16 Ekim 2024 Çarşamba

Savunma Sanayi Destekleme Fonu

 

Denize düşen yılana sarılırmış…

Mustafa Durmuş

16 Ekim 2024


İsrail devletinin Orta Doğu’da, Gazze ve Lübnan başta olmak üzere neden olduğu insan ve doğa kıyımı sürerken, siyasal iktidar ülkemizin İsrail’in askeri olarak hedefinde olduğu açıklamasında bulundu. (1)

NATO üyesi ve dünyanın en büyük altıncı ordusuna sahip bir ülke olarak, üstelik de İsrail’in “Kutsal Topraklar” tanımı içinde yer almamasına rağmen, “bir sonraki hedef olduğumuzun” en yetkili ağızdan söylenmesinin ardındaki sır perdesi ise gündeme gelen bir torba yasa ile biraz aralanır gibi oldu.

Ekonomik ve sosyal kriz derinleşiyor!

Ancak önce bir arka plan okuması yapmakta yarar var. Şöyle ki son 40 yılın en derin krizini yaşayan Türkiye ekonomisi izlenen her türden emek karşıtı kemer sıkma politikasına rağmen krizden bir türlü çıkamıyor; enflasyon beklendiği hızda düşürülemiyor, üstelik de ekonomi aynı anda ciddi bir durgunluğa doğru sürükleniyor.

Yurt dışından beklenen sermaye akımları ise, başta carry trade olmak üzere spekülatif portföy yatırımları (sıcak para) ve yüksek maliyetli dış krediler dışında gelmiyor, bütçe ve genel devlet açığı ise giderek artıyor.

Sınıf mücadelesi sertleşiyor: “Zordayız, geçinemiyoruz!”

Kuşkusuz bu durum, başta işçiler ve emekliler olmak üzere, toplumun en zor durumdaki kesimlerinin tepkilerine neden oluyor. İşçiler birçok işyerinde grev ve iş yavaşlatma dâhil eylemlere başladı. Öyle ki alanlardan uzak durmayı tercih eden TÜRK-İŞ yönetimi dahi 20 Ekim’de Ankara’da “zordayız, geçinemiyoruz” mitingi düzenleme kararı aldı.

Kısaca, ekonomik krizin derinleştiği bu günler sınıf mücadelesinin de sertleşmeye başladığı günler. Siyasal iktidar ve temsil ettiği egemen sınıflar açısından böyle dönemleri atlatabilmenin en kestirme yolu, işçi sınıfını, emekçileri ve demokratik kitle örgütlerini baskı altına almaktan geçiyor, böylece onların seslerini kısarak örneğin ücret artışı taleplerini savuşturmaya çalışıyor. Bu arada giderek büyüyen bütçe açığını azaltabilmek için de yeni vergiler koyarak ilave gelir yaratmaya çalışıyor.

İşte böyle bir emek ve toplum karşıtı stratejinin hayata geçirilebilmesi için, dolayısıyla da açlığın, yüksek enflasyonun, işsizliğin, yoksulluğun konuşulmaması için, iktidar bloku bir yandan muhalefete el uzatıyormuş gibi yaparken, diğer yandan da militarist ve milliyetçi söylemleri yükseltiyor. Ülkemize yönelik savaş tehditlerinden, örneğin Orta Doğu’daki savaşı gerekçe göstererek, İsrail’in bir gece ansızın gelebileceğinden söz ediyor.

Ertelenen kanun teklifi

İki gün önce ertelenen torba yasadaki teklifi bu arka plana bakarak değerlendirmekte yarar var.

Bilindiği gibi, 11 Ekim’de “Savunma Sanayii ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” Meclis’e Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülmek üzere gönderilmişti. Ancak toplumun değişik kesimlerinden gelen yoğun tepkiler üzerine teklif geri çekildi ve şimdilik ertelendiği söylendi.

Bu teklifin analizi /ertelenmiş olsa da) önemini sürdürüyor çünkü bu teklif ülkedeki militarist otoriterleşme, askeri sanayi karması sektör ve vergileme arasındaki ilişkiyi de açığa çıkartıyor. Bu kanun teklifiyle Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun (SSDF) finansman kaynaklarının daha da güçlendirilmesinin amaçlandığı ileri sürülüyor. (2)

SSDF, kökleri 1985 yılına kadar giden ama asıl şeklini 2017 yılında alan bütçe dışı bir fon olup ve Savunma Sanayi Başkanlığı bünyesinde yer alıyor. Fonun karar mekanizması ise Savunma Sanayi İcra Komitesi (SSİK) ve bu komitenin başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan.

Bu Fon 5018 Sayılı Kanun’a tabi değil. Ödenek tahsisleri, serbest bırakma işlemleri bu kanuna tabi olmadığı gibi, Fon üzerinde TBMM’nin her hangi bir doğrudan denetim yetkisi de mevcut değil. TBMM adına hareket etse de Sayıştay Fonu sadece biçimsel olarak denetleyebiliyor. Bu denetim de genelde son derece yetersiz kalıyor. Fon’un denetimi asıl olarak, Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın iki yıl süreyle seçeceği bir kurul tarafından yapılıyor. (3)

Fon’un büyüklüğü      

2023 yılında Fonun bütçe büyüklüğü 135,1 milyar TL ve 2024 yılı bütçesi 162,5 milyar TL. 2023 yılında Fon 21 milyar TL’lik bir bütçe fazlası verdi. Fonun gelirlerinin yüzde 95’i vergilerden ve kalanı bağışlar ve TSK Güçlendirme Vakfı katkılarından; giderlerinin yüzde 91’i ise piyasalardan satın alınan mal ve hizmet bedellerinden oluşuyor.

Bu noktada bu satın alımların hangi sermaye gruplarından ve hangi fiyatlar ve koşullar altında yapıldığı önem kazanıyor. Örneğin bu tedarikçi gruplar içinde iktidara çok yakın silah ve mühimmat üreticilerinin olup olmaması önemli. Fon’a yönelik eleştirilerin başında bu konuda yeterli şeffaflığın olmaması geliyor.

Fon’un vergi geliri kaynakları

Fon’a her yıl Gelir Vergisinden yüzde 6, Kurumlar Vergisinden yüzde 6, Motorlu Taşıtlar Vergisinden yüzde 20 (yeni kanun teklifi ile küçük ölçekteki motosikletler de bu kapsama alınıyor), Veraset ve İntikal Vergisinden yüzde 25, alkollü içki ve tütünden alınan Özel Tüketim Vergisinden yüzde 20 pay aktarılıyor. Ertelenen teklifle Fon’a ayrıca 5,000 TL değerini aşan kol saatleri ve drone oyuncaklardan alınacak olan ÖTV de ekleniyordu. Özetle, Fon’un kaynakları asıl olarak emekçilerin ödediği gelir vergileri olmak üzere toplumun tüm kesimlerinden alınan vergilerden oluşuyor.

Meclis’e gönderilip de tepkiler üzerine görüşülmesi ertelenen kanun teklifine göre ise bu vergilere “katılma payı” adı altında yeni gelir kaynakları ekleniyor. Öyle ki:

1.    Her türden verilecek beyannameden (vergi, gümrük, muhtasar gibi) alınan Damga Vergisi kadar katılma payı (4) alınacak (Gelir Vergisi beyannamelerinde bu yarıya iniyor).

2.    Tapu ve kadastro işlemlerinden; taşınmazlarda hem satın alan hem de satandan 750’şer TL ve diğer işlemlerden 375 TL alınacak.

3.    Limiti 100 bin TL’nin üzerinde olan kredi kartlarından kart başına 750 TL (yıllık) katılma payı alınacak.

Noterlik işlemlerinden; taşınmazlarda alıcı ve satıcıdan 750’şer TL, ilk araç tescilinde 3,000 TL, daha önce tescil edilmişlerde 1,500 TL ve diğer noterlik işlemlerinde 75 TL katılma payı alınacak. (5)      

 Beklenen gelir

Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılacak katılma payı tutarı 2025 yılı için 69,3 milyar TL olarak hesaplanıyor. Şöyle ki (yapılan etki analizine göre), 100 bin TL üzeri limiti bulunan kredi kartlarından 13,1 milyar TL, beyannamelerden 28,8 milyar TL, tapu ve kadastro işlemlerinden 9 milyar TL ve noter işlemlerden de 18,4 milyar TL gelir sağlanması öngörülüyor. Ayrıca motor gücü 100 cc altındaki motosikletlerden alınacak MTV tahsilatının yüzde 20’si de fona aktarılacak. (6)

Adaletsiz bir düzenleme

Bu düzenleme, adına her ne kadar vergi denmese de, Anayasa’da yer alan mali güce göre vergi alma ilkesine (Md. 73) aykırı. Çünkü 100 bin TL’lik kredi kartı sınırını aşan çok sayıda mükellef söz konusu ve bunların harcama güç ve kapasiteleri aynı değil.

Ayrıca bir tür dolaylı vergi gibi değerlendirilebilecek bu katkı payı ve diğer vergiler adaletsiz dolaylı vergilerin vergi sistemi içindeki payının daha da artmasıyla sonuçlanacaktır. Oysa sistem içindeki dolaylı vergilerin payının azaltılması, buna karşılık Gelir, Kurumlar ve Servet Vergileri gibi dolaysız vergilerin payının artırılması toplumun büyük bir kesiminin yararınadır.

Sermayeye taviz, emeğe ilave yük!

Keza aynı kanun teklifinde “yapılmakta olan yatırımlara”, “henüz tamamlanmadıkları gerekçesiyle”,  enflasyon düzeltmesinden vazgeçilerek daha fazla vergi ödenmesini önleyen bir düzenleme yapılırken, tüketicilere harcanmamış, borca dayalı gelirlerinden vergi alınması büyük haksızlık.

Aynı teklifte yapılan bu iki düzenleme, iktidarın sermaye kesiminin vergi yükünü azaltırken, emekçilerin vergi yüklerini nasıl artırmak istediğini ortaya koyuyor.

Çünkü etki analizinde, “enflasyon düzeltmesinin yatırım döneminde ertelenmesine dönük düzenleme ile 16 milyar TL vergi ertelemesi yapılacağı kaydediliyor. 2024 yılı ikinci geçici vergi döneminde 20 bin 6 mükellefin yatırımlar hesabını düzeltme işlemine tabi tutulduğu ve yaklaşık 200 milyar TL enflasyon düzeltmesi kârının ortaya çıktığı belirtilen etki analizi raporunda şu tespitler yer alıyor:

“Bu mükelleflerin mali tablolarındaki kâr/zarar durumları (Kurumlar Vergisi mükelleflerinin yaklaşık yarısı kâr beyan etmektedir) ile efektif Kurumlar Vergisi oranı (yüzde 10) dikkate alınarak yapılan analizde yıllık yaklaşık 16 milyar TL vergi ertelemesi söz konusu olacaktır. Bu miktar yatırımların tamamlandığı sonraki dönemlerde yeniden değerleme oranları uygulanmak suretiyle tahsil edilecektir.”(7)

Bu kanun teklifini Orta Vadeli Program’da yer alan sıkı maliye politikalarının ilk adımı ve ekonomik krizin bedelini halka ödettirmenin bir aracı olarak görmek daha doğru olur. Ancak bu vergiler de çözüm olmayacağı gibi, ikinci çeyrekten bu yana daralan ekonominin bu kez küçülmesiyle sonuçlanabilecektir.

Bu teklifi değerlendirirken, iktidarın daha önce Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun şans oyunlarından gelen kaynağını yarı yarıya düşürerek Demirören Grubuna sağladığı haksız kazanç ve neden olduğu kamu geliri kaybı da unutulmamalı. (8)

Ulusal güvenlik için ayrılan kaynak yetersiz mi?

Bakan M. Şimşek bu kanun teklifini savunurken, “toplanacak bu paralarla ülkeye çelik kubbe yapılacağını böylece de hava savunma sisteminin güçleneceğini” ileri sürdü. (9)

Diğer yandan, ulusal güvenlik meselesi toplumu bir korkutma ve buradan hareketle de bütçe açıklarını kapatma ve yandaş silah şirketlerine kaynak aktarma aracı olarak kullanılmamalıdır.

Zira Cumhurbaşkanlığının verilerine göre (10); 2024 yılında ulusal güvenliğe ayrılan kaynak SSDF ile birlikte 1,2 trilyon TL’yi buluyor. (Merkezi Yönetim Bütçesinin yüzde 10,2’si).

Bunun ne anlama geldiği bütçeden 2024 yılında diğer programlara ayrılan paylara bakılarak daha iyi anlaşılabilir. Örnek olarak, Program bazında; İstihdam için 238,1 milyar TL, Toprakların Kullanımı ve Yönetimi için 121 milyar TL, Tarım için 142,3 milyar TL (2023), Orman ve Doğanın Korunması için 22 milyar TL, Kültür ve Turizm için 28 milyar TL, Gençlik için 8,5 milyar TL ve Kadının Güçlendirilmesi için 3,8 milyar TL kaynak ayrılmış bulunuyor.

Kısaca, kaynaklar giderek daha fazla ulusal savunmaya ayrıldıkça diğer hizmetler için yeterince kaynak kalmıyor. Oysa eğitim ve sağlık hizmetlerindeki son dönemde artan kötüleşme, öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek verilememesi, başta üniversite öğrencilerinin barınma sorunu olmak üzere, ülkede bir krize dönüşmeye başlayan barınma sorunu gibi sorunlar abartılmış bir ulusal güvenlik algısı yaratarak göz ardı edilmemelidir.

Sonuç olarak

Bir ülkenin gücünün asıl göstergesi “çelik kubbe” gibi aparatlara sahip olmaktan ziyade, sosyal adalet, insan hakları, eşit yurttaşlık ve hukukun üstünlüğünün yanı sıra, temel kamusal mal ve hizmetlerin nicelik ve niteliği ve tüm yurttaşların bu hizmetlerden asgari maliyetle faydalanabilmeleridir.

Bu bağlamda, “saldırı tehdidi altındayız” algısı yaratmaktan vazgeçilmeli ve tüm kaynakların, TBMM denetimine tabi olacak şekilde bütçe içine alınması sağlanmalı, kaynaklar daha etkin ve verimli bir biçimde dağıtılmalı, kullanılmalı ve bu bakış açısı 17 Ekim’de Meclis’e gelecek olan 2025 Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifine de yansıtılmalıdır.

Kaynak için, yeni vergiler ya da katılma payları yerine öncelikle, bu yılın ilk 6 ayında 653 milyar TL’yi bulan ama sadece 58 milyar TL’si tahsil edilebilen (yüzde 9,1) vergi, para ve idari cezalar tahsilatı yoluna gidilmelidir. (11)

Keza sermayeye bu yıl için sunulan ve 2 trilyon TL’yi bulan vergi indirim, muafiyet ve istisnalardan vazgeçilmelidir. Olası bir saldırıdan potansiyel olarak en fazla zarar görebilecek kesim büyük mülklerin, işyerlerinin ve zenginliklerin sahibi olan sermaye sınıfı olacağından, eğer bir çelik kubbe inşa edilmek isteniyorsa bunun finansmanı bu kesimlerden alınacak servet vergisi ile yapılmalıdır.

Asıl yapılması gerekense; emperyalist, Siyonist saldırganlığa karşı dururken,  tüm halkların eşitliğini ve kardeşliğini ve barışı savunmaktır. Eşitliği sağlayacak, yoksulluğu ortadan kaldıracak, doğa ile dost, ezilen kimlikleri ve kadını güçlendiren, sınırların, toplumsal sınıfların ve savaşların olmadığı bir dünya inşa etmek, bunun için de emperyalist kapitalist sisteme karşı çıkmak gerekir.  

Dip notlar:

(1)  https://www.youtube.com/watch ( 15 Ekim 2024).

(2)  11.10.2024 Tarih ve 71 Sayılı “Savunma Sanayii ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”.

(3)  T.C. Savunma Sanayi Başkanlığı, Savunma Sanayi Destekleme Fonu 2023 Düzenlilik Denetim Raporu (Eylül 2024), s. 11-12.

(4)  Düzenlemenin neden vergi değil de katılma payı olarak yapıldığı konusunda bak: https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bati/katilma-payi-gorunumlu-vergi (15 Ekim 2024).

(5)  11.10.2024 Tarih ve 71 Sayılı “Savunma Sanayii ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda    Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”.

(6)  https://www.ekonomim.com/ekonomi/katilim-payi-693-milyar-lira-gelir-yaratacak-haberi (15 Ekim 2024).

(7)  Agh.

(8)  https://www.sozcu.com.tr/savunmanin-piyangosu-demiroren-in-cebine-gitti (15 Ekim 2024).

(9)  https://www.bloomberght.com/simsek-celik-kubbe-insa-edilecek (15 Ekim 2024).

(10)               T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Vatandaşın Bütçe Rehberi, 2024 Yılı Bütçesi, s. 7-14.

     (11)               https://x.com/Alaattin_Aktas/status/1845189665990545806/photo/1 (12 Ekim 2024).      

                                                                                




B

11 Ekim 2024 Cuma

Gelir eşitsizliği

 

Yüksek enflasyon kötüdür peki ya gelir eşitsizliği?

Mustafa Durmuş

12 Ekim 2024


Siyasal iktidar enflasyonla mücadeleyi her şeyin önünde tutan bir görüntü sergiliyor. Bu yüzden de öncelikle bu konuda şu ana kadar nasıl bir gelişme sağlandığına bakalım.

Bu hafta TÜİK Eylül ayı enflasyonunu (TÜFE) açıkladı. Buna göre Eylül ayında enflasyon; aylık yüzde 2.97; yıllık (bir önceki yılın aynı ayına göre) yüzde 49,4; bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 35,9 ve 12 aylık ortalamalara göre yüzde 63,5 olarak gerçekleşti.

Özellikle de hizmetler sektöründeki enflasyon yüksekliğini koruduğu anlaşılıyor. Öyle ki Eylül’de eğitim hizmetlerinde aylık enflasyon yüzde 14,2; alkollü içecekler ve tütünde yüzde 4,2 ve konutta yüzde 4,2 oldu. (1)

ENAG ile TÜİK verileri arasındaki farkın 39 puan gibi (yıllık enflasyonda) çok yüksek düzeyde olması ise, resmi verilerle ilgili güven sorununun devam ettiğini gösterirken, enflasyonun olduğundan düşük gösterilmesinin dar gelirli emekçilerin ve emeklilerin gerçekte çok daha fazla kayba uğramalarıyla sonuçlanıyor.

Dezenflasyon işlemiyor

Her ne kadar Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek enflasyonu düşürme programının (dezenflasyon) başarılı bir biçimde yürüdüğünü ileri sürse de, Ağustos ayında yıllık enflasyonun yüzde 51,9 olduğu göz önüne alındığında, enflasyondaki gerilemenin sadece yüzde 2,5 olduğu ve bunun büyük ölçüde baz etkisinden kaynaklandığı ileri sürülebilir.

Keza geçen yıl Ağustos ayında yıllık enflasyonun yüzde 61,5 olduğu dikkate alındığında, bir yılda enflasyondaki düşüşün sadece yüzde 12 olduğu görülüyor (ayda ortalama 1 puan). İlave olarak, aylık enflasyonun Ağustos ayında yüzde 2,4 olması; buna karşılık Eylül ayında 0,49 puan artarak yüzde 2,97’ye çıkmış olması, dezenflasyonun beklendiği gibi işlemediğini ortaya koyuyor (bu süreçte aylık enflasyonun yüzde 3 gibi yatay bir seyir izlediği görülüyor).

Enflasyonu düşürmek önceliği farklı kesimler için farklı öneme sahip!

İktidarın, en azından söylemde, neden enflasyonu düşürmeyi öncelediği anlaşılabilir bir durum. Çünkü yüksek enflasyon piyasaların esasını oluşturan fiyat mekanizmasının beklendiği gibi işlemesini zorlaştırdığı gibi (piyasalarda fiyat alıp vermek zorlaşıyor), yabancı kaynak girişini de olumsuz etkiliyor.

Öte yandan, ekonominin ciddi boyutlarda yabancı kaynak girişine ihtiyacı olduğu da çok açık. Enflasyonun yol açtığı hayat pahalılığının iktidarı seçmen nezdinde yıpratması ve iktidar partilerinin oylarının erimesi de işin başka bir boyutu. Özetle, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Bakan Şimşek açısından olmak üzere, siyasal iktidar için yüksek enflasyon adeta bir türlü defedilemeyen bir belaya dönüşmüş durumda.

En yoksulun gıda enflasyonu en zengininkinin iki katından fazla!

Yüksek enflasyon halk açısından da (farklı nedenlerden ötürü), çok ciddi bir sorun çünkü en çok en düşük gelirli insanları vuruyor.

Örneğin, gıda enflasyonunun gelir gruplarıyla ilişkisini ele alan DİSK-AR’ın raporuna göre, en düşük gelirli yüzde 20’lik grubun gıda enflasyonu yüzde 77,7’ye kadar çıkarken, en yüksek yüzde 20’lik grubun gıda enflasyonu yüzde 30,8 oldu. Emeklilerin gıda enflasyonu ise yüzde 60,3 olarak hesaplanıyor. Yani en yoksulun enflasyonu en zengininkinin iki katından fazla. (2)

Daha geniş bir tanımla, “zaruri ihtiyaçlar” enflasyonunun yüzde 57, manşet enflasyonun yüzde 52 olduğu, yüzde 20’lik gelir gruplarına göre zaruri ihtiyaç harcamasının en düşük gelirli hanelerde yüzde 73 ve en yüksek hanelerde yüzde 43 paya sahip olduğu dikkate alındığında (3), enflasyonun teknik bir konu değil, sınıfsal bir konu olduğu anlaşılıyor. Yani enflasyon asıl olarak işçileri, emekçileri, emeklileri ve yoksul halkları vuruyor.

Enflasyonu esas olarak emekçilerin ücretlerindeki artışa bağlayan iktidarsa, Venezüella’dan sonra dünyanın en yüksek faiz oranlarını uygulayarak, tüketicilerin borçlanma maliyetini artırıyor, borç yükünü daha da ağırlaştırıyor, yatırım kredisi kullanımını daraltarak yatırımları azaltıyor ve ekonomiyi daraltıyor, işsizliği artırıyor ve insanları daha da yoksullaştırıyor.

Aynı kaygı gelir dağılımı adaletsizliği ile ilgili olarak duyulmuyor!

Diğer taraftan siyasal iktidar enflasyonla ilgili olarak duyduğu kaygıyı, “enflasyonla mücadele” adı altında yürüttüğü yüksek faiz ve ücretleri dondurma politikalarının neden olduğu gelir dağılımı adaletsizliği ve artan yoksulluk konusunda duymuyor.

Aksi olsaydı 1,2 trilyon liralık bir faiz ödemesiyle sonuçlanan ve zengini daha da zengin ederken emekçilerin vergi yükünü artırarak onları daha da yoksullaştıran Kur Korumalı Mevduat (KKM) politikalarını hayata geçirmezdi  (çünkü bu uygulamaya, döviz kurunun artmasını, dolayısıyla da enflasyonun artmasını önlemek amacıyla yöneldiklerini açıklamışlardı).

Aslında, yıllardır neo liberal iktidarların, yandaş medyanın, yandaş ekonomistlerin, siyasetçilerin ve bazı bürokratların, zenginleri daha da zenginleştirerek servetin sermaye sınıfına doğru akmasına izin vermekten, hatta bu olanağı onlara sağlamaktan rahatsız olduğu söylenemez. İktidar, siyasal bir tercih yaparak adeta bu sınıfın adına hareket ediyor. Bu yüzden de “önce enflasyonu düşürelim, yoksulluk kendiliğinden azalır” gibi oyalamalar ve “sabır dilemek” dışında artan eşitsizliğe ve yoksulluğa pek aldırış etmiyor.

Nitekim iktidar, yüksek enflasyona halkın yaptığı harcamaların neden olduğunu ileri sürerek, örneğin asgari ücreti bu Temmuz ayında yükseltmediği gibi, bundan böyle ücret zammının gerçekleşen değil, “hedeflenen (beklenen)” enflasyona göre yapılacağını açıkladı. (4) Bu da önümüzdeki yıl işçi ve memur zamlarının çok düşük kalacağını gösteriyor.

Türkiye, Avrupa’da gelir eşitsizliği en yüksek olan birinci ülke!

Diğer yandan ülkedeki gelir dağılımı verileri korkutucu bir hal almaya başladı ve bu kötüleşme hızlı bir biçimde sürüyor.

Öyle ki TÜİK verilerine göre (5, Türkiye’de en zengin yüzde 20’nin içinde yer alan nüfus, milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde 10’luk nüfus en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor (Gelir Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,52 ve Servet Gini katsayısı 0.84 olarak hesaplanıyor).

Ayrıca aşağıdaki tabloya göre, 2014-2023 yılları arasında, hane halkı kullanılabilir geliri dağılımında, son yüzde 20’lik en zengin grubun payı yüzde 2,8 artarken, diğer bütün grupların payı düştü. Özellikle üçüncü ve dördüncü yüzde 20’lik grupların yüzde – 2’lik kaybı orta sınıfın nasıl eridiğini gösteriyor.

Yani gelir ve servet dağılımı açısından ülkede büyük bir uçurum söz konusu (benzer kişi başına gelir düzeyine sahip ülkelere kıyasla).

Öyle ki en üstteki yüzde 1’lik ve en üstteki yüzde 10’luk nüfus, milli gelirin yaklaşık yüzde 19 ve yüzde 52’sini ve toplam servetin yüzde 37’sini ve yüzde 68’ini alıyor. Avrupa genelindeki en zengin yüzde 1’in gelirden aldığı pay ise ortalama yüzde 11,5. Bu haliyle Türkiye, Avrupa’da gelir eşitsizliği en yüksek olan ülke konumunda. (6)

Milli gelirin üretim faktörleri arasındaki dağılımı

Türkiye’de bölüşüm ilişkilerindeki gelişim “İSO 500” çalışmalarından izlenebilir. İSO 500, 1982’den bu yana Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarında yaratılan “net katma değerin” üretim faktörleri arasında nasıl pay edildiğini gösteriyor. Buna göre milli gelirin kabaca üçte ikisi kâr ve faiz geliri sahiplerine, üçte biri ise ücretlilere gidiyor.

“2023 yılında İSO 500’ün yarattığı net katma değer içinde milli gelir anlamında kârın payı 2022’deki yüzde 54,5 düzeyinden yüzde 36,1’e gerilerken, ödenen faizlerin payı yüzde 18,6’dan yüzde 25,2’ye ve ödenen maaş ve ücretlerin payı ise yüzde 26,9’dan yüzde 38,8’e yükseldi”. (7)

Ancak kârın payının düşmesi ve ücretlerin payının artmasında,  2023 yılındaki yüksek nominal ücret artışlarının ve erken emeklilik düzenlemesi (EYT) kapsamındaki ikramiye ödemelerinin etkili olduğunu vurgulamakta yarar var. Öyle ki ücretlerin payı halen 2021 öncesi seviyelerinin altında bulunuyor.

Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, 2015-2023 arasında ödenen maaş ve ücretlerin katma değer içindeki payı yaklaşık yüzde 32 oranında azalırken, faizin payı yüzde 61 ve kârın payı yüzde 26 oranında arttı. Bu dönemde ücretli çalışan sayısında ise milyonları aşan artışlar oldu. Bu da kişi başı ücreti reel olarak düşürdü.

 

Net katma değerin faktör gelirlerine göre dağılımı (%)

 


Sistemik nedenler ve siyasal tercihler etkili

Gelir dağılımı eşitsizliği ve onun beslediği derin yoksulluk kapitalist sistemin işleyiş biçiminin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Yoksulluk, bu bağlamda, kader ya da sıradan insanların kişisel bir başarısızlığının değil, sınıflara bölünmüş kapitalizmin ve kapitalist devleti yönetenlerin politik tercihlerinin bir neticesidir. Çünkü bu sistemde (özellikle de neo liberalizm altında), emek gelirleri baskılanırken, sermaye gelirlerinin devasa bir biçimde artmasına izin verilir.

 


Bu duruma gelinmesinde siyasal iktidarların da çok büyük sorumluluğu var. Zira “ikincil bölüşüm ilişkileri” denilen, yani para (faiz), maliye/vergi ve harcama politikaları, eğer emek karşıtı ise, devlet bütçesini emekçilerin, yoksulların aleyhine değiştirir ve mevcut adaletsizliği daha da artırır.

Yoksulluk yardımlarındaki artış yoksulluğun arttığını gösteriyor!

Yoksulluğun diğer yüzünde artan yoksulluk yardımları var. Bu durumu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın son verileri gözler önüne seriyor.

Öyle ki Temmuz ayında; 3.792.340 haneye düzenli sosyal yardım harcaması yapıldı. 3.658.880 haneye elektrik tüketim desteği, 598,902 haneye doğalgaz tüketim desteği verildi ve 8.346.946 kişinin Genel Sağlık Sigortası primi Bakanlıkça ödendi. (8) AKP’li yıllar boyunca, yoksulluk ortadan kalkmadığı gibi daha da arttı, zira adeta bir “sadaka ekonomisi” altında iktidarların iktidarda kalmalarına hizmet edecek bir biçimde yönetildi.

Yoksulluğun diğer boyutu bireysel borçlanmadaki artış

Öyle ki bu yılın ilk 7 ayında bireysel kredi ve kredi kartını ödeyemeyen kişi sayısı 1.000.063 bin kişiye ulaştı, protesto edilen senet miktarı geçen yıla göre yüzde 175 artarak 22 milyar lirayı buldu. İlk 8 ayda karşılıksız işlemi yapılan çek miktarı yüzde 225 artarak 102 milyar liraya ulaştı ve her ay ortalama 250.000’e yakın insanımız kredi ve/veya kredi kartı borçlarından dolayı yasal takibe düşmeye başladı. Bunlar adaletsiz gelir dağılımı ve yoksullaşmanın bireysel borçluluğu da artırdığını gösteriyor. (9)

Aylık faiz ödemelerinde yaşanan patlama

Yoksulluğu artıran bir diğer faktör kamu gelirlerinin yoksulluğu azaltan mal ve hizmet üretiminden ziyade faiz ödemeleri için kullanılması. Türkiye sadece yerli para cinsinden değil, yabancı para cinsinden de çok yüzsek faizler ödüyor. Öyle ki 10 yıllık kamu tahvillerinin faizi, ABD’de de yüzde 3,96 iken, bu oran Türkiye’de yüzde 27,8. Neredeyse yüzde 24 puan kadar net getiri farkı söz konusu. Bu da büyük bir yoksullaşmaya neden oluyor.

Ayrıca aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, son dönemde Hazine’den yapılan aylık faiz ödemelerinde çok büyük bir artış söz konusu. Vergi gelirlerinin halkın ihtiyaçlarını karşılamaya dönük sosyal harcamaları karşılamak yerine faiz ödemelerinde kullanılması, servet zenginlerinin zenginliğini artırırken, halkın daha da yoksullaşmasıyla neticeleniyor. Keza sıkı para politikaları enflasyonu düşürürken, aynı zamanda da işsizliği körüklüyor, sendikaları zayıflatıyor ve işçilerin toplu pazarlık gücünü azaltıyor.

Dolayısıyla bu politikalar tarafsız politikalar değil, emek karşıtı, sermaye dostu yeniden bölüştürücü politikalardır. Nitekim bu süreçlerde finansal piyasaların, bankaların, sigorta şirketlerinin ve genel olarak finans kuruluşlarının, özellikle de spekülasyona dayalı kârları artmaya devam etti.

Servet vergisi kısa vadede çözüm olabilir

Böylece, yüksek enflasyon koşullarında çalışan halk sınıflarının yaşam standardını korumaya dönük emekten yana bir mücadele programı, kaçınılmaz olarak uzun vadede neo-liberalizme ama asıl olarak da kapitalizme karşı olmak zorundadır. Ancak kısa vadede sistem içi çözüm önerilerine de ihtiyaç olduğu çok açıktır.

Bu bağlamda, sistem içi bir öneri olarak; yüksek enflasyonla mücadele edilirken, aynı zamanda işsizliği kalıcı olarak azaltan, topluma yararlı yeni kamusal yatırımları fonlayarak hayata geçiren, adil bir gelir ve servet dağılımını gerçekleştiren vergi ve harcama politikaları ve yaşanabilir bir ücreti esas alan gelir politikası hayata geçirilmelidir.

Bu çerçevede, milli geliri büyütmek ve gelir ve servet dağılımını iyileştirmek istiyorsak bunu kısmen yüksek düzeydeki servetleri vergilendirerek yapmak mümkündür. Büyük servetleri olanlardan bu servetlerin bir kısmını artan oranlı bir “servet vergisi” ile alıp bunu, bu kaynağı kalkınmacı ve doğa dostu kamusal yatırımları fonlamak için kullanmak gerekir.

Ana akım iktisatçılarsa, uygulanacak bir servet vergisiyle servet eşitsizliğini azaltmanın -“halkın elinde çok fazla paranın toplanmasıyla sonuçlanacağına, bunun da enflasyonu yükselteceğine inanırlar. Yani insanların birdenbire harcayacak daha fazla parası olduğunda fiyatların (sihirli bir şekilde) yükseleceğini düşünürler (!).

Oysa fiyatları belirleyen ve kârlarını şişirmek için insanların elindeki fazla nakitten yararlananların asıl olarak sermayedarlar olduğu bir gerçektir. Bu kesimler, bu gerçeği gizleyebilmek için enflasyon ve aşırı şirket kârları arasındaki bağlantının üzerini örtmeye çalışırlar.

Servet üzerinden alınacak vergiden sağlanacak geliri; ücret ve gelir artışları, “temel gelir güvencesi”, sosyal yardımlar gibi yollarla tasarrufları olmayan ve bu nedenle gelirleri açısından oldukça savunmasız durumda olanlara, yani daha düşük gelirli olanlara yeniden dağıtırsak yaptığımız şey, aldıkları her lirayı neredeyse harcayacak olan insanlara ilave harcama yapma gücü aktarmakla aynı şey olacaktır. Bu da “ücret sürümlü bir ekonomik büyüme” nin önünü açacaktır ki bu kısa vadede ekonomik toparlanmanın sağlanmasına hizmet edebilir.

Sonuç olarak

Yüksek enflasyon ve gelir dağılımı adaletsizliği birbirleriyle doğrudan ilişkili olan ancak her ikisi de kapitalist sistemin işleyiş biçiminin kaçınılmaz sonuçları olan ciddi sorunlardır. Bu sorunların patlak vermesinde burjuvazinin kontrolü altındaki siyasal iktidarların izlediği ekonomi politikalarının da büyük rolü vardır.

Böyle iktidarlar ekonomideki istikrarlı bir fiyat işleyişi sağlayabilmek ve böylece kârlı bir sermaye birikimini sürdürebilmek için yüksek enflasyonu düşürmek zorundadırlar. Bu ayrıca Türkiye’de olduğu gibi, acil yabancı kaynak girişini sağlayabilmek de için gereklidir.

Diğer yandan, iktidarlar yüksek enflasyonla daha da adaletsiz bir hal alan gelir ve servet dağılımını düzeltmek için ciddi her hangi bir çaba içine girmezler. Aksine işçi sınıfının örgütlerini zayıf, toplumsal muhalefetin güçsüz olduğu dönemlerde enflasyonu düşürmek bahanesiyle gelir ve servet adaletini daha da bozacak politikalar uygularlar. Sıkı para ve sıkı maliye politikası, sıkı gelir politikası ve kur korumalı mevduat gibi uygulamalar bunların başında gelir.

Bu gidişatın tersine çevrilmesi ancak güçlü bir sınıf ve halk hareketi ile mümkündür. Kısa vadede neo liberalizm ile hesaplaşmayan hiçbir politikanın gelir ve servet dağılımı adaletsizliğini düzeltmesi beklenmemelidir.

Dip notlar:

(1)    TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Eylül 2024, https://data.tuik.gov.tr (3 Ekim 2024).

(2)    DİSK-AR, “Enflasyon sınıfsal bir meseledir”, https://arastirma. disk. org.tr (3 Ekim 2024).

(3)    https://x.com/SelvaBaziki ( 6 Ekim 2024).

(4)    T.C. Cumhurbaşkanlığı Bütçe ve Strateji Başkanlığı, Orta Vadeli Program (2025-2027), (Eylül 2024).

(5)    TÜİK, Gelir Dağılımı İstatistikleri, 2023, https://data.tuik.gov.tr (29 Ocak 2024).

(6)    World Inequality Database (Eylül 2024).

(7)    İstanbul Sanayi Odası, Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu, 2023 (Haziran 2024), s. 103.

(8)    https://x.com/inanmutlu1(9 Ekim 2024).

(9)    Agi.

7 Ekim 2024 Pazartesi

Lübnan

 

Dün Gazze, bugün Lübnan: İsrail devleti saldırılarını sürdürüyor!

Mustafa Durmuş

8 Ekim 2024


Dün İsrail-Hamas savaşının birinci yıl dönümüydü. Bir yıldan beri Filistin topraklarında katliam yapan İsrail ordusu dün akşamdan beri Lübnan’ı çok şiddetli bir biçimde vurmaya başladı.

İsrail devleti ile Hamas arasında başlayan savaş Gazze’nin yerle bir edilmesi ve 40 binden fazla Filistinlinin öldürülmesiyle sonuçlanmıştı. Bir süredir İsrail yeni bir cephe daha açtı ve bu kez savaş İsrail ordusu ve İran destekli Hizbullah arasında Lübnan topraklarında sürüyor.

İlk savaşın bedelini Filistin halkı ödemişti (hala da ödüyor), şimdi ise Lübnan halkı ödüyor. Lübnan ordusunun İsrail’i durdurma gücü yok. Hizbullah ise 5 km kadar içeri çekilmek zorunda kaldı. O da Lübnan’ı savunmakta yetersiz kalıyor.

Özetle, dünyanın gözü önünde, ABD ve Avrupa emperyalizminin açık desteği ile Orta Doğu halkları katlediliyor. Başta Arap ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerin yönetimleri ise bu savaşı iç siyasete malzeme yaparak timsah gözyaşları dökme dışında sessiz kalıyor.

Batı İsrail’i neden destekliyor?

Batının İsrail’i açıktan desteklemesinin dinsel nedenleri var mı? Yani bu savaş İslam’a açılmış bir savaş mı? Bu soruları masaya yatırmak gerekiyor. Zira özellikle de Türkiye’deki bazı çevreler bu savaşı bir İslam- Siyonizm (Hristiyanlık destekli) bir dini savaş olarak sunuyor.

Bu sorunun yanıtı belli: Eğer böyle olsaydı Filistin, İran ve Lübnan dışında, başta S. Arabistan ve Mısır ve NATO üyesi Türkiye de İsrail’in saldırılarının hedefi olurdu. Asıl neden İsrail’in Batı emperyalizminin Orta Doğu'daki ileri karakolu konumunda olması ve bu çerçevede eski Batılı emperyalist güçlerin geçmişte davrandığı gibi davranmasıdır.

Vekâlet savaşları çağında Batılı devletlerin İsrail’i finanse ediyor olması, istediği zaman toprak talep etmesi ve bu talepte bulunma hakkına karşı çıkabilecek insanları ortadan kaldırmak ya da boyunduruk altına almak istemesi şaşırtıcı değil.

Bir başka anlatımla, ABD, İngiltere ve bazı AB ülkeleri, İsrail’in Yahudi devleti olmasıyla pek de ilgisi olmayan nedenlerle saldırganlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve finansmanı sağlıyor: İsrail Batı ittifakının hayati bir ortağı ve bir parçası olarak görülüyor ve bu nedenle saldırıları ne kadar iğrenç ve korkunç olursa olsun, talep ettiği desteği alıyor.

İsrail’in saldırıları meşru müdafaa sınırlarını çoktan aştı

Diğer yandan, İsrail'in kendi topraklarının sınırları dışında askeri olarak hareket etme hakkı yoktur. Bu bağlamda on binlerce sivili katletmesini “meşru müdafaa” gerekçesiyle haklı göstermek mümkün değildir. Özetle, Gazze’nin var olma hakkını inkâr etme girişimi ki bu iddia şimdi Lübnan’a da uzanmış görünüyor, yasadışı bir savaş eylemidir.

Bu çerçevede, Batı'nın uluslararası hukuk çerçevesinde İsrail'in saldırganlığını desteklemeye hakkı yoktur. Siyasal açıdan bu eylem, zaten meşruiyetlerini yitirmekte olan Batılı devletleri ve onların nesnel olarak açgözlülük ve sömürüye dayanan felsefelerini dünyanın geri kalanından uzaklaştırmaya devam edecektir. Ortaklaşma zemini aşınacak, kutuplaşma artacaktır. Bu ise çok tehlikeli bir durum olup, üçüncü dünya savaşının fitilinin ateşlenmesi anlamına gelmektedir.

Son olarak, bu savaş, tıpkı Rusya-Ukrayna savaşı sırasında olduğu gibi,  başta petrol ve temel gıda maddelerinin fiyatları olmak üzere fiyatların artmasına neden olacak, bu da bir bütün olarak azgelişmiş ülke ekonomilerinin ve yoksul halklarının daha da zor zamanlar yaşamasına neden olacaktır. Bu ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.

Bu arada, büyük petrol ve silah şirketleri kârlarını katlarken,  otoriter rejimler bu savaşı fırsat bilip iktidarlarını sağlamlaştırıp halk için kullanmaları gereken kaynakları “savunma” adı altında militarizme ayırırken, bu savaşın bedelini işsizlik ve yoksulluk artışı biçiminde yine başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilen halklar ödeyecektir.

Sonuç olarak

Halkların gerçek temsilcisi olmayan milis güçlerinin ya da emperyalizmin yedeğindeki ulus devletlerin bu saldırıları durdurabilmesi ve üçüncü bir paylaşım savaşını önleyebilmesi mümkün değildir.

Bu barbarlığı durdurabilecek ve savaşsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir yeni dünya kurmak için fırsata çevirebilecek olan tek güç dünya işçi sınıfı ve ezilen halklardır. 100 yıldan fazla bir zaman sonra işçi sınıfı ve ezilen halklar tarihi yeniden yapma görevi ile karşı karşıyadır.


 

 

1 Ekim 2024 Salı

Teflon liderler

 

Bu modeller hep böyle!

Mustafa Durmuş

2 Ekim 2024


Günümüzde dünyayı büyük ölçüde teflon karakterli politik liderler yönetiyor. Bu tür liderler teflon tava gibidir, üzerlerine hiçbir şey yapışıp kalmaz. Dün söylediklerinin bugün tam tersini rahatça söyleyebilirler, dün yaptıklarının tam  tersini bugün yapabilirler. Bunların destekçisi medya ise liderlerin bu halini, “iş bilir”, “zekice”, “pragmatik”, “dünya liderliğinin ve oyun kuruculuğunun bir gereği” gibi sıfatlarla açıklarlar. Oysa bu açıkça bir ilkesizlik, omurgasızlık ve oportünizmdir.

Örneğin Arjantin’in elinde testere ile kitleleri tehdit eden, aşırı sağcı, kadın düşmanı Devlet Başkanı Javier Milei öyle bir U dönüşü yaptı ki daha önce Çin’i, Komünist “Suikastçi”den “Çok İlginç Ticaret Ortağı”na terfi ettiriverdi.

 Milei, bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce, henüz seçim kampanyasındayken Bloomberg’e verdiği bir mülakatta Çin’den, “suikastçı” olarak bahsetmişti: “Komünistlerle anlaşma yapmayız... Ne komünistlerle, ne Küba'yla, ne Venezuela'yla, ne Kuzey Kore'yle, ne Nikaragua'yla, ne de Çin'le ilişkileri teşvik ederim... Çin'de insanlar özgür değil, istediklerini yapamıyorlar ve yaptıklarında da öldürülüyorlar. Bir katille ticaret yapar mısınız? Sadece Çin ile değil, hiçbir komünistle iş yapmayacağım... Ben özgürlük, barış ve demokrasinin savunucusuyum. Çinliler buna uymuyor... Biz kıtanın ahlaki feneri, özgürlüğün, demokrasinin, çeşitliliğin ve barışın savunucusu olmak istiyoruz. Biz devlet olarak komünistlerle ya da sosyalistlerle herhangi bir eylemi desteklemeyeceğiz”. (1)

Nitekim Milei Hükümeti, Arjantin’in BRICS-artı ittifakına üyeliğini iptal ettikten sadece bir kaç ay sonra NATO'nun “küresel ortağı” olmak için başvuruda bulunacak kadar ileri gitmiş,  Arjantin'i Batı emperyalizmine sıkı sıkıya bağlayan anlaşmalar imzalamıştı. Hatta bu yolda Milei, İsrail'in soykırıma varan savaş suçlarına tam destek sözü verirken, Ukrayna'ya silah göndermeyi de teklif etmişti.

Milei bu noktaya nasıl geldi?

Aralarında kendi Devlet Başkanlığı Genel Sekreterliği görevini yapan kız kardeşi Karina Milei, Ekonomi Bakanı Luis Caputo ve Dışişleri Bakanı Diana Mondino'nun da bulunduğu üst düzey Arjantinli bakanlardan oluşan bir heyetin geçtiğimiz günlerde düzenlenen BM Genel Kurulu sırasında Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile bir araya geldiği haberi Washington'da alarm zillerinin çalmasına neden oldu.

“Arjantinli medya kuruluşu Infobae'ye göre, bu görüşmenin amacı iki ülke arasındaki stratejik ekonomik anlaşmayı yeniden başlatmaktı: Biden yönetimi Milei Hükümetinin Çinli lider Xi Jinping'in etkisinin ötesinde olduğunu düşünüyordu. Ancak Arjantin Devlet Başkanı aniden Arjantin’in merkez bankası rezervlerini destekleyen Çin takas hattını yenilemek ve Çinli şirketlerin Washington'un küresel olarak stratejik gördüğü iki maden olan lityum ve bakır yatırımlarını kolaylaştırmak için komünist rejimle yakınlaşma arayışına girdi.”

Bu son çare U dönüşünün, Milei'nin kendi hükümetinin hayata geçirdiği ekonomi politikalarının neden olduğu derin ekonomik ve sosyal krizden çıkartmaya yönelik çabaların bir sonucu olduğu açık.

Çin ise, 2009 yılında, dönemin Devlet Başkanı Cristina Fernández de Kirchener ile para birimi takası imzaladığından beri Arjantin'in en büyük alacaklısı konumunda. Bu takas şu anda Merkez Bankası'nın tükenen kasasındaki en büyük döviz rezervi kaynağını oluşturuyor. Bu aynı zamanda 18 milyar dolar değerinde dünyanın en büyük yuan takas hattı. Ayrıca Çin Brezilya'dan sonra Arjantin'in en büyük ikinci ticaret ortağı.(2)

Ekonomik ve sosyal çöküş

IMF'ye olan yaklaşık 40 milyar dolarlık borcu da dâhil olmak üzere, devasa borçlarını ödemeye devam etmek için Milei Hükümetinin bu takas hattının akmaya devam etmesine umutsuzca ihtiyacı var. Öyle ki ülkenin altın rezervlerinin önemli bir kısmını çoktan rehin vermiş durumda.

Milei geçen yıl Aralık ayında başkan seçildiğinde Arjantin’de yıllık enflasyon yüzde 161 idi. Yüksek enflasyon, ekonomik zorluklar ve diğer bazı etkenler faşist, emekçi ve kadın düşmanı Milei’nin başkan seçilmesini sağlamıştı. Milei iktidara geldikten sonra ulusal para birimi pesoyu devalüe etti. O günden bu yana (Temmuz ayında) enflasyon yüzde 263’e çıktı. Arjantin şu anda dünyadaki en yüksek enflasyon oranına ve üçüncü en yüksek faiz oranına (yüzde 40) sahip ekonomilerin başında geliyor.

Başkanlık seçimi sırasında pesoyu ortadan kaldırıp ABD dolarına geçeceği ve merkez bankasını kapatacağı sözünü de veren Milei ülkedeki ekonomik durumu daha da kötüleştirdi. Şu anda 1 Arjantin pesosu 0,0011 ABD dolarına eşit. Milei yüksek enflasyon ve yüksek döviz kuru ile Arjantin işçi sınıfını ve halkını iyice yoksullaştırdı. Arjantin Katolik Üniversitesi tarafından Ocak ayında yapılan bir araştırmaya göre, ülkedeki 46 milyon insanın yaklaşık yüzde 60'ı yoksulluk içinde yaşıyor ve bu oran son 20 yılın en yüksek seviyesi. (3)

Kıssadan hisse

Bir ülke kendi varlıklarını, kaynaklarını halkından yana ve halkının refahını yükseltmeye odaklı, ve çevre ile uyumlu bir sosyoekonomik kalkınma için değil de, bir oligarşiyi ve onun işbirliği içinde olduğu emperyalizmi beslemek için kullanıyorsa, o ülkenin ekonomik ya da siyasal bağımsızlığından söz edilemeyeceği gibi, yöneticilerinin sadakatinden, yurtseverliğinden ya da ilkeli duruşundan da söz edilemez.

Bu tür liderlerin iş başında tutulması ise (aşırı sağcı, otoriter ve emek karşıtı politikalarından ötürü), yüksek enflasyon, devalüasyon, işsizlik, yoksulluk ve topyekun bir sosyal çöküşe neden olur.

Uluslararası işçi sınıfı ve dünya halkları bu çöküşe karşı ortak bir programla mücadeleyi yükseltmediği sürece, kapitalist barbarlığın ve otoriter rejimlerin damgasını vurduğu yüzyılımızda bu çöküş kaçınılmazdır. Oysa bunu hala tersine çevirebilmek mümkündür.

Dip notlar:

(1)    https://www.nakedcapitalism.com/2024/10/washington-enters-panic-mode-as-even-mileis-argentina-seeks-closer-economic-ties-with-beijing.

(2)    Agm.

(3)    https://apnews.com/article/argentina-inflation-milei-single-digits (15 Mayıs 2024); https://wise.com/gb/currency-converter/ars-to-usd-rate (1 Ekim 2024).