28 Haziran 2021 Pazartesi

Demokrasiyi ve barışı savunmak, kamusal hizmetleri ve KESK’i savunmaktır!

 

Demokrasiyi ve barışı savunmak, kamusal hizmetleri ve KESK’i savunmaktır!

Mustafa Durmuş

28 Haziran 2021

23 Haziran tarihi çok önemli iki konferans ve kongrenin gerçekleştiği bir gün oldu. Bunlardan ilki Demokrasi İçin Birlik (DİB) tarafından düzenlenmiş olan “Demokrasi Konferansı- Ekmek, Özgürlük, Adalet” ve diğeri Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nun (KESK) 10. Olağan Genel Kuruluydu.

KESK genel kurul delegesi sıfatıyla kongrede olduğumdan dolayı DİB’in konferansına katılamadım ama sonuç bildirgesinde de yer alan “Ekonominin Demokratikleştirilmesi” ya da “Demokratik Ekonomi” alanındaki metnin hazırlanmasında katkım oldu.

Demokrasi Konferansı 21 alt başlıkta alternatif politika üretti

Demokrasi Konferansı ülkedeki nekrokapitalist-narko devlet yapılanmasının iyice açığa, bu bağlamda demokrasi mücadelesinin ön plana çıktığı, buna karşılık ana muhalefetin bu mücadeleyi seçimleri beklemeye indirgediği bir dönemde gerçekleşti.

Konferansın açılış ve sonuç bildirgelerine aşağıdaki  linkten (1) ulaşabilmek mümkün. Bu yüzden burada sadece “katılımcı demokrasi” vurgusundan söz etmekle yetineceğim.

‘Güçlendirilmiş parlamenter rejimi’ aşan bir yeni demokrasi ufku

Öncelikle “yeni bir toplum, yeni bir demokrasi ve yeni bir ekonomi” şiarıyla yola çıkılan bu süreçte, yeni demokrasinin ana akım muhalefet partilerince savunulan “güçlendirilmiş parlamenter sistemin kurulmasına indirgenmemesi gerekliliği” vurgusunu çok önemli buluyorum.

Bir başka anlatımla, özellikle de Covid-19 salgınının deneyimlerinden hareketle,  eskiye dönülmeyecek ve yeni bir toplum yaratılacaksa, bu elbette daha demokratik bir toplum olmalı. Ancak bu sadece parlamentonun güçlendirilmesiyle sınırlandırılmış bir temsili demokrasi ile mümkün olamaz. Kaldı ki bugünkü otoriter rejimin böyle kusurlu bir parlamenter  burjuva demokrasisinin içinden doğduğu göz ardı edilmemeli. Kısaca, demokrasi anlayışında bir reformasyona değil, radikal bir değişikliğe ihtiyaç var.

Tabandan, katılımcı demokrasi

DİB’in demokrasi tanımı ise “yerelden-tabandan, doğrudan, katılımcı” bir demokrasi tanımı. Yukarıdan aşağıya doğru (hiyerarşik/dikey) değil, aşağıdan yukarıya doğru ve daha ziyade yatay olarak işleyen bir demokrasi. Bu yönüyle hem 2017 öncesinde ülkedeki yaşanan siyasal rejimden, hem de muhalefet partilerinin öngördüğü güçlendirilmiş parlamenter rejimden daha ileri bir demokrasi tanımını içeriyor. 

Böyle bir demokrasi tanımının, özellikle de Covid-19 salgını ile birlikte iyice belirginleşen, maddi gerekçelerini ise iyi açıklamak gerekiyor.  Çünkü bu Salgın en az beş temel iktisadi ve sosyal soruna neden oldu ya da var olan bu sorunları daha da derinleştirdi:

1. Kapanmalara ve ciddi bir küresel ekonomik krize yol açtı.

2. Kadını erkekten, becerisiz veya düşük becerili emeği yüksek beceriye sahip emekten daha fazla etkiledi, işsiz ve gelirsiz bıraktı.

3. Kapitalizmin mevcut yapısal eşitsizliklerini daha da derinleştirmesine, yoksulluğu ve açlığı artırmasına rağmen, verilen devlet desteklerinin çoğu halktan ziyade, sermaye kesimine ve finansal sektöre gitti.

4. Ciddi bütçe açıklarına, dolayısıyla da devlet borç stoklarının artmasına neden oldu.

5. Kamusal hizmetlerin ve bunlara yönelik olarak elde edilmiş kazanımların  ne denli önemli olduğunu gösterdiği gibi, bunların yeterince sunulmadığı ülkelerde halkların kendi içindeki gönüllü dayanışma ağlarının geliştirilmesinin de ne denli acil ve önemli bir mesele olduğunu ortaya koydu.

Demokrasi eşit yurttaşlık bilincine dayanır

Böylece acilen yapılması gereken şey, tabandan örgütlenen katılımcı bir demokrasiyi kurabilmek için böyle bir demokrasinin temelini oluşturan yurttaşlık bilincini harekete geçirmek.

Çünkü içinde yaşadığımız toplumda insanı sadece “emekçi- işçi”, “üretici”, “tüketici”, “iş sahibi”, “tasarrufçu” ya da “yatırımcı” olarak tanımlamak yeterli değil. Toplumu bu tür sınıfsal farklılaşmanın ötesinde ortak bir çaba etrafında bir arada tutan çok önemli bir olgu daha var: Yurttaşlık. Kuşkusuz Türkiye gibi onlarca yıldır ciddi bir ulusal sorunun yaşandığı ülkelerde bu yurttaşlık “eşit yurttaşlık” olarak anlaşılmalı.

Yurttaşlık olgusunun temelinde ise yurttaş olma ve yurttaş gibi davranma bilinci yatıyor. Bu ana akım muhalefetin dahi kullanmakta sakınca görmediği “kul” gibi kavramları kullanmaktan kaçınıp, eşit yurttaş kavramına vurgu yapmaktan geçiyor.

Yani demokratik toplumlarda insanlar kul ya da tebaa değil, özgür yurttaşlardır ve anayasalarla ve evrensel insan hakları beyannamesi ile koruma altına alınmış olan hakları vardır. Demokratik devletlerin öncelikli görevi ise  tüm yurttaşlarının sağlığını, ekonomik ve sosyal refahını korumak, onlara ekonomik ve siyasal olarak güvenceli bir yaşam sunmaktır.

Siyasal alandaki demokrasi ekonomik alandaki demokrasi ile mümkün olabilir

Böyle bir bilincin ekonomi alanında hayata geçirilmesi ise ancak demokratik bir ekonominin kurulmasıyla mümkün olabilir. Bir kısmı DİB’in sonuç bildirgesinde de yer aldığı gibi, böyle bir ekonominin kurulabilmesi için aşağıdaki gibi bazı somut adımların atılması gerekiyor:

•Salgın, derin bir ekonomik kriz ve politik ve toplumsal çürümenin yaşanmakta olduğu bir ortamda, kamu yeniden tanımlanarak, tüm ulusal kaynakların kâr sağlamak için değil, toplum için kullanılması sağlanmalıdır. Böyle bir “sosyal ya da sosyalleştirilmiş ekonomi” aynı zamanda “demokratikleşmiş bir ekonomi” anlamına gelir.

•Böyle bir ekonomide her yurttaşın nitelikli eğitim, sağlık, iletişim, ulaştırma hizmetine ücretsiz erişimi garanti edilir. Yurttaşlar toplumda,  işyerinde her türlü ayrımcılığa, fiziki ve duygusal taciz ve sömürüye karşı korunur. Yurttaşların kolektif haklarını koruyabilmek için işyerlerinde özgürce, diğer işçilerle birlikte hareket edebilmesi, örgütlenebilmesi güvencesi sağlanır.

•Çalışmak isteyen herkes için ‘istihdam yaratıcı son merci’ olarak kamunun; işsiz milyonları yeni işlere yerleştirmek için, özellikle de ekoloji ile uyumsuzluk oluşturmayan ulusal ve bölgesel düzeyde olmak üzere büyük çaplı kamusal yatırım projelerini hayat geçirmesi gerekir.

•Bankalar başta olmak üzere, temel finansal kuruluşlar kamusallaştırılmalı, bunların hizmetleri kamusal hizmete dönüştürülmelidir. Ayrıca enerji, gıda, imalat ve iletişim sektörlerindeki stratejik öneme sahip şirketler kamusal kontrol altına alınmalıdır.

•Uzun vadede ise, çok daha büyük felaketlere yol açacak olan kâr amaçlı bir büyüme fetişizminden vazgeçilerek,  çevre ile uyumlu,  sosyal ihtiyaçları karşılayabilecek kamusal plan ve programlar başlatılmalıdır.

Demokratik özyönetimsel planlama

Demokratik ekonominin piyasalar aracılığıyla gerçekleştirilen kaynak tahsisini reddederek demokratik bir planlamayı esas alması gerekir. Ancak bu planlama geçmişte reel sosyalizm dönemindeki gibi ya da 1960’larda Türkiye’deki gibi sermaye birikimini hızlandırmayı amaçlayan kapitalist hiyerarşik bir planlama olmamalıdır. Daha ziyade, üretim ve dağıtım alanlarındaki temel kararların (neyin, ne şekilde, nasıl yapılacağına ilişkin), yerelde, tabanda, bölgelerde alındığı, tepenin bunu sadece koordine ettiği demokratik- özyönetimci bir planlama olmalıdır.

İşyerinde demokrasi

Böyle bir demokratik ekonominin oluşumu sadece makro değil, asıl olarak da mikro yani işletme ya da üretim birimi düzeyindeki demokratikleşme ile sağlanabilir. Yani işyerleri demokratikleştirilmeden ekonominin ve siyasetin demokratikleşmesi mümkün olmaz. Bu ise kuşkusuz mülkiyet biçiminden bağımsız olarak ele alınamaz.

Yani son tahlilde kapitalist mülkiyete son verilmeden, işyerindeki kapitalist iş bölümü ortadan kaldırılmadan işyerlerini demokratikleştirmek söz konusu olamaz. Bu nedenle de demokratik bir ekonomi büyük çaplı-stratejik öneme sahip sektörlerde demokratik bir kontrole tabi devlet mülkiyetini olduğu gibi, her türden kolektif mülkiyeti (kooperatif ya da komünal) ve küçük çaplı özel mülkiyeti de içermek durumundadır.

Emek örgütleri demokratikleştirilmeli

Kuşkusuz işyerindeki demokratikleşme sadece mülkiyet biçiminin değişmesiyle de sağlanamaz. Ayrıca işçilerin öz örgütleri olan işçi sendikalarının korunması ve güçlendirilmesi de şarttır. Ancak işçilerin örgütlenme biçimlerinin sendikalarla sınırlı tutulmaması, aynı zamanda meclisler, birlikler, kooperatifler, komünler gibi diğer yatay örgütlenmelerin de kullanılması gereklidir.

Son olarak, işyerindeki demokratikleşme, işçi sendikalarında da demokratikleşmeyi gerektirir. Temsil siyasetinden ziyade doğrudan ve demokratik bir biçimde karar alma süreçlerine işçilerin her birinin aktif bir biçimde katılımını sağlayacak, koruyacak mekanizmaların kurulması da gereklidir (bu bağlamda KESK’in yeni yönetiminin bu meseleyi ciddi bir biçimde ele almasında büyük yarar var).

‘Uluslararası Kamu Hizmetleri Günü’

23 Haziran tarihinin bir diğer önemli yanı daha var. Bu tarih Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ‘uluslararası kamu hizmetleri günü, kamu emekçilerinin topluma verdikleri katkıları bilince çıkartmak amacıyla benimsenmiş bir gün olarak tanıtılıp kutlanıyor.(2)

Avrupa’daki bazı kamu emekçisi sendikaları ise bu günü nitelikli ücretsiz kamusal hizmetlere daha fazla kamusal yatırım yapılması ve emekçilerin çalışma koşullarının  iyileştirilmesi amacıyla  kemer sıkma politikalarına, ticarileştirmeye ve özelleştirmelere  karşı mücadele günü olarak kutluyorlar.(3)

Bu örgütler aynı zamanda hazırladıkları raporlarla, kamusal hizmetlerin giderek özelleştirme ve benzeri  uygulamalarla miktarsal olarak azaldığını ve bu hizmetleri sunan kamu emekçilerinin istihdam edilme biçimlerinin de kamudaki dijitalleşme, uzaktan çalışma, yapay zeka kullanımdaki artışlar yüzünden kötüleştiğini ortaya koyuyorlar.

Kısaca, ‘uluslararası kamusal hizmetler günü’ gelecekte daha iyi bir yaşamın inşasında nitelikli, ücretsiz kamusal hizmetlerin  ve bu hizmetleri sunan kamu emekçilerinin ne denli önemli olduğunun hatırlanması için belirlenmiş bir gün. Çünkü eğitimden sağlığa ve bankacılık hizmetlerine, sosyal bakım hizmetlerinden (yaşlı, çocuk ve engelli bakımı) iletişim ve ulaştırma gibi alt yapı hizmetlerine kadar böyle hizmetler hayatın ve toplumsal üretimin yeniden üretimi için zaruri olan hizmetler. Bu hizmetler ve onları üreten emekçiler olmaksızın hayat dönmüyor. Bunun en önemli kanıtlarından biri Covid-19 sırasında başta sağlık ve dağıtım olmak üzere böyle hizmetlerin kesintisiz olarak sürdürülmesiydi.

Kamusal hizmetlere değer vermek bu hizmetleri üreten kamu emekçilerine değer vermekten geçiyor. Bu nedenle de  kamu emekçilerinin sağladıkları toplumsal katkıyı gözeten bir maddi (adil ücretlendirme ve sosyal haklar)  ve maddi olmayan değerlendirme (itibar vb) hakkaniyetli bir biçimde yapılmalı.

Demokratikleştirilmiş bir kamu hizmeti programı nasıl olmalı?

Bu çerçevede başta kamu- özel işbirliği projeleri ve  taşeronlaştırma olmak üzere tüm özelleştirmelere karşı çıkılmalı ve daha önce özelleştirilmiş olanlar (yeni bir kamusallık tanımı altında) tekrar kamusallaştırılmalı ya da toplumsallaştırılmalıdır.

Bu bağlamda bu hizmetlerin sadece merkezi yönetimlere bağlı kamu iktisadi kuruluşları ya da diğer merkezi yönetim birimlerince sunumu kadar, bunların yerel birimler tarafından da yani belediyeler, yerel meclisler, komünler ve demokratik kooperatifler tarafından sunumu da çok önemli.

Kamusal hizmetler aynı zamanda müştereklerimiz

Bir başka anlatımla kamusal hizmetler artık sadece “sosyal devlet” olmanın bir gereği olarak değil, aynı zamanda bu hizmetlerin her birinin müştereğimiz olduğu  bilinciyle, piyasa/sermaye  ve devletten özerk aktörlerce ve ücretsiz olarak sunulması savunulmalıdır. Bu da her türden demokratik yerel sunum biçiminin artık denenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Son olarak, Covid-19 Salgını nedeniyle ortaya çıkan büyük çaptaki bütçe açıkları ve devlet borçlarındaki artışlar,  özellikle de otoriter yönetimler tarafından öncelikle halka dönük kamusal hizmetlere ayrılan bütçe ödeneklerinin azaltılmasıyla (kemer sıkma) telafi edilmeye çalışılıyor. Yani Covid-19 salgını ve beraberinde derinleşen ekonomik krizin faturası kamusal hizmetlerin daha da kısılması biçiminde emekçi halklara çıkartılıyor. Oysa bu açıklar zenginlerden alınabilecek vergilerle kapatılabilir.

Örneğin Türkiye’de Salgın döneminde 26 dolar milyarderinin toplam servetlerinin 15 milyar dolar daha arttığı biliniyor. Bunlara dönük bir servet vergisiyle bu açıklar giderilebilirdi. Bu yapılmadığı gibi, yakınlarda  açıklanan Kamu Maliyesi Raporunda (4) yer alan verilere göre, bu bütçe açıkları KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerdeki artışlarla ve kamusal hizmetlere ayrılan kaynakların azaltılmasıyla kapatılıyor.

Umutsuz TİS görüşmeleri

Bu bağlamda, kamu emekçilerinin kısa bir süre sonra siyasal iktidar ile başlatacakları toplu iş sözleşmesi (tis) görüşmelerinden gerçek enflasyonun yoksullaştırıcı etkisini ortadan kaldırabilecek bir reel ücret zammının çıkmayacağı çok açık.

Çünkü grev hakkı ile desteklenmeyen toplu görüşmelerden emekçilerin elde edebilecekleri şeyler çok sınırlı. Ayrıca kamu emekçilerini temsilen masaya oturan sendikalar gerçek bir emekçi sendikası olmaktan çok uzak, siyasal iktidarın kontrolü altındaki sendikalar. Keza ekonomik kriz dönemlerinde siyasal iktidarlar bu krizin bedelini tüm işçi sınıfına ve emekçi halklara ödetmek istediklerinden çok daha sert, otoriter, anti-demokratik tutum sergilerler. Bugün  yaşanmakta olan da budur.

Bu yüzden de öncelikle kamu emekçilerinin ve onların sendikalarının Türkiye işçi sınıfının bir parçası olduğu ve mücadelenin kamusal alan dışındaki işçi sınıfı ile birlikte birlikte yürütülmesi gerektiğinin bilincinde olması gerekiyor.

Emek, demokrasi ve barış mücadelesi

Ayrıca ücret iyileştirmeleri de dahil olmak üzere, ekonomik haklar için verilen emek mücadelesi demokrasi ve barış için verilen mücadelenin bir parçası olmak durumunda. Çünkü hem otoriter rejimler, hem de bunların yöneldiği savaş ortamı  işçilerin, emekçilerin ekonomik taleplerinin reddedilmesini kolaylaştıran faktörler.

İşte, KESK diğer sendikalardan farklı bir biçimde,  bu üç ayaklı mücadeleyi yıllardır yürütmekte olan bir emek örgütüdür. Bu yüzden de KESK’i güçlendirmek  demokrasiyi ve barışı güçlendirmek, demokrasiyi ve barışı savunmak KESK’i savunmaktır.

Dip notlar:

(1)    https://demokrasikonferansi.org (26 Haziran 2021).

(2)    https://publicadministration.un.org/en/UNPSA2021 (23 June 2021).

(3)    https://socialeurope.eu/international-public-service-day-a-day-of-celebration-action-and-resistance (23 June 2021).

(4)    T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kamu Maliyesi Raporu 2021-1/ Mayıs 2021, https://www.hmb.gov.tr (26 Haziran 2021).

 

 

20 Haziran 2021 Pazar

 

‘Kamu Maliyesi Raporu’ ve ‘Bütçe Gerçekleşmeleri’ bütçedeki adaletsizlikleri tescil ediyor!

Mustafa Durmuş

20 Haziran 2021



Hazine ve Maliye Bakanlığı geçtiğimiz hafta Kamu Maliyesi Raporu’nun (1) ilkini yayınladı Ardından da yılın ilk beş ayını içeren bütçe gerçekleşmeleri yayınlandı.

Kamu Maliyesi Raporu bu yılın üç ayına ilişkin olarak dünyada ve Türkiye’de genel ekonomi ve kamu maliyesi alanındaki gelişmelere ayrıntılı bir biçimde yer veriyor. Bu şekliyle Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nın çeyreklik hali gibi.

Öncelikle, raporda işin ancak erbabı tarafından anlaşılabilecek türden satır arası mesajlar var.  Örnek olarak 12’nci sayfada bankacılık sektörünün sağlam temeller üzerinde durduğu anlatılırken, sektördeki tahsili gecikmiş alacak (TGA) oranının  2021 yılı Mart ayı itibarıyla sadece yüzde 3,8 gibi oldukça düşük bir düzeyde olduğu vurgusu yapılıyor.

Ancak hemen ardından itiraf gibi bir cümle geliyor:  “Bu düşük seviyede bankaların kredi sınıflandırmalarına ilişkin salgın sürecinde getirilen düzenleme kolaylıkları etkili olmuştur.”

Yani “aslında çok  daha yüksek olan bu oran yeni tanımlamalar ve sınıflandırmalar sayesinde bu düzeyde gösterilebilmektedir” deniliyor. Nitekim Salgın sırasında yapılan bir düzenleme sonucunda takibe düşen alacağın süresi üç aydan altı aya kadar çıkartıldı, böylece takibe düşen kredilerin oranı kağıt üzerinde düşürüldü. (2)

Birbiriyle çelişkili tespitler ve öneriler

Asıl önemli olan ise raporda mantıksal olarak birbiriyle uyuşmayan tespit ve önerilerin yer alması. Bütçe açığı konusunda bu durum kendisini net olarak gösteriyor. Raporun 13’ncü sayfasında:

“Avrupa Birliği ortalaması dikkate alındığında merkezi yönetim bütçe açığının GSYH’ye oranı, 2019 yılı için yüzde 0,8 iken 2020 yılında yüzde 5,9’a yükselmiştir. Söz konusu oran ülkemizde 2019 yılında yüzde 2,9 iken 2020 yılında yüzde 3,4 olarak gerçekleşmiştir”.

Kısaca raporda AB ortalamasına göre bütçe açığının çok iyi bir durumda olduğu belirlemesi yapılıyor. Buna kısmen katılıyoruz, ancak  göreli olarak bu iyi duruma rağmen Salgın sırasında halka yeterli mali destek verilmemesini de eleştiriyoruz.

Diğer taraftan 14’ncü sayfada:

“Bu çerçevede, hem bütçe üzerindeki ilave maliyetler ve riskler, hem de mali disiplinin kararlılıkla devam ettirilmesi politikası dikkate alınarak bütçe açığını azaltacak tedbirlerin uygulanmasına karar verilmiştir. Bu kapsamda, 2021 yılı bütçe açığı/GSYH hedefi yüzde 4,3’ten yüzde 3,5’e güncellenmiştir. Bununla birlikte, bütçede oluşturulacak mali alan gerekmesi durumunda salgın kaynaklı ilave harcama ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanılacaktır” denilerek kemer sıkmanın sürdürüleceği ilan ediliyor.

Kemer sadece halk için sıkı, bazıları için oldukça gevşek

Eğer Salgın koşullarında dahi uygun bir mali hareket alanı  mevcutsa, Salgının ve ekonomik krizin halkı bu denli etkilediği, işsizliğin ve yoksulluğun tavan yaptığı bu koşullarda daha fazla kemer sıkmanın gereği nedir?

Aslında daha sonraki sayfalarda, ilk üç aylık bütçe performansına ilişkin olarak sunulan veriler dikkate alındığında,  hem harcamalar, hem de vergi gelirleri boyutuyla sadece belli kesimlerin desteklenmesine ilişkin olarak kesenin ağzının tamamen açıldığı, buna karşılık  halka Salgın boyunca kemer sıktırıldığı net bir biçimde anlaşılıyor. Bütçe açığını daha da düşürme hedefi ise bu uygulamanın  bundan böyle çok daha katı bir biçimde hayata geçirileceğini itiraf etmekten başka bir anlama gelmiyor.

Harcamalar artarken bütçe açığı tek koşulla azalır

Bu arada raporun 14’ncü sayfasında, bir başka iddialı ve bir o kadar da çelişkili bir tespit içinde bulunduğumuz yıla ait  Merkezi Yönetim Bütçesi büyüklükleri ile ilgili olarak yapılıyor:

“2021 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununda bütçe gelirleri 1.101,1 milyar TL, bütçe giderleri 1.346,1 milyar TL ve bütçe açığı 245,0 milyar TL olarak öngörülmüştür. Ancak, salgın koşulları, makroekonomik gelişmeler ve uygulanan/uygulanması planlanan tedbirler dikkate alındığında yılsonunda bütçe gelirlerinin 1.254,6 milyar TL, bütçe giderlerinin 1.454,5 milyar TL ve bütçe açığının 199,9 milyar TL olarak gerçekleşmesi tahmin edilmektedir”.

Yani kaçınılmaz olarak harcamaların artacağı, ancak vergi gelirlerinin de artarak bu yıl hedeflenenden daha düşük bir bütçe açığının sağlanacağı ileri sürülüyor.

Bu konuda ya raporda da geniş olarak yer verilen bu yılın ilk üç ayının yüzde 7 gibi yüksek büyümesine ve ikinci çeyreğinde daha yüksek olacağı beklentisine, buradan hareketle de vergi gelirlerinin tahsilatında bir patlama yaşanılacağına güveniliyor ya da her şeye rağmen halkın vergi ödeme kapasitesinin zorlanarak bu vergilerin toplanacağı öngörülüyor.

Ekonomik büyümenin tek başına vergi gelirlerini artırmaya yetip yetmeyeceği konusu bir yana hangi vergilere yüklenilerek bu açığın daraltılacağı konusu ise buradaki meselenin özünü oluşturuyor.

Bekçi Murtaza rolünü oynamaya soyunmak

Yüksek büyüme ile başı dönen siyasal iktidarın önümüzdeki altı ayın mayınlarla döşeli olduğunu görmediği ya da bunu önemsemediği açık. Yüksek enflasyon, yüksek cari açık, yüksek faiz oranları, yüksek dış borç stoku, yüksek kısa vadeli dış borç ödemesi (185 milyar doların üzerinde), yüksek döviz kuru, çok yüksek CDS’ler ve tüm bunlara karşılık eksi 50 milyar doların üzerinde net Merkez Bankası rezervleri ekonomiyi bir dış borç ve sistemik bankacılık krizine götürebilecek  mayınlardan bazılarını oluşturuyor.

Yüksek işsizlik ve derin yoksulluğun, devletin dışarıda giderek narko devlet olarak anılmaya başlamasının bu ekonomik sorunları daha da derinleştirmekte olduğu ve borçları çevirebilmek, cari açığı fonlayabilmek için taze para bulmanın da giderek zorlaştığı açık. Bu da ülkeyi bir emperyalistler kulübü olan NATO’da Bekçi Murtaza rolünü oynamayı (3) gönüllü olarak kabul etmeye götürüyor.

153 milyar liralık ilave vergi kimlerden alınacak?

Raporun 15’nci sayfasında şunlar yazılı:

“2021 yılı merkezi yönetim bütçe gelirlerinin, Bütçe Kanununda öngörülen tutarın (1.101,1 milyar TL) yüzde 13,9 üzerinde 1.254,6 milyar TL seviyesinde gerçekleşeceği tahmin edilmektedir. Bu kapsamda, Bütçe Kanununa göre yaklaşık 153,5 milyar TL ilave gelir öngörülmektedir. Bu çerçevede;  2021 yılı makro parametrelerdeki değişim, gerçekleşme eğilimi ve vergi dinamiklerinin etkisi ile 96,2 milyar TL,  7256 sayılı Kanun kapsamında 2021 yılında 19,4 milyar TL (2020 yılında 2,1 milyar TL ve 2021 yılı Nisan ayı itibarıyla 14,4 milyar TL tahsilat yapılmıştır), yürürlüğe giren ilave tedbirlerden 37,7 milyar TL, vergi dışı gelirlerden 21,1 milyar TL ilave gelir beklenmektedir”.

Her 1 liralık vergi artışının sadece 25 kuruşu sermayeden sağlanacak

Bunlar eğer boş umut (ham hayal) değilse, emekçileri vergileme anlamında oldukça zor günler  bekliyor. Çünkü bu 153.5 milyar liralık gelirin sadece 37,7 milyar liralık kısmı sermayeden karşılanacak. Aslında bu rakamın  kurumlar vergisinden elde edilecek olan 18 milyar liralık kısmının dışındaki vergi gelirleri halka kolayca yansıtılabilecek vergilerden (Özel İletişim Vergisi gibi) oluştuğu için bunlar da halkın sırtına iyice binecek.

Yapılanlar yapılacakların garantisidir!

Bu vergilerin kimlerden toplanacağının işareti ise ilk üç aydaki vergi gerçekleşmelerinde veriliyor.

Sayfa 18’de yer alan Tablo 9’da bu yılın ilk üç ayının vergi gelirleri geçen yılın ilk üç ayı ile kıyaslanıyor. Buna göre vergi gelirleri bu yılın ilk üç ayında geçen yılın aynı üç ayına göre 79 milyar lira (yüzde 45) civarında arttı. En fazla artan vergilere dikkat: Motorlu taşıtlardan alınan ÖTV yüzde 197, dahilde alınan KDV yüzde 174, dayanıklı tüketim mallarından alınan ÖTV yüzde 88, ithalde alınan KDV yüzde 71, kurumlar vergisi yüzde 48, gümrük vergisi yüzde 40,  gelir vergisi yüzde 29 ve  motorlu taşıtlar vergisi yüzde 20 arttı.

Burada gelir vergisine ayrı bir parantez açalım. Zira bu vergi bu süreçte 11 milyar liraya yakın arttı ve 48.3 milyar lira oldu. Ancak bu verginin yüzde 85’i  tevkifat yoluyla yani kaynaktan kesilerek (stopaj), bunun da çok önemli bir kısmı ücretlerden alınıyor (36 milyar lira). Böylece tevkifatın yüzde 88’i ücretlilerden yapılıyor. Kısaca bu verginin üçte ikisi emekçiler tarafından ödeniyor.

Ücretlilere böyle yüklenilirken, uzunca bir süredir izlenmekte olan  faiz gelirlerini düşük vergilendirme ya da hiç vergilendirmeme politikasının bir sonucu olarak, bu üç aylık dönemde TL mevduatlarından alınan tevkifat biçimindeki gelir vergisi azaldı. Bunun sonucunda Maliye 4.5 milyar liralık bir vergi kaybına uğradı.

Dahilde alınan katma değer vergisi (KDV) tahsilatları ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu.  Öyle ki bu üç ayda  53.2 milyar olarak tahsil edilen KDV, sermaye kesimine yapılan KDV iadeleri sonucunda net 23.9 milyar liraya geriledi. (4) Yani iş aleminin KDV yükü yice azaltılırken halkın üstlendiği kısım iyice ağırlaştı.

Mayıs 2021 Bütçe Gerçekleşmeleri bize ne söylüyor?

Kısa bir süre önce yayımlanan bütçe gerçekleşme verileri (5) bütçenin bundan sonra da nasıl kullanılacağına ilişkin öngörülerimizi doğruluyor.

Öncelikle Nisan ayında 16.9 milyar lira olan bütçe açığı Mayıs ayında gerileyerek 13.4 milyar liraya, beş aylık açık ise 7.5 milyar liraya geriledi. Normal koşullarda bütçe açığındaki bu azalma sevindirici bir durumdur. Ancak Covid-19 Salgını ve bu salgının derinleştirdiği ekonomik kriz koşullarında açığın daralması siyasal iktidarın halka kemer sıktırdığının net bir göstergesidir. Nitekim Türkiye’nin Salgın süresince halka yapılan nakit destekleri açısından  milli gelirinin yüzde 2’sinin altında kalan ülkeler arasında yer aldığı gerçeği bu tespiti doğruluyor.

Halka kemer sıktırılırken, faizciye ve sermayeye kaynak aktarmaya devam

Diğer taraftan, tablodan da görülebileceği gibi, bütçe açığı azalırken faizciye yapılan ödemelerde ciddi bir artış var. Öyleki geçen yılın ilk beş ayında yapılan faiz ödemeleri 64.5 milyar lira iken bu yılın ilk beş ayında bu yüzde 26 oranında artarak 81.5 milyar liraya yükseldi. Bunda yüksek enflasyon ve yüksek faiz oranları etkili oldu. Yani yanlış faiz ve kur politikalarıyla yüksek enflasyona neden olan siyasal iktidarın bu hatası halkın faizciye daha fazla ödeme yapmasıyla sonuçlandı.

Benzer bir biçimde, harcama bütçesinin cari transferler kalemi altında iki kamu bankasına görev zararı olarak yapılan ödemelerdeki artışlar bütçenin sınıfsal karakterini ortaya koyuyor.

Öyle ki Halk Bank’a geçen yılın ilk beş ayında görev zararını kapatmak için 1 milyar liralık transfer yapılırken, bu yılın aynı döneminde bu miktar yüzde 24 artarak 1,3 milyar liranın üzerine çıktı. Aynı şekilde Ziraat Bankası için yapılan ödeme 1,6 milyar liradan yüzde 4’lük bir artışla 1,7 milyar liraya yükseldi. Yani iki bankaya görev zararını kapatmak üzere  3 milyar lirayı aşkın bir kaynak transferi yapıldı.

Kısaca, bazılarına ucuz faiz oranıyla kredi ve ucuz kurdan döviz satışları yapılmasının ve diğer geri dönmeyen kredilerle zarara uğratılan kamu bankalarının bu zararı, halktan toplanan vergilerle yine halka ödettiriliyor. Diğer taraftan  aynı dönemlerde çiftçiye yapılan tarımsal destekleme ödemeleri  12.6 milyar liradan 10,9 milyar liraya düşürüldü, yani yüzde 13 oranında azaltıldı. Bu da iktidar blokunun bütçe açığını daraltmak için faturayı halk sınıflarına nasıl kestiğini ortaya koyuyor.

İlk beş aylık vergi tahsilatları vergilemedeki adaletsizliği göz önüne seriyor

Gelelim bütçenin vergi gelirleri tarafına. Geçen yılın ilk beş ayına göre bu yılın aynı döneminde vergi gelirleri 143 milyar lira artarak 280.5 milyar liradan 423.7 milyar liraya çıktı, yani yüzde 51 oranında arttı.

Böyle bir artışın bir kısmı yüksek enflasyon ile açıklanabilirse de, tamamını bununla açıklamak mümkün değil zira resmi enflasyon oranı yüzde 17’nin altında. O halde sadece halka dönük harcamalarda kısıntı yapılmadığı, aynı zamanda halktan toplanan vergilere de epeyce bir yüklenildiği ortaya çıkıyor.

Örnek olarak gelir vergisinden sağlanan gelirler bu süreçte 58.5 milyar liradan 80.1 milyar liraya çıktı. Bu yüzde 37’lik bir artış demek.  Bu verginin yüzde 89’unu stopaj ya da tevkifatla toplanan gelir vergisi oluşturuyor. Bu da 52.7 milyar liradan 71.5 milyar liraya yükseldi. Bu verginin üçte ikisini ise ücretten tevkifatla alınan gelir vergisi oluşturuyor. Böylece dolaysız vergiler içinde beşte biri aşan bir paya sahip olan bu vergi gelirlerindeki artış emekçilerin daha fazla vergi ödemeleriyle sağlanmış oldu.

Kurumlar vergisi aynı dönemde 47.4 milyar liradan 67.9 milyar liraya çıktı. Bu yüzde 43’lük bir artış demek. Bu verginin yüzde 25-50’sinin geriye doğru ücretlere yansıtılabilir olduğunu (6) unutmamak gerekiyor. Böylece sermaye kesiminin elini taşın altına soktuğu kısım bu ölçüde azalıyor.

KDV tahsilatları yüzde 125 arttı

Ancak asıl büyük artışlar dolaylı vergiler denilen ve asıl olarak halkın ödemek durumunda kaldığı, onun üzerine yığılıp kalan vergiler. Örnek olarak dahilde alınan katma değer vergisi (KDV)  geçen yılın ilk beş ayına göre bu yılın aynı döneminde 19.4 milyar  liradan 43.6 milyar liraya çıktı. Yani yüzde 125 oranında artış gösterdi. İthalde alınan KDV ise aynı dönemlerde 46.2 milyar liradan, yüzde 93’lük bir artışla, 89 milyar liraya yükseldi. Son olarak özel tüketim vergisi (ÖTV) yüzde 24’lük bir artış ile 62.3 milyar liradan 77.4 milyar liraya çıktı. (7)

Özetle, siyasal iktidar tarafından ‘sağlıklı bir bütçe performansı göstergesi’ olarak sunulan kamu maliyesi verileri halk açısından başka bir anlama geliyor. Çünkü faizciye, sermayeye kaynak aktarmaya, lüks devlet harcamalarına, güvenlik harcamalarına devam edilirken, halka dönük sosyal harcamalar, üstelik de en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde, kısıldı. Halktan toplanan vergiler ise daha da artırıldı.

Dip notlar:

(1)    T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, amu Maliyesi Raporu 2021-1/ Mayıs 2021.

(2)      BDDK’nın 8948 Sayı ve 17 Mart 2020 Tarihli Kararı.

(3)      Fehim Taştekin, “NATO'da bir Bekçi Murtaza!”, https://www.gazeteduvar.com.tr (16 Haziran 2021).

(4)      T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, amu Maliyesi Raporu 2021-1/ Mayıs 2021, s. 21.

(5)        T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı , Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri, https://www.hmb.gov.tr (20 Haziran 2021).

(6)      https://taxfoundation.org/do-corporate-tax-cuts-increase-income-inequality (29 October 2020).

(7)      T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı , Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri, https://www.hmb.gov.tr (20 Haziran 2021).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

13 Haziran 2021 Pazar

İlk günahı kim işledi?

 

İlk günahı kim işledi?

Mustafa Durmuş

13 Haziran 2021

Katolik Kilisesi inancına göre insan Tanrı’ya itaatsizlik etme ve kötü şeyler yapma dürtüsüyle, yani günahkar olarak doğar. İnsanın işlediği ˝ilk günah˝ da Adem ile Havva’nın, Şeytan’a uyarak  yasaklanmış meyveyi yemesiyle işlenen günahtır.  Dünyadaki bunca kötülüğün nedeni de işte bu ilk günahtır. (1)

Teoloji alanında bu terime tarihteki soykırım ve savaşları, her türden sömürü ve tacizi açıklamak için başvurulurken, burjuva iktisadı alanında ilk kez 1999 yılında Barry Eichengreen ve Ricardo Hausmann ekonomide yaşanan ciddi sorunları açıklamak için bu kavramı metaforik olarak kullandılar. (2)

İktisatta İlk Günah 

Ancak ilk günah terimini bu iktisatçılardan bir yüzyıldan fazla bir zaman önce Karl Marx kullandı. ˝Kapitalizmdeki ilk günahın rolünü˝ Marx, Kapital’in birinci cildinde ilk birikimi açıkladığı bölümde, aşağıdaki cümlelerle anlatır:

˝İlk günahın teolojide oynadığı rolün aşağı yukarı aynısını, ekonomi politikte ilk birikim oynar. Adem Baba elmayı ısırdı ve insan ırkı günahı yüklendi…. Teolojinin ilk günah efsanesi bize, kuşkusuz, insanoğlunun ekmeğini alnının teriyle kazanmaya nasıl mahkûm edildiğini anlatır; ekonomik ilk günah tarihi ise, buna ihtiyaç duymayan insanların nasıl olup da var olabildiklerini açıklar. Aynı şekilde. Böylece, birinciler zenginlik biriktirdi ve ikincilerin elinde sonunda kendi derilerinden başka satacakları bir şey kalmadı. Ve olanca çalışmalarına rağmen, hala kendilerinden başka satacakları hiçbir şeyleri olmayan büyük kitlenin yoksulluğu ve çalışmayı çoktan bırakmış azınlığın buna rağmen sürekli büyüyen zenginliği işte bu ilk günahla başlar˝ (3).

Çağdaş burjuva iktisadında ise ilk günah; ekonominin kanunlarına aykırı bir biçimde, bir ülkenin kendi ulusal parasıyla dışarıdan uzun vadeli olarak borçlanamayacağı ya da içerde sabit  faizle uzun vadeli borçlanamayacağı, dolarizasyona yönelim, dövizle alınan kredilerle yapılan bir yatırımın ürünlerinin ulusal para ile satılmasının neden olacağı parasal uyumsuzluk durumu olarak anlatılır.

Uluslararası yatırımcılar açısından, örneğin dolar cinsinden borçlanarak bir ülkede ulusal para cinsinden menkul kıymete yatırım yapan, ancak doların dışarıda değer kazanmasıyla iki para biriminin değeri  arasında ortaya çıkan uyumsuzluk yüzünden doğan zarara vurgu yapılır.

Kısaca iktisatta ˝İlk Günah Hipotezi˝, ortaya çıkan  sorunların ekonominin kanunlarına aykırı  davranmaktan doğduğunu ve bunun telafisi mümkün olmayan başka büyük yanlışlara yol açtığını ileri sürer.

Peker videolarının ortaya çıkardığı ilk günah

Sedat Peker videolarının ortaya çıkardığı bazı sarsıcı gerçekler ister istemez bu terimi aklımıza getiriyor.

Bu gerçeklerden biri Bodrum‘daki bir yarımadaya kurulmuş bir lüks otel ya da tatil köyü kompleksinde yaşanan, devletin içinde yer alan bazı mafyatik unsurların, deyim yerindeyse otele çökmesi ya da sermayenin sürekli el değiştirmesi biçiminde gerçekleşen bir olay.

The Paramount Otel‘den söz ediyoruz. Şu ana kadar anlatılanlardan otelin devletten 49 yıllığına yap islet modeliyle kiralanan bir yarım ada üzerine 2012 yılında Atilla Uras tarafından yapıldığı, daha sonra, devlet içinde çöreklenmiş bazı mafyatik unsurlar aracılığıyla önce bir Azeri kara para aklayıcısına, sonra bir Rus oligarka devredildiği, bunların yerli ortaklarının da birbirlerine girdiği, sahiplerinden birinin apar topar yurt dışına kaçırıldığı, daha sonra bir başkasının otele tankla gelip el koyduğu anlaşılıyor.

Olayda sadece otele çökme de ya da sermayenin el değiştirmesi de yok. Bir suitindeki bir gecelik konaklaması 100 bin lirayı aşan bu otelde üst düzey yargı mensubu birisi dahil. bazı kamu görevlilerinin ve politikacıların ve havuz medyasının ekran yüzünün de ağırlandığı görülüyor.

Dahası bu otel kompleksi aracılığıyla onlarca milyon doları bulan ciddi boyutlarda kara paranın aklandığı ileri sürülüyor. Nitekim bu konuyla ilgili olarak MASAK tarafından hazırlanmış bir rapordan söz ediliyor.

Türkiye bir süredir mafya-politikacı-sermayedar üçgeni etrafında milyar dolarlık varlıklara nasıl çöküldüğüne ilişkin haberlerle anılıyor. Ağar’lı Marina’dan sonra Paramount Hotel şaşırtıcı olmadı. Öyle görünüyor ki bundan böyle Bodrum’dan söz ederken ‘Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’undan değil, ‘mafyanın Bodrum’undan söz edilecek.

Kamuya ait bir orman arazisi kamuyu zarara sokan bir bankacıya neden verilir?

Gelelim burada işlenen  ilk günaha. Hipoteze göre, bir yerde ilk günah işlendiği için belli ki Bodrum bu hale geldi. İlk günah bu otelin bulunduğu yarım adanın A. Uras’a 49 yıllığına devlet tarafından yap islet modeliyle verilmesiyle işlendi. A. Uras batan Marmarabank’ın yönetim kurulu başkanıydı.  1994'te devlet tarafından el konulan bu bankada Halkbank’ın 7 milyon dolar, Türkiye Kalkınma Bankası'nın 2.8 milyon dolar TEK'in de 780 milyar lirası da battı.  Banka ayrıca 20 bin dolayındaki mudiye olan 3 trilyon liralık  borcunu ve yabancı bankalardan aldığı 120 milyon doları da devletin sırtına bıraktı. (4)

Özetle, devlet ilk günahı bizzat işleyerek halka, kamuya ait bir ormanlık araziyi  2012 yılında banka batırmış bir bir sermayedara ve onun yerli ve yabancı ortaklarına adeta altın tepsinin içinde sundu. Topluma ve doğaya karşı işlenen bu ilk günah ile üzerine çökülen bu tesisler yapıldı. Büyük çaptaki kara para operasyonları otele Azeri ve Rus oligarkların ilgisini artırdı. Bunların  işlerinin kolaylaştırılması ise devletin bazı unsurlarıyla arası çok iyi olan mafyanın devreye girmesiyle mümkün oldu ve mafya işin önemli bir parçası oldu. Nema çok büyük olduğundan, paylaşım kavgası da çok büyük oldu ve sonuçta mafyatik yöntemlerle otel sürekli el değiştirdi.

Başa dönelim. Eğer kamuya, halka ait bu ormanlık arazi böyle peşkeş çekilmeseydi, yani ilk günah işlenmeseydi muhtemelen bugünkü tablo da ortaya çıkmayacaktı.

İşin aslı 1983’ten itibaren Özal’ın başlattığı özelleştirmeler, sahillerin ve kıyıların sermaye gruplarına verilmesiyle bu ilk günah tüm turizm sektöründe işlendi. Bu sektör artık sadece acımasız bir emek sömürüsü ile değil, aynı zamanda doğa katliamlarıyla ve mafyatik el koymalarla, kara para aklanması gibi olaylarla anılıyor.

Demirören elin taşıyla elin kuşunu vurdu

Yine Peker’in ortaya attığı en az  bu olay kadar önemli bir başka iddia ise Demirören Grubunun bir kamu bankası olan Ziraat Bankası’na olan büyük çaptaki kredi borcuna ilişkin olarak (süresi gelmiş olmasına rağmen) hiç bir geri ödeme yapmamış olduğu iddiası.

Bilindiği gibi, Demirören Grubu 900 milyon dolara satın aldığı Doğan Medya Grubu‘nun 750 milyon dolarlık kısmını Ziraat Bankası’ndan aldığı iki yıl ödemesiz kredi ile gerçekleştirdi. Bunu yaparken de bünyesindeki İstanbul Kemer Country arazileri için ilave imar izni çıkarttırarak kredi için yeterli teminatı da sağladı (5) .

Böylece iddiaya göre, kendisi elin taşıyla elin kuşunu vurdu ama aldığı krediye ilişkin hiçbir ödeme yapmadı. Asıl işi çiftçiye kredi vermek olan Ziraat Bankası ise böyle bir operasyona alet edilirken, banka büyük bir zarara uğratıldı. Bu da kuşkusuz bir süre sonra görev zararı adı altında vergilerimizle kapatılacaktır.

Buyurun size devlet bankası eliyle işlenen bir başka ilk günah örneği daha.

Müsilaj: Doğaya karşı işlenen ilk günah

İlk günah turizm ya da medya ile sınırlı da değil. Diğer doğa tahribatlarında da bu suçun işlendiği açıkça görülüyor.  Bunun en somut, en güncel örneği Marmara Denizindeki deniz salyası ya da müsilaj olayı. Marmara Denizi‘nin  üzeri böyle bir salya ile kaplandı ve salya Ege Denizi‘ne doğru ilerliyor. Kısaca Marmara Denizi, deniz çamuru, deniz salyası ya da müsilaj denilen bir semptom göstererek ölüyor.

Hidrobiyolog Levent Artüz’e göre, Marmara Denizi’nde görülen deniz salyasının hikayesi 1989 yılına kadar  gidiyor. Öyle ki denizin yüzeyinde ve altında görülen bu sorunun kaynağı Marmara’daki kirlenmeden ötürü tür çeşitliliğinin azalması. Yani dibe vuran tür çeşitliliğinin neden olduğu bir süreç yaşanıyor. Böyle bir tür çeşitliliğinin azalmasına bağlı olarak mevcut canlı türlerinin fert sayıları azalıyor. Tehlikeli  atıklar denize boşaltıldığında denizde yaşayan canlıların sadece bazı türleri buna dayanırken diğerleri ölüyor. Özetle, tek hücreli bitkisel canlılardan, bir tür fitoplankton olan Gonyalux fragilis yoğun bir biçimde çoğalıyor ve bu sarı beyaz renkte bir çamurumsu maddeye dönüşüyor. (6)

Böyle bir kirlenmenin neden olduğu pis koku ve görüntü kirliliğinin yanı sıra,  bunun balıkçılık başta olmak üzere ciddi bir besin ve istihdam kaynağını yok etmek, gıda güvenliğini ortadan kaldırmak  gibi ekonomik sonuçları da görülecek. Bunun da, Kolera gibi bazı hastalıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, bir halk sağlığı sorununa dönüşmesi hayli olası.

Ekosistem çöktü

Bülent Şık’ın dediği gibi: ˝Müsilaj yıkıma uğratılmış bir ekosistemin açığa çıkardığı sorunlardan sadece biri. Asıl mesele tahrip edilmiş, çökmüş bir ekosistemle karşı karşıya olmamız. Çünkü bir ekosistemin ağır şekilde tahrip edilmesi,  kirletilmesi ya da değişikliğe uğratılması bakteriler ve virüsler gibi hastalık etkenlerinin toplumsal hayata sıçramasını kolaylaştırır. Hastalıklara yol açan bakteriler, çevresel baskılara (örneğin ekosistem değişimi-çöküşü gibi) yanıt olarak hızla evrimleşmek için mekanizmalar geliştirir. Bu hızlı değişiklikler genellikle pandemik potansiyeli olan yeni hastalık etkenlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Esasen bir kural olarak ekosistemlerdeki altüst oluşların hastalık etkenlerinin insan toplulukları içindeki yayılımını kolaylaştırdığını söylemek mümkündür˝. (7)

Uzmanlara göre, müsilaja neden olan faktörler deniz ekosistemini büyük ölçüde çökerten, böylece de biyolojik çeşitlilik kaybına neden olan şey, derin desarj yöntemiyle denize salınan evsel ve sanayi atıkların yarattığı  kirlilik.

Burada da başta denizler olmak üzere, doğaya karşı işlenmiş bir ilk günah söz konusu. Yüksek kâr ve rant elde etme peşindeki sermayeye  denizi kirletme iznini verenler, buna göz yumanlar, bu konuda 1989 yılından bu yana önlem almayı reddedenler kısaca sermayenin yanı sıra devlet bu ilk günahı işleyendir.

Biyoçeşitlilik azalıyor

İşin kötüsü deniz salyasında kendini gösteren biyolojik türlerin çeşitliliğinin azalması ne devletçe, ne de toplumun büyük bir kesimince bir sorun olarak görülüyor. Ekolojik konulara tam olarak hakim olmayanlarsa, ekolojik yıkımı asıl olarak iklim değişikliği ve  küresel ısınma gibi olgularla sınırlı tutyor ve  biyoçeşitlilik azalmasını  göz ardı ediyor.

Oysa Birleşmiş Milletler’e göre türlerin yok oluşu sanayi devrimi öncesine göre bin kat daha fazla gerçekleşiyor. Sadece 1970’den bu yana kuş, memeli, sürüngen türlerin yarısından fazlası yok oldu. Günümüzde 1 milyondan fazla tür yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. (8)

Öte yandan. insanın geleceği ile doğadaki diğer canlıların ve doğal varlıkların geleceği birbirine sıkı sıkıya bağlı. Bize faydasının olmadığını düşündüğümüz diğer canlı türleri yok oldukça insan türü de yok olmaya mahkum. Yani bizi var edenler yok edildikçe bizim varlığımız da ortadan kalkacaktır.

Bir başka anlatımla, biyoçeşitlilik insanın  varoluşunu sürdürebilmesi  açısından son derece önemli etkilere sahip. Öyle ki fiziksel sağlığımızı iyileştirdiği kadar, küresel ekonomiyi daha dayanıklı kılıyor ve kültürel oluşumumuzun da önemli bir kısmını oluşturuyor. Buna rağmen kapitalizm biyoçeşitlilikte çok ciddi bir azalmaya  neden oluyor.

‘Yaşayan Gezegen Raporu’nda yer alan beş etken

Yıllık yayınlanan Yaşayan Gezegen Raporu’na göre; 1970-2016 yılları arasında doğadaki canlı türleri ortalama yüzde 68 oranında azaldı. Rapor bu azalmayı 4 bin farklı tür (memeliler, kuşlar, balıklar, sürüngenler ve çift yaşamlılar gibi) üzerinde yaptığı araştırmalar üzerinden elde ettiği verilere dayandırıyor ve türsel azalmanın beş ana nedenine dikkat çekiyor. Bunlar önem sırasına göre (9):

(i)Toprak ve denizlerin kullanımının değişmesi. Bu türsel azalmada yüzde 50 oranında etkili bir faktör. Öyle ki yanlış kullanım yüzünden her 2 saniyede  0,4 hektar büyüklüğünde yağmur ormanı yok oluyor. Bu noktada ormanların kereste elde etmek için tahrip edilmesi, sürdürülemez tarım pratikleri, yaygın konut/ev yapılması ve diğer inşaatlar ve madencilik faaliyetlerindeki artış çok etkili oluyor.

(ii) Türlerin aşırı sömürüsü. Bu türsel azalmada yüzde 24 oranında etkili oluyor. Vahşi hayvan ticareti için türler yok ediliyor ve/veya bazı balıkçılık pratiklerinde olduğu gibi, niyetlenilmemiş bir sonuç olarak türler yok edilebiliyor.

(iii) Hastalıklar ve virüsler. Bu türsel azalmada yüzde 13 oranında etkili. Bazı hastalıklar, yuvaların tahrip edilmesi, bu canlıların besin ve yaşam alanlarının ortadan kaldırılması ve avcılık buna neden oluyor.

(iv) Kirlilik. Bu etkenin payı yüzde 7. Denizlere olan petrol sızıntısı ani etki yaratırken, mikro plastiklerin etkisi daha uzun vadede ortaya çıkıyor.

(v) İklim değişikliği. Bu etken ise türsel azalmada yüzde 6 paya sahip. İklimde ortaya çıkan düzensiz ve ani  değişimler bazı türlerin kafalarının karışmasına, bu da normal olmayan üreme ve göç etme zamanı gibi etkilere neden olarak yok oluşu hızlandırıyor.

Türkiye ‘biyoçeşitlilik ve ekosistem canlılığı’ açısından 180 ülke arasında en alttan 175‘inci

Her yıl Yale Üniversitesi bünyesindeki bir kurum tarafından Çevre Performansı Endeksi düzenleniyor .

Bu endeks (10) küresel çapta olmak üzere (180 ülkede)  çevresel sürdürülebilirliği ölçüyor, 32 performanca göstergesini 11 kategori altında topluyor ve ülkelerin çevre sağlığı ve ekosistemin canlılığı anlamında performansını sıralıyor.

Türkiye’nin 180 ülke içinde toplam endeksteki ortalama yeri 99’uncu sıra. Ancak biyoçeşitlilik ve ekosistem canlılığı göstergesi açısından en altlarda, 175’inci sırada kendine yer bulabiliyor. Kişi başı sera gazı emisyonu açısından ise 113’üncü sırada bulunuyor.

Görünen o ki ülkede sadece ciddi ekonomik, politik krizler ve toplumsal bir çöküş yaşanmıyor. Aynı zamanda kapıya dayanmış bir çevrekırımını (ekosid) ve ekosistem çöküşü yaşanıyor. Marmara müsilajı bunun sadece denizde yaşanan kısmını bize gösteriyor.

Ne yapmalı?

Siyasal iktidarın ve sermayenin sadece toplumsal sorunlara değil, ekolojik sorunlara karşı da duyarsız olduğunu biliyoruz. Tam tersine son örnekte olduğu gibi, bu tür sorunlar manipüle edilerek Kanal İstanbul projesine destek sağlanması için kullanılıyor. (11)

Diğer yandan mafya-politikacı/devlet-sermaye üçgeninde görülen müsilaj ile Marmara Denizinde yaşanan müsilaj öz itibarıyla aynı kaynaktan besleniyor. Bu kaynağın kurutulması gerekiyor. Bunu yapmazsak, sadece  yurttaşlar olarak yaşamlarımız tehlikeye girmeyecek, aynı zamanda ekolojik çöküşten kaynaklı  kitlesel ölümlerle karşı karşıya kalacağız.

Bu nedenle iş başa düşüyor. Yaşamımızın her alanında işlenmiş olan ilk günahla yüzleşmek, bunu işleyenleri teşhir etmek zorundayız. Bu da yetmez,  günah işlemeye devam edenlerle demokratik yol ve yöntemlerle mücadele etmek ve halkı demokratik ve eşitlikçi olduğu kadar, ekolojik bir toplum ve dünyayı kurabileceğimize de söylem ve eylemlerimizle inandırmamız gerekiyor.

Dip Notlar:

(1)    https://www.bbc.co.uk/religion/religions/christianity/beliefs/originalsin (9 Haziran 2021).

(2)    B. Eichengreen and R. Hausmann, "Exchange Rates and Financial Fragility", In New Challenges for Monetary Policy. Proceedings of a symposium sponsored by the Federal Reserve Bank of Kansas City, 1999.

(3)    Karl Marx, Kapital Birinci Cilt, Almanca’dan çevirenler Mehmet Selik, Nail Satlıgan,Yordam Kitap, 2.Basım, 2011, s. 686.

(4)    https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/marmara-bank-yoneticilerine-hapis (9 Kasım 2000).

(5)    https://www.karar.com/yazarlar/ismet-berkan/demiroren-grubunun-ziraat-bankasi-borcu (10 Haziran 2021).

(6)    https://tr.euronews.com/marmara-denizi-nde-ekolojik-y-k-m-musilaj-nedir-cozum-icin-ne-planlan-yor (5 Haziran 2021).

(7)      https://bianet.org/1/1/245305-musilaj-sorunu-ve-salgin-riski-elestirilere-yanitlar (8 Haziran 2021)

(8)      Jason Hickel, Less is More, How Degrowth Save the World, Penguin Random House UK, 2020, s. 8.

(9)    Carmen Ang, “Visualizing the Biggest Threats to Earth’s Biodiversity”, https://www.visualcapitalist.com (11 November 2020).

(10) Environmental Performance Index 2020, EPI Report. https://epi.yale.edu (10 Haziran 2021).

(11) https://tr.euronews.com/ulast-rma-bakan-karaismailoglu-kanal-istanbul-deniz-salyas-n-bitirecek (8 Haziran 2021).

 

 

6 Haziran 2021 Pazar

Biri büyüdü, biri küçüldü, biri yeniden bulundu

 

Biri büyüdü, biri küçüldü, biri yeniden bulundu

Mustafa Durmuş

6 Haziran 2021

Önce ekonomik büyüme, ardından da enflasyonla ilgili iki müjdeli (!) haber paylaşıldı. İlki hızlı büyürken, diğeri küçülüyordu. İki gün önce de yeni bir doğal gaz rezervi bulunduğu müjdesi verildi. İktidar blokunun hızlı bir iniş yaşadığı bu süreçte ekonomide işlerin yoluna girmeye başladığı algısı mı yaratılıyor? Yoksa ekonomide gerçekten işler nihayet rayına oturmaya mı başladı?

Yeni rezerv bulunduğu haberlerinin daha önce de yapıldığını bilerek onu bir kenara bırakalım ve resmi açıklamaları bir an için doğru kabul ederek, enflasyondan başlayarak bu iki veriyi değerlendirelim.

Enflasyon göstergesi olarak kabul edilen Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) bu yılın Mayıs ayında, geçen yılın aynı ayına göre yıllık bazda yüzde 16,59 artış gösterdi. Nisan ayında bu artış yüzde 17.14 idi. Yani TÜİK’e göre dezenflasyon (enflasyonu azaltma) süreci başladı.

Diğer yandan, gıda ve alkolsüz içeceklerde bu oran yüzde 17,4; sağlıkta yüzde 19,3 ve ulaştırmada yüzde 28,4 oldu. Sadece gıda ve ulaştırmanın harcama bütçesi içindeki ağırlığının yüzde 41,4’ten fazla (1) ve bu iki grup maldaki resmi enflasyon oranının ortalama yüzde 23 olduğu dikkate alındığında,  hissedilen enflasyonun yüzde 38 daha yüksek olması gerektiği açık. Ayrıca et, tavuk, peynir gibi ürünlerin, hem harcama bütçesi içinde göreli olarak yüksek bir paya sahip,  hem de gerçekte fiyatları en fazla artan gıda maddeleri olduğu düşünülürse, enflasyonun sadece yoksulu daha da yoksullaştırmadığı, aynı zamanda orta gelirlileri de hızla yoksullaştırdığı ortada.

Gerçek duruma ve teoriye uygun olmayan bir enflasyon düşüşü

Resmi verilerin gerçeği tam olarak yansıtmadığı biliniyor. Zira sokakta, pazarda, markette ve mutfaktaki enflasyon resmi enflasyonun çok üzerinde seyrediyor. Bu yaşanılarak deneyimlenen bir durum. Ancak enflasyon hesabının bir de iktisatçıların bildiği bir teorik yanı var.

Şöyle ki bu bir yıllık süreçte kredi kullanımı, borç geri ödeme ertelemesi ve vergi ötelemesi biçiminde ekonomiye verildiği ileri sürülen toplam 524,3 milyar liralık bir finansal genişleme desteğinin (2) talep yönlü olarak enflasyonu düşürmesi değil, artırması beklenir.

Hem Salgın yüzünden mal temininde (tedarikte) yaşanan zorlukların, hem bu süreçte hızla yükselen döviz kuru ve faiz oranının, yine bu süreçte asgari ücrete ve diğer ücretlere yapılan ücret zamlarının, hem de giderek belirginleşen kuraklığın başta gıda fiyatları olmak üzere birçok mal ve hizmetin üretim maliyetini artırması, bunun da maliyet yönlü olarak enflasyonu düşürmesi değil, artırması beklenir.

Hala OECD ülkeleri arasında en yüksek enflasyona sahip ekonomiyiz

Bunlara rağmen enflasyon düştüyse bunu bilimsel açıdan izah etmek mümkün değil. Kaldı ki yüzde 17’ye yakın bir enflasyon ile Türkiye hala OECD’nin en yüksek enflasyonuna sahip ülkesi rekorunu elinde tutuyor. (3) Ayrıca Türkiye’deki enflasyon oranı Yükselen Asya Ekonomilerinin, Yükselen Avrupa Ekonomilerinin ve Latin Amerika ve Karayipler Ekonomilerinin ortalama enflasyonlarının iki ila dört katı daha yüksek. (4)

Gelelim büyüme verilerine. TÜİK bu yılın ilk çeyreğinde geçen yılın aynı çeyreğine göre ekonominin yüzde 7 büyüdüğünü açıkladı. İktidar bu verilerin doğruluğunda, ana muhalefet ise yanlışlığında ısrar ediyor. Tartışma buraya sıkıştırıldığında meselenin özünü, yani kapitalist büyümenin gerçekte ne olduğunu kavrayabilmemiz olanaksız. Bu yüzden verilerin bir an için gerçeği yansıttığını kabul ederek büyüme verisini değerlendirmeye başlayalım.

Dünya büyürken, Türkiye ekonomisi de büyüyor

Öncelikle, tüm dünyanın Covid-19 Salgınının ikinci yılından itibaren, aşılamadaki olumlu gelişmeler ve normalleşme adımları ile birlikte hızla büyümekte olduğu bir gerçek. Nitekim IMF bu yıl küresel ekonomik büyümenin yüzde 6 olmasını, OECD ise G20 ülkelerinin ortalama yüzde 6,3 oranında büyümesini öngörüyor. (5) Küresel ekonominin Covid-19 sonrası büyüdüğü bir dönemde Türkiye ekonomisinin yıllık büyüme potansiyeli civarında (yüzde 5,5) (6) ya da biraz daha yüksek hızda büyümesi kadar normal bir durum yok. Buna uygun olarak bu yılın ikinci çeyreğinde büyüme rakamı iki haneli olarak gelirse şaşırmamak gerekiyor.

Büyümenin kaynakları: İhracata dönük yatırımlar, tüketim harcamaları ve stok artışları

Harcamalar yöntemiyle büyüme verilerine baktığımızda; bu büyümenin kaynaklarının sırasıyla; gayrisafi sabit sermaye yatırımlarındaki artışın (yüzde 11,4), hane halkı tüketimindeki artışın (yüzde 7,4), ihracattaki artışın (yüzde 3,3) ve kamu tüketim harcamalarındaki artışın (yüzde 1,3)  olduğu göze çarpıyor.

Bu çerçevede, büyümede hem tüketim mallarına, hem de üretim mallarına yönelik stok üretimindeki artışın (yüzde 5,2)  ve imalat sanayi üretimindeki artışın desteklediği ihracat artışının önemini vurgulamak gerekiyor. Başta Avrupa olmak üzere büyük pazarların Çin’in tedarik zincirindeki öneminin göreli olarak azalması yüzünden Türkiye gibi ülkelere tedarik için yönelmesi ihracat artışının ardındaki en önemli etken.

Diğer taraftan, ihracat artışının ardında başka gerçekler de söz konusu. Büyük ihracatçı şirketler tekstil, hazırgiyim gibi ürünleri giderek küçük fason üreticilere ürettiriyor. Bu işletmelerin büyük bir kısmı "merdiven altı" çalışıp kayıt dışı yabancı işçi istihdam ediyor.

İhracatın ardındaki gerçekler: Yoğun emek sömürüsü ve ‘yoksullaştıran büyüme’

Kısaca ihracat artışının gerisinde sadece Türkiyeli işçilerin değil,  büyük çoğunluğunu Suriyeli göçmenlerin oluşturduğu, Afgan, Irak, İran, Nijerya, Senegal gibi ülkelerin işçilerinin emeklerinin aşırı bir biçimde sömürülmesi yatıyor. Resmi asgari ücretin yarısı kadar bir ücrete çalıştırılan bu işçiler sigortalı olarak çalıştırılmadıkları için de hiçbir güvenceye de sahip değiller.

Piyasadan edinilen bilgilere göre, lojistik kolaylıklarının yanı sıra, döviz kurundaki hızlı yükseliş ve yüksek işsizlik gibi nedenlerle Çin’deki işçilik ücretlerinin dahi altına düşen ücretlere çalışmak zorunda kalan Türkiye’deki işçilerin ortaya çıkardığı kârlı durum nedeniyle Avrupalı firmalar Çin’den mal getirmek yerine Türkiye'yi tercih etmeye başladılar.

İhracat artışının ülkeyi ‘yoksullaştıran bir büyümeye’ neden olduğunun en somut göstergesi ise efektif döviz kurlarındaki (REK)  gerileme. Öyle ki geçen yılın Nisan ayında 69.21 olan REK, bu yılın Nisan ayında 62.29’a kadar geriledi.(7)  Yani ülke artık çok daha ucuza ihracat yapmak durumunda kalıyor ki bu da kâr oranlarının düşürülmemesi için ücretlerin daha düşürülmesi, doğa üzerindeki maliyetlerin iyice ihmal edilmesiyle sonuçlanıyor.

Milli hâsıla hala 2019’un gerisinde

Ancak madalyonun diğer yüzünde başka gerçekler de var. Öncelikle 2021 yılı ilk çeyrekteki yüksek büyümeye rağmen milli hâsıla düzeyi hala iki yıl öncesinin (2019) aynı çeyreğinin gerisinde kaldı. Öyle ki, bu yılın ilk çeyreği hane halkı tüketim harcamaları açısından yüzde 1,6; devlet tüketim harcamaları açısından yüzde 11; gayrisafi sabit sermaye yatırımları açısından yüzde 1,4 ve ihracat açısından yüzde 4,3 gerisinde kaldı. Buna karşılık ithalatta yüzde 7 daha ilerisinde bulunuyor. Stoklar ise bu iki yılda yüzde 400 arttı.

Büyüme verisine yönelik bazı eleştiriler, böyle bir büyümenin istihdam yaratmadığına, gelir bölüşümü adaletsizliğini daha da artırdığına ve yoksulluğu artırdığına odaklanıyor. Özellikle de ana muhalefet partisi başta olmak üzere muhalefet partilerinin eleştirileri bu yönde. Bu eleştiriler yapılırken, bu sorunların bir yönetim sorunu olduğu, ülkenin kötü yönetilmesinin buna neden olduğu ileri sürülüyor.

Kapitalist büyüme tam da bu…

Bu eleştirilerde doğruluk payı kuşkusuz var. Diğer taraftan bu sorunların kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerinin (sistemik) bir sonucu olduğu gerçeği unutuluyor. Bunu görebilmek için antikapitalist olmak gerekiyor ki resmi muhalefetin böyle bir konumda olmadığını biliyoruz.

Oysa kapitalist ekonomik büyüme (özellikle de son 40 yıldır) tam da böyle ortaya çıktığı gibi bir büyüme. Ona farklı anlamlar yüklemek gereksiz. Yani kapitalist büyüme istihdam yaratmayan, tüm sınıf ve kesimleri içermeyen, ekonomik refahı, geliri adaletli bölüştürmeyen, yoksulluğu azaltmayan, buna karşılık, emeği, doğayı ve farklı kimlikleri daha da ezen tahrip eden bir büyümedir.

Başka bir deyimle, kapitalist toplumda ekonomik büyüme kapitalist sınıfın büyümesidir. Ekonomi büyüdüğünde kâr, rant ve servet de büyür. Dolayısıyla kapitalist büyüme, bırakın emekçi sınıfların daha iyi bir duruma erişmesi, toplumun büyük bir kesiminin refahının artması anlamına da gelmez.

Kayıt dışı çalışma, devletin tüketim harcamaları ve askeri harcamalar artınca ekonomi büyüyor

Daha somut konuşalım: Kayıt dışı işçi çalıştırılarak sanayi üretimi ve ihracat arttığında ekonomi büyür. Devleti yönetenlerin lüks tüketim harcamaları arttığında ekonomi büyür. Mafyanın işlettiği marinaların gelirleri arttığında ekonomi büyür. Güvenlikçi politikalar nedeniyle yapılan her askeri harcama ile ekonomi büyür. İş cinayetleri ve kadın cinayetleri arttığında bunlar mahkemelere taşınır,  ekonomi büyür. KÖİ projeleri kapsamında yapılan, doğayı tahrip eden HES’ler kurulduğunda, her yeni hava limanı yapıldığında ekonomi büyür. Bankalar kredi verdiğinde ekonomi büyür.

Olsa olsa ‘K tipi’ toparlanma olur

Kaynağı bunlar olan bir ekonomik büyümenin emekçilere, halka,  toplumun büyük bir kısmına, doğaya her hangi bir faydası dokunmaz, aksine zararı olur. Nitekim bu yılın ilk çeyrek büyümesinde emeğin milli gelirden aldığı pay yüzde 39’dan, yüzde 35,5’e gerilerken, sermayenin aldığı pay yüzde 41,9’dan yüzde 45,8’e yükseldi. Eğer bu büyüme bir toparlanmaya işaret ediyorsa bu olsa olsa ‘K tipi’ bir toparlanma, yani yoksul yoksullaşırken, zenginin daha da zenginleştiği bir toparlanma olabilir.

Oysa işin merkezine sosyal ihtiyaçlarımızı ve doğadaki kısıtları koymamız gerekiyor. Yani hiçbir insanın güvenli gıda, eğitim, sağlık ve sosyal koruma gibi zorunlu mal ve hizmetlerden mahrum bırakılamayacağı, ortaya çıkan refahın adil bir biçimde paylaşılacağı, bunu yaparken de varoluşumuzu destekleyen ekosisteme zarar vermeyecek (iklim istikrarı, sağlıklı toprak gibi) bir ekonomik sistemi kurgulamalıyız ve ekonomik büyümeyi bu kurgu çerçevesinde ele almalıyız. Bizi var eden şeyler yok edildiğinde sonuçta bizim de yok olacağımızın bilincinde olmalıyız.

Bu büyüme sürdürülebilir mi?

Bu noktada yanıtı verilmesi gerekli bir diğer soru “böyle bir büyümenin sürdürülüp sürdürülemeyeceği” sorusudur. Bu bakımdan yılın ikinci yarısından itibaren Türkiye ekonomisinin bir mayın tarlasında ilerlemek zorunda kalacağının altını çizmek gerekiyor. Yüksek bir büyüme gerçekleşse dahi, böyle bir büyüme ekonominin yapısal sorunlarını çözemeyecek, hatta daha da derinleştirecektir.

Mayın tarlası

Bu mayınların başında; yüksek düzeydeki işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra, yüksek enflasyon, yüksek döviz kuru, yüksek cari açık, yüksek faiz oranları, yüksek risk primi, özellikle de yüksek dış borç stoku ve kısa vadeli borç düzeyi, bunlara karşılık Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin eksi 60 milyar dolara kadar erimiş olduğu gerçeği geliyor.

Bu faktörler ülke ekonomisinin uluslararası sermaye hareketleri karşısında kırılganlığını artırırken (ani duruş ve sermaye çıkışları gibi), bir dış borç krizi ve ardından gelebilecek bir bankacılık krizinin fitilini de ateşliyor olacaklar.

Uluslararası raporlarda Türkiye liste başı

Avrupa Merkez Bankası’na göre, sermaye hareketleri karşısında en kırılgan ekonomilerin başında Arjantin ve ikinci sırada Türkiye ekonomisi geliyor.(8) Amundi (9) Salgının ikinci yılında küresel kırılganlıkların azaldığını, ancak 19 ülkenin hala yüksek riske sahip bulunduğunu ve bunların başında da Türkiye’nin geldiğini ileri sürüyor. D. Acemoğlu ise Türkiye ekonomisinin bir krizin göbeğinde olduğunu ve TL konusundaki belirsizliklerin iyi yönetilememesi ve şirketlerin içinde düştüğü borç geri ödeme sıkıntısının bu krizi daha da derinleştireceğini iddia ediyor.(10)

ABD’nin büyük bankalarından Wells Fargo yükselen ve azgelişmiş ülkelerde bu yüzyıldaki ekonomik büyümenin ne kadar canlı olursa olsun, dış borçların artış hızına yetişebilecek düzeyde olmadığının, bu bağlamda incelediği 62 ülke arasında 25’inin çok sıkıntılı olduğunun ve bunların içinde de “en kırılgan beş ülkenin” kritik durumda olduğunun altını çiziyor. Bu beş ülke: Arjantin, Şili, Endonezya, Türkiye ve Venezüella.(11)

Rapora göre, her ne kadar azgelişmiş ülkelerde hemen bir dış borç krizi beklenmiyorsa da, bu olasılık en kırılgan beş ülkede ve özellikle de risk sıralamasında en tepede yer alan Türkiye’de çok yüksek. Türkiye dış borç yükü en yüksek ülkeler arasında ikinci sırada yer alsa da, dış borç yükünün yanı sıra, riski tam olarak algılayabilmek için aşağıdaki verilere de bakmak gerekiyor:

Borçların vadesinin kısalığı (kısa vade ödeme güçlüğüne ve borcu borçla çevirme zorluğuna, bu yeni borçlanma maliyetlerinin yükselmesine, bu da temerrüde kadar götürebiliyor), bu borçların ne kadarının döviz cinsinden olduğu, borç servisinin ağırlığı (faiz oranları gibi), döviz ve altın rezervlerinin durumu.

Tablo bu göstergeleri kullanarak ülkelerin dış borç krizi riskini ortaya koymak amacıyla düzenlenmiş.  Burada kırmızı renk en yüksek, sarı renk ılımlı ve yeşil renk düşük derecede riski gösteriyor.

Fed faiz artışına gidecek

Bu yılın ikinci çeyreği Fed’in başta faiz artırımı olmak üzere, parasal sıkılaştırma hamlelerine sahne olabilir. Çünkü ABD’de uzun zaman sonra ilk kez enflasyon yüzde 4’ü aşıyor. Faiz artışı da azgelişmiş ülkelerin ulusal paralarının oynaklığını ya da kırılganlığını artıracaktır.

Bu bağlamda en kırılgan ulusal paranın başında TL geliyor. TL’nin bu durumda olmasında hem yüksek cari açık, hem de politik risklerdeki artışlar çok etkili (MB başkanlarının sıklıkla değişmesi, kurumlara olan güvenin azalması gibi). Bu da onu liste başı yapmaya yetiyor. (12)

Batı Türkiye’yi gözden çıkartır mı?

Bu sorunun yanıtı gelişkin ekonomilerin olası bir borç krizinden ne ölçüde etkileneceğinde yatıyor. Azgelişmiş ülkelerde patlak verecek bir dış borç krizinin gelişkin ekonomileri de hem ihracat gibi dış ticaret üzerinden, hem de bankacılık riskleri üzerinden (kredi verme ve bu ülkelerin borç senetlerini kağıtlarını satın alma biçiminde) etkileyecektir.

Bu bağlamda en kırılgan beş ekonomi (Arjantin, Şili, Endonezya, Türkiye ve Venezüella) son derece önemli birer risk kaynağı oluşturuyor. Avrupa ülkelerinin ihracatı içinde Türkiye ekonomisinin büyük öneminin yanı sıra Avrupa bankalarının ülkede yüksek riskleri mevcut. Örneğin İspanyol bankacılık sisteminin Türkiye’deki riski 65 milyar doları buluyor. Diğer yandan ABD’nin bankacılık sektörünün toplam varlıkları devasa boyutta olduğundan muhtemel bir borç krizi bu ülkeyi asgari düzeyde etkileyecektir. Öyle ki bu ülkenin beş ülkedeki riski toplam bankacılık varlıklarının sadece binde 5’i kadar. (13)

Özetle, emperyalist ülkelerin Türkiye’deki olası bir borç krizine nasıl bakacakları ve bu doğrultuda bu ay toplanacak olan NATO zirvesinde ikili görüşmelerin nasıl geçeceği (uluslararası sorunların ve küresel risklerin nasıl ele alındığı kadar), bu ülkelerin Türkiye’deki finansal ve ticari risklerinin büyüklüğüne de bağlı olacak.

 Dip notlar:

(1)     TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Mayıs 2021, www.tüik.gov.tr.

(2)       T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı,  Kamu maliyesi raporu 2021-1 (Mayıs 2021), s. 30.

(3)       OECD, Economic Outlook, Volume 2021 Issue 1: Preliminary version , No. 109, OECD Publishing, Paris, https://doi.org, May 2021, s. 34.

(4)       IMF, World Economic Outlook , Managing Divergent Recoveries, April 2021, s. 137; OECD, agr., s. 13.

(5)       IMF, agr., s. 8; OECD, agr., s. 13.

(6)       Orhun Sevinç, Ufuk Demiroğlu, Emre Çakır, E. Meltem Baştan, “Potential Growth in Turkey: Sources and Trends”,  March 2021, Working Paper No: 21/07.

(7)       T.C. Merkez Bankası, TÜFE Bazlı Reel Efektif Döviz Kuru (2003=100), https://www.tcmb.gov.tr (5 Haziran 2021).

(8)       European Central Bank, Financial Stability Review (May 2021).

(9)       Amundi: Emerging Market Charts and Views (May 2021).

(10)   https://www.paturkey.com/news/prof-daron-acemoglu-turkish-economy-is-in-crisis (31 May 2021).

(11)   Wells Fargo, Do Developing Economies Have an External Debt Problem?, Part I: Which Economies Are Most Vulnerable? (11 May 2021).

(12)   Wells Fargo, Do Developing Economies Have an External Debt Problem?, Q2 Emerging Market FX Vulnerability (11 May 2021).

(13)   Wells Fargo, Do Developing Economies Have an External Debt Problem? Part II: Which Creditor Countries Are Most Exposed? (19 May 2021).