1 Ocak 2017 Pazar

BİRİKİM MODELİ HEM TALEP HEM DE ARZ YÖNLÜ TIKANIYOR

BİRİKİM MODELİ HEM TALEP HEM DE ARZ YÖNLÜ TIKANIYOR

Mustafa Durmuş

Aralık 2016

M. Sönmez’in Türkiye’nin politik ve iktisadi olarak son 14 yılda geldiği durumu anlatan yazısında (1) yer alan tespitlere katılmamak mümkün değil. Yazısının sonunda yer alan “üçlü yol ayrımı” konusundaki öngörüleri ve uyarıları da son derece gerçekçi ve bir o kadar da önemli.

Biz burada sadece yazıyı biraz derinleştirip, iki konuyu ilave etmekle yetineceğiz.

Sönmez’e göre, ekonomide 2003 yılından beri izlenen ama 2013 yılından itibaren tıkanmaya başlayan birikim modelinin iki ayağı var: Özel tüketim harcamalarına dayalı iç talep artışı ve inşaat ve ranta dayalı alt yapı ve üst yapı yatırımları.

Bu iki ayaklı birikim modelinin hayata geçirilebilmesi ancak ana akım iktisatçıların deyimiyle finansallaşmanın artmasıyla, bizim tercihimizle banka kredilerinin, dolayısıyla da hem hane halkı borçlarının, hem de şirketlerin borçlarının devasa biçimde artmasıyla mümkündü. Böyle bir kredi bolluğunu sağlayan ise olumlu dış konjonktür, yani 2013 yılına kadarki bol uluslar arası likidite imkanı, yani yabancı sermaye girişleri oldu.

Borca dayalı büyümenin sonucu

Yazıda da belirtildiği gibi bu dönemde Türkiye, bu uluslar arası finans çeşmesinden testisini fazlasıyla doldurdu. Ancak bunun kaçınılmaz bir sonucu vardı: Borç stoklarının görülmemiş ölçüde artması. Öyle ki son 13 yılda hane halkının borcu 12 milyardan yaklaşık 500 milyar liraya, şirketlerin dış borcu ise yaklaşık 330 milyar dolara yükseldi.

Şirketlerin borçlarının milli gelir içindeki payı 2008’den bu yana yüzde 26’nın üzerinde artarak, 2016’nın ilk çeyreğinde yüzde 56’nın üzerine çıktı. Böylece Türkiye, Çin’den sonra özel sektör borçları en hızlı artan ülke oldu.

Öyle bir noktaya gelindi ki, özel sektörün Ağustos’ta döviz yükümlülüğü 211 milyar dolar, oysa bankalar dâhil net finansal varlıkları 107 milyar dolar. Böylece net açık 102 milyar dolara yükselerek rekor kırdı (BNP Pariba, 2016).

2015 yılında döviz cinsinden borcun sektörel dağılımı ise şöyle: İnşaat sektöründe dövizle borçlanma oranı yaklaşık yüzde 52 (2014’te yüzde 46), konut ve kiralama sektöründe yüzde 64; imalat sanayide yüzde 53 (2014’te yüzde 52). (Renaisance Capital, 2016).

Borç stokundaki bu hızlı yükselişe paralel olarak dış borçlarda vadeler kısalmış ve borçları çevirme olanağı azalmış (borçların büyük kısmı doğrudan yatırım biçiminde olsa da, bu yatırımların payı da azalıyor). Bankaların borç çevirme oranı 2013’ten bu yana en düşük seviyeye gerileyerek Ekim’de yüzde 119’a düşmüş (BNP).

Alınan önlemler

Türk Bankacılık sisteminin verdiği kredilerin azımsanamayacak bir bölümü, ortalama yüzde 40’ı döviz cinsinden kredilerden oluşuyor. Özel sektör borçlarının bu durumunun finansal istikrar konusundaki tedirginliği artırdığı çok açık. Bu da, hükümeti, bu borçların bir kısmının kamusal garantilerle gelecek yıllar için sigortalanmasına (hedge) yönelik ilave önlemler almaya zorluyor (mevcut yatırımların sürdürülebilmesi için kredi garantileri ve hizmet satın alma garantisi sözleşmeleri gibi).

Diğer taraftan, liranın değer kaybının yarattığı endişenin büyüklüğü ihracat gelirleri ve bankalardaki DTH mevduatlarının büyük ölçüde sigortalanmamış olmasından kaynaklanıyor. Kaldı ki döviz cinsinden borcu olan şirketlerin % 74’ünün ya hiç ihracat geliri (dolayısıyla da dolar ya da avrosu) yok ya da bu gelirler kriterlerin çok altında bir düzeyde. Üstelik bazı vergi düzenlemeleri de döviz cinsinden borçlanmayı teşvik ediyor (Renaisance Capital, 2016).

Krediler ve tüketim harcamaları azalıyor

Borçlanmaya dayalı iç talep artışı modelinin sürdürülemezliği kendini hem kredi, hem de özel tüketim harcamalarındaki düşüş ile birlikte gösteriyor. Öyle ki tüketici kredileri Mart’tan bu yana yüzde 15 civarında azaldı. Aslında toplam krediler 2014’ten bu yana yatay seyrediyor. 2016 yılının ilk yarısındaki ekonomik büyümenin asıl sürükleyicisinin kamu tüketimi olması ve üçüncü çeyrekte bunun yüzde 24 civarında artış göstermesi (buna rağmen yüzde 3’e yakın bir küçülmenin önlenememesi) bir tesadüf değil.

Hükümetin iç talebi pompalama doğrultusundaki girişimlerini 2017 Bütçesi üzerine yazdığımız yazıda değerlendirmiştik (2017 Bütçesi: Olağanüstü Hal Bütçesi). Hükümet özel tüketim harcamalarını pompalayarak iç talebi sırasıyla; hem Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) garanti miktarını 250 milyar liraya çıkartarak, hem kamu mevduatlarına uygulanan faiz oranına yüzde 7,5’luk bir üst sınır getirerek, hem KOBİ’ler için yüzde yarım olan provizyon oranlarını 2017’nin sonuna kadar sıfıra çekerek ve büyük şirketler ve ticaret firmaları için yüzde 1’den binde 5’e düşürerek, hem bankaların döviz karşılık oranlarını düşürerek ve ‘Rezerv Opsiyon Mekanizması’nda yeni düzenlemeler yaparak artırmayı düşünüyor.

Ancak kredi provizyonlarının düşürülmesinden hali hazırda sorunlu olduğu bilinen bazı özel bankaların yanı sıra kamu bankaları da zararlı çıkacaktır. Zira örneğin KOBİ kredilerinin toplam kredileri içinde payı cinsinden en yüksek paya (yüzde 39) sahip banka olarak Halk Bank bundan etkilenecektir. Kamu bankalarının kârlarındaki azalma bütçe açığını artıran bir faktör olacaktır.
Böylece aslında Hükümet iç talebe dayalı büyüme modelinden bütünüyle vazgeçmiş değildir. Bir yandan kamu cari harcamaları yoluyla kamusal tüketimi artırırken, kredi kullanımını artırmaya yönelik yukarıda saydığımız para politikası alanındaki teşviklerle de bunu sonuna kadar sürdürmek durumunda kalacaktır.

Kamu kaynaklarının özel sektör için kullanımı artarak sürecek

Bu arada Hükümet kamu kaynaklarını özel sektör için kullanma yönünde net bir tercih yapmış gibi gözüküyor. Daha önceki yazımızda da altını çizdiğimiz gibi, hükümetin bütçeden gelecek yıl özel sektöre vereceği doğrudan mali destek toplamda 32,4 milyar lirayı bulacak. Bunun içinde en büyük payı toplamda 23,5 milyar lira ile işçiler adına ödenen SGK primi için işverene sağlanan destek (22 milyar lira) ve Bağ - Kur primi için işverene sağlanan destek (1,5 milyar lira) oluşturuyor. Ayrıca 3 milyar liralık ‘İhracatçı Desteği’, esnafa 1,3 liralık ‘Esnaf Kredisi Faiz Desteği’, 1,1 milyar liralık ‘KOBİ Desteği’, 1,1 milyar liralık ‘Yatırım ve Turizm Desteği’ ve 2,4 milyar liralık ‘Tarımsal Kredi Faizi Desteği’ verilecek.

Buna kuşkusuz ‘Varlık Affı Yasası’ kapsamına sokulan ve Bakan’ın açıklamasına göre 80 milyar lirayı bulan vergi ve prim borcu yapılandırmasını da eklemek gerekiyor.

Ayrıca Komisyon’daki, 16.12.2016 tarih ve 4748 sayılı Kanun tasarısı (TC Emekli Sandığı ve Bazı Kanun ve KHK’larda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı) ile sırasıyla; KOBİ’ler için çalışan başına aylık 100 olarak uygulanan asgari ücret desteği 2017'de de devam ettiriliyor. Bu şirketlerin ödemek zorunda oldukları sigorta primleri erteleniyor. Kurumlar vergisinin yüzde 100 ‘e kadar indirimli uygulanabilmesi için Bakanlar Kurulu’na yetki veriliyor. Üretim sektöründe faaliyette bulunan şirket birleşmelerinde kurumlar vergisi 3 yıl indirimli olarak uygulanıyor. Yatırım teşvik belgesi kapsamındaki gayri maddi hak ve yazılım teslimleri KDV'den muaf oluyor ve 2017 yılında imalat sanayinde yapılan inşaat yatırımları nedeniyle ortaya çıkacak KDV şirketlere hızla iade ediliyor.

Bütün bu önlemler siyasal iktidarın Başkanlık seçimi kavşağına girilirken ekonomik krizin aleyhte bir sonuca yol açmasını önleyebilmek için alınan önlemler olarak da okunabilir. Ancak bunun kaçınılmaz sonucu bu ve diğer benzeri önlemlerin bütçe açığını ciddi bir biçimde artırarak, kamu maliyesi alanında yeni bir krizin uç vermesidir. Sönmez’in çözümlemesine yapılabilecek bir ekleme bu olabilir.

Üretim maliyetleri artıyor, büyüme yavaşlıyor

Son olarak, analize dahil edilmesinin yararlı olduğunu düşündüğümüz bir diğer konu emek gücü maliyetleri ve verimliliklerinin son zamanlarda ortaya koyduğu asimetrik durum. Zira emek gücü maliyeti üretim için çok önemli.

Emek gücü birim maliyetleri geçen seçim sonrasında asgari ücrete yapılan 300 lira zam ile arttı. Devlet bu yıl bunun 100 lirasını Hazine’den karşıladı (bu yıl da bunu sürdürecek). Bu da reel döviz kurunu zayıflattı ve 2008 öncesi düzeye düşürdü.

Bir başka anlatımla, dövizin çok pahalı olduğu ve bunun başta enerji ve hammadde maliyetlerini artırarak üretim darboğazı yarattığı ve enflasyonu artırdığı bir gerçek.

Diğer yandan lira tahmin edildiği kadar ucuz değil. Bu da özellikle ihracatçılar açısından ihracata dönük üretimi, ülkenin ihracat pazarlarındaki rakiplerinin toparlanma içinde bulunduğu bir dönemde, olumsuz etkiliyor.

Kapitalizmin mantığı içinde emek gücü birim maliyetlerinin artışı emek gücü verimlilik artışıyla dengelenebiliyor, kâr oranı böyle artırılabiliyor. Oysa özellikle bu yılın 3. Çeyreğinde geçerli olmak üzere, emek gücü verimlilik artışındaki yavaşlamanın sürdüğünü görülüyor. Bunun nedeni uygulanan birikim modeli ve eğitim politikalarının bir sonucu olarak hem yüksek teknolojik gelişme içeren fiziki, hem de beşeri sermayeye yapılan yatımların giderek azalması.

Yani Türkiye ekonomisinin küçülmesi sadece iç talep yetersizliğinden değil, arz yönlü olarak emek gücü verimlilik artışının yavaşlamasından da kaynaklanıyor.

Bu da kuşkusuz uzun vadede üretim tarzını, ama kısa vadede uygulanan sermaye birikim ve bölüşüm modelini ve eğitim politikalarını masaya yatırmayı gerektiriyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder