Savaşlar
ve işçi sınıfı
Mustafa
Durmuş
Giriş
19.yüzyılın son çeyreğinden bugüne, emperyalist kapitalizm çağında yaşanan iç
savaşlar, paylaşım savaşları ve bölgesel savaşlarda, resmi verilere göre ölen
insan sayısı, 100 milyonu aşıyor.
1.Dünya Savaşı’nda (1914-1918) yaklaşık
14 milyon ve 2. Dünya Savaşı’nda (1939-1945) 70 milyon; Kore Savaşı’nda
(1950-1953) 3,5 milyon ve Vietnam Savaşı’nda (1955-1975) 2 milyon; İspanya İç
Savaşı’nda (1936-1939) 350 bin; Afganistan ve Pakistan iç savaşlarında (2001-2014)
149 bin; Irak savaşında (2003-2011) 250 bin; Sri Lanka’daki iç savaş sırasında (1983-2009) 200 bin;
Kolombiya’da 1958 yılından bu yana yaşanmakta olan iç savaşta 220 bin ve Suriye’deki iç savaş
sırasında (2011 yılından bu yana) 200 bine yakın insan öldürüldü.
Türkiye’de, 1980’li yılların başından bu
yana devam eden, gayri resmi kaynaklara
göre 50 bin civarında insanın ölümüne neden olan ve Temmuz 2015’ten itibaren
yeniden şiddetlenen iç savaşta 17 Nisan 2016 itibariyle, 606 sivil; Suruç, Zergele, Ankara ve İstanbul katliamlarında 218
sivil ve çeşitli protesto gösterilerde vs 121 sivil olmak üzere, sadece son 9
ayda 1000’e yakın sivil ve 400 civarında asker ve polis öldürüldü[1].
Bu savaşlarda, bu sayılardan
çok daha fazla insan yaralandı ya da sakat kaldı. Milyonlarca insan zorunlu
göçe zorlandı, göç yollarında hayatlarını kaybettiler. Topraklarından,
evlerinden yurtlarından edildiler. İşçiler genelde işsiz kalırken, istihdamın
arttığı emperyalist ülkelerde işçiler, zorunlu bir askeri disiplin altında daha
düşük reel ücretlerle çok daha fazla çalıştırıldılar. Kadınlar ve çocuklar,
ölümlerin yanı sıra, cinsel tacize uğradılar, köle gibi alınıp satıldılar,
savaş sanayilerinde en ağır koşullarda çalıştırıldılar. Araştırmacılara göre savaşların gerçek insani
kayıpları aslında çok daha yüksek zira mevcut istatistikler sadece savaş
sırasında ölenlerle ve kayıt altına alınmış olanlarla sınırlı. Örneğin savaşın
dolaylı etkileri olan açlık, hastalıklar ya da zorunlu göçler veya hapishanelerdeki
ölümler bu sayıya dâhil değil. Ayrıca bu savaşlar nedeniyle sayılarla ifade
edilemeyecek kadar büyük ölçekte ekolojik hasar ortaya çıktı, doğal çevre
tahrip edildi.
Bir başka gerçek bu savaşlarda giderek
daha fazla sivilin öldüğüdür. Öyle ki 1. Dünya Savaşında ölenlerin % 95’i
asker, % 5’i sivil halktan oluşan insanlar iken, 2.Dünya Savaşında ölenlerin %
33’ü asker ve % 67’si sivildi[2]. ABD,
2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan 248 küçük savaş vb çatışmanın 201’inde
ortaya çıkan ölümlerin % 90’ının sivil ölümleri biçiminde gerçekleştiğini
açıklarken[3], The
Guardian gazetesine göre, Kolombiya’da 55 yıldır süren iç savaşta ölenlerin
beşte dördünü sivil halktan insanlar oluşturuyor[4].
Savaşlar neden çıkar?
Savaşların, paylaşım savaşları, bölgesel ya da genel
savaşlar veya iç savaşlar şeklinde ayrı
ayrı incelendiğinde, tümünü açıklamaya yeterli bir nedenin olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Ayrıca genel iktisadi ya da siyasi dinamiklerin yanı sıra ülkeye
ya da bölgeye ait öznel koşullar da savaşların çıkmasında etkili olmaktadır.
Keza nedenleri araştırırken, savaşları tetikleyen yüzeysel faktörlerle, derinde
yatan zorunlulukları ya da alt yapı dinamiklerini birbirine karıştırmamak gerekmektedir.
Bu bağlamda şu ana kadar savaşların nedenlerini açıklamaya
dönük bilimsel yada bilim dışı çok sayıda yaklaşım ya da düşünce ortaya
atılmıştır. Bunların bazılarına göre; “savaşlar
günahkar kulları cezalandırmak isteyen Tanrının” ya da “kişilik bozukluğuna sahip despot
liderlerin, sorumsuz diplomatların” eseridirler. “Irk
ayrımcılığı ya da mezhepçilik” savaşların nedeni olabilmektedir. Ya da savaşlar
“medeniyetler çatışmasının” ürünüdürler. Orta Doğu özelinde savaşın nedeni “ABD’nin
neden olduğu kaostur” (Klein). Daha iktisadi bir nedenden hareketle savaşların “dev
silah tekellerinin kâr hırsı” ya da “bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolü
ihtiyacından” doğduğu ileri sürülebilir. Keza “emperyalist güçlerin hegemonya
mücadelesi” ya da “ulusal sermayenin sınır ötesi yatırımlarını vs korumak ihtiyacı”
bölgesel savaşların nedeni olabilir. Son olarak genel savaşların nedeninin “ekonomik
durgunluğun kalıcı hale gelmesi ya da iktisadi krizler” olduğu ileri
sürülebilir.
Savaşlar
emperyalist-kapitalist sistemin ürünüdürler!
Tüm bu görüşleri
(savaşları metafizik bazı olgularla açıklamaya çalışanlar hariç) bir arada
değerlendirdiğimizde günümüzdeki savaşların kapitalizm ve emperyalizm ile
doğrudan bağlantıları ortaya çıkmaktadır.
Yani spesifik savaşları
ve çatışmaları önceden bilmek ya da nedenlerini tam olarak tahmin etmek zor
olsa da, genelde savaşlar ve çatışmalar kapitalizmin ve onun en saldırgan
aşaması olan emperyalizmin süreklilik arz eden durumlarıdır, sonuçlarıdır.
Savaşların nedeni
kapitalizmdir. Ama buradaki kasıt para kazanma derdinde olan tikel
kapitalistler ya da bir grup kapitalist değildir. Tetiği hep birileri çekse de asıl
önemli olan o tetik mekanizmasının hali hazırda hep kurulu olarak mevcut
bulunmasıdır. Yani sorun tikel
kapitalistlerden ziyade sistemik bir sorundur. Tıpkı iktisadi krizler gibi
savaşlar da günümüzde kapitalizme içkin olgulardır. Savaşlar tüm kâr sistemi
için çıkartılmaktadır. Kâr çıkarımı için emek sömürüsüne dayalı kapitalist
sistemin özünde çatışma vardır. Savaşlar bu tür çatışmaların meyveleridirler,
yani savaş kavramını anlayabilmek için öncelikle kapitalizmi anlamak
gereklidir. Savaşlarda, emperyalist bir devlet sadece dışarıdaki yer altı
zenginliklerini ya da yaptığı veya yapmayı planladığı yatırımlarını koruma
altına almakla kalmamakta, aynı zamanda piyasaların serbestçe işlemesini
sağlamakta, küresel rekabetçi kapitalizmin yerleşik kurallarını da
sağlamlaştırmaktadır.
Kapitalizm ve savaşlar
birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. İktisadi çıkar çatışmalarının olmadığı bir
kapitalizmden söz edilemez. Bu çatışmalar ise ulusal çatışmaları, nefretleri
korkuları ve silahlanma gibi savaşları provoke eden gelişmelere neden olur.
Doğası gereği kapitalizm uluslar arası gerginliklere neden olur ki, bu da
savaşların önünü açar.
Diğer yandan paylaşım savaşları kapitalizmin spesifik bir
aşaması ile doğrudan ilgilidir: Emperyalizm. 20.yüzyıldaki savaşların kapitalizm
ve emperyalizm ile olan ilişkisi ise sistematik bir biçimde Lenin tarafından
“Emperyalizm” adlı eserinde (1916) ele alınmıştır.
Lenin bu kitabında[5],
1.Dünya
Savaşının kaza ile güç düşkünü politikacıların ya da egemen sınıfların içindeki
bazı sert unsurların tutumları yüzünden çıkmadığını ileri sürmüştür. Tersine
savaş kapitalizmin küresel çaptaki geldiği noktanın kaçınılmaz bir sonucuydu.
İlk kez dünya gerçek anlamda bölünmüştü. Öyle ki gelecek, ancak yeniden paylaşımla
mümkün olabilecektir: “Bölgeler
sahipsizlikten bir sahibe değil, bir sahibin elinden alınıp bir başka sahibe
geçmektedir”[6].
Lenin, emperyalizmi,
kapitalizmin en ileri, en gelişmiş aynı zamanda da en saldırgan biçimi olarak
tanımlar. Ona göre, emperyalizmin temel karakteristikleri; tekelci mülkiyet ve
üretimin tekelci kontrolü, finans kapitalin baskınlığı, aşırı sermaye
birikiminden kaynaklı sermaye ihracı, kartel ve tröstlerin yükselişi ve
dünyanın en güçlü kapitalist güçler arasında paylaşılmasıdır.
Emperyalizm, 19yyın son
çeyreğindeki ortaya çıkmış bir olgudur. Öncesinde 100 yılı aşan ve ‘rekabetçi
sanayi kapitalizmi’ dönemi olarak da adlandırılan dönemde, ücretli emek gücü ve
büyük çapta hammadde kullanımı ile çok büyük miktarda üretilen meta, ücretleri
çok düşük tutulan işçiler tarafından yeterince satın alınıp tüketilemiyordu. Bu
nedenle hem hammadde kaynaklarını hem de pazarı genişletmek için ulusal
sınırların ötesine geçmek gerekiyordu. Bunun için de ulus devletlerin kendi
sınırlarının ötesine genişlemeleri gerekliydi. Bunun doğal sonucu ise henüz kapitalistleşmemiş
dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerin merkezinde olduğu yeni sömürgelere ve
etki alanlarına bölünmesiydi. Bu, uluslar arası çapta Merkez-Çevre ayrışması
neden oldu. Merkezdekiler sermayeyi biriktirirken, çevredekiler sermaye
birikimi ve teknoloji olarak geri bıraktırıldılar.
Sermayenin biriktiği
merkezlerde hızlı bir finans kapital oluşumu gerçekleşti ve bankalar sanayi
tekellerinin ana hissedarları haline gelerek adeta onları yutmaya başladıklar.
Bu devleti ve politik hayatı da kontrol etmelerini sağladı. Diğer taraftan
finans kapitalin çelişkileri de yüzeye çıkmaya başladı. Aşırı sermaye birikimi,
kârlılığın düşmesine neden olunca çıkış yolu olarak bu kez mal ve hizmet ihracından
ziyade sermaye ihracına yöneldiler.
Giderek emperyalist sermaye
güçlerinin hem meta hem de sermaye ihracı açısından yeni yabancı pazarlara
erişimi diğer emperyalist güçler pahasına olmaya başladı. Bu özellikle de 1.Dünya
Savaşı örneğinde olduğu gibi, yeni bir
emperyalist güç olarak ortaya çıkan Almanya ve Japonya gibi ülkelerin durumuydu
ve sonuç emperyalistler arası savaştı.
Marks, Kapital’de
sermayenin önemli bir eğiliminin yoğunlaşıp merkezileşmesi olduğunu vurgular.
Bu süreç 20.yüzyılın başlarında ekonomik ve jeopolitik rekabetin yoğunlaşmasına
neden oldu. Büyük ölçekli ve uluslar arası hareket halindeki sermaye giderek çıkarlarını
koruyabilmek için ulus devlete bağımlı hale geldi, keza ulus devletler de
rakiplerine karşı kendilerini koruyabilmek için kendi sınaî kapitalist ekonomilerini
geliştirmek ihtiyacı içinde oldular. Çünkü bu kesimler onlara modern savaş
aygıtlarını ve savaşın alt yapısını sunabilirlerdi.
Bir başka
anlatımla, devletlerin ve sermayenin birbirine giderek artan bağımlılığı, küresel
rekabet çağında, jeopolitik gerilimlerin ve çatışmaların da
yoğunlaşmasına, ulus devletlerin, kendi
ulus ötesi şirketlerinin çıkarlarını korumak için, onların arkalarında devasa
bir askeri güçle durma ihtiyacını hissetmelerine bu da emperyalist paylaşım
savaşlarına neden olmaktadır.
Bunun en somut örneği
1. Paylaşım Savaşı’dır. Ticaret ulusal sınırların dışına taştıkça ve
sanayiciler dünyayı bir pazar olarak gördükçe, onların ulusal bayrakları
onların peşinden geldiler ve onlara kapalı olan ulusal kapıları kırarak
açtılar. Finans kapitalin imtiyazları korundu, hatta bu uğurda diğer ulusların
bağımsızlığı da yok edilebildi[7].
Günümüzdeki tablo da bu
duruma uygundur. ABD dünyayı yönetse de,
diğer büyük devletler de, güçler de artık kendi kapitalistlerinin çıkarlarını
korumak için duruma müdahil olmaya başladılar.
Yani Marksist
perspektiften, modern emperyalizm kapitalistler arası rekabet ve gerilim
sistemidir. Emperyalist savaşlar da bunun kaçınılmaz sonucudur. Lenin’in bu
klasik teoriye katkısı ‘eşitsiz gelişim yasası’dır. Yani kapitalizm tek düze
gelişmez, bazı devlet ve bölgeler daha önde, diğerleri ise geride kalırlar. Bu
da dünya güç düzenindeki eşit olmayan hiyerarşiyi ortaya çıkartır. En önemlisi
de kapitalizmin bu eşitsiz gelişimini olgusunun, gücü lider devletler arasında
yeniden dağıtmasıdır. Yani güç dengesi sürekli değişmekte ve yeni çatışmalı
durumlar yaratmaktadır. 20.yüzyılın kilit jeopolitik gelişmesi gücün İngiltere,
ABD ve Almanya arasındaki kaymasıydı. Bugün bu güç kayması ABD ve Çin arasında
yaşanmaktadır. Bu değişim sermayenin barışçıl entegrasyonu anlamında Kautskyci ‘Ultra Emperyalizm’ ve Hardt ve Negri’nin
‘İmparatorluğu’nu imkânsız kılmaktadır. Gücün devletler arasında sürekli
yeniden dağılımı böyle bir entegrasyonu önlemektedir[8].
Savaşların
ekonomi politiği
Savaşların ekonomi politiği denildiğinde daha ziyade savaşların ekonomi,
sosyal sınıflar ve devlet ile ilişkileri, ekonomide alınan kararların politik
temelleri ya da politik kararların ekonomik temelleri, ekonomik kaynakların
hangi sınıflardan sağlandığı ve bunların hangi sınıflar lehine (dolayısıyla da
aleyhine) kullanıldığı gibi konular kastedilir.
Bu bağlamda ele alınması gereken şeylerin başında askeri harcamalar ya da
savaş harcamalarının büyüklüğü ve bu harcamaların finanse edilme biçimleridir.
Zira bu harcamalar ekonomik olarak genelde verimsiz ve insana karşı olarak
değerlendirildiği gibi alternatif bir kullanım alanına sahip bulunduklarından
alternatif maliyete de sahiptirler. Yani bu harcamalar insanlığın hizmetinde
olabilecek şekilde (örneğin sivil istihdam yaratılması ya da eğitim, sağlık ve
alt yapı hizmetlerine ayrılması gibi) kullanılabilirler.
Askeri
harcamalar ve savaş bütçeleri
Savaşların toplumsal
maliyetlerini gösteren ilk veri şu ana kadar yapılmış olan savaşlar için
yapılan askeri harcamaların ve savunma bütçelerinin büyüklüğüdür. Doğrudan
askeri harcamalar küresel çapta 1960 yılında 322 milyar ABD doları, 1970’de 454
milyar dolar, 1980’de 549 milyar dolar, 1990’da 676 milyar dolar, 2001’de 722
milyar dolar, 2005’de 1,118 milyar dolar ve 2014 yılında 3 trilyon doların
üzerinde gerçekleşti. Savaşların insanlığa maliyeti ise sırasıyla; 1.Dünya
Savaşının 387 milyar ABD doları, 2.Dünya Savaşının 4 trilyon dolar, ‘Soğuk
Savaş’ın 30 trilyon dolar ve 2014’teki çatışmaların 14 milyar dolar olduğu tahmin
edilmektedir[9].
Bir başka kaynağa göre, Irak (2003) ve Afganistan
(1999) savaşlarının ABD’ye maliyeti 4 trilyon dolar civarındadır. Bunun 2053 yılına kadarki faizi hesaplansaydı
tek başına 7 trilyon doları bulmaktadır[10].
Bu harcamalara paralel
bir biçimde emperyalist devletlerin 2014 yılında savunma bütçeleri sırasıyla; ABD’de
575 milyar dolar (% -1 düştü), Çin’de 148 milyar dolar (% 6 arttı), Rusya’da 78
milyar dolar (% 13 arttı), Almanya’da 44 milyar dolar ( % -2 düştü) oldu.
Savaşlar
ve ekonomik canlanma, büyüme
Savaşların ekonomik
büyüme üzerindeki etkileri ekonomi literatüründe oldukça tartışmalı bir
konudur. Bu konuda teoride ağırlıklı olarak iki yaklaşım söz konusudur: Savaşın
ekonomiyi olumlu etkilediği görüşü[11]
daha ziyade Keynesyen bir bakışla savunulmakta ve savaş harcamaları ekonomide
genişletici etki yaratan maliye politikalarının bir aracı olarak görülmektedir.
Buna göre savaş harcaması sadece alt yapı, istihdam ve üretimi geliştirmiyor,
kalifiye işgücünü ve teknolojiyi de olumlu etkiliyor.
İkinci görüşe
göre ise[12],
savaş ekonomik kaynakları ve yatırımları yok ederek ekonomiye ciddi zarar
vermektedir. Örneğin Galvin’e göre[13],
savaş harcamalarının eğitim, sağlık, sosyal refah harcamaları ve alt yapı
hizmetlerinden vazgeçmek gibi alternatif (ekonomik) maliyetleri olduğu gibi, savaşlar
hem içerdeki yatırımları caydırmakta, hem de doğrudan yabancı sermaye
yatırımlarının ülkeye gelişini engellemektedir.
Spesifik olarak,
savaşın ekonomik büyüme üzerindeki olumlu etkilerini ön plana çıkartan araştırmalar
kadar[14]
negatif etkilere vurgu yapanlar da mevcuttur[15].
Ancak bu konuda
büyük ekonomi-küçük ekonomi ayrıştırması yapmak daha doğru olacaktır. Nitekim
paylaşım savaşları ABD ekonomisinin büyümesine, istihdam, kâr ve
verimliliklerin artmasına, böylece de içinde bulunduğu derin ekonomik durgunluk
ve Büyük Depresyondan çıkışına yardımcı olurken; İrlanda’da ya da Sri Lanka’da
yaşanan iç savaş iki ülke ekonomisinin de kötüleşmesine, işsizlik ve
yoksulluğun artmasına, yatırımların azalmasına, ekonomik küçülmeye neden
olmuştur. Diğer taraftan savaşların
Amerikan halkı için bir bütün olarak refah artışı anlamına gelmediğini de
araştırmalar ortaya koymaktadır. Bu en çok da savaşların nasıl finanse edildiği
ve bu finansman biçimlerinin (vergileme, enflasyon ya da borçlanma biçiminde) halk
üzerindeki refah azaltıcı etkileri ile ilgilidir.
İç savaşın ekonomik
etkileri açısından en çarpıcı örneklerin başında 2009 yılına kadar 27 yıl süren
iç savaşa sahne olan Sri Lanka gelir. Nüfusunun
% 74’ü Singalliler (Budist) ve % 18’inin Tamillerden (Kuzeydoğu-Hindu) oluştuğu Sri Lanka’da, kaynakların
ordu için harcanması ekonomik büyümeyi geriletirken, Kuzeydoğu’da refah düzeyi
ciddi olarak geriledi[16]. 1985 yılından itibaren Tamil Bölgesi olan
Kuzeydoğudaki yüksek yoğunluklu iç savaş sonucunda büyüme hızı sert bir biçimde
düştü, turist girişleri ve yabancı sermaye yatırımları yarı yarıya azaldı[17]. Buna karşılık askeri harcamaların toplam kamu
harcamaları içindeki payı süreç içinde 5 kat arttı, bütçe açığı % 17’ye çıktı
ve faiz oranı da % 20’ye fırladı. [18]
1983-1988 arasında Sri Lanka iç savaşının toplam maliyeti 4,2 milyar
dolar oldu. Bu 1988’deki milli gelirin % 68’ine denk düşmektedir. Marga’ya göre,
1983-1996 arasındaki 14 yıllık zarar 1996 milli gelirinin üç katıdır.
Arunatilake etal’e göre ise, 13 yıllık süreçteki kayıp 1996 milli gelirinin %
200’üne eşittir. Savaş sırasında (1983-2000) Güney ekonomisi ılımlı bir
büyümeyi yakalarken Tamillerin yaşadığı Kuzey ekonomisi ciddi olarak küçülme
gösterdi. Bu bölgede 1990-1995 arasında kişi başına düşen gelir 350 ABD dolarından
250 dolara düştü. Bu yıllık % 6,2 küçülme demektir.[19]. Sonuç
olarak, hem uzun hem de kısa vadede Sri Lanka iç savaşının ekonomi üzerindeki
etkileri negatif oldu ve yıllık ortalama milli hâsıla kaybı % 9 olarak
gerçekleşti. Yani, savaş harcamaları Sri Lanka ekonomisine her hangi bir
iktisadi katkı sağlamadı[20].
Askeri
harcamaların alternatif kullanım alanlarının olası sonuçları konusundaki bir araştırma
yukarıdaki sonuçları destekler niteliktedir. Buna göre[21],
“ABD’de, 130 milyar dolarlık askeri harcama savaş dışındaki sektörlere yönelseydi
ne kadar istihdam yaratılabilirdi” sorusunun yanıtı önemli sonuçlar vermektedir.
Savaşlar; uçak, mühimmat, üniforma vs üretimine ciddi bir talep ve bu bağlamda
her 1 milyar dolarlık askeri harcama 11,200 yeni istihdam yaratmaktadır. Ayrıca
savaş dönemlerinde yerli sanayilerin ciddi olarak canlandığı düşünülür. Oysa
gerçek durum bundan farklıdır. Bu kaynaklar temiz enerji, eğitim, sağlık gibi
sektörler için harcansaydı daha fazla istihdam yaratılabilirdi. Şöyle ki; 1
milyar dolarlık harcama eğitimde 26,700, temiz enerjide 16,800 ve sağlıkta
17,200 yeni istihdam yaratabilmektedir. Bunun nedeni bu sektörlerin sırasıyla
emek yoğun olması (sağlık hariç), yerli katma değerin ağırlıkta olması (askeri
harcamaların yerli katma değeri eğitim ve sağlığa göre çok düşük) ve sektördeki
ücretlerin göreli olarak daha düşük olmasıdır. Böylece sektörde daha fazla
insan aynı bütçe ile çalıştırılabilmektedir. Toplam 130 milyar dolar ile rüzgâr
ve güneş enerjisi sektöründe 52 bin, inşaatta 364 bin, sağlıkta 780 bin ve
eğitimde 936 bin kişiye istihdam sağlanabilirdi.
Savaşların işçi sınıfı üzerindeki etkileri
Savaşlar, istihdam ve işsizlik:
Savaşların istihdam ve işsizlik üzerindeki etkilerini paylaşım savaşları ve iç savaşlar ya da bölgesel savaşlara göre ayrıştırmak gerekir. Keza bu etkiler savaşan tarafların ne denli büyük ya da küçük ekonomilere ve devletlere sahip oldukları, savaş sanayinin ve teknolojisinin büyüklüğüne ve gelişmişliğine göre de değişmektedir.
Hem 1. hem de 2. Dünya savaşları sırasında ABD ve İngiltere başta olmak üzere dönemin büyük ekonomilerinde istihdam edilen işçi sayısında ciddi bir patlama yaşanırken, işsizlik oranında da ciddi bir azalma görüldü. Ancak bu gelişmeler halkın genel olarak refah düzeyini artırmadığı gibi (gelir, ücret artışları ya da enflasyon bağlamında) artan istihdamın niteliği de çok değişti.
Bu konuda ilk göze çarpan şey, sivil sektörlerdeki istihdamın azalıp, buna karşılık askeri-savaş sektörlerindeki istihdamın artmasıdır. Buna paralel bir biçimde de istihdam adeta ya doğrudan askere alınma ya da askeri sektörlere kaydırılma biçiminde askerileştirildi, çalışma koşulları, saatleri gibi işçilerin yaşamlarını doğrudan etkileyen koşullar adeta savaş kamplarındaki koşullara dönüştü.
Örneğin 2. Dünya Savaşı sırasında ABD’de sivil istihdamının toplam işgücü içindeki payı 1940 yılında % 82,4 iken bu 1945 yılında % 59,5’e geriledi. Buna karşılık askeri sektör istihdamının payı, aynı yıllarda, % 1,8’den, % 39,2’ye yükselirken, sivil işsizliği oranı % 15,7’den % 1,3’e kadar düştü[22]. Bu dönemde işgücüne katılım oranı 1940 yılında % 85,4’ten 1945 yılında % 98,1’e çıktı[23].
Aşağıdaki tabloda ise 2.Dünya Savaşı dönemindeki Amerikan savaş sanayi (ve ilgili sanayiler) üretimindeki artışlar gösterilmektedir. Bu tablo istihdam artışının kaynağının hangi sanayiler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Tablo: Amerikan Sanayi Üretimi (1939=100)
|
1940 |
1941 |
1942 |
1943 |
1944 |
Savaş uçağı |
245 |
630 |
1706 |
2482 |
2805 |
Mühimmat |
140 |
423 |
2167 |
3803 |
2033 |
Savaş gemisi |
159 |
375 |
1091 |
1815 |
1710 |
Alüminyum |
126 |
189 |
318 |
5611 |
474 |
Lastik |
109 |
144 |
152 |
202 |
206 |
Çelik |
131 |
171 |
190 |
202 |
197 |
(Kaynak: Milward,s. 69’dan aktaran Christopher J. Tassava, The American Economy during World War II)
2. Dünya Savaşında istihdam edilen işçi sayısı sadece ABD’de 10 milyon
arttı. Bu ülkede 1940-44 arasında yeni 17 milyon işçi askerileştirilmiş bir
biçimde istihdam edildi. Mühimmat, cephane, silah, üniforma, tren ve kamyon
üretimi, kömür, demir-çelik, petrol vs bunların hepsini yeni bir sanayi
proletaryası gerçekleştirdi. 1935-45 döneminde fabrikalar yıkım mekanizmalarına
dönüştürüldüler. 1933-36 arasında ABD’nin askeri harcaması iki kat artarken,
1942’de hükümet özel sektör ile 100 milyar dolarlık bir askeri sözleşme yaptı.
Uçak üretimi 1935-44 arasında 20 kattan fazla arttı. Demokratik (!) bir ülkede
tüm bu üretim askeri bir disiplin altında yürütüldü[24]. Savaş sanayi üretimi Rusya’nın
sivil sanayi işgücünün % 76’sını, İtalya’nın % 64’ünü kaybetmesine ve tarımsal
üretimin Almanya’da % 50-70, Fransa’da %
40-50 ve Rusya’da % 50 düşmesine neden oldu, bu da enflasyonun yanı sıra,
kıtlık ve açlığın ortaya çıkmasına yol açtı[25].
ABD’de, ‘Büyük Depresyon’dan çıkmak için
Başkan Roosevelt tarafından hayata geçirilen New Deal’e rağmen, 1935 yılına
gelindiğinde işsizlik oranı hala yüksekti (% 20). 1935-37 arasında işsizlik
azaldı, ama 1937-38 resesyonu ile tekrar yükseldi. 1939’da işsizlik % 17 idi.
Yani New Deal çözüm olmadı[26].
Bu noktada Avrupa’da patlak veren savaş krizdeki Amerikan ekonomisi için adeta
can simidi oldu. İngiltere ve Rusya’ya savaş malzemesi satılması ve kendi
askeri kapasitesini güçlendirmeye dönük bir üretim kayması sonucunda, 1942’de
ülkede tam istihdam sağlandı.
Bir başka
anlatımla, Büyük Depresyon gerçek anlamda 2. Dünya Savaşı ile sona erdirildi.
Savaş, getirisi azalmakta olan aşırı sermaye birikiminin yeniden kârlı bir
biçimde büyüyebilmesini sağlamak için, bir kısmının şiddete dayalı olarak
ortadan kaldırılması işlevini gördü. Nitekim savaşta en fazla tahrip olan
Almanya ve Japonya gibi ülkeler savaş sonrasında en hızlı büyüyen ülkeler
oldular.
Gelişmiş
ülkelerde sermaye sınıfları, işçi sınıfının faşizme olan karşıtlığını içeride
katı disiplin altında bir işçi sınıfı yaratmada kullandılar. “Halkın savaşı
ideolojisi” altında halkın faşizme olan öfkesini Avrupa’daki kapitalist üretimi
istikrara kavuşturmada bir motivasyon olarak kullandılar.
1.Dünya Savaşı
sırasında ise sivil işgücünün askere alınarak üretimden kopartılması, bir
kısmının da savaşta ölmeleri nedeniyle fiilen tahrip edilmesi söz konusudur.
Nitekim 1.Dünya Savaşı döneminde Almanya başta olmak üzere birçok ülkesindeki
çoğunluk sosyalist milletvekillerinin savaşta kendi burjuvazilerini
desteklemesi nedeniyle işçilerin zorunlu olarak askere alınması mümkün oldu.
Öyle ki
1914-1919 arasında İngiltere’de 9,5 milyon işçi askere alındı ve bunların 947
bini savaşta öldü. Bu veriler Fransa’da sırasıyla 8,2 milyon (1,4 milyon ölüm);
Almanya’da 13,3 milyon (1,8 milyon ölüm); Avusturya-Macaristan’da 9 milyon (1,2
milyon ölüm); Rusya’da 13 milyon (700 bin ölüm); ABD’de 2,6 milyon (116 bin
ölüm); İtalya’da 5,6 milyon (650 bin ölüm) ve diğer müttefiklerde toplam askere
alınan işçi sayısı 40,7 milyondur[27].
ABD’de 2. Dünya Savaşı sırasında Detroit ve Dagenham gibi kentler yeni savaş üretiminin ve ekonomik canlılığın merkezleri oldular. Volkswagen ve Daimler Benz gibi otomotiv firmaları Almanya’da üretim ve kârın merkezi olarak hızlıca büyüdüler[28].
Kısaca 2. Dünya Savaşı öncesinde yüksek düzeylerde seyreden işsizlik
savaşla birlikte, bir kısmı askere alınarak, diğerleri savaş üretim
sektörlerinde ya da ABD’de 1935’te olduğu gibi CCC Projesi gibi alt yapı
projelerinde orman ve baraj inşaatlarında çalıştırılmasıyla % 2’nin altına çekildi. Almanya’da Naziler
işsiz herkesi zorunlu çalışmaya zorladılar.
Böylece gönüllü-zorunlu istihdam bir norm halini aldı. İngiltere’de ise
6 milyon insan haftada 1 gece itfaiyeci olarak çalışmak zorundaydı[29].
Almanya’da 2. Dünya Savaşı
başladığında işsizlik sorunu büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, sendikalar
ehlileştirilmiş, standart bir iş ahlakı geliştirilmiş, iş imkânları en azından kâğıt
üzerinde iyileştirilmişti. Ama işsizliğin azalma nedenlerine bakıldığında
şunlar göze çarpmaktadır: 1933-1939
döneminde çıkartılan yasalarla Yahudiler işten atıldılar, bunların yerini Alman
işçiler aldı. Kadınlar istihdam dışında bırakıldılar, zira Hitler’e göre
kadınlar evde kalmalı ve çocuk yetiştirmeliydiler. Bu da işsizlik oranını
düşürdü. Zorunlu askerlik yasası genç Almanları işsiz kalmaktan kurtardı.
Üniversitelere kayıt yaptırabilmek için askerlik şartı arandı. Son olarak
yaygın korku ortamı çok etkili oldu. İşten kaytaranların toplama kamplarına
gönderilmesi, Alman işçilerin düşük ücretli, otoban yapımı gibi işlerde
çalışmaya razı olmalarını kolaylaştırdı. Böylece 1932’de 5-6 milyon işsiz
varken (çoğu Nazileri desteklemişti), 1934 yılında bu sayı 2,7 milyona, 1936’da
1,6 milyona ve 1938’de 400 bine geriledi. Yani işsizlik % 94 oranında düşmüş
oldu. 1939 yılında Almanya’da istihdamın % 22’si savaş sektöründe
gerçekleşmişti. İşçilerin çoğu Hitler yönetiminde iş buldu, ama çok azı
istemediği işleri reddedebildi. Diğer yandan işçilerin ücretleri 1929 krizinden
önceki düzeyin gerisindeydi. Sadece 1934’te 1928 düzeyinde bir ücret
alabildiler, kalan yıllarda ise ücretler çok geriledi[30].
Askerileştirilmiş bir disiplin altındaki istihdam biçimi işçilerin çalışma
koşullarının hızla kötüleşmesi, çalışma saatlerinin uzatılması ve beraberinde
emek sömürüsünün artmasıyla sonuçlandı.
1 Mayıs 1933
tarihinde Nazi Hükümeti 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etti, ancak 12 Mayıs’a
gelindiğinde sendikaların mülkleri devletleştirilmiş, sendikaların yerini ‘Alman
Emek Cephesi’ almıştı[31]. 1935 yılında Nazi rejimi zorunlu işçi karnesi
sistemine geçti. Bu karnenin bir kopyası işverende, diğeri bakanlıkta tutuluyor
ve uçak ve metal sanayi gibi askeri sanayilerden işçilerin ayrılması yasaklanıyordu[32]. 1936 yılında savaş üretim
sanayilerinde çalışma saatleri haftalık 70 saate çıkartıldı. 1925 yılında
İtalya’da sadece faşist sendikaların müzakere haklarının olduğu ilan edildi.
Sadece faşist yönetimlerde değil, Fransa’da da silah sanayileri 60 saate kadar
çıkartıldı (Alman ordusunun taleplerini karşılamak için). ABD’de 1934 yılında 4
milyon işsiz, 1935’te 3 milyon ve 19-25 yaş arası 2,5 milyon genç bu
sanayilerde çalıştırıldı. Fransa, ABD ve İngiltere sendika liderlerini
etkisizleştirmedi, ama adeta hükümet destekçisi haline dönüştürdü[33].
1938 yılında çıkartılan “Göering Kararnamesi” ile bir yılda 1,9 milyon
işçi zorunlu iş düzenine tabi kılındı. Benzer bir uygulama Japonya’da 1938’de hayata
geçirildi (Genel Mobilizasyon Kanunu). İşçilerin işlerinden ayrılmaları
yasaklandı. İngiltere 1940’ta benzer bir durumu gerçekleştirdi. Zorunlu
istihdam altında 1945’e kadar 1 milyon erkek, 80 bin kadın işçi istihdam
edildi. 12,500 işçi bu yasağı çiğnemekten dolayı suçlu ilan edildi. Böylece
silah sanayi 1 yılda işgücünün % 37’sini kullanır hale geldi[34].
Benzer bir biçimde İspanya İç Savaşı sırasında Franko sağı konsolide
etmeyi başardı. Tüm sendikaları ve siyasal partileri bastırdı, bütün düzeni
denetimi altına aldı ve sanayi alt yapısını askerileştirdi[35].
Çalışma saatleri artırıldı!
Savaş disiplini altındaki işçilerin çalışma saatleri tüm dünyada hızla
yükseltildi. ABD’de Roosevelt yönetimi fazla mesai ödemesi yapmadı. 1940-44
arasında Fransa’da haftalık çalışma saatleri 35’ten 46,2’ye çıktı. Kamu gücünde
kararname ile savaş sanayinde çalışma süresi haftalık 60 saate çıkartıldı. Yeni Zelanda’da çalışma saatleri artırıldı
(savunma sanayinde 54 saat). Almanya’da savunma sanayinde 70 saate çıkarken,
1938’de ücretlere tavan getirildi. İngiltere’de 47,7 saatten 52,9 saate
yükseltildi, ama savaş üretim fabrikalarında norm hem kadın hem de erkekler
için 60 saatti. Japonlar da günlük çalışma saatlerini 11-12 saate çıkarttılar. Müttefiklerde
de benzer gelişmelere sahne olundu. 1943-48 döneminde İngiltere’de 18-25 yaş
arası 48,000 genç madenlere çalışmaya gönderildi. 17 yaşındaki 21 bin genç kazım-yapım
işlerinde görevlendirildiler (Bevin Boys).
Askere çağrılan her on gençten biri madenlerde çalıştırıldı. Bir kısmı
reddettiği için hapse atıldı. SSCB’de 3,5 milyon mahkûm Gulag’a çalıştırılmak
üzere gönderildi. İngiliz sömürgesi Rodezya’da Xhasa halkının işgalcilerin
topraklarında ve hava kuvvetlerinin konuşlandığı üslerde çalıştırılmaları
zorunlu kılındı. Brezilya’da diktatör Vargas ile Roosevelt’in yaptığı anlaşma
sonucunda 55 bin Brezilyalı (“kauçuk asker” diye anıldılar) Amazon’da zorla
çalıştırıldılar. Amaç ABD’nin kauçuk ihtiyacını karşılamaktı. Bunların birçoğu
sıtmadan hayatını kaybetti[36].
Savaş esirleri işçileştirildiler, zorla
çalıştırıldılar!
2. Dünya Savaşı sırasında istihdam edilen işçilerin bir kısmı savaş
esirleriydi. Hem Almanlar ve Japonlar hem de Müttefikler yaygın bir biçimde
savaş esirlerini kölelik koşullarına benzer koşullarda işçi olarak çalıştırdılar.
Böylece savaş boyunca tüm işçi sınıfı neredeyse yenilendi. Askere alınan
erkeklerin yerini kadınlar, azınlıklar ve göçmenler, Almanya’da ve Polonya’da
olduğu gibi Yahudiler aldılar. Bunların yönetimi daha kolaydı, zira kendilerini
benimsetmek zorundaydılar.
Japonya’da (Tamarkan) ABD’li ve İngiliz esirler, Almanya’da Ruslar,
İngiltere’de İtalyanlar zorla çalıştırıldılar. Savaş sonrasında İngiliz ve Amerikan
güçleri Fransızlara 55 bin Alman esiri devrederken, İngiltere 400 bin Almanı
ülkesine işçi olarak götürdü. ABD ise 60 binini Avrupa ve ABD’de işçi olarak
çalıştırdı[37].
Moral baskıya ilaveten, grev yasağı, daha fazla çalıştırma, insanlara
nereye gitmeleri gerektiğini söylenmesi gibi teşviklerle özel sektör sivil
üretimi de bu zorla çalıştırma uygulamalarından epeyce fayda sağladı.
Zorla çalıştırmanın uygulandığı kesimlerin başında Almanya geliyordu.
Naziler işgal ettiği Avrupa ülkelerinden 6 milyon işçiyi 3. Reich’ın
fabrikalarında zorla çalıştırdılar. 1944 yılında bu sayı savaş esirleri ve
Yahudilerle birlikte 7,2 milyona ulaştı.
Çalışma koşulları berbattı ve çoğu işçi için sonun başlangıcıydı.
Japonya da benzer şeyler yaptı, ayrıca 700 bin Koreli ve 40 bin Çinliyi
madenlerde zorla çalıştırdı[38].
Zorunlu
istihdamın bir diğer biçimi başka alternatifi kalmayan geniş yığınların iç
savaşlar sırasında devletin resmi ordusuna katılmasıdır. Bu olay Sri Lanka’da
(ve Türkiye’de koruculuk sisteminde olduğu gibi) yaygın bir biçimde yaşandı.
Nitekim Sri Lanka’da askerlere ödenen maaş kırsal bölge halkı için
nereyse tek gelir kaynağını oluşturduğundan, yoksul köylülerin birçoğu sayısı
230 bine ulaşan orduya katıldı. Bu toplam işgücünün % 3,5’ine denk düşmektedir.
Yani ordu yoksul halk için düşük ücretli de olsa, önemli bir istihdam kaynağını
oluşturmaktadır. Böylece hanelerdeki % 50’ye varan işsizlik oranı biraz da olsa
düşürüldü.[39].
Diğer taraftan, Birleşmiş Milletler raporuna göre, iç savaş % 90’ı Orta Doğu’ya çalışmak üzere giden 1 milyondan fazla Sri Lankalının yurt dışına göç etmesine neden oldu. Bu insanlar göçün her aşamasında kötü muameleye tabi tutuldular. Orta Doğu’dakilerin % 90’ı “Kafala Sistemi” ile yani pasaportları işverenlerinde tutulu olarak çalıştırılıyorlar. Üçte biri ev hizmetçiliği yapıyor (özellikle kadınlar), çok uzun saat ve her türlü fiziksel, cinsel ve sözlü taciz altında çalıştırılıyorlar. Çok az dinlenip, çoğu zaman da özenmeyen düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar[40].
Türkiye’ye zorunlu olarak göç eden ve sayıları 2,5 milyonu aşan Suriyeli mültecilerin durumu ise tam bir felakettir. Bir yandan çok kötü koşullarda kamplarda yaşamaya ya da sokaklarda dilenmeye mecbur kalırken, diğer yandan iş bulabilenler en kötü işlerde ve mevcut piyasa ücretlerinin yarısına, hatta üçte birine çalıştırılmaktadırlar.
İşçi mobilizasyonu arttı!
Savaş dönemi istihdamının bir diğer özelliği işçilerin hızlıca mobilize
edilerek gerekli görülen alan ve bölgelere gönderilmesiydi. Ayrıca içerdeki
işbölümü kadar, savaş yeni bir uluslar arası işbölümü de yarattı. Bu serbest
ticarete değil, zorla el koymaya dayalı bir işbölümüydü.
Öyle ki sadece ABD’de 1940-47 arasında, nüfusun beşte birinden fazlası
(25 milyon işçi) ülkeyi dolaştı. Sadece 4,5 milyon insan çiftliklerden
kentlere, sanayilerde çalışmak üzere, (ölene kadar) kaydırıldı. Almanya işgal ettiği ülkelerden
sadece işçi getirmedi, Yunanistan ve Polonya’dan hububat, Romanya ve
Kafkasya’dan petrol, Fransa, Hollanda ve Norveç’ten mamul ürün getirdi. Böylece
milyonlarca insan Alman sanayine hizmet eder bir hale getirildi. 4 milyon Koreli ve 10 milyon Javalı işçi
plantasyonlarda Japonya için çalıştırıldılar. 365 bin Koreli ayrıca ordu için
doğrudan istihdam edilirken 200 bin Koreli fahişe yaratıldı (Comfort Women).[41]
Savaşlar ve işçi
ücretleri:
Savaş dönemlerinin işçi
ücretleri, savaşan ülkelerin ekonomilerinin büyüklüğüne ve savaşların
niteliğine göre farklılıklar gösterse de, tüm ülkelerde görülen ortak şey savaş
dönemlerinde reel ücretlerin düşmesidir. Özellikle zorunlu çalıştırma
pratikleri ve savaşın finansmanının daha ziyade para basma yolu ile
karşılanması sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon, nominal ücretlerde artış
söz konusu olsa dahi, reel ücretleri düşürdü. Bunun dışında sendikaların fiilen
etkisiz hale getirilmesi ya da olağanüstü hal koşulları ücret artışı taleplerinin
yeterince güçlü olmasını önledi.
Sırasıyla, “Amerikan İç
Savaşı”(1861-1865) sırasında ağırlıklı olarak para basımı ile savaşın finanse
edilmesi yüzünden artan enflasyon[42]
ve değeri düşen dolar nedeniyle reel ücretler geriledi. Meksika İç Savaşı (1910-1920 hem vergiler hem de iç ve dış borçlanmayla
finanse edilmeye çalışılsa da para basımı ile tamamlandı. Enflasyon fırladı, pesonun
değeri hızla düştü.
1. Dünya Savaşı
sırasında ve sonrasında Almanya’da, belli merkezlerde reel ücretler ciddi olarak
düştü. Örneğin 1913 yılında 100 olan ücret endeksi 1922’ye gelindiğinde
demiryolu işçilerinde 50,9’a; matbaacılarda 69,1’e ve maden işçilerinde 70,1’e
kadar geriledi[43].
Aşağıdaki tabloda ise Almanya’daki 370 şirkette Mart 1914’ten Eylül
1917’ye günlük reel ücret değişimini gösterilmektedir (Mart 1914’teki düzeyin
%’si olarak). Buna göre savaş sırasına 3,5 yıl boyunca tüm sektörlerdeki reel
ücret azalması erkek işçilerde % 35, kadın işçilerde ise % 27 civarında oldu.
Sanayi
|
Erkek işçiler
|
Kadın işçiler
|
Metal
|
% 71.8
|
% 99.4
|
Makine
|
% 75.2
|
% 84.4
|
4 Temel savaş sanayi
|
% 77.4
|
% 87.9
|
4 hammadde sanayi
|
% 64.2
|
% 71.2
|
4 sivil sanayi
|
% 55.5
|
% 61.9
|
Ağırlıklı ortalama
|
% 65.7
|
% 73.6
|
(Kaynak: Gerhard
Bry, agm. Tablo 54, s.212)
Savaşlar yeni vergiler ya da artırılan vergilerle, borçlanma ve para
basma ile finanse edildiğinden bu üç finansman biçimi de başta ücretli işçiler
olmak üzere tüm halkları yoksullaştırmaktadır.
İspanya’da 1936 yılında General Franko’nun faşist darbe girişiminin
başarısız kalmasıyla ile başlayan iç savaş ağırlıklı olarak para basma ile
finanse edildi. İspanya’da vergileme temel araç olmadığı gibi, Cumhuriyetçilerin
başarısız bir girişimi dışında her iki taraf da iç borçlanmaya başvurmadı.
Ancak taraflar öncelikle ‘el koyma’ya yöneldi. Özellikle de Franko, Cumhuriyetçileri
destekleyenlerin mal ve mülklerine el koyma konusunda çok ileri gitti.
Otomobilden, maden ocaklarına kadar her şey müsadere edildi. Franko ayrıca
“gönüllü bağış” adı altında mücevher ve altın gibi kıymetli varlıklara el koydu.
Her iki tarafın da temel aracı para basma oldu. Enflasyon her iki bölgede de
arttı ama farklılaştı. Cumhuriyetçi
bölgede diğerine nazaran çok yüksekti. 1936-1937’de enflasyon Cumhuriyetçi
bölgede % 100 artarken, diğerinde artış % 15 ile sınırlı kaldı. 1937’den sonra
Franko pesetası Fransız frangına karşı % 33 ve ABD dolarına karşı % 51 değer
kaybetti[44]. Böylece enflasyon ve ulusal paranın değer yitimi işçilerin reel
ücretlerini düşürdü, genel olarak yoksulluğu artırdı.
Savaşlar ile vergi yükü
artışı arasında bir paralellik söz konusudur. Vergilemenin diğer finansman
biçimlerinin üzerinde savaşın maliyetlerini karşılama konusunda başat bir rolü
vardır. Üstelik savaş sırasında konulan ya da oranları artırılan vergilere
savaş bittikten sonra da devam edilmektedir. Bu da halkın vergiler yüzünden
yoksullaşmasına neden olmaktadır.
Bu bağlamda ABD’de, federal
vergi mükellefi sayısı 1939 yılında 4 milyondan 1945’te 43 milyona çıkarken;
vergi gelirleri 1941 yılında 8,7 milyar dolardan 1945 yılında 45 milyar dolara
yükseldi. Vergi yükü % 8’den % 20’ye çıktı. Yılda 500 dolar gelir elde
edenlerin vergi oranı % 23, 1 milyondan fazla gelir elde edenlerinki ise % 94
oldu[45].
Amerikalılar 1942 yılında ayrıca, ücretlerinin onda birini savaş
tahvillerine yatırmak zorundaydılar. 1943’te ise bu kez “zafer vergisi” adı
altında stopaja tabi tutuldular. Benzer bir uygulama İngiltere ve Almanya’da da
oldu. İngiltere’de ilk kez 7 milyon işçi Gelir Vergisi (PAYE) ile tanıştı[46].
2. Dünya Savaşı sırasında tarımsal üretimin ciddi olarak azalması gıda
maddesi fiyatlarının hızla yükselmesine neden olan bir diğer faktör oldu.
Nitekim tarımsal
üretim Almanya’da % 50-70, Fransa’da %
40-50, Rusya’da % 50 düştü ve Almanya’da görülen açlık ve kıtlık karne uygulamasına
geçiş ile sonuçlandı. İngiltere’de gıda maddesi fiyatları % 70 ve ücretler % 18
artarken, bu artışlar Fransa’da sırasıyla % 74 ve % 30; İtalya’da % 84 ve % 38
oldu[47].
Bu veriler reel ücretlerin bu savaş sırasında en az yarı yarıya düştüğünü ve
işçi sınıfının hızla yoksullaştığını göstermektedir.
Almanya’da faşizm
döneminde istihdam % 160 artarken, nominal ücretler değişmedi, hatta azaldı.
1932’de 100 olan reel ücret endeksi 1933’de 97, 1939’da 98 ve 1944’te 100 oldu[48].
Aşağıdaki iki
tablo Almanya’da faşizm ve savaş döneminde ücret, enflasyon ve yaşam
maliyetlerini ve tüm sektörlerdeki reel ücret düşüşlerini göstermektedir.
Tablo:
Almanya’da ücret, fiyatlar ve yaşam maliyetleri (1932-1944). (1932= 100)
|
Saatlik ücret
|
Yaşam maliyeti
|
Enflasyon
|
1932
|
100
|
100
|
100
|
1933
|
97
|
98
|
97
|
1934
|
97
|
100
|
102
|
1935
|
97
|
102
|
105
|
1936
|
97
|
103
|
108
|
1939
|
98
|
105
|
111
|
1940
|
98
|
108
|
114
|
1941
|
99
|
110
|
116
|
1942
|
99
|
113
|
119
|
1943
|
100
|
115
|
120
|
1944
|
100
|
117
|
122
|
Ortalama reel
ücretler, tüm sanayiler 1942-1944 (1932=100) (Tablo 67, s. 262):
1932
|
1933
|
1934
|
1935
|
1936
|
1937
|
1938
|
1939
|
1940
|
1941
|
1942
|
1943
|
1944
|
100
|
99.4
|
96.8
|
95.2
|
94.5
|
93.9
|
93.6
|
94.0
|
91.1
|
89.9
|
87.9
|
87.4
|
85.5
|
(Kaynak: Gerhard
Bry, agm. s. 254-264).
Bir başka kaynağa göre[49], Almanya’da 1933-35 arasında nominal ücretler % 25’ten fazla
düşürüldü. Nazizmin ilk yılında Krupp
A.G.’nin ücret faturası 2 milyon RM azalmıştı.
Bu, işçi sayısının 7,762 artmasına rağmen gerçekleşti. Savaşa kadar
ücretler arttı, ama savaş çıkınca düştü (İngiltere’de işçiler daha fazla ücret
alıyorlardı ama çok daha fazla çalışıyorlardı. Benzer bir durum ABD için
geçerliydi. 1938 yılında % 25 daha fazla çalışıyorlardı).
2. Dünya Savaşının ABD işçi sınıfı üzerindeki net etkisi daha fazla
çalışma karşılığında daha az ücret alma biçiminde oldu. Nitekim savaş döneminin
en başarılı ekonomisine sahip olan bu ülkede bireysel tüketimin GSYH içindeki
payı 1938 yılında % 72’den 1945’te % 51’e geriledi. Savaş sırasında işçi
ücretleri düşük tutulurken, sermaye ciddi kârlar elde etti. 1942-45 arasında en
büyük 2,230 ABD’li firmanın kârı % 41 oranında arttı (Almanya’da da zora dayalı
aşırı sömürü oranları savaş sonrasında da yaklaşık 10 yıl devam etti). Daha
fazla işçi, daha fazla saat ve daha ucuza çalıştırılarak kârlar artırıldı.
Haftalık ücretler nakit olarak arttı ama saatlik ücretler fiilen düşürüldü.
İşçiler artık daha fazla çalışıyordu. Mesailer ödenmiyordu. Ücret artışları hâsıla
artışının gerisinde kaldı. Ücretler tüketim malları almaya yetmiyordu. Zira
üretim, tüketim mallarından savaş sanayine kaydırılmıştı. Yeterince ürün yoktu,
fiyatlar artmıştı. İşçilere ücretlerinin bir kısmı çok uzun vadelere yayılmış
olan devlet tahvili biçiminde ödeniyordu. Ücretler artmıştı ama raflardaki
ürünlerin fiyatları daha fazla artmıştı. Raflar boş, ulaşım çok
kalabalıklaşmıştı. Resmi verilere göre, 1941-45 arasında ücretlerdeki % 80’lik
artış, enflasyon (1942’de % 10 ve 1946’da % 28 düzeylerinde[50]) ve kıtlık dikkate alındığında sadece % 20 civarında gerçekleşmişti. Japonya’da
1939 ve 1940’ta ücretler % 20 düşürüldü. Savaş sona erdiğinde müttefik
ülkelerdeki tüketim düzeyi 1938’dekinin üçte ikisi kadardı. İtalya’da günlük
kalori miktarı 1,747’ye kadar düşürüldü. Fransa’da da ücretler düşürüldü[51].
Hitler, Alman ekonomisini bir savaş
ekonomisi haline aslında savaş çıkmadan önce dönüştürmüştü (1935). Kamu
harcamaları savaşa yönlendirildi. Çelik ve kömür madenleri gibi sektörler
savaşı besleyen sektörler olarak ciddi bir atılım yaptılar. Böylece 1933
yılında Krupp’un kârı 6,65 milyon Reich Mark’tan bir yılda ikiye katlanarak
11,4 milyona ve 1937’de 17,8 milyona fırladı[52].
Sonuçta 2. Dünya Savaşı döneminde tam istihdama yakın bir üretimde
ücretlerin milli gelir içindeki payı azalırken, sermayenin payı hızla yükseldi.
ABD’de Irak Savaşı ile başlayan süreçte, 2003-2011
arasında ortanca reel ücretler durgun seyretti, buna karşılık verimlilik arttı
( 2002’de % 18,5’ten 2011’de % 37,6’ya). Ortanca işçi ücretleri ise 2002 de %
10,7 den 2011 yılında % 9,6’ya düştü.
Yoksulluk oranı 1999’da % 11’den 2003’te % 13 ve 2009’da % 14’ün üzerine
çıktı. Savaşı finanse etmek için yapılan devlet borçlanması, toplam devlet
borcundaki artışın altıda birini oluşturmaktadır.[53].
İç savaşların
işçi ücretleri üzerindeki etkilerini Peru, Uganda ve Sri Lanka iç savaşları
üzerine yapılan bazı araştırmalar ortaya koymaktadır.
Buna
göre, birçok şeyin yanı sıra iç savaşlardan eğitim ve sağlık hizmetli olumsuz
etkilenmektedir. Bu da “beşeri sermaye modeli” açısından gelecekte ücret-gelir kayıpları
anlamına gelmektedir. Örneğin Peru’da 1980-85 arasında yaşanan iç savaş
işçilerin aylık ücretlerinde % 4’lük bir düşüşe neden oldu. Cinsel saldırılar
kadın işçi ücretlerini, işkence ve zorunlu göçe tabi tutulma erkek işçilerin
ücretini olumsuz etkiledi. Ölümler ve tutuklulukların yol açtığı zararın yanı
sıra iç savaşın neden olduğu psikolojik şiddet de işgücü üzerinde uzun dönemde
negatif bir beşeri sermaye etkisi yarattı[54].
Uganda’daki iç savaş 20 yıl devam etti. 2005 yılına gelindiğinde nüfusun
% 20’si sığınmacı olarak kamplara yerleştirilmişti. Silahlı çatışmalar ekonomik
büyüme ve hane halkı refahını olumsuz etkiledi. Bu etkilerin en sertleri de
emek gücü açısından kendini göstermektedir. Şiddet ortamında kalmış çocukların
yetersiz beslenmesi onların ömür boyu verimliliğini düşürmektedir. Savaş
halindeki toplumlarda daha az yatırım yapıldığından bu istihdam imkânını azaltmaktadır. Zorunlu olarak askere alınanların savaş sonrası
ücretleri daha düşük kalmakta, iç savaştan çıkmış insanların emek gücü
piyasasına aktif katılımları zorlaşmaktadır. Şiddet bir bütün olarak kalkınmayı
geriletmektedir (iç savaş boyunca Kuzey Uganda’da hane halkı ekonomisi büyük
ölçüde çocuk emeğine dayanıyordu)[55].
Sri Lanka’da iç savaşın ücretler üzerindeki etkilerini doğrudan anlatan
çalışmalara rastlanmamışsa da diğer bazı çalışmalardaki verilerden iç savaşın
işçi ücretleri üzerindeki azaltıcı yönde etkiler tahmin edilebilir.
Bir çalışmaya göre, Sri Lanka’da iç savaşın önemli bir döneminde,
1983-1996 arasındaki toplam iktisadi kayıp 1996 milli gelirinin % 160’ından
fazlaydı. Bu özel tüketim harcamalarındaki düşüş, alt yapı tahribatı,
vazgeçilen yatırım gelirleri, azalan turizm gelirleri ve ölüm ve yaralanmaların
neden olduğu beşeri sermaye kayıpları ve savaş bölgesinde vazgeçilen üretim
kayıpları biçiminde kendini göstermektedir[56]. Savaş sonucunda kişi başına düşen gelir 850 dolara kadar düşmüştü
(Kuzeyde 250 dolara kadar geriledi) [57]. Bu gelişmelerin istihdamı azalttığı, bunun da işgücüne olan talep
azalmasıyla ücretleri baskıladığı, düşürdüğü ileri sürülebilir.
Savaşlar ve
kadın emeği:
Hem 1. hem de 2. Dünya savaşı sırasında çalışan kadın işçi sayısında
adeta patlama yaşandı. Bu durum, diğer kadın işçilerin ve aynı zamanda da erkek
işçilerin genel ücret düzeylerinin düşmesine neden oldu.
1. Dünya Savaşı sırasında ABD’de kadınlar daha önce hiç olmadık ölçüde istihdama
katıldılar. 1918’e gelindiğinde ortalama çalışan kadın oranı ortalama % 19 ve
bazı savaş üretimi sektörlerinde % 37’lere kadar yükseldi (lastikte % 35 oldu)[58]. Bir başka kaynağa göre, bu savaş sırasında kadın istihdamı kabaca % 23,6’dan (1914), %
37,7- 46,7’ye fırladı (1918). Aslında bu oran diğer bazı domestik hizmetleri kapsamadığından
gerçekte olması gerekenden düşüktür.
Evli kadınların % 40’ı 1918’de çalışıyordu[59].
Bu savaşta, orduya katılan
erkeklerin işleri kadınlara verildi. Keza savaş üretimi kadınların istihdamını
artırdı.
Britanya’da kadınları en fazla
cephane fabrikaları çalıştırıyordu. Buna ek olarak kadınlar tren, otobüs,
tramvay biletçisi, postacı, polis, itfaiyeci, banka memuru, mühendislik içeren
makine üretiminde işçi, hayvan bakıcısı, sivil savunma görevlisi olmak üzere
çok farklı işlerde çalıştılar ama erkeklerden çok daha düşük ücretler aldılar. 1917’de
cephane üretiminin büyük kısmını kadınlar yapıyordu. “Kanarya” olarak
adlandırılıyorlardı zira TNT’yi patlayıcı yapımında kullandıklarından ciltleri
sarıya dönüyordu. Böyle bir zehire maruz kalmanın yanı sıra bu savaş sırasında
TNT patlaması nedeniyle 400 kadın hayatını yitirdi[60].
2. Dünya Savaşında Roosevelt, 10 milyon Amerikalıyı askere gönderirken, 6
milyon kadını da işgücüne dâhil etti. 1940’ta 14 yaş üstü 45 milyon çalışanın
11 milyondan fazlası (işçilerin % 25’i) kadınlardan oluşuyordu, 1945’te % 33’ü
aştılar ve bu oran 1960’a kadar aynı kaldı.
Kadın işçilerin en yoğun çalıştırıldığı sektör imalat sanayi idi (2,3
milyon, % 20). ABD’de 1940’ta diğer sektörlerden alınarak imalat sanayine
kaydırılan işçilerin % 39’unu, 1941’de % 35’ini kadınlar oluşturuyordu. 1942
yılında ABD’de cephane ve küçük silah üreten şirketlerin % 54,4’ünde kadınlar
çalışıyordu[61].
Britanya kadınlara zorunlu askerliği getiren ilk ülke oldu. Kadınlar ya
orduya katılacak ya da çalışacaklardı. Reddedenler günlük 5 pound ceza ödeyecek
ya da hapis yatacaklardı. 1941’de 14-49 yaş arası her beş kadından 4’ü istihdam
ediliyordu. Dul kadınların beşte üçü çalışıyordu. 300 bin kadın patlayıcı ve
kimyasallar sektöründe çalıştırıldılar.[62] Kadın istihdamı
1939’da 5,1 milyondan (% 26), 1943’te 7,25 milyona (% 36) yükseldi. Çalışan
kadınların % 46’sı 14-59 yaş arasındaydı, % 90’ı 18-40 yaş arası bekâr kadındı[63].
Almanya’da 2. Dünya Savaşında mevcut kadın işçilerden daha fazla işçi
çalıştırılmadığı, bunların yerine 6 milyon dışarıdan getirilen işçinin
çalıştırıldığı ileri sürülmüş olsa da[64], işçi açığının kadın işçilerle
kapatıldığına ve 25 yaş altı bekar kadınlar için zorunlu iş programlarının
hazırlandığına dair verilere ulaşılmıştır. Bu kadın işçiler en az 1 yıl
çalışmak zorundaydılar[65].
1940-1950 arasında ABD’de kadınların işgücüne katılımındaki % 10’luk
artışın etkisi kadın işçi ücretlerinin % 7-8 oranında ve erkek işçi
ücretlerinin % 3-5 düşmesi biçiminde oldu.[66] Bu durum erkek işçilerin çoğunluğunu oluşturduğu işçi sendikalarının
tepkisine neden oldu.
Kadın istihdamında belirgin bir artış olsa da eşit işi yapan erkek ve
kadın işçilerin ücretleri arasındaki farklılık savaş sırasında da devam etti.
Kadınlar işlerini aldıkların erkeklerin aldığın ücretin ancak yarısı kadar
ücret alabiliyorlardı. Ayrıca beceri gerektirmeyen işler kadın işi olarak tanımlanıp eşit ücret
tartışmasının dışında bırakılıyordu.
Bu duruma kadınlar uzun süre sessiz
kalmadılar ve Ekim 1943’te Glasgow yakınındaki Hillington Rolls-Royce
fabrikasında bir hafta greve gittiler, bunları fabrikadaki erkeklerin çoğu
destekledi. Sonuçta eşit ücreti elde ettiler. Bir diğer eşitsizlik
yaralanmalarda kendilerine ödenen tazminatlar konusundaydı. Savaş ile ilişkili
üretim ve hizmetlerde bombalama vs gibi nedenlerle yaralanmalar sıklıkla
yaşanıyordu ama erkeklere bunun için 21 Şiling ödenirken, kadınlara 14 Şiling
ödeniyordu[67].
Savaşlar ve işçi
sendikaları:
Her iki paylaşım savaşı sırasında da başta ABD olmak üzere dönemin
emperyalist –kapitalist ülkelerindeki sendikalı işçi sayısında ve sendikalaşma
oranında bir artış gerçekleşti. Buna karşılık sendikalar, sınıf sendikalarından
hükümetlerin kontrolündeki korporatist yapılanmanın birer aktörüne dönüştüler.
Bu durum emek ve sermaye arasındaki çatışmaların açığa çıkmasını yavaşlattıysa
da bu dönemde belirgin düzeyde grev ve direniş eylemleri görüldü.
Sendikalaşmanın artmasına yol açan
nedenlerin başında dünya savaşları sırasında işgücü talebine olan artışın
işgücünün ekonomik ve politik gücünü artırması gelmektedir. Çünkü savaşlarla
birlikte sanayiler yeniden yapılandırıldı (mühendislik ve diğer savaş
sektörleri öncelik etti).
ABD’de 1913’te 2,7 milyon sendikalı
işçi (% 6) vardı. 1917 yılına kadar bu oran % 6-7 olarak kaldı. 1935 yılında ‘Wagner
Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası’nın (National
Labor Relations Act (NLRA) kabul edilmesiyle bu oran % 12’ye yükseldi[68]. Sendikalarda
örgütlü işçi sayısı 1941’de 10,5 milyon ve 1945’te 14,8 milyon oldu.
Sendikalaşma oranı 1945 yılında % 35,5 idi[69].
1913 yılında Almanya’da sendikalarda örgütlü işçi sayısı 2,97 milyon ve sendika
sayısı 99 idi. Britanya’da ise 3,99 milyon sendikalı işçi ve 1,135 sendika vardı. Almanya’da sektörel
olarak en fazla üye 561 bin ile metal, mühendislik ve gemi yapımcılığında;
İngiltere’de 916 bin ile maden vs ve 700 bin ile ulaştırmada yer alıyordu[70].1915-1929
arasında Britanya’da sendikalı işçi sayısı iki kat artış göstererek 4,3
milyondan 8,3 milyona çıktı. 1935-1939 arasında 4,8 milyondan 6,2 milyona ( %
30) yükseldi[71].
Diğer yandan 2. Dünya Savaşı
döneminin sendikalar açısından önemli bir özelliği sendikal örgütlenme biçiminde
yaşanan değişimdir. Bu dönemde korporatist örgütlenmeler yaygın bir işçi
örgütlenmesi olarak gündeme getirilmiştir.
ABD’de 1940 yılında 16 milyon
askerin 10 milyonu askere çağrılan işçilerden oluşuyordu. 1942’de Başkan Roosevelt
‘Ulusal Savaş Çalışma Kurulu’ (NWLB) ve ‘Savaş Çalışma Politikaları Kurulu’nu
(WLPB) oluşturdu. İşçi ve işveren
temsilcilerinden oluşan ‘İşçi Meclisleri’ kuruldu. Böylece Hükümet radikal sol
sendikalara karşı yandaş sendikaları kurdurdu (The Loyal Legion). ‘Ulusal Savaş
Çalışma Kurulu’ iş uyuşmazlıklarına aracılık eden bir yapıydı ve bu kurul
fabrikalardaki çatışmalı durumlara fiilen el koyuyor, genellikle de işverenler
lehine çözümlüyordu. Korporatist
uygulamalar sonucu sendika üyelik oranı 1933-1945 arasında % 5,7’den % 22,4’e
fırladı[72].
Savaşlar, iş
kazaları, meslek hastalıkları, grev ve iş bırakmalar:
Savaş
koşullarında, askerileştirilmiş bir disiplinle ağırlaştırılmış çalışma
koşulları (uzun saatler vs) nedeniyle iş kazaları ya da cinayetlerinde ve
meslek hastalıklarında ciddi artışlar yaşandı.
Örneğin 1.
Dünya Savaşı sırasında, 1917 yılında,
Doğu Londra’da Silver Town’daki TNT fabrikasındaki patlama yüzünden 73
kadın işçi öldü ve yüzlerce ev hasara uğradı. Kadınlar cephane fabrikalarında
12-13 saat çalıştırılıyorlardı, buna karşılık aynı işi yapan erkeklerden çok
daha düşük ücret alıyorlardı. Öyle ki mühimmat üretiminde aldıkları ücretler
erkek işçilerin ücretlerinin sadece yarısı kadardı[73].
Almanya’da faşizm döneminde ve 2. Dünya Savaşı yıllarında ise ağır
çalışma koşulları iş kazalarında patlamaya neden oldu. 1933-1940 arasında iş
kazası sayısı 929 bin vakadan 2 milyon 253 bin vakaya yükseldi. Meslek
hastalıkları vakası 11 binden 23 bine yükselirken, işçi ölümleri 217’den 525’e
fırladı (bu arada istihdam 13,5 milyondan 20,8 milyona çıktı)[74]. ABD’de uzun saat çalışma
süreleri iş kazalarını ciddi biçimde artırdı[75].
İki büyük savaş öncesinde ücret
artışı taleplerini içeren ve kısa süreli olarak ortaya çıkan grevlerin, savaş sırasında ciddi olarak
azaldığı (özellikle de Almanya’da) buna karşılık savaşın ilerleyen yıllarında
işçi mücadelesinin yeniden hızlandığı görülmektedir.
1. Dünya Savaşının öncesinde, 1900’de
Britanya’da 648 olan grev sayısı 1913’te 1,497’ye ve 189 bin olan grevci işçi
sayısı 1913’te 689 bine çıkarken, grevler nedeniyle kaybolan işgünü sayısı 3.153’den
11,631’e fırladı. Katılan işçi sayısı ve işgücü kaybı Almanya’da daha az olsa
da benzer bir artış eğilimi söz konusudur. Bu tarihlerde Almanya’da bir greve
ortalama 86 işçi; İngiltere’de 645 işçi katılırken, ortalama grev süresi
Almanya’da 16,5 ve İngiltere’de 19 gün idi. İşgünü kaybı ise sırasıyla kişi başına
olmak üzere 0,9 ve 1,5 oldu.[76]
1. Dünya
Savaşının başında işyerlerinin askeri bir disipline sokulması nedeniyle grevler
düşüktü, ama zamanla grevlerde artış görüldü. Örneğin Almanya’da 1914 yılında
1,115, 1915’te 137, 1916’da 240, 1917’de 561 ve 1918’de 531; Rusya’da 1914’te
3,534, 1915’te 928, 1916’da 1,410 ve 1917’de 1,938 grev ortaya çıktı[77].
Fransa’da 1900-1914 arasında büyük
çapta grevler oldu. Büyük bir kısmını CGT’nin örgütlediği grevlerin nedenleri
arasında ücret sisteminin kaldırılması olduğu kadar, savaşa karşı çıkış da
vardı.
Avrupa’da grevleri ve direnişleri
tetikleyen şeyler ücretlerin düşürülmesi, buna karşılık çalışma saatlerini
artırılarak çalışma koşullarının ağırlaştırılması ve sınıfa yönelik anti-
demokratik baskıların artmasıydı. Ayrıca savaşa karşı da grevler yapılmaktaydı.
Bu yıllarda Avrupa’da önemli siyasal gelişmeler oldu, devrimler yaşandı. Rusya’da 1917’de
proletarya devrimi gerçekleşti. Almanya’da Berlin ve Köln’de işçi meclisleri
kurulurken, Bavyera Cumhuriyeti ilan edildi. 1919 yılında Spartaküs Hareketi’nin
isyanı patlak verdi. İrlanda’da Sinn Fein 1918 yılında seçimi kazandı. 1919
yılında Glasgow tersane işçileri grevleriyle kenti felç ettiler. Macaristan’da
21 Mart 1919’da iki yıldır devam eden grev ve direnişlerin ardından Sovyet
Cumhuriyeti kuruldu.
Kadın işçilerin Almanya’da ücretleri
1913-18 arasında aylık 128 marktan 30 marka düştü. Tüm reel ücretler Fransa’da bu dört yılda %
20, İtalya’da yarı yarıya düştü. Avusturya 1916/17’de açlık yaşadı. Bu ülkede 1918’de
ücretler % 63 oranında düştü. Tüm ülkelerde çalışma saatleri tüm hafta günleri dâhil
11 saate çıktı. İtalya Turin’de Fiat işçileri haftada 75 saat, Berlin’de 70
saat çalıştılar. Paris’te Renault firmasında çatı çökmesi sonucunda 26 işçi
öldü. Yeni işe başlayan kadınlar müdürlerin tacizine uğradılar. Bu gelişmeler
işçilerin direnişlerini tetikledi[78].
Kadınlar Britanya’da ücret
eşitsizliğine sessiz kalmadılar. 1918’te Londra otobüs ve tramvay hizmetlerinde
greve gittiler. Bu metroya ve diğer sektörlere de sıçradı[79].
Fransa’da demokrasi askıya alındı ve
Fransız Parlamentosu 5 Ağustos 1914- 22 Aralık 1914 arasında hiç toplanmadı.
Buna rağmen işçi direnişleri artarak devam etti. 1916’da ağırlıkla olarak kadınların
yürüttüğü temel bir grev dalgası oluştu. Mühimmat sektöründe kadın işçilerin
ücretlerinin düşürülmesi grevleri başlattı. 1916 sonu-1917 başlarında grevciler
asıl olarak kadınlardan oluşuyordu. Nedenlerse enflasyon, aşırı çalışma ve
ustabaşıların baskılarıydı. Ekonomik gibi görünse de bu grevler sosyalistlerle
işbirliği içinde yürütüldü. 1917’de 1 Mayıs gösterilerinde göstericiler Rus devrimcileri
alkışladılar. Tekstil ve ayakkabı sektöründe 10 bin civarında işçi greve gitti.
Fransa’da sendikal bürokrasinin negatif etkileri güçlü bir biçimde
hissediliyordu. Avusturya’da kitlesel grevler sosyal demokrasinin engeliyle
karşılaştılar. 1917 Rus Devrimi’nin ardından sosyal demokrat liderler işçileri
grevlerden vazgeçirmeye çalıştılar. 1918 yılı Ocak sonu Şubat başında 1 milyon
işçi iş bıraktı. İşçiler savaş karşıtı askerlerle birlikte tavır aldılar.
Sosyal demokrat liderler yeniden arabulucu oldular ve işçileri yumuşattılarsa
da 1918 Mayıs-Haziran’da ekmek ve un tayınlaması yeniden başlayınca işçiler
yeniden greve gittiler. Sosyal demokratlar bir kez daha işçi meclislerini
topladılar[80].
İtalya’da savaşın ilk yıllarında
askere almaya ve gıda yetersizliğine karşı ciddi gösteriler yapıldı. Bunlara
işçi grevleri ve cepheden eve mektup yazan askerler destek verdiler. Burada da
kadınların çok önemli katkıları oldu. Grevcilerin 1918’de % 21,9’unu oluşturan
kadınlar, 1917’de % 64,2’sini ve 1918’de
% 45,6’sını oluşturuyordu. Turin’de
1918’de günde 12 saat çalışan kadınlar mesaileri bittikten sonra yine saatlerce
ekmek kuyruğunda bekleşiyorlardı. Kadınların isyanına 2000 demiryolu işçisi
grevle destek verdi. Bunları metal işçileri destekledi. 22 Ağustos’ta Turin’in
işçi mahallelerinde barikatlar kuruldu, işçiler el yapımı bombalarla polisle ve
ordu ile çatıştılar.
Almanya’da 1915’te sadece 141 grev
(13 bin işçi) vardı. 1916’da bu sayı % 70 artarken katılan işçi sayısı 130 bin
oldu. Aynı yıl ekmek, gıda dükkânları kadın ve gençler tarafından yağmalandı. 1
Mayıs’ta 10 bin işçi yürüdü. K. Liebnecht adlı devrimcinin 2,5 yıl hapse mahkûm
edilmesi 55 bin mühendisin politik grevine neden oldu ve Karl Liebnecht serbest
bırakıldı. 1916/17’de Rus Çarının devrilmesi Leipzig’de mücadeleyi yükseltti.
Hamburg’dan Nurenberg’e her yerde grevler vardı. 16 Nisan’da 300 bin Berlinli
işçi politik sloganlar atarak greve gittiler. Aynı gün Leipzig’de başlayan
grevdeki altı siyasal talepten biri işgale son verilerek barışın sağlanmasıydı.
1918’de Berlin’de 400 bin işçi tekrar greve gitti. Bu grevlerde yedi talep söz
konusuydu. Bunlar arasında daha iyi gıda temin edilmesinin yanı sıra ulusların
kendi kaderlerini tayin etme hakkı gibi Bolşeviklerin barış talepleri de vardı.
1918 grevleri Lüksemburg’un kitlesel grev dinamiklerini ve kadın, genç işçi ve
iyi örgütlü işçiler arasındaki karşılıklı işbirliğini yansıttığı gibi,
reformist partilerin devrimci bir anı nasıl durdurduklarını da gözler önüne
serdi[81].
1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı
İmparatorluğu’nda (1909-1915 arasında) toplam 38 grev yapıldı. Bu grevlerin
çoğu dokuma, gıda sanayi ve madencilik alanlarında ve ağırlıklı olarak
İstanbul, Selanik, İzmir ve Zonguldak’ta gerçekleşti. Grevlerin amacı ücret
artışları, çalışma saatlerinin 10 saate indirilmesi ve sendika ya da işçi
derneklerinin işverenlerce kabul edilmesi gibi ekonomik ve demokratik
taleplerin yerine getirilmesini sağlamaktı.15 greve toplamda 39 bine yakın işçi
katıldı. Grevlerin 36 tanesinin 1909-1913 arasında, sadece 2 tanesinin 1914 ve
1915 yıllarında yapılmasının nedeni, yani grevlerdeki bu iki savaş yılındaki
azalmanın nedeni İttihat ve Terakki Yönetiminin her türlü işçi örgütlenmesi ya
da eylemini yasaklaması ve savaş koşullarıdır[82].
Buna rağmen savaşın ilk yılı olan 1914 yılında, bu dönemin en geniş katılımlı
grevi olan Zonguldak’taki 10 bin kömür madeni işçisinin grevi dikkat çekicidir.
2. Dünya Savaşı emek-sermaye güç dengesini emek aleyhine değiştirdi. İşçi
örgütlerini dağıttı. Sendikalar savaş için yapılan istihdamın bir parçası
haline dönüştürüldüler.
1941 yılında ABD’de Roosevelt silah sanayinde grevi yasaklayıp, işçi
koruma mevzuatını rafa kaldırdı. İngiltere’de “1035 Talimatı” ile grevler
yasaklandı. Almanya’da Naziler her türlü direnişi yasa dışı ilan ettiler. 1944’e
kadar 87 bin işçi işyeri kurallarına uymadıkları için hapse atılırken, 1943’te bunların
5,336’sı öldürüldü. İtalya’da Mussolini, korporatizm altında grevleri, gösterileri,
hatta hükümetin sözlü olarak dahi eleştirilmesini yasakladı. Emek sermaye
çatışmaları bu dönemde sermaye lehine çözüme kavuşturuldu[83].
Savaşın neden olduğu ağır çalışma koşulları ve artan sömürü,
sendikalardaki sözü edilen yapı değişikliğine rağmen işçi direnişlerinin 2.
Dünya Savaşı sırasında da devam etmesine neden oldu. Emek-sermaye ilişkileri
ülkelerin faşist ya da burjuva demokrasisi ile yönetilmelerine göre
değişiklikler gösterdi.
Örneğin, Mussolini döneminde İtalya’da olduğu gibi Almanya’da faşist
parti emek hareketini ve komünistleri vb yok edebilmek için 1933’te saldırıya
geçti. Mart 1933’te 100 bin komünist, sosyal demokrat ve sendikacı toplama
kamplarına gönderilirken bunların 600’ü öldürüldü. 1933’ün 1 Mayıs’ında işçi
sendikaları Swastika’nın arkasından yürüyerek Nazilere şirin görünmek
istedilerse de “Olağanüstü Hal Kanunu” ile sendikaları dağıtıldı, büroları
kahverengi gömlekli faşistler tarafından işgal edildi, mülklerine el konuldu.
Führer iktidar olmadan önce işçi sınıfı dizlerinin üstüne çökertilmiş,
sendikaları yok edilmişti. Naziler ülke çapında, sendikaların yerini alacak
olan “Emek Cephesi” adlı bir örgüt kurdular.
Bu yapı Nazi devletinin en önemli organı oldu. İşçi kitleleri Nazilerin
arkasına takıldı. Savaşın ilk yıllarında Nazi mitinglerinde yer aldılar ve
savaşı desteklediler. Hem Vichy hem de Nazi işgali altındaki Fransa’da
sendikalar kapatılıp, grevler yasa dışı ilan edildi. Bir madenci grevi şiddetle
bastırıldı (1941). İşçilerin, zafer için kendilerini feda etmeleri birden
olmadı, savaş devam ettikçe, giderek bu fedakârlık yerleşti. Ülkeleri savaşta
kazandığında sevindiler, kaybettiğinde ise üzüldüler. İngiltere’de emek-sermaye
ilişkisi Almanya’dan farklı olarak sendikaların liderlerinin hükümetin yanında
yer aldığı bir biçim olarak ortaya çıktı. Sendika liderleri savaşı
desteklediler. ‘Ortak Verimlilik Komitesi’nde sendika liderlerine yer verilerek
üretim artışı teşvik edildi. [84]
ABD’de 1934’te grevlerde adeta bir
patlama yaşandı (1,856 iş durdurma,1. Dünya Savaşından sonraki en yüksek sayı).
Birçoğuna halkın aktif bir biçimde desteği oldu, çatışmalar da çıktı. Otomotiv
ve liman işletmeciliğinde bu çatışmalar çok şiddetli oldu. Bu gelişmeler
sendikal hareketi de güçlendirdi. Siyahî işçiler ise sendikalara kabul edilmiyordu.
1941’de özellikle komünistlerin etkinliğindeki UAW’nin (Otomotiv İşçileri Sendikası) dâhil olduğu 4 binden fazla iş durdurma vakası
yaşanırken, bu işlere 2,4 milyon işçi katıldı. Savunma sanayindeki grevleri
durdurmak için Hükümet üç, sanayi dört ve sendika dört olmak üzere toplam 11
kişiden oluşan bir arabuluculuk sistemi uygulanmaya başladı. 1942’de bu daha da
geliştirildi[85].
Diğer yandan, dönemin en büyük sendikası olan UAW 1941 yılında greve
gitse de Pearl Harbour saldırısından sonra hükümetin yanında yer aldığını ve
her türlü fedakârlığa razı olduklarını açıkladı. “Grevsizlik kararı” iki yıl
boyunca grev sayısının çok düşmesine neden oldu. Böylece Roosevelt mesai ve hafta
sonu çalışmasını bedavaya getirmiş oldu. Japonya’da iki savaş arasında
sendikalaşma oranı % 6,8 idi. Sanpo Hareketi (Sangyo Hokokukai) bu sayıyı 1942’de % 70’e çıkarttı (5,5
milyon ). Bu sağcı sendika liderlerinin ve bazı sağcı entellektüellerin oluşturduğu
bir hareketti. Kısa sürede Sanpo, işçi verimliliği, etkin çalışma konularında
kararlar alan yarı resmi bir organa dönüştü[86].
Sonuç yerine
Günümüzde, iktisadi
krizler gibi, savaşlar da kapitalizme içkin olgulardır. Yani kapitalizm ve
savaşlar birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Çünkü kâr elde etmek için emek
sömürüsünü esas alan kapitalist sistemin özünde çatışma vardır. İktisadi çıkar
çatışmalarının olmadığı bir kapitalizmden söz edilemez. Savaşlar bu tür
çatışmaların meyveleridir. Bu çatışmalar ise ulusal çatışmaları, nefretleri,
korkuları ve silahlanma gibi savaşları provoke eden gelişmelere neden olmaktadır.
Doğası gereği kapitalizm uluslar arası gerginliklere neden olmakta, bu da
savaşlara yol açmaktadır. Emperyalizm çağında, devletlerin ve sermayenin birbirine
giderek artan bağımlılığı, ulus devletlerin kendi ulus ötesi şirketlerinin
çıkarlarını korumak için, onların arkalarında devasa bir askeri güçle durma
ihtiyacını hissetmesine bu da emperyalist paylaşım savaşlarına neden olmaktadır.
Böylece savaşlarda sadece kapitalist sistemin değil, kapitalist devletlerin de
çok büyük sorumluluğu söz konusudur.
Geçmiş yüzyıllarda daha
çok askeri kayıplarla sonuçlanan savaşlarda bugün, çok büyük oranda, sivil
halktan insanlar ölmekte ya da yaralanmaktadırlar. Gerçekte bu savaşlar,
aslında çıkartılmasında hiçbir payı ya da menfaati olmayan halklar için bir
felaket niteliğindedirler.
Savaşlar sadece halktan
toplanan vergilerin halklara karşı kullanılmasıyla sonuçlanmamakta, bu
harcamaların eğitim, sağlık, istihdam, refah hizmetleri gibi vazgeçilen
alternatif maliyetleri de bulunmaktadır. Ayrıca savaşlar paylaşım savaşları
sırasındaki emperyalist devlet ekonomilerinin büyümesi dışında, özellikle
azgelişmiş ülke ekonomilerinin daralmasına, yatırımların durmasına, enflasyon
artışına, zorunlu devlet borçlanmasına ve tüm bunlar da gelir bölüşümünün daha da
adaletsiz bir hale gelmesine ve yoksulluğun artmasına neden olmaktadır.
Savaşların işçi sınıfı
üzerindeki olumsuz etkileri ise savaşların her türünde (genel/emperyalist,
bölgesel ya da iç savaşlar) kanıtlanmıştır. Emperyalist ülkelerde görülen savaş
dönemi istihdam artışı askerileştirilmiş-zora dayalı bir istihdamdır. Bu
ülkelerde çalışma saatleri uzatılmakta, sendikal örgütlenmeler etkisizleştirilmekte
ve artan enflasyon nedeniyle reel ücretler düşürülmektedir. Bunlara ilave
olarak kadınlar savaş üretim sektörlerinde daha çok kullanılmakta, buna rağmen
ücretleri erkek işçilerin ücretlerine kıyasla düşük tutulmaktadır. Savaş
üretimi koşullarında iş kazaları ve meslek hastalıklarında ise patlama yaşanmaktadır.
Azgelişmiş ülkelerde
ise savaş dönemlerinde istihdam artmadığı gibi, işsizlik hızla yükselmekte,
reel ücretler ve sendikalaşma oranları düşerken, işçilerin çalışma saatleri ve
koşulları ağırlaştırılmakta ve iş kazaları görülmemiş ölçüde artmaktadır.
Savaşlar, despotik, otoriter ya da faşizan devlet biçimleri altında
yaşandığından işçi haklarından söz edebilmek de mümkün değildir. Özcesi
savaşlar hangi ulus, cins etnisite ya da inanç grubuna ait olursa olsun işçi
sınıfı için her hangi yarar sağlamamakta, tam tersine işçi sınıfının, ölmek ya
da yaralanıp sakat kalmasının ötesinde, ekonomik ve sosyal refahının azalmasına
ve örgütsüzleştirilerek politik olarak zayıflatılmasına neden olmaktadır.
Kaynakça
“7
ayda 280 asker ve polis yaşamını yitirdi,” http://siyasihaber2.org/7-ayda-280-asker-ve-polis-yasamini-yitirdi,
6 Şubat 2016.
Acemoglu, Daron
and Autor, H. David “Women, War, and Wages: The Effect of Female,
Labor Supply on the Wage Structure at Midcentury”.
Aceña, Pablo Martín , Ruiz, Elena Martínez, Ponsa, María A., “War and Economics: Spanish Civil War Finances
Revisited”, December 2010.
Benoit, E., Defence
and Economic Growth in Developing countries. Boston, MA: Lexington Books,
1973.
Benoit, E., Growth and defence in developing countries,
Economic Development and Cultural Change, 1978, 26(2).
Black,
Robert, Fascism in Germany: How Hitler Destroyed the World's Most Powerful
Labor Movement, London: Steyne, 1975.
Bry, Gerhard (assisted by Charlotte Boschan),
Wages in Germany, 1871-1945
Bureau of Labor Statistics, “Employment status of the
civilian noninstitutional population, 1940 to date.” Available at http://www.bls.gov/cps/cpsaat1.pdf.
Callinicos, Alex, “The
multiple crises of imperialism”, 10 October 2014 Issue: 144, http://www.isj.org.uk.
Chretien,
Todd, “What's the cause of endless wars?,” http://socialistworker.org/2014/10/30/whats-the-cause-of-endless-wars, 30 October
2014.
Collier, P. “On
the economic consequences of civil war, Oxford Economic Papers (51), 1999.
“Colombian
conflict has killed 220,000 in 55 years, commission finds”, Associated Press
in Bogotá, http://www.theguardian.com/world/2013/jul/25/colombia-conflict-death-toll-commission, 25 July 2013.
Crawford, Neta, C.” Civilian Death and Injury in the Iraq
War, 2003-2013”, Boston University, Costs
of War, March 2013.
Fuller,
Chris, “The mass strike in the First
World War”, http://isj.org.uk, Issue: 145, 5 January 2015.
Galvin,
H. “The impact of defence spending on the economic growth of developing
countries: A cross-section study”, Defence and Peace Economics, 14(1), 2003.
Güzel,
M. Şehmus, Türkiye’de İşçi Hareketi (1908-1984),İmge Kitabevi, 2016.
HDP
Genel Merkezi Enformasyon Masası Tarafından Sunulan 17 Nisan 2016 Tarihli
Bilgilendirme Notu.Heartfield, James, World war as class war, https://libcom.org ,(10 April
2016).
Higgs,
Robert, “Wartime Prosperity? A Reassessment of the U.S. Economy
in the 1940s”, http://www.independent.org, 1 March 1992.
http://www.costsofwar.org/article/lost-jobs.
https://www.washingtonpost.com,
24 April 2013.
“Inside
The Advocacy Group That Keeps Track Of Syria’s War Casualties”, http://www.huffingtonpost.com/2014/11/24/syrian-observatory-for-human-rights_n_6201182.html, 8 May 2015.
Kasirye, Ibrahim, Okoboi, Geofrey, “Impacts of civil
war on labour market outcomes in Northern Uganda: Evidence from the 2004‐2008”,
Northern Uganda Panel Survey.
K. Renuka
Ganegodage⇤and Alicia N.
Rambaldi, Economic Consequences of War: Evidence from Sri Lanka, 2013.
Lenin, Vladimir, Ilyich, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism, 1916, Lenin’s Selected Works, Progress Publishers, 1963, Moscow, Volume 1, https://www.marxists.org/archive.
Labour and Trade Unions in Great Britain, 1880-1939, Refresh 1991.
Lutz, Catherine, “US and Coalition Casualties in Iraq and Afghanistan”,
Watson Institute for
International Studies, Brown University, February 21, 2013.
Matthews,
Dylan, “George
W. Bush’s presidency, in 24 charts”, https://www.washingtonpost.com,
24 April 2013.
Meisenzahl, Ralf
R., Organization matters: Trade Union
Behavior during Peace and War.
Nazi Germany and the Economic Miracle, http://www.historylearningsite.co.uk/nazi-germany/nazi-germany-and-the-economic-miracle.
Prepared i n the
Reports and Analysis Division, Bureau of Employment Security. The material was
assembled by M i l d r e d A . Joiner and Clarence M . Welner, Employment of Women in War Production.
Ransom,
Roger, L.“The Economics of the Civil War”, https://eh.net/encyclopedia/the-economics-of-the-civil-war.
Report of the OHCHR Investigation on Sri Lanka (OISL), Human Rights Council, 16 September 2015.
Richard, Michael, “From War Culture to Civil Society. Francoism, social change, and memories of the Spanish Civil War”.
Reynolds, Morgan O., A History of Labor Unions from Colonial Times
to 2009, Mises Institute (https://mises.org), 17 July 2009.
Stats.pdf.
Stewart,
D. B. (1991). Economic growth and the defense burden in Africa and Latin
America: simulations from a dynamic model. Economic Development and Cultural
Change, 40(1).
S.W.R.de Samarasinghe, Political Economy of Internal Conflict in Sri
Lanka,2003.
Tassava ,Christopher J., “The American Economy during World War II,” https://eh.net/encyclopedia/the-american-economy-during-world-war-ii).
The Long-Run Labor-Market Consequences of Jose
Galdo, Civil War: Evidence from the
Shining Path in Peru, IZA DP No. 50, 28, June 2010.
War and Peace in the 21st Century, International
Stability and Balance of the New Type, Valdai Discussion Club Report, October
2015.
Wikipedia.
World
Bank, Breaking the conflict trap: Civil
war and development policy. Technical report, Washington, D.C. World Bank,
2003.
World Report 2015: Sri Lanka Events of 2014, https://www.hrw.org/world-report/2015/country-chapters/sri-lanka.
www.washingtonblog.com, 09.05.2014.
Yildirim,
J., Sezgin, S., and Ocal, N. (2005). Military expenditure and economic growth
in Middle Eastern countries: A dynamic panel data analysis. Defence and Peace
Economics, 16(4).
[1] Veriler
için bkz: Wikipedia;
Ransom; Richard; http://www.theguardian.com/world/2013/jul/25/colombia-conflict-death-toll-commission; Crawford; Matthews; Lutz;
, https://www.hrw.org/world-report/2015/country-chapters/sri-lanka;
Human Rights Council; http://www.huffingtonpost.com/2014/11/24/syrian-observatory-for-human-rights;
HDP Genel Merkezi Enformasyon Masası; siyasihaber.org.
[4] “Colombian conflict has
killed 220,000 in 55 years, commission finds”, Associated Press in Bogotá, http://www.theguardian.com, 25 July 2013.
[5] Vladimir Ilyich Lenin, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism, 1916, Lenin’s Selected Works, Progress Publishers, 1963, Moscow, Volume 1, pp. 667-766, https://www.marxists.org/archive.
[6] Lenin,
agk.
[7]Todd Chretien, “What's the cause of
endless wars?,” http://socialistworker.org/2014/10/30/whats-the-cause-of-endless-wars, 30 October 2014.
[8] Alex Callinicos, “The multiple crises of imperialism”, 10
October 2014, Issue: 144, http://www.isj.org.uk.
[9] “War and Peace in the
21st Century, International Stability and Balance of the New Type”, Valdai Discussion Club Report, October
2015.
https://www.washingtonpost.com,
24 April 2013.
[11] E. Benoit, Defence and Economic Growth in Developing countries.
Boston,MA: Lexington Books, 1973; E. Benoit, Growth and defence in developing
countries. Economic Development and Cultural Change, 1978, 26(2):271–280).
[12] World Bank, Breaking the conflict trap: Civil war and
development policy. Technical report, Washington, D.C. World Bank, 2003.
[13] H. Galvin, “The impact of
defence spending on the economic growth of developing countries: A
cross-section study”. Defence and Peace Economics, 14(1), 2003, s.51–59.
[14] D. B. Stewart, “Economic growth
and the defense burden in Africa and Latin America: simulations from a dynamic model”.
Economic Development and Cultural Change, 40(1), 1991, 189–207 ; J. Yildirim, S.
Sezgin, and N. Ocal, “Military expenditure and economic growth in
Middle Eastern countries: A dynamic panel data analysis”. Defence and Peace
Economics, 16(4), 2005, s.283–295).
[15] P. Collier, “On the
economic consequences of civil war”, Oxford Economic Papers(51), 1999, s.168–183.
[20] Renuka Ganegodage , K. and Rambaldi, Alicia N., Economic
Consequences of War: Evidence from Sri Lanka, 2013, s. 9.
[22] Robert Higgs, “Wartime Prosperity? A Reassessment
of the U.S. Economy in the 1940s”, http://www.independent.org, 1 March, 1992.
[23] Bureau of Labor Statistics, “Employment status of the civilian
noninstitutional population, 1940 to date”,
http://www.bls.gov/cps/cpsaat1.pdf.
[29] Agm.
[30] “Nazi Germany and the
Economic Miracle”, http://www.historylearningsite.co.uk/nazi-germany/nazi-germany-and-the-economic-miracle.
[35] Pablo Martín-Aceña , Elena Martínez Ruiz ,María A. Ponsa, “War and Economics: Spanish Civil War Finances
Revisited”, December 2010.
[38] Agm.
[40] World Report 2015: Sri Lanka Events of 2014, https://www.hrw.org/world-report/2015/country-chapters/sri-lanka.
[42] Roger L. Ransom, “The economics of the civil war”, EH Net
Encyclopedia, edited by Robert Whaples, 25 August 2001.
[54] The Long-Run
Labor-Market Consequences of Jose Galdo, Civil War: Evidence from the Shining Path in Peru, IZA DP No.
5028, June 2010.
[55] Ibrahim Kasirye,
Geofrey Okoboi, Impacts of civil war on labour market outcomes in Northern
Uganda: Evidence from the 2004‐2008 Northern Uganda Panel Survey.
[57] Agr.
[58] Prepared i n the Reports and Analysis Division, Bureau of
Employment Security. The material was assembled by M i l d r e d A . Joiner and
Clarence M . Welner, Employment of
Women in War Production.
[66] Daron Acemoglu and David H. Autor, “Women, War, and Wages: The Effect of Female, Labor Supply on the Wage
Structure at Midcentury”.
[68] Morgan O. Reynolds, A History
of Labor Unions from Colonial Times to 2009, Mises Institute (https://mises.org), 17 July 2009.
[72] Reynolds, agm.
[74] Robert Black, Fascism in Germany: How Hitler
Destroyed the World's Most Powerful Labor Movement, London: Steyne,
1975, s. 989.
[75] Hugh Rockoff, “The United States: from
ploughshares to sword”' in Mark Harrison, ed., The Economics of World War
Two: Six Great Powers in International Comparison, Cambridge:
Cambridge University Press, 1998, s. 94.
[78] Chris Fuller, “The mass strike in the First World War”, http://isj.org.uk, Issue: 145, 5th January 2015.
[80] Fuller, agm.
[81] Agm..
[82] M.
Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketi
(1908-1984),İmge Kitabevi, 2016, s. 61-68.
[84] Agm.