/extinction-of-indigenous-languages-leads-to-loss-of-exclusive-knowledge-about-medicinal-plants
(20 September 2021).
(3) Bu
konu ile ilgili olarak sunduğum bilgiler 2010 yılında, Bern Üniversitesi
Siyaset Bilimi emekli profesörlerinden Wolf Linder tarafından yazılmış bir
kitaptan alındı. Aynı zamanda bu bilgiler, bu ülkeyi yakından tanıyan birisi
olarak tanık olduklarımla da örtüşüyor. Bkz: Wolf Linder, Swiss Democracy-Possible solutions to conflict in multicultural
societies, Palgrave Macmillan, Third Edition, 2010.
(4) Agk.