30 Aralık 2018 Pazar

TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (VI) Marksist Kriz Teorileri (Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasası (KOAEY)


TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (VI)
Marksist Kriz Teorileri (Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasası (KOAEY)

Mustafa Durmuş

30 Aralık 2018

Marx, Grundisse’de (1) Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasasının (KOAEY) her bakımdan modern ekonomi politiğin en zor ilişkilerinin anlaşılabilmesini sağlayan en önemli, ancak basitliğine rağmen tam olarak hiçbir zaman anlaşılamamış bir yasası olduğunu” yazar.
Bu yasa kapitalist ekonomileri anlamamızı sağlayan diğer ekonomi politik yasalardan, özellikle de Emek-Değer Yasası ve Genel Birikim Yasası gibi iki önemli yasadan türetilmiş bir yasadır.
Dolayısıyla da asıl olarak bu iki yasanın doğruluğunun kabul edilmesiyle geçerlilik kazanır. Bu yüzden de örneğin Emek-Değer Yasası’nın geçerli olmadığını ileri sürenler, KOAEY’i de otomatik olarak reddetmiş olurlar.

Marksist ekonomi politik ve ekonominin hareket ettirici yasaları
Marx ve Engels klasik burjuva iktisatçıları tarafından ortaya atılan ekonomi politik kavramının içeriğini çok daha genişlettiler. Onlara göre ekonomi politik, insanların yaşamlarını sürdürebilmek için ortak çalışma, bir başka deyimle üretim sırasında birbirleriyle kurdukları her türlü sosyal ilişkiyi incelemektir. Böylece kapitalist üretim mekanizmasını analiz etmekle işe başladılar ve klasik ekonomi politikte gerçek bir nitelik sıçraması yarattılar.
Kapital’in “Giriş” kısmında Marx, bu eserinin ilk amacının “modern toplumun iktisadi yasalarını açığa çıkartmak” olduğunu yazar. Verili bir toplumda ‘üretim ilişkilerini’ başlangıç, gelişme ve düşüş süreçleriyle birlikte ele almak Marx’ın iktisat kuramının içeriğini oluşturur. Kapitalist toplumda ‘meta üretimi’ baskın karakter olduğundan, analizini ‘meta analizi’ ile başlatır.
Böylece Marksist ekonomi politik, üretimin sosyal ilişkilerinin bilimi olarak tanımlanır. Yani klasik burjuva ekonomi politiğinden farklı olarak, Marksist ekonomi politik üretim, bölüşüm, değişim ve tüketim sırasında insanların sosyal çevreleri ile girmiş oldukları ilişkilerin, insan iradesinden bağımsız, nesnel nedensellik yasalarını ortaya koyan bir sosyal bilimdir (2).
Kısaca her iktisadi olgunun belli başka bir olgu tarafından düzenli olarak izlendiği yüzeysel ve olağan değil, zorunlu ilişkileri, içsel bağları gösteren ve insan bilincinden özerk, yani nesnel olarak var olan yasalardan söz ediyoruz.

Ortak ve özgün yasalar
Bu yasalar içinde hem kapitalizm, hem de sosyalist toplum için geçerli ortak yasalar olduğu gibi, yalnızca kapitalizme ve sosyalizme özgü iktisadi yasalar da mevcuttur (3).
Kapitalizm ve sosyalizmde ortak yasalar: Üretici Güçlerin Gelişimi İle Üretim İlişkilerinin Uyumluluğu Yasası, Emek Üretkenliğinin Artışı Yasası, Emek-Değer Yasasıdır.
Yalnızca kapitalizme özgü yasalar (ortak yasalara ilave olarak) sırasıyla: Artı Değer Yasası, Genel Birikim Yasası, Rekabet ve Üretimde Anarşi Yasası, Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasası, Eşitsiz Gelişim Yasası ve Yoksullaştırma Yasasıdır.
Sosyalist toplumda (ortak yasalara ilaveten) ise özgün iki yasa mevcuttur: Ekonominin Uyumlu ve Dengeli Gelişme Yasası ve Emeğe Göre Adaletli Bölüşüm Yasası. Marksist ekonomi politiğe göre hem kapitalizmin, hem sosyalizmin işleyişi ve gelişimi bu yasalara bakılarak açıklanabilir.
Marksist kurama göre kapitalizme özgü iktisadi yasalar emek sömürüsünü, sosyalist iktisadi yasalarsa sömürüden kurtulmuş insanlar arasındaki işbirliği ve yardımlaşma ilişkilerini dışa vururlar.

KOAEY: Türetilmiş bir yasa
Bu yasalardan ortak yasalar olan Emek-Değer Yasası ve Artı Değer Yasası ile kapitalizme özgü yasa olan Sermayenin Genel Birikim Yasası (Kapitalizmin Hareket Yasaları olarak da tanınırlar) bilinmeden Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasasının, dolayısıyla da kapitalist kriz mekanizmalarının tam olarak ortaya çıkartılabilmesi mümkün değildir.

Emek- Değer Yasası
Emek-Değer Yasasının doğal çıkarımı yalnızca emeğin değer yarattığıdır. Ayrıca bu yasanın Marksist kavrayışı sermaye birikiminin tek kaynağı olan kârın ücretli emek sömürü demek olan artı-değer sömürüsünden oluştuğu biçimindedir.
Emek Değer Yasası kapitalist üretimdeki malların fiyatlarının sezgisel olarak en iyi açıklamasıdır. Çünkü bu yasa kârın nereden ve nasıl geldiğini, kapitalist üretimin neden sadece, üretim araçlarının sahiplerince gerçekleştirilen bir diğer emek sömürüsü yöntemi olduğunu açıklar. Ayrıca ampirik olarak kanıtlanabilir ve kanıtlanmaktadır.

Genel Birikim Yasası
Genel Birikim Yasasına göre (4), üretim araçları geliştikçe ve teknoloji hızlandıkça emek gücü verimliliği artar. Bu durum da üretimin giderek daha fazla sermaye yoğun bir hal almasıyla, yani sermayenin emeğe oranının (sermayenin organik bileşimi) giderek artmasıyla sonuçlanır.
Bu gelişimin temelinde kapitalistler arasındaki rekabet vardır. Böyle bir rekabet onları, daha fazla kâr sağlamak, rakiplerini elimine etmek, pazar payını korumak ya da geliştirmek gibi kaygılarla sürekli olarak yeni teknolojilere yönelmeye, üretimlerini genişletmeye ve aynı zamanda da üretim maliyetlerini düşürmeye zorlar.
Bunun için de (sanıldığının tersine) kapitalistler kârlarının giderek daha fazla bir kısmını daha çok işçi çalıştırmak için, yani değişken sermayeye değil, ekipman, makine ve teknoloji gibi sabit sermayeye yatırırlar.
Dolayısıyla da Birikim Yasası her bir kapitalistin üretim maliyetlerini düşürecek şekilde çalıştırdıkları işçilerin verimliliğini artırmaya yöneldiklerini (aksi takdirde piyasadan silindiklerini) ileri sürer.

Sermayenin Organik Bileşimi
Birikim Yasasına göre, kapitalistler kârlarının giderek daha fazla kısmını üretim araçları için harcadığında, üretim araçlarının emek gücüne olan oranı artma eğilimine girer. Marx bu olguya sermayenin organik bileşimi adını verir: (c / v) formülü ile tanımlar. Bu, kapitalist ekonomik genişlemeyi anlatan bir yasadır, öyle ki sermayenin organik bileşiminin artacağını ileri sürer.
Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasası (KOAEY) ise kriz ile olan bağlantıyı kurar. Şöyle ki ilk iki yasa nedeniyle emeğin artan verimliliği ile kullanılan emek miktarının azalması yüzünden ortaya çıkan sermayenin azalan kârlılığı arasında bir çatışma doğar. Çünkü kâr sadece emekten el konulan artı değerden sağlanır.
Üretimde kullanılan emek miktarı giderek artan sabit sermaye karşısında göreli olarak azaldığında, artan emek gücü verimliliğinin sağladığı kâr artışı da bunu telafi etmeye yetmediğinde kârlılık ya da kâr oranı düşmeye başlar. Bunun sonucunda yatırımlar azalır, ekonomik büyüme yavaşlar. Kriz ortaya çıkmaya başlar (5).

Tüm kapitalistler aynı şeyi yaparlarsa?
Bu noktada akla şu soru gelebilir: “Kapitalistler yeni teknolojilere birim başı üretim maliyeti düşecekse, dolayısıyla da kârları artacaksa başvururlar. Bu nedenle de sermaye birikimi kâr oranlarında azalmayla değil, artışla sonuçlanmalıdır. Aksi halde kapitalistler neden yeni teknolojilere başvursunlar?”
Gerçekten de hiçbir kapitalist kâr oranı artmıyorsa, pazar payı artmıyorsa yeni teknolojiye yatırım yapmaz. İşte tam da bu noktada “bileşim yanlışlığı” denilen bir durum devreye girer. Bu kavram tek tek bireylerin (kapitalistlerin) kârına ya da lehine olan bir şeyin bir bütün olarak tüm toplumun (sermaye sınıfının) lehine olmayabileceğini bir durumu anlatır.
Yani, yenilikçi teknolojileri uygulayan, emek tasarrufuna giden bir kapitalist cari fiyat seviyesinde üretim maliyetini düşürerek diğerlerine göre avantaj sağlar, kârı artar. Ancak bu diğerlerinin rekabetçi güçlerini yitirmeleri nedeniyle kârlarının azalmasıyla gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla da piyasadan silinmek istemeyen diğer kapitalistler de aynı yönteme başvurmak zorunda kalırlar.
Böylece mevcut ya da muhtemelen azaltılmış emek gücünün verimliliği tüm kapitalistler için artar, bu da üretilen ürün biriminin değerini düşürür.
Tüm kapitalistler yeni teknolojileri uyguladığında sermayenin organik bileşimi (emeğe nazaran sermayeye harcanan para oranı ) yükselir, diğer koşullar sabitken bu da kâr oranının düşesine neden olur (6).

Yedek Sanayi Ordusu
Sermayenin organik bileşimindeki bu artışın kapitalistin emek gücüne olan talebini azaltması, emeğin teknoloji ve makinalarca ikame edilmesi, ortaya çalışmaya hazır ancak kullanılmayan bir işsiz tabakası çıkartır. Marx buna  ‘yedek sanayi ordusu’ adını verir. Böyle bir kitle işçi ücretlerinin baskılanmasında oldukça işlevsel bir rol üstlenir (7).
Böylece Genel Birikim Yasası, kapitalist üretim tarzının hem zenginliklerin (makine, fabrika, nakit para gibi) kapitalistlerin elinde birikerek artmasına neden olduğunu, hem de düşük ücretler ve sürekli tekrarlanan işsizlik yüzünden işçilerin yoksulluğunun artmasıyla sonuçlandığını ortaya koyar.

Robotlar ve Yapay Zekâ: Kapitalizmin hareket ettirici yasalarının geçerliliğinin kanıtı
Bu üç önemli yasanın (Emek-Değer, Birikim ve KOAEY) bugün yakıcı bir biçimde geçerliliğe sahip olduğunun en güzel kanıtı üretimde emek gücünün yerini giderek robotların alması ve bunun en gelişkin örneği olan yapay zekânın gelişimidir.
Dünya Bankası’nın bir raporuna göre (8), dünyadaki üretimde kullanılan robot sayısı hızla artıyor. Öyle ki toplam robot sayısı 2019 yılında 1,4 milyon yeni robotun ilavesiyle 2,6 milyona çıkacak. İşçi başına en fazla robotun düştüğü ülkeler sırasıyla Güney Kore, Almanya ve Japonya. Şu anda 23. sırada yer alan Çin 2020’de 10. sıraya yükselecek.
Yani robot kullanımı ve teknoloji giderek daha fazla işçinin yerine alıyor, bu da özellikle de imalat sektöründe ciddi istihdam kaymasına neden oluyor. Öylece ki hem ABD hem de Britanya’da bu sektörde istihdam hızla düştü.. ABD’de 1990-2016 arasında imalat sanayi istihdamı yüzde 31 azaldı. Buna karşılık imalat sanayi hasılasında ciddi bir düşüş söz konusu değil.

Marx söylemişti!
Böylece Marx’ın 150 yıl önce yaptığı öngörü gerçekleşmeye devam ediyor. Çünkü sermayenin organik bileşimindeki artış anlamına gelen bir tür otomasyon öncelikle kitlesel işsizliğe neden oluyor ve yedek sanayi ordusu giderek büyüyor.
Öyle ki aynı araştırmaya göre, ABD’de, her 1000 işçi başına düşen 1 robot kullanımı; toplam istihdamı binde 18 ile binde 34 arasında ve ücretleri de binde 25 ile binde 50 arasında düşürecek.
Belki çok daha önemlisi robotların yaygın kullanımı kapitalizmin temel sürücüsü olan kârın giderek azalması ve dolayısıyla da sermaye birikiminin durmasıyla sonuçlanacak.
Çünkü Emek-Değer Yasasına göre, kârın tek kaynağı ücretli emekten elde edilen artı değerdir. Daha az emek kullanımı anlamına gelen robot kullanımı sonucunda kârlar hem kitle olarak, hem de oran olarak düşecek ve sonuçta sistemin krizleri kaçınılmaz hale gelecektir.
Bir başka anlatımla, kapitalizmde değeri sadece emek yaratır. Sermayenin kendi değer yaratamaz. Yani robotlar mal ve hizmet üretebilirler. Ama bunlar kâr ya da artı değer biçiminde bir değer üretmezler. Böyle olunca da sermaye yoğunluğu (c/v) nedeniyle robotlar devreye bütünüyle girmeden önce sermaye birikimi durmuş olabilir, bu da teorik olarak kapitalizmin sonu demektir.
Bu nedenle de robotların sayısındaki artışa ve yapay zekâdaki gelişmeler bakıp kapitalizm altında bir “rahat /refah toplumunun” robotlar eliyle kurulabileceğini ileri sürmek Birikim Yasasını hiç bilmemek demek olur. Kapitalizmde asla “rahat toplumu” ya da robot toplumu kurulamaz. Kriz ve sosyal patlamalar bunlardan çok önce devreye girer (9).
Böyle bir çatışmalı durum kapitalist üretim tarzı altında çözümlenemez. Ekonomi politiğin ilk yasası olan Üretici Güçlerin Gelişimi İle Üretim İlişkilerinin Uyumlu Olması Yasası gereğince insanlık ancak sosyalizm altında robotların kendilerini rahat ettirebileceği bir toplumu kurabilir.
…devam edecek: Birikim krizi nasıl ortaya çıkıyor, KOAEY araştırmalarla doğrulanıyor mu?

Dip notlar:

(1) Karl Marx, https://www.marxists.org/…/m…/works/1857/grundrisse/ch15.htm (26 December 2018).
(2) Agk.
(3) V. Buzuev and V. Gorodnov, “The Economic Foundations of Marxism –Leninism”, What is Marxism-Leninism ABC of Social and Political Knowledge (Ruscadan çeviren Sergei Chulaki) Progress Publishers Moscow, 1987 içinde, s. 107-160.
(4) Karl Marx, Capital Volume One- Chapter Twenty-Five: The General Law of Capitalist Accumulation,
https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch25.htm.
(5) Marx, Grundisse, agk.
(6) Michael Roberts, “The fallacy of composition and the law of profitability”,
https://thenextrecession.wordpress.com/…/the-fallacy-of-com….
(7) Karl Marx,. Capital Volume One- Section 3: Progressive Production of a Relative surplus population or Industrial Reserve Army,
https://www.marxists.org/archi…/marx/works/1867-c1/ch25.htm….
(8) 
International Federation of Robotics, Frankfurt, https://ifr.org/’dan aktaran  
World Bank, World Development Report 2019: The Changing Nature of Work, Working Draft , s. 20 (April 20, 2018).
(9) Michael Roberts, 
http://thenextrecession.wordpress.com/…/de-industrialisatio….




28 Aralık 2018 Cuma

TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (V) Marksist Kriz Teorileri (Üretim Anarşisi, Eksik Tüketim, Kâr Realizasyonu)


TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (V)
Marksist Kriz Teorileri (Üretim Anarşisi, Eksik Tüketim, Kâr Realizasyonu)

Mustafa Durmuş

27 Aralık 2018

Önceki iki bölümde detaylı olarak ele aldığımız ‘finansallaşma olgusu’ özellikle 1980 sonrası gelişmeleri anlamamıza yarayan bir sözcük olabilir ama Marksist ekonomi politik açısından bu durum ekonomik krizlerin temel nedeninin finansallaşma olduğu anlamına gelmemelidir.
Bu bağlamda da kriz sadece finansal krizlere de indirgenmemelidir. Nitekim 2008 krizi sadece bir finansal kriz ya da ‘Minsky Anı’ değil, tarihin en büyük resesyonlarından biriyle sonuçlanan bir krizdir.
Krizlerin finansal krizlere indirgenerek tanımlanmasının nedeni kapitalizmin çok büyük çapta parasallaşmış bir ekonomi olması ve şu ana kadar krizlerin daima önce parasal panik ve finansal çöküş biçiminde patlak vermesidir.
Diğer taraftan ulusal ya da küresel hangi kapsamda olursa olsun, finansal ya da reel sektörde hangi alanda gerçekleşirse gerçekleşsin, tüm krizlerin kökleri derin bir biçimde birbirine sarılıdır. Yani her ne kadar ilk bakışta sanki kriz finansal sektörde ortaya çıkıyormuş gibi görünse de krizin nihai nedeni üretken sektördeki yatırımların belirgin bir biçimde azalması ve buna yol açan kârlılık sorunu, yani kâr oranlarındaki düşüştür (1).
Finansal sektörde olanlar ise semptomik niteliktedir ve semptomlarla derindeki nedenleri birbirine karıştırmamak gerekir. Tarihsel maddeci yöntem bize yüzeydekilerden ziyade, derindeki dönüştürücü büyük yapılara bakmamız gerektiğini öğretmiştir. Bu bağlamda finansallaşma yaklaşımı özünde finansal krizlere yüzeysel bakan bir yaklaşımdır.

Kapital’de kriz kavramları
Neo-Marksistlerin krizleri açıklarken (finansallaşma yaklaşımlarında görüldüğü gibi) özünde Keynesyen görüşlere yaslanmalarının bir nedeni Kapital’de yer alan kriz kavramlarının çeşitliliğidir.
Öyle ki Kapital’de kriz artı-değer teorilerinin içinde parça parça anlatılırken (2); ‘kârlılıktaki yetersizlik’ (kâr oranlarının azalma eğilimi), ‘yatırım –üretim ve tüketim dengesizliği’ (üretim anarşisi), ‘eksik tüketim’, ‘üretim ve artı değerin (kârın) realizasyonu arasındaki gerilim/çatışma’ gibi değişik sözcükler yer alır.
Böylece şu sorulara verilen yanıtlar Marksistleri kendi aralarında ayrıştırır:
“Kapitalist krizin nedeni üretimdeki ‘kâr oranlarındaki düşüş müdür (KOAEY)’, yoksa kriz sermayenin üretimde yaratılan artı değerin piyasalardaki satışlar sırasında yeterince ‘realize edilememesinden’ mi kaynaklanmaktadır?”
Ya da “krizler yetersiz artı değerden mi, yoksa piyasalarda realize edilemeyen ‘çok fazla artı değer’den mi”, ‘orantısızlık’tan mı veya ‘aşırı üretim’den mi kaynaklanmaktadır?”
Bu çerçevede David Harvey’e göre, ekonomik krizlerin birden çok nedeni mevcuttur. Sadece KOAEY değil, aşırı üretim, aşırı sermaye birikimi, sermayenin aşırı üretimini de kriz nedenleri arasında saymak gerekir. 19. Yüzyılda yaşamış olan Rus iktisatçı Tugan Baranovsky’e göre, kapitalizmdeki üretim anarşisi nedeniyle üretimin genişlemesi ile piyasanın sınırları arasındaki uyumsuzluk, yani birikim ve tüketim arasındaki uyumsuzluklar krizlerin asıl nedenidir. Rosa Lukemburg’a göre bir kâr realizasyonu sorunu mevcuttur. Baran ve Sweez’e göre ise çok fazla ekonomik artık söz konusudur. Buna karşılık yeterince yeni kârlı yatırım alanı olmadığından bu artık massedilememekte, bu da uzun süren bir durgunluğa neden olmaktadır (3).

Her krizin ayrı bir nedeni mi var?
Bu karışıklığa bir de Harvey, Dumenil ve Levy gibi Marksistlerin “genel bir kriz teorisinin olmadığı, kapitalizmde her krizin ayrı bir nedeninin olduğu” biçimindeki tezleri eklendiğinde kendisini solda ifade eden iktisatçıların önemli bir kısmı Post - Keynesyen ya da Neo- Ricardian teorilere sığınmak durumunda kalırlar.
Yani Neo-Marksist iktisatçılar genelde tarihte görülen her bir ekonomik krizin özgün nedenlerinin olduğunu benimserler ve analizlerini bu genel kabul altında yaparlar.

Artan eşitsizlikler ve yığılan borç stokları
Örneğin Marksist ekonomistler Gerard Dumenil ve Dominique Levy’e göre (4), 1880 krizi ve 1970’lerin krizi tipik kâr oranlarının düşmesi krizleri (kârlılık) iken, 1929 Büyük Depresyonu ve 2008 Finansal Çöküşü artan eşitsizliklerin ve borçluluğun bir sonucuydu. Çünkü giderek artan eşitsizlikler insanların giderek daha fazla borçlanmalarına, bu borç stoklarının sürdürülemez düzeye yükselmesine, bu da spekülatif çöküşlere neden oldu.
Bu yaklaşımlar çerçevesinden günümüzde artan küresel eşitsizliklerle birlikte dünya borç stoklarındaki devasa artışın yeni spekülatif çöküşleri tetikleyerek yeni krizlere neden olabileceğini söyleyebilmek mümkündür.
Bu teorilerin ortak özelliği üretimden ziyade bölüşüme odaklanmalarıdır. Böylece ücretlerin milli gelir içinde azalan payından yola çıkarak bazı krizlerin “ücret sürümlü”, yani bölüşüm adaletsizliği nedeniyle ortaya çıktığını, diğer bazılarınınsa “kâr sürümlü”, yani kâr yetersizliği olduğunu ileri sürerler.

Kârın realize edilememesi ve aşırı üretim sorunları
‘Kâr realizasyonu’ sorunundan yola çıkanlar krizin kaynağının ücretlerin yetersizliği ve tüketim eksikliği olduğunu ileri sürerler. Buna dayanak olarak da, Kapital’de ileri sürüldüğü gibi, kapitalistin artı değeri, dolayısıyla da kârı maksimize edebilmek için ücretleri minimumda tutmaya çalıştığını, tüm kapitalistlerin aynı şeyi yapmaları durumunda da, üretilen ürünlerin bir kısmının satın alınmaması gibi bir sonucun doğmasını gösterirler.
Yani üretim-tüketim dengesi bozulmuş, tüketim, ücret yetersizliğinden dolayı eksik kalmış, böylece de kârlar realize edilememiştir. Böylece sermaye döngüsü tamamlanamamış olduğundan kriz ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda örneğin Marksist sosyal bilimci David Harvey’e göre, makroekonomik krizleri anlamak için artık değer üretiminin çatışmalı durumlarından öteye gidip, dikkatimizi sermaye döngüsünün diğer kısımlarına (yani aşırı sermaye birikimi ve aşırı meta üretimi, kâr ya da artık değerin realizasyonu ve bölüşümüne) vermemiz gerekmektedir (5).
Roberts’a göre (6), aşırı üretim tezi bir yanıyla eksik tüketim tezinin bir başka ifadesidir. Aşırı üretimin kapitalizmin işleyişinin sonucu olduğunu söylemekle, krizin nedeninin aşırı üretim olduğunu söylemek aynı şey değildir. Eğer aşırı üretim kriz nedeni olsaydı kapitalizm her zaman kriz içinde olurdu. Çünkü işçiler hiçbir zaman bu ürünleri satın alabilecek bir gelire sahip olmadılar.
Bir başka anlatımla, kâr oranlarının azalması aşırı sermaye malı üretimine ve aşırı meta üretime neden olur, tersi değil. Sadece kâr oranlarındaki düşüş, kâr kütlesinin azalmasına neden olduğunda krizler doğar. Böylece hem sermayedeki aşırı birikim, hem de mal ve hizmetlerdeki aşırı üretim kâr oranlarındaki düşüşün sonucudur ve kriz böyle ortaya çıkar. Böylece realizasyon problemi üretimdeki problemin bir sonucu olarak doğar. Azalan kâr oranları, düşen kâr kütlesi yatırımların, ücret düzeylerinin ve istihdamın çöküşüne, bu da şirketlerin mallarını satamamalarına (mevcut fiyatlardan) ve işçilerin de bunları satın alamamasına yol açar. Bu bir aşırı üretim ve eksik tüketim krizi biçiminde kendini gösterir (7).
Sorunun nasıl tanımlandığı önerilen çözümlerin de nasıl olacağını etkilediği için oldukça önemlidir. Nasıl ki krizin nedeni finansallaşma olarak tanımlandığında çözümler finans piyasalarının kontrolüne dönük önlemlerle sınırlı kalıyorsa, eğer kriz aşırı üretim ya da eksik tüketimden kaynaklı bir kriz olarak tanımlanıyorsa krizden çıkışın asıl yolu Keynesyen harcama ve vergi politikalarını (maliye politikaları) hayata geçirmek olacaktır.
Nitekim kriz halinde burjuva hükümetler devletleştirme biçimindeki kurtarma önlemlerinin yanı sıra sıklıkla bu politikalara başvururlar.
Dolayısıyla da “orantısızlık”, “aşırı üretim” veya “eksik tüketim”, “çok fazla artık teorileri”ni Marksist kriz teorileri olarak değerlendirmekten ya da KOAEY’’e de alternatif olarak düşünmekten ziyade onları Keynesyen iktisadın içinde ele almak daha doğrudur.

2008 Kriz öncesinde kâr oranları düşüyor muydu?
Bu iktisatçıların Marksist KOAEY’e karşı olarak ileri sürdükleri temel kanıt Merkez Ekonomilerde 1980’lerden itibaren kârlılığın belirgin bir biçimde artması ve kârlılığın restore edilmesiydi.
Gerçekten de 1980’li yıllardan itibaren (her ne kadar 1960’ların ikinci yarısındaki zirvenin altında kalsa da) hem kâr oranları, hem de finansal kârların reel kârların içindeki payları ciddi bir yükseliş göstermişti (8).
Ancak bu gelişmeyi KOAEY’i esas alınarak şöyle açıklamak mümkündür: Kârlılık düşüşü 1980’lerden itibaren Merkez Ekonomilerde sona erdi ve kâr oranları tekrar yükselmeye başladı. Çünkü sırasıyla ‘karşılayıcı/ telafi edici faktörler’ devreye girdi. Bunlardan biri sermayenin üretken sektörden (ki buralarda toparlanma olmadı) finansal sektöre ve bunun bağlantılı olduğu konut ve emlak gibi üretken olmayan, kurgusal sektörlere (FIRE) kaymasıydı. Bunun sonucunda finansal kârlar patladı. Böylece kâr oranlarındaki düşüşü telafi edici bir karşı faktör olarak finansal yatırımlar devreye girdi.
Nitekim 1980 sonrası döneme bakıldığında neo-liberal dönem olarak da adlandırılan bu dönemin temel özelliğinin; küreselleşme, finansallaşma ve neo-liberal serbestleştirmeler (sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, özelleştirmeler, döviz kurlarının ve faiz oranlarının serbest bırakılması gibi) olduğu görülür (9).
Bu dönemde Merkez Ekonomilerdeki sanayi üretiminin önemli bir kısmının, hammadde fiyatlarının ve ücretlerin düşük, dolayısıyla üretim maliyetlerinin belirgin bir biçimde düşük olduğu Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelere kaydırılması biçimindeki sermaye ihracı ve finansal serbesti ile para-sermayenin ihracı ve finansallaşma kâr oranlarındaki düşüşü telafi eden temel karşılayıcı önlemler olarak devreye girdi.

Genel bir kriz teorisine olan ihtiyaç
Her krizin kendine özgü nedenleri olsa da, kapitalizm altında krizler sürekli olarak tekrar ediyor. Yani krizler tesadüfi olaylar ya da şoklar değiller. Bu da yüzeyde hangi neden olursa olsun, krizlerin derinde genel nedenleri olması gerektiğine işaret ediyor.
Derindeki bu genel nedenlerin bulunup çıkartılması gerekiyor.
Bilimsel yöntem, olay ve olguların nasıl ve neden oluştuğunu açıklayan yasaları bulup ortaya çıkarma girişimidir. Böylece (tam bir kesinlikte olmasa da) krizlerin hem nedenleri ortaya çıkartılabilir, hem de bunların hangi koşullarda, ne zaman tekrarlanabileceği anlaşılabilir.
Böylece genel bir kriz teorisi kapitalizmin kusurlu bir üretim biçimi olduğunu, bu nedenle de küresel çapta insan ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir uyumlulukta üretici güçleri kalıcı bir biçimde geliştiremeyeceğini ortaya koyabilir.
Diğer taraftan Marksizm’i tamamlanmış, bitmiş bir olgu olarak da ele almak bizi dogmatizme götürür. Çünkü Samir Amin’in deyimiyle, “Marx modern zamanların radikal eleştirisinin sadece bir başlangıcıdır. Marksist olmak Marx’la yetinmemektir. Onu başlangıç olarak almaktır. Marx’ın yapıtı hala tamamlanmamıştır, sınırsızdır. Zira kendini sınırsız olarak başlatır, her zaman eksiktir ve kendi eleştirisinin nesnesidir” (10).
Bu bağlamda Marx’ın yazılarını bugünkü krizleri anlamak için kullanmak belli ölçüde faydalıdır. Marx’ın konuya katkıları kapitalizm altında etkin bir kriz teorisi oluşturabilmenin temeli olarak kabul edilmelidir.
Diğer taraftan onun yaşadığı zamandan bu yana çok şeyin değiştiği de açıktır. Öyle ki kapitalizm şimdi hiç olmadığı kadar küreselleşti ve hiç olmadığı kadar finans kapital tarafından kontrol ediliyor. Dünya ekonomisinde ortaya çıkan pek çok gelişme Kapital’in birinci cildinde yer aldığı gibi, 19.Yüzyıldaki (özellikle de İngiltere’deki) sermayenin artı değer sömürüsü üzerinden (üretimdeki) genişlemesi ile çok az benzerlik taşıyor. Bu yüzden teori bu değişimi ve gelişimi dikkate almak durumunda.
Ancak bu değişimden yola çıkarak Marx’ın görüşlerinin yanlış olduğunu ileri süren tezlerin geçerliliği yoktur. Tersine Marx’ın tezleri bugün de geçerliliğini korumaktadır. Örneğin Marx’ın Kapital’de, Proudhon’un kapitalizmin üretim tarzına sadık kalınırken, hastalıklı yönlerinin, yani parasal, değişim ve finans ilişkilerinin reforme edilerek iyileştirilmesinin mümkün olabileceği tezine yaptığı eleştiri bugün de son derece geçerli, güncelliğini koruyan bir eleştiridir.
Bu nedenle de yapılması gereken Marx’ın omuzlarına basarak kapitalizm ve kriz konusundaki kavrayışı daha da yükseltmektir. Marksist ekonomi politikçiler (bugün Marx’ın dönemine göre çok daha fazla veriye ulaşabilmenin mümkün olduğunu bilerek) yapacakları ampirik çalışmalarla bu teoriyi sıklıkla sınamalıdırlar (11).

…devam edecek: Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasası ve krizler

Dip notlar:

(1) Murray E.G. Smith and Jonah Butovsky,”The roots of the global crisis: Marx’s law of falling profitability and the US economy, 1950-2013”, World in Crisis (Editörs: Guglielmo Carchedi and Michael Roberts), Haymarket Books, Chicago, İllinois, 2018, s. 329.
(2) Karl Marx, Capital Volume II; The Annual Rate of Surplus Value, Chapter 16: The Turnover of Variable Capital, Chapter 17: The Circulation of Surplus Value, 
https://www.marxists.org/archive/marx/works/1885-c2/ch16, ch17.htm; Karl Marx, Grundrisse: Notebook VII – The Chapter on Capital as Fructiferous. Transformation of Surplus Value into Profit,https://www.marxists.org/…/m…/works/1857/grundrisse/ch15.htm (26 December 2018).
(3) Michael Roberts, “Transformation and realisation – no problem”,
https://thenextrecession.wordpress.com/…/transformation-and….
(4) Gérard Duménil and Dominique Lévy, “The Crisis of Neoliberalism”,
www.cepremap.fr/membres/dlevy/dle2016d.pdf (24.12.2018).
(5) David Harvey, “Crisis theory and the falling rate of profit”, The Great Meltdown of 2008: Systemic, Conjunctural or Policy-created?, (Edits: Turan Subasat and John Weeks (SOAS, University of London); Edward Elgar Publ., 2015.
(6) Roberts, “Transformation and … agm.
(7) Agm.
(8) Guglielmo Carchedi,”The old is dying but the new can not be born: On the exhaustion of Western capitalism”, World in Crisis (Editörs: Guglielmo Carchedi and Michael Roberts), Haymarket Books, Chicago, İllinois, 2018, s. 54,57.
(9) Gerald Dumenil and Dominique Levy, “Costs and benefits of neoliberalism: A Class analysis”, Financialisation and the World economy (Edts. Gerald A. Epstein), Edward Elgar Publ., 2005, s. 17.
(10) Samir Amin,The Law of Worldwide Value, Monthly Review Press, 2010, s. 9-10.
(11) Michael Roberts, “Marxist or Keynesian macro?”,
https://rupturemagazine.org/2018/11/19.




24 Aralık 2018 Pazartesi

TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (IV) Finansallaşma teorileri krizleri nasıl açıklıyor?




TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (IV)

Finansallaşma teorileri krizleri nasıl açıklıyor?

Mustafa Durmuş

24 Aralık 2018

Finansallaşmanın başat bir olgu olarak ortaya çıkması onun aynı dönemde ortaya çıkan krizlerle (özellikle de 2008 krizi) ilişkisinin sorgulanmasıyla ve bu yönde yeni kriz teorilerinin ortaya atılmasıyla sonuçlandı.

Bu teorileri savunan iktisatçıların çok büyük bir kısmı Keynesyen iktisatçı Minsky’in bir tür kontrolden çıkmış ‘borç deflasyonu’ durumunu anlatan bir hipotez olan ‘Finansal İstikrarsızlık Tezi’ni esas alır. Bu tezden hareketle bu iktisatçılar, örneğin 2008 krizine, kapitalizmin içsel çatışmalarından ziyade, onun aşırı finansallaşmasının yol açtığı yeni tür kırılganlıkların neden olduğunu ileri sürerler.

Örnek olarak Moseley 2018 krizini değerlendirirken: “Sonuç olarak, mevcut krizin Marxçı bir krizden ziyade Minskyci bir kriz olduğunu söylemeliyim. Krizin temel nedeni üretimdeki artı-değerin yetersizliği değil, konut fiyatlarının ömür boyu yükseleceği gibi yanlış bir varsayıma dayalı olarak çok yüksek kârlar peşinde koşan finansal kapitalistlerin aşırı risk almasıdır”(1)  tespitini yapmıştı.


Borç Deflasyonu
‘Borç deflasyonu’ kavramını ortaya atan iktisatçı Irwing Fisher, Büyük Depresyon sırasında (1933 yılında), borçların yol açtığı deflasyonun (fiyat düşüşlerinin) bizzat borçları nasıl artırdığını ve iflaslara neden olduğunu şöyle anlatır:

“Geri ödenememiş her bir dolar daha büyük bir dolar yüküne dönüşür. Eğer başlangıçtaki borçluluk düzeyi çok yüksek ise, borcun likit hale getirilmesi, ödenmesi fiyat düşüşlerine yetişemez. Borçlular borçlarını ödeyebilmek için ellerindeki varlıklarını sattıkça fiyatlar daha da düşer ve fiyatlar düştükçe geriye kalan borçlar, borç alındığı andakinden daha değerli durumdaki dolar ile ödenmek zorunda kalır. Bu da daha fazla ödeme güçlüğüne, fiyatların daha da düşmesine, böylece de deflasyonist bir sarmala yol açar” (2).

Minky Anı

Bu kavramı daha da geliştiren Minsky’e göre finansal istikrarsızlığa yol açan süreç piyasacı kapitalist ekonomilerde kaçınılamaz olarak ortaya çıkan bir süreçtir. Çünkü kapitalizm genetik olarak defoludur, öyle ki uzun süren bir canlılık döneminin ardından ekonomideki finansal yapılar, hızla, hedging, spekülasyon ve Ponzi Finansmanı gibi istikrarsız durumlara dönüşürler.

Canlılık dönemlerinde yatırımcılar risk alırlar. Canlılık dönemi ne denli uzarsa alınan risk de o denli artar. Bu durum, borçlanma yoluyla sahip oldukları varlıkların nakit getirisi bu varlıkları satın alabilmek için aldıkları kredilerin borçlarını ödemeye yeterli olmadığı noktaya kadar sürer. Bu anda spekülatif varlıkların zarar ettiğini gören bankalar verdikleri kredilerin geri ödenmesini talep ederler. Bu da finansal paniğe yol açar ve borçlarını ödeyebilmek için ellerindeki varlıkları satışa çıkartan yatırımcıların bu varlıkları bir anda değer kaybeder. Satışlar zorlandıkça, piyasalar kilitlenir ve nakde hücum başlar. Artık ‘Minsky Anı’ başlamıştır (3).

Kısaca Minsky ve takipçileri olan Keen ve Palley’in (4) hararetle savundukları ‘Finansal İstikrarsızlık Tezi’ne göre finansal sistem kalıtsal olarak istikrarsızdır. Bu nedenle de giderek finansal sermayenin boyunduruğu altına giren kapitalizm, finansal sistemin bu yapısından ötürü istikrarsız döngülere, uzun süreli durgunluklara ve depresyonlara eğilimli bir hale gelir. Borçlanarak yapılan finansmana aşırı bağımlılık ekonomiyi, finansal balonlar nedeniyle oluşacak tahribatlara daha da açık hale getirir.
Bu bağlamda, bu görüşü savunan iktisatçılara göre, neo-liberal dönemdeki finansal de-regülasyonlar sonucunda bankaların ve diğer finansal kuruluşların, bir bütün olarak finansal piyasaların denetimsiz bırakılması finansal krizin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Wallerstein: Finansallaşma sermaye büyümesinin yeni aracıdır

Neo-Marksistlerin önde gelenlerinden Wallerstein finansallaşmanın sermayenin büyüme ve genişlemesinin  bir biçimi olduğunu ileri sürer.

Ona göre, kapitalizmin amacı öz genişlemedir, büyümedir. Bu, sermayenin yeni sermayeler yaratması demektir. Kapitalizm bunu insan emeğini ve sosyal değerleri parasallaştırarak yapar. Tarihsel kapitalizm bu nedenle de sadece mübadele sürecini değil, aynı zamanda üretim, yatırım ve bölüşüm süreçleri olmak üzere tüm süreçleri yaygın bir metalaştırmaya ve parasallaştırmaya tabi tutar (5). 

Foster& Mc Chesney: Finansallaşma stagnasyona karşı çözümdür ama aynı zamanda kriz nedenidir

Foster ve McChesney,  2008 krizinin kapitalizmin ‘uzatılmış durgunluğuna’ (stagnasyon) karşı bir çözüm olarak ortaya çıkan finansallaşmanın bir sonucu olduğunu ileri sürerler.

Onlara göre 1970’lerin ortalarından itibaren stagnasyona giren ABD’de, reel ekonomide giderek artan iktisadi artığına (tasarruf) bir çözüm- çıkış bulamayan büyük sermaye hem kurumsal,  hem de bireysel yatırımlar aracılığıyla bu aşırı artığını finans sektörüne akıttı, bu da varlık fiyatlarında spekülasyona neden oldu.

Finansal kurumlar bu devasa akımı karşılayabilmek ve ekonominin finansal üst yapısını daha da güçlendirebilmek için yeni gelişmiş araçlar keşfettiler. Bunlar türev araçlar, vadeli işlemler (opsiyonlar), menkul kıymetleştirmeler gibi egzotik finansal araçlardı. Sermaye küresel olarak mobil hale geldikçe kuşkusuz finansın büyümesi gerekiyordu. Bu da sermayenin bir katalizör gibi işlev görerek finansın dünya çapında büyümesini teşvik etti.

Sonuçta finansal kârlar devasa büyürken, borç yığılması da arttı ve tüm ekonomi giderek birbiri peşine şişirilip patlayan balonlara bağımlı hale geldi. Borç miktarı arttıkça, borcun kalitesi de düşmeye başladı. Sonuçta hem ABD, hem de dünya ekonomisi giderek ‘kredi kuruması’ olarak nitelenen finansal krizlere maruz kaldı (6). 

Lapavitsas: Finans reel üretimden özerkleşti

Finansallaşma teorisi ya da krizi ile ilgili olarak en çok referans verilen Neo-Marksist iktisatçılardan birisi Lapavitsas ve onun konuyla ilgili kitabıdır (7). Ona göre, ne 2008 finansal krizinin, ne de sonrasında yaşanan Büyük Resesyonun Marksist kâr oranlarının azalma eğilimi yasası ile (KOAEY) ile bir ilgisi yoktur.  Bu kriz sadece büyük bir finansal çöküştür.

Lapavitsas’a göre (8),  neo-liberal dönemde kapitalizm finans sektörünün gelişimi ile öyle bir şeye dönüştü ki bunun Marx’ın 19. Yüzyılda karşılaştığı kapitalizm ile hiçbir ilişkisi kurulamaz.  Bu dönemin en önemli gelişmesi finansın giderek özerkleşmesidir. Öyle ki finansal sistem giderek büyümüş ve reel birikimden (değer ve artı değerin üretim ve dolaşımından) giderek bağımsızlaşmıştır.

Finansın özerkleşmesini mümkün kılan faktörlerin arasında; teknolojik yenilikler, kurumsal ve politik dönüşümün (finansal sektörün de-regülasyonu ve finansal serbestleştirme) ötesinde temel faktörler de söz konusudur. Öyle ki büyük sermaye, büyük işletmeler yatırım finansmanı için kredi kullanma anlamında bankalara daha az bağımlı hale gelmiş ve bu yüzden finansal sektör bireylerin, işçilerin ve nüfusun daha büyük bir kesiminin bireysel gelirlerine, kâr kaynağı olarak göz dikmeye başlamıştır. Lapavitsas bu durumu “kapitalizmin yeni bir uç vermesi” olarak nitelendirir.

Ona göre, artık bankalar giderek artan bir şekilde konut kredisi, tüketici kredisi, ihtiyaç kredisi gibi adlar altında bireyler üzerinden ciddi kârlar elde ediyorlar. Ücret, maaş gibi parasal gelirler giderek borç verilebilir para sermayeye dönüşüyor, bankalar ve diğer finansal kuruluşlar bu şekilde satabilecekleri kredileri büyütüyorlar. Yani böyle bir özerkleşmeyle birlikte bu sektör kârını şirketlere verdiği borçlardan sağladığı faizlerden değil, uzun vadeli konut kredisi faizi, komisyonlar, ücretlendirmeler gibi doğrudan sömürü araçlarından elde ediyor. Bu süreç yeni bir tür kapitalist sömürü, yeni bir  sınıf katmanı yaratıyor ve bu kârlarla beslenen yeni güç merkezleri ve yeni etki merkezleri oluşuyor (9).

Marjinalleştirilen bir Emek-Değer Teorisi

Böylece bu yaklaşım altında Marksist Emek- Değer Teorisi bütünüyle reddedilmese de, iyice marjinalleştirilerek finansal kârlar artık değerin bir alt bölümü olmaktan çıkartılmaktadır.  Çünkü bu yaklaşıma göre faiz kârdan özerkleşmekte, ayrışmaktadır.
Böylece Neo-Ricardocu bir yaklaşımla, bölüşüm kategorisi yeniden üçe çıkartılmakta, ücret ve kâra, faiz biçiminde bir rant kategorisi eklenmektedir. Bunun sonucunda Marksist ekonomi politiği Klasik ve Keynesyen burjuva iktisattan esasta  ayıran kârlılık faktörü bu ayrılıktaki önemini yitirir.

Kriz kâr oranlarındaki düşüşün değil, menkul kıymetleştirilmiş borçların bir sonucudur

Lapavitsas’a göre, konut kredileri yaygınlaşıp büyüdükçe sermaye kazançları üst üst binmeye başlar. Yani finansal sektör üretim sektörü ile her hangi bir bağlantı içinde olmaksızın devasa kârlar elde edebilmektedir. Böylece 2008 Büyük Resesyonu, kâr oranlarındaki düşüşün değil, konut kredisi ve menkul kıymetleştirilmiş borçlarda ortaya çıkan finansal krizin bir sonucudur.  

Dolayısıyla da Lapavitsas kârın ücretlerdeki kısıntılardan (değeri azaltılmış değişken sermayeden, dolayısıyla da artı değerden) gelip gelmediği ile ilgilenmez. Ona göre nereden gelirse gelsin bugünkü kâr yeni bir kâr çıkarımının sonucudur ve bu çıkarım da bir süre sonra kendi krizine neden olur (10).

Benzer bir biçimde Panitch ve Gindin gibi diğer bazı Neo-Marksistlere göre, geçmişte savunulan “aşırı birikimin tüm krizlerin nedeni olduğu” görüşü artık aşılmıştır. 2008 krizinin nedeni bu bağlamda kâr sıkışması ya da aşırı birikim nedeniyle yatırımların çöküşü değildir. Krizin nedeni ücretlerdeki durgunluk, artan konut kredisi borçları, dibe vuran emlak-konut fiyatları ve bunun yol açtığı menkul kıymetlerin değerindeki sert düşüşlerdir. Çünkü tüm bu gelişmelerin sonucunda tüketim harcamalarında büyük bir düşüş ortaya çıkar (11).

“İyi” burjuvazi, “kötü” burjuvazi

Kısaca finansallaşma teorileri ekonomik krizlerin nedeni olarak kapitalist üretim tarzını değil, onun aşırı finansallaşmasını işaret ederler. Marx’ın ileri sürdüğünün aksine, onlara göre mal ve hizmet üretimindeki azalan kârlılık değil, finansın istikrarsız ve spekülatif karakteri krizlerin gerçek nedenidir.

Böylece finansallaşmanın gerçekte Marksist olmaktan ziyade bir post-Keynesyen tema olduğu ileri sürülebilir. Çünkü bu yaklaşım kapitalistleri sanayici kapitalist ve finans kapitalisti şeklinde ikiye ayıran Keynesyen görüşün bir dikotomisidir.

Bu tür yaklaşımların etkileriyle, günümüzde sıklıkla  “rant ekonomisi”, “rant çıkarımı”, “faizci-rantiye” gibi heterodoks açıklamalara rastlarken, kârın emek sömürüsünden kaynaklandığını anlatan sade kapitalizmden söz edilmemesi gibi bir durumla karşı karşıya kalırız.

Hatta sanayi burjuvazisinin iyi (özellikle de milli ve yerli olanlar), finans burjuvazisininse kötü burjuvazi olduğu biçiminde bir algı yaratılır.  Bu yapılırken de büyük sanayi ve ticaret gruplarının aynı zamanda bankalarının ve diğer finans kurumlarının da sahibi oldukları, servetlerinin önemli bir kısmını yurt dışında vergi cennetlerinde tuttukları gerçeği unutulur.

Panitch & Gindin: Finansallaşma eksik tüketimi tazmin eder, kârlılığı değil

Bu temada aşırı borçlandırma (ya da finansallaşma)  düşük tutulan ücretleri tazmin etme mekanizmasıdır, ama aynı zamanda bir sonraki finansal krizin de nedenidir. Bu çerçevede kârlılığın bu krizlerle hiçbir ilgisi yoktur.

Dolayısıyla da emekçilerin yeni düşmanı artık kapitalizm değil, finans kapitaldir. Krizler bankaların ve genel olarak finansal kurumların denetlenmemesinin, düzenlenmemiş ya da finansal paniklerin sonucudur.

Krizden çıkış stratejisi olarak da finansal sektöre ve finansal kuruluşlara yönelik olarak alınması gereken önlemlere, bunun yanı sıra reel sektöre verilecek  desteklere  odaklanılması gerekir.

Marx: Kredi üretimin, ticaretin tekerini yağlar, ama…

Diğer taraftan Marx’ın kendisi kapitalizmde kredinin ve spekülasyonun rolünü kabul eder. Ancak ona göre, finansal yatırımlar kapitalist birikim sırasında ortaya çıkan kâr oranlarındaki düşüşü karşılayıcı bir faktördür. Kredi ise “kapitalist ticaretin tekerlerini yağlayan bir yağdır, ama emek sömürüsünden elde edilen getiri azalmaya başladığında kredi borca dönüşür ve artık geri ödenemez hale gelir. Finansallaşma hipotezini açıklayamadığı şey kredilerin neden ve ne zaman aşırı borca dönüştüğüdür” (12).

Kuşkusuz Marx’ın kapitali yazdığı 150 yıl öncesine göre kapitalizm çok değişti. Tüm dünyaya hâkim (küreselleşme) ve son birkaç on yıldır finansın rolü çok arttı. Ancak bu gerekçelerle kapitalin (dolayısıyla da emek- değer, genel  –birikim ve kâr oranları yasalarının) geçerliliğinin kalmadığını ileri sürmek büyük yanlışlıktır.

…..devam edecek: Marksist Azalan Kâr Oranları Eğilimi Yasası ve Ekonomik Krizler.
Dipnotlar:

(1) Fred Moseley, “The Long Trends of Profits”, www.workersliberty.org (19 March 2008).
(2) Irving Fisher, “The Debt-Deflation Theory of Great Depressions”,  Econometrica, 4, (October 1933).
(3) Hyman Minsky, Can “It” Happen Again?, New York: M. E. Sharpe, 1982.
(4) Thomas I. Palley, “Financialization: What It Is and Why It Matters”,      Political Economy Research Institute Working Paper Series, No. 153, (November 2007), s. 8-11.
(5) Immanuel Wallerstein, Historical Capitalism, London, Verso, 2011, s. 15.
(6) John Bellamy Foster and Robert W. Chesney, “Monopoly-Finance Capital and the Paradox of Accumulation”, Monthly Review, Vol. 61, No..5 (October 2009), s. 13.
(7) Costas Lapavitsas, Profiting Without Producing How Finance Exploits Us All, London Verso Books, 2013.
(8) Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 2008 Krizinin Eleştirel Bir Çözümlemesi, Birinci Baskı, Tan Kitabevi Yayınları, 2009, s. 180-182.
(9) Lapavitsas, agk.
(10)               Michael Roberts, The informal empire, finance and the mono cause of the Anglo-Saxons, https://thenextrecession.wordpress.com/2013/11/12/the-informal-empire-finance-and-the-mono-cause-of-the-anglo-saxons.
(11)               Agm.
(12)               Michael Roberts, “Financialisation or profitability?”, https://thenextrecession.wordpress.com (27 November 2018).