ÖZELLEŞTİRME
Mİ, KİTLESEL SERVET TRANSFERİ Mİ?
‘Bir
Torba Yasa Özelleştirmesi Anatomisi’
Mustafa
Durmuş
Meclis 1 Ekim 2016 tarihine kadar tatile girerken
çıkardığı son yasa, “torba yasa” olarak da bilinen “Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” oldu.
Yasa Tasarısı Genel Kurul’da görüşülürken
belediyelere kayyum atanması, rektör atamaları ve 35. madde düzenlemesi olarak
da bilinen özel bütçeli kuruluşların özelleştirilmesi gibi maddeler, muhalefet
partilerinin yoğun itirazları sonucunda tasarıdan çıkartıldı.
Ancak kabul edilen yasanın 75. Maddesi ile
sermaye şirketlerine öyle yetkiler verildi ki doğanın, nehirlerin, derelerin,
göllerin, hatta denizlerin sınırsız
tahribatı ve talanının önü açılırken, böyle projelere yapılacak yasal
itirazların da önü kapatıldı. Bu konu ve sermayeye verilen yeni yatırım
teşviklerinin değerlendirmesini ayrıca yapacağız. Burada ele alacağımız konu
tasarıdan çıkartılan özelleştirme konusu. Zira bir taktik hamle olarak iktidar
partisinin geri çektiği anlaşılan bu konu Meclis tekrar açıldığında çok büyük
bir ihtimalle tekrar gündeme getirilecek.
Ayrıca bu torba yasa ile daha önce geri çekilen Türkiye Varlık A.Ş. ve
T.Varlık Fonu’nun kurulması da gerçekleşecek. Bir bakıma geri çekilen maddeler
“ölümü gösterip sıtmaya razı etme” biçiminde bir işlev görüyor.
Tasarıdan çıkartılarak şimdilik gündemden düşürülen
bu madde incelendiğinde, aslında bunun
artık basit bir özelleştirme olarak adlandırılmasının yeterli olmayacağı, buna
yeni bir ad vermek gerektiği (kamu mallarının ve hizmetlerinin olağanüstü hal
altında özel sektöre transferi gibi) ortaya çıkıyor.
Bu yasada ilginç bir biçimde, bu madde ile tezat gibi
gözüken ama gerçekte birbirini tamamlayan, bir başka madde yer alıyor.
Yasalaşan metin içinde yer alan bu maddeye göre, İçişleri Bakanlığı’nın
güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyduğu kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler ve
İl Özel İdareleri dâhil mahalli idareler ve diğer kamu tüzel kişilerine ait
taşınmazlar, kaynak veya irtifak hakları Bakanlar
Kurulu kararıyla Hazine adına tescil ve İçişleri
Bakanlığına tahsis edilecek.
Yani siyasal iktidar bir yandan neo liberalizmin en
önemli ayağı olan özelleştirmeleri derinleştirerek sürdürerek ekonomiyi büyük
sermaye grupları ve piyasalara bütünüyle teslim ederken, diğer yandan güvenlik
gerekçesiyle her türlü kamusal taşınmazı İçişleri Bakanlığı’nın emrine tahsis
ederek politik gücü merkezileştiriyor, tek elde topluyor, böylece güvenlikçi
bir devlet konseptini tam olarak benimsediğini gösteriyor (bu arada devlet
tarihinde görülmemiş bir restorasyona tabi tutuluyor).
Tasarıdan çıkartılan maddeye göre, Merkezi Yönetim Bütçesi kapsamında “Özel
Bütçeli Kuruluşlar” sınıflandırması altında yer alan ve sayıları 200’ü aşan
idarenin, talepte bulunmaları durumunda,
ticari amaçlı kuruluşlardaki hisseleri ile varlıklarının
özelleştirilmesi mümkün olabilecek.
Basında, sayılarının
110 civarında olduğu belirtilen bu idarelerin bazıları şunlar: Atatürk
Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, Atatürk Kültür Merkezi, Kıyı Emniyeti Genel
Müdürlüğü, Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, Spor Toto Teşkilat Başkanlığı,
TRT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi
Genel Müdürlüğü, Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, Yüksek Öğrenim Kredi
ve Yurtlar Kurumu, GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet
Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü.
Ancak bizim bütçe sistemimizde II No’lu Cetvel ile
düzenlenen ‘Özel Bütçeli Kuruluşlar’ arasında, ayrıca sayıları 103’ü bulan
devlet üniversiteleri de var. Dolayısıyla özelleştirme kapsamına alınacak olan
kuruluş sayısı gerçekte 200’ü aşıyor. Eğer bu madde tekrar gündeme gelirse,
sadece 110 kuruluşun değil, üniversitelerin arazilerinin de (hatta kendilerinin
de) özelleştirilmesinin önünde hiçbir engel kalmayacak.
“Varlık”
satışları önde
Çıkartılan madde, daha önceki torba yasalarda da
olduğu gibi, muğlâk ifadeler içeriyor.
Örneğin kuruluşların kendileri değil de, bu “kuruluşların ticari amaçlı
kuruluşlardaki hisseleri” ifadesi yer alıyor. Böylece yapılacak özelleştirmenin
bu kurumların ticari amaçlı kuruluşlardaki hisseleriyle sınırlı olacağı
izlenimi veriliyor olsa da, özellikle muhalefet partilerinin de altını çizdiği gibi,
uygulamada bunun tüm özel bütçeli idareleri kapsamasına almasının önünde hiçbir
engel mevcut değil. Özellikle de “varlıklar” sözcüğü bu kuruluşların tüm
varlıklarının özelleştirilebileceğini ortaya koyuyor.
Özelleştirme maddesi, muğlâklığın yanı sıra “bir
taşla birkaç kuş vurabilecek esnekliğe” de sahip. Örneğin Türk Dil Kurumu ya da
Türk Tarih Kurumu’nun özelleştirilmesi, bazı kesimlerce Atatürk’ün izlerinin
silinmesine dönük bir operasyon olarak algılanıyor. Diğer taraftan İstanbul ve Ankara’da,
başta Boğaziçi, Hacettepe, Gazi ve Ankara Üniversitesi gibi üniversitelerin şehir
merkezlerindeki çok kıymetli arsalarının, arazilerinin bulunduğu ya da Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nün sahip olduğu arsa, arazi, bina gibi gayrimenkullerin çok
değerli olduğu da biliniyor. Bu madde
tekrar gündeme getirilip yasalaşırsa Özelleştirme İdaresi tarafından bu tür
varlıklar çok zaman geçmeden özel sektöre satılabilir.
Bu madde ile düzenlenen böyle devasa bir
özelleştirme girişimi, Atatürk Orman Çiftliği’nin içine kurulması öngörülen
özel “Tema Park”, “Hayvanat Bahçesi” ya da “yeme, içme ve konaklama tesisleri”
gibi tesisler; Ankara’da Çankaya, Gölbaşı ve Yenimahalle ilçelerinde yer alan
249 adet taşınmazın özelleştirme kapsamına alınması[1],
Sulama Birlikleri’nin özelleştirilmesi[2] ve
Haydarpaşa Garı’nın özelleştirileceği iddialarıyla birlikte düşünüldüğünde bunu
sıradan bir özelleştirme olarak nitelemenin yetersizliği ortaya çıkıyor.
Özelleştirmeler
neden yapılıyor?
Özelleştirmeler sadece Türkiye’de ve bugün
yapılmıyor. Son 30 yıldır bu küresel bir olgu haline geldi. Ancak Dünyada
özelleştirmelerin tarihi her ne kadar 1961 yılında Almanya’daki Volkswagen
şirketinin özelleştirmesine kadar gitse de, asıl olarak 1979 yılında
Britanya’da Thatcher Hükümeti ile başlatıldı.
Bu dönemin, kapitalizmin neo liberal aşamasına denk
düşmesi tesadüf değil. Zira ‘Washington Uzlaşması’ olarak da adlandırılan ve neo
liberalizmin anayasası sayılan Uzlaşma’nın 10 temel maddesinden biri
özelleştirmelerin yapılması şartı.
Neo
liberalizm ve özelleştirmeler
Washington Uzlaşması sonrasında
Dünyada, başta özelleştirme
uygulamaları ile kamu ekonomileri küçültüldü. Kamu İktisadi Teşebbüsleri
(KİT) ve kamusal hizmetler özelleştirildi.
Özelleştirme sadece mülkiyet devri ile değil, serbestleştirme- düzenlemeden vazgeçme, franchising, kullanma hakları,
lisanslama, kamu-özel ortaklıkları gibi yöntemlerde her alanda
yapılıyor. Özellikle de taşeronlaştırma
özelleştirmenin en yaygın uygulamalarından biri oldu.
Harvey, “özelleştirmelerin; artan finansallaşma ve
spekülasyon, her türlü krizin burjuvazi lehine manipülasyonu, açıktan devlet
eliyle gelirin ve servetin burjuvazi lehine yeniden bölüştürülmesi olguları ile
birlikte neo liberalizmin temel özelliklerinden biri” olduğunu ileri sürer[3].
Kısaca, özelleştirme
dalgası kendi başına ortaya çıkan bir olgu değil. Belli
bir tarihsel dönemde ve kapitalist üretim tarzının iç çatışmalarının, sermaye
birikim rejimindeki tıkanıklıkların ve bunun üst yapıda neden olduğu politik ve
ana akım iktisat ideolojisindeki gelişmelerin bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Neo liberal dönemde sınıfsal güç dengelerinde ve kapitalist devlet anlayışında önemli değişiklikler meydana geldi. Bu
bağlamda özelleştirmeler emek-sermaye güç ilişkisinde emeği iyice gerileten
sermayenin hem yeni birikim ve güç araçları, hem de kapitalist krizden çıkış
yolları oldu. Bu gelişmeler sosyal
devletlerin günümüzde içine girdikleri paradigma değişikliğinin ve
beraberindeki kamusallık anlayışındaki
değişimin ve özelleştirmelerin de arka planını oluşturuyor.
Uygulamada, 1988-2010 yılları arasında, dünyada
toplam 2 trilyon 352 milyar dolarlık özelleştirme
yapıldığına tanık oluyoruz. Özelleştirme
uygulamalarının % 44’ü AB ülkeleri,
kalan % 56’sı diğer ülkeler tarafından
gerçekleştirildi[4].
Türkiye’de ise, 1986- 2016 yılları arasında yapılmış
olan 68 milyar dolarlık özelleştirmenin % 87. 9’u AKP Hükümetleri döneminde
yapıldı[5].
Yani AKP sadece en fazla dış kredi kullanan ve faiz ödeyen, dış borç stokunu
dört kat artıran değil, aynı zamanda en
fazla özelleştirme yapan parti unvanına sahip.
Savımıza
geri dönelim: Türkiye’de özelleştirmeler açısından gelinen nokta itibariyle, bu
operasyonlar sıradan “özelleştirmeler”
değilse, nedir? Böyle büyük çapta ekonomik, siyasal ve sosyal sonuçlar yaratacak
bir girişim ne tür bir ihtiyaçtan ya da amaçtan kaynaklanıyor olabilir?
Bu sorunun yanıtlanabilmesi için öncelikle
özelleştirme savunucularının gerekçelerinin neler olduğuna kısaca da olsa
bakmak ve bunların özellikle de son özelleştirme girişimi açısından geçerli
olup olmadığını ortaya koymak gerekiyor.
Özelleştirme
gerekçeleri: Yaratılan algılar ve gerçekler
Dünyada ve Türkiye’de özelleştirme yanlısı
akademisyenler, politikacılar ve bürokratlar özelleştirme gerekçelerini şöyle
sıralıyorlar:
►Özelleştirme
kamuca iyi işletilmeyen kamusal işletmelerin ve tesislerin ulusal ekonomiye tekrar
kazandırılmasını ve sermayenin tabana yayılmasını sağlıyor.
Bu gerekçenin ekonomiye kazandırma kısmı söz konusu geri
çekilen maddenin gerekçesinde de aynen yer alıyor. Bundan kasıt eğer bu
tesisleri kamudan alıp, sınırlı bir sermaye grubuna vermek ise amacın hâsıl
olduğu söylenebilir. Oysa ekonominin sadece dar bir sermaye grubundan ibaret
olmadığı, başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere tüm üretici ve tüketici sınıf
ve katmanlardan oluştuğu bir gerçek. Bu bağlamda özelleştirme sonucunda
toplumun bir bütün olarak refahının artmış olması, işçilerin emekçilerin, küçük
üreticilerin yaşam standartlarının iyileşmesi, ücretlerinin, gelirlerinin ve
istihdamın artması gerekir.
Oysa dünyanın hiçbir ülkesinde de olmadığı gibi,
Türkiye’de de özelleştirmeler sonrasında bu geniş toplumsal kesimlerin
durumlarında bir iyileşme olmadı, tam tersine düşen ücretler ve artan
örgütsüzlük nedeniyle yoksulluk, işsizlik, intiharlar arttı, toplumsal refah
azaldı, buna karşılık bu tesisleri alan yerli ve yabancı az sayıda sermaye
grubunun zenginliği daha da arttı.
Örneğin Türkiye’de 2003 -2014 yılları arasında
yapılan 1715 özelleştirme işleminin tutarı olan 54 milyar dolarlık
özelleştirmenin 35 milyar dolarlık kısmı (% 65’i) 10 büyük şirket ya da 50
milyar dolardan fazlası (% 93’ü) sadece
50 şirket tarafından gerçekleştirildi. Bu özelleştirmelerin % 56’sının tesis ve
varlık satışı ya da devri biçiminde yapıldığı[6]
göz önüne alındığında, bu operasyonların, asıl olarak, rant değeri yüksek olan
varlıkların (arsa, arazi vb) az sayıda sermaye grubuna transfer etmeye
yaradığı, bu araziler üzerinde kurulan tesislerin birçoğunun yıkılarak
yerlerine rantı yüksek inşaat projelerinin yapıldığı, böylece de bu operasyonların
ne ekonomiye kazandırma, ne de sermayeyi tabana yaymak ile ilgili olmadığı ileri
sürülebilir.
Özelleştirmelerde yabancı
sermayenin durumuna ilişkin veriler de oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor:
1986-2010 döneminde blok satış yöntemiyle gerçekleştirilen ve özelleştirme
bedeli 1 milyon doların üzerinde olan 96 adet özelleştirilmiş tesisin 24’ü
kısmen veya tamamen yabancılara satıldı. Yabancılara kısıtlayıcı bir uygulama
getirilmedi. 46’sı kısmen veya tamamen özelleştirme sonrasında el değiştirdi. 6’sı TMSF bünyesinde, tekrar kamuya döndü. 16’sı
yerli firmalarca satın alındığı halde, özelleştirme sonrasında yapılan
satışlarla şu anda kısmen veya tamamen yabancı sermayenin mülkiyetinde[7].
Yaklaşık 26 milyar dolarlık
özelleştirmenin % 65’lik bölümü
yerlilere, % 35’lik bölümü yabancılara satıldı[8].
Bu bağlamda, özel bütçeli kuruluşların
özelleştirilmesinin ulusal ekonomiye kazandırılmasından ya da zenginliklerin
tabana yayılmasından söz edebilmek mümkün değil. Bu kuruluşların üretici
KİT’ler olmadığı da dikkate alındığında, özelleştirme bunların çok değerli
varlıklarının (arsa, arazi, doğal kaynak vb) yine az sayıda sermaye grubuna,
muhtemelen de değerinin altında bedellerle transfer edilmesiyle sınırlı
kalacaktır.
►KİT’ler zarar ediyor, bu da devlet
bütçesi üzerinde ciddi bir yük oluşturuyor. Bu kuruluşlar,
eğer özel sektör onları kârlı hale getirebilirse,
satılabilirler. KİT’ler kârlı olsalar bile
hükümet onları satabilir zira devlet mali olarak daha iyi bir durumda olabilir.
Bu argümanın temel varsayımı, özelleştirilmiş
firmaların daha yüksek yönetsel etkinliğe sahip olacağı, dolayısıyla da
özelleştirme ile bu firmaların piyasa değerlerinin artacağıdır.
Zarar eden bir kamu işletmesinin özelleştirme
sonucunda pozitif bir fiyata satılması halinde devlet hazinesinin mali
durumunun daha iyiye gitmesi beklenebilir[9].
Ancak burada KİT’lerin satış fiyatlarının
onların gerçek değerini yansıtıp yansıtmadığı sorusu çok önemlidir. Bu amaçla normalde
Batıda yapılan özelleştirmelerde, özelleştirme ile elde edilecek gelirler
devlet tahvili getirisi ile iskonto edilerek hesaplanıyor ve KİT’in fiyatı buna
göre belirleniyor. Diğer yandan fiili satış fiyatlarına bakıldığında, genelde KİT’lerin değerlerinin altında bir fiyata satıldıkları
görülüyor. Bu durum Türkiye’de yapılmış olan birçok özelleştirme için de
geçerli bir durum.
KİT’lerin gerçekten zararda olup olmadıkları ya da
bütçe üzerinde yük oluşturup oluşturmadıkları geçmişte çok tartışılmış bir
konu. Bu konuda, Türkiye’deki KİT’lerin
kaynak yaratamadıkları ve finansman açıkları nedeniyle kamuya yük oldukları hipotezini
test etmek amacı ile hazırlanmış olan bir yüksek lisans tezinin[10]
bulguları yaratılan algının tersi yönünde.
Bu teze göre, KİT’ler 1994-2008 dönemindeki faaliyetlerinden önemli miktarda
olağan kâr ve fon sağladılar. KİT’lerin yatırımlar dışında finansman açıkları mevcut
değil. Görev zararı alacakları ve Hazineye yapmış oldukları temettü
ödemeleri toplamı ile merkezi yönetim bütçesinden KİT’lere yapılan sermaye
ödemesi toplamını birbirine eşit. Yani kamuya
yük oluşturmuyorlar. Sadece yatırımlarının finansmanı için yeterli miktarda
sermaye artışı sağlayamadıkları için ticari banka kredisi kullanıyorlar.
Bu çalışma ile, KİT’lerin likit varlık fazlalarının
ve Hazine’ye yapılacak temettü ödemelerinin aktarılacağı bir “KİT Finansman Fonu” kurulması ve
teşebbüslerin sermaye ve borçlanma ihtiyaçlarının bu fondan karşılanması
halinde, KİT’lerin kendi kendilerine yetebilecek bir mali yeterlilikte olduğu,
sonucuna ulaşılıyor.
Durum böyle iken zararlı ya da kârlı olup olmadıklarına
bakılıp bakılmaksızın, bütçeye ağır bir yük oluşturdukları yönünde yaratılan
algı ile KİT’lerin son 15 yıldır özelleştirilmelerinin asıl nedeni, bu yolla
yeni bir vurgun ve avanta alanı, adeta çağdaş bir ilkel sermaye birikimi sağlamak
olarak karşımıza çıkıyor. Kaldı ki tarihsel olarak burjuvazinin Türkiye’de
devletin sırtından palazlanmayı bir hayat tarzı olarak seçmek gibi bir
alışkanlığının olduğu da iyi biliniyor.
Bu
bağlamda söz konusu özel bütçeli kuruluşların zarar kriterine göre özelleştirilecekleri
ileri sürülemez. Bir çoğu bu kriter ile değerlendirilemeyecek kamusal hizmet
üretirken, TPAO gibi kuruluşlar kârlı kuruluşlardır.
►
Özelleştirme gelirleriyle bütçe açıkları kapatılıyor. Yani özelleştirme gelir
yaratma ihtiyacından kaynaklanıyor.
Yapılan 3 yıllık Orta Vadeli Plan’larda bütçe
açıklarının nasıl kapatılacağı açıklanırken özelleştirme gelirlerinin de
kullanılacağı belirtiliyor. Ancak AKP Hükümetlerinin en çok övündükleri
konuların başında sıkı “mali disiplin” geliyor. Nitekim Türkiye, diğer
ülkelerle kıyaslandığında bütçe açığı % 3’ün altında ve faiz dışı fazlası % 1-2
arasında olan nadir ülkelerden biri. Bu anlamda Türkiye’nin özelleştirme
yapılmasını gerektirecek bir bütçe açığı mevcut değil.
Ayrıca bütçe açığını özelleştirmeler yoluyla
kapatmak, sermayeyi vergileyemeyen devletin, özelleştirmeyi kestirme yoldan
gelir kaynağı sağlamanın, devletin mali krizini aşmanın yöntemi olarak seçtiği
anlamına geliyor. Keza hükümetin özelleştirmelerden sağladığı gelirleri rantiye
kesimlere borç geri ödemesi ve faiz ödemesinde kullanarak onlara ciddi bir
kaynak transferinde bulunması demek. Bu anlamda bu yolla açık kapatmak bedelin
doğrudan halka ödettirilmesidir.
Kaldı
ki bu maddede düzenlendiği kadarıyla özelleştirme gelirlerinin % 5’inin
Özelleştirme İdaresi’ne bırakılacağı, kalanın ilgili idareye aktarılacağı hükmü
yer alıyor. Böylece bu gelirlerin açık kapatmada kullanılmayacağı dolaylı bir
biçimde ifade ediliyor. Bu gerekçe açısından da yeni özelleştirmelerin
savunulması mümkün değil.
►Özelleştirme
kamudaki aşırı şişkin istihdamı azaltıyor, verimliliği artırıyor, özel sektör ile kıyaslandığında ücret ve
sosyal hakları aşırı yüksek kamu çalışanları lehine olan haksızlığı düzeltiyor.
Türkiye ekonomisinin
istihdam yapısındaki değişime bakıldığında bu argümanın ne denli geçersiz
olduğu ortaya çıkar. Öyle ki 1994 yılında KİT’ler toplam
istihdamın % 3,5’unu (katma değerin %
9’unu, sabit sermaye yatırımlarının
%13’ünü, ödenen dolaylı ve dolaysız vergilerin % 30’unu) gerçekleştirirken,
2008 yılında bu oran % 1’e (katma
değerin %1,5’ ine, yatırımların % 2’ sine, dolaylı ve dolaysız vergi
ödemelerinin %3,8’ ine) düştü[11].
Bugün ise bu katkılar çok daha düşük düzeyde. Zira KİT’ler bu süreçte birçok
mal ve hizmetin üretiminden tamamen çekildiler. Böylece kamuda aşırı şişkin bir
istihdamdan söz etmek mümkün değil.
Kaldı ki son birkaç yıldır kamuda çalıştırılanlar
doğrudan üretim ve hizmet sunumu yerine bunları denetleyen konumundaki asker,
polis, güvenlik görevlisi, diyanet görevlisi, vergi elemanı ya da yargı mensubu
pozisyonlarında çalıştırılıyorlar. Buralarda ciddi bir şişkinlik varken, özel
bütçeli kuruluşların, aşırı şişkin istihdam nedeniyle özelleştirilmesini haklı
gösterebilmek mümkün değil.
Kamu ve özel sektör işçilerinin gelir ve kazanımları
arasındaki fark (hızla kapandığı için gerçekte, özellikle de son dönemlerde,
kamu emekçilerinin zenginleştiklerini ileri sürmek mümkün değil) büyük ölçüde bir yandan kamu sektöründeki
istihdam ve ücretlere ilişkin yasal düzenlemelerden ve diğer taraftan da özel
sektörde mevcut piyasa sürümlü yapıların bir sonucu olan erkek- kadın ve etnik
kimlik ya da yerli-yabancı ayrımcılığından kaynaklanıyor.
Son tahlilde iki sektör arasında farklılık doğuyor,
zira kamudaki sendikalaşma oranı özel sektörden yaklaşık 10 kat daha yüksek.
Son dönemlere kadar kamu sendikaları, devlet
personel rejiminin sağladığı göreli güvenceler sayesinde de, genelde özel
sektördekilere göre daha dirençli bir politik duruş sergileyebiliyorlardı. Bu
gücü zayıflatmak isteyenler kamu emekçilerini hedef gösteriyorlar. Onların
kazanımlarının çok yüksek olduğu propagandasıyla bu kazanımların azaltılması
gerektiğini ileri sürüyorlar. Eğer kamu emekçilerinin sendikaları zayıflarsa,
özel sektör işverenleri özel sektör işçilerinin ücretlerini ve sosyal
kazanımlarını daha da baskılayabileceklerdir.
Aşırı
şişkin kamusal istihdam ve ücret farklılığı savı yeni özelleştirmeler için
haklı bir gerekçe oluşturamadığında, bu bağlamda özelleştirmenin açıkça
söylenmeyen bir amacı ortaya çıkıyor: İşçi sendikalarının ekonomik ve siyasal
güçlerini zayıflatmak ve işçileri örgütsüzleştirmek.
►Kamu hizmetleri nitelik açısından son
derece kötü durumda, bu hizmetler ancak özelleştirilerek iyileştirilebilirler.
Kamu hizmetlerinin niteliksizleştiği ve ihtiyacı
karşılamaktan uzak olduğu bir gerçek. Ama
bunun nedeni bu hizmetlerin, yerelin gerçek ihtiyacını karşılamaktan uzak ve
yukarıdan aşağıya belirlenmiş olması, yeterince fonlanmaması ve hesap verilebilirliğinin
olmaması. Bu durum onların özelleştirilmelerini gerektirmez. Bu hizmetler yerinden-demokratik
ve katılımcı bir bütçeleme anlayışıyla ve yeterli kaynak tahsisi yapıldığında
son derece nitelikli hale getirilebilirler. Kamusal hizmetlerin savunulması,
onların mevcut konumlarının savunulması anlamına da gelmez, daha iyi olmaları
için mücadele edilmesi gerektiği anlamına gelir.
Kaldı ki, özelleştirme
yanlıları her zaman özelleştirmenin sağlayacağı rekabet ve etkinlik artışına vurgu
yapsalar da, özelleştirmeler
sıklıkla hizmet maliyetlerinin
artmasına, buna rağmen hizmet kalitesinin düşmesine neden oldu.
Tasarıda
yer aldığı biçimiyle DSİ, TDK ya da TTK gibi kurumların özelleştirilmesinin bu
kurumların sunduğu hizmetin kalitesini artırması beklenemeyeceğinden, bu
özelleştirme de bu gerekçe de haklı bir gerekçe değildir.
►Kamu işletmeleri verimli, kârlı ve
iktisadi olarak etkin değil, özelleştirmeler kârlılığı ve verimliliği artırıyor.
Bu gerekçe KİT’lerin rekabete açık olmadığı, oysa iktisadi
etkinlik ve verimlilik için rekabetçi bir ortamın gerekli olduğu, ayrıca kamuda
kâr güdüsünün olmaması ve KİT’lerin örgütsel kültürünün müşteri yönlü değil,
kamu yararı yönlü olması nedeniyle maliyetlerin aşırı şiştiği, tüm bu olumsuzlukların ancak bu kuruluşların
özelleştirilmesiyle ortadan kaldırılabileceği biçimindeki piyasa mekanizmasını
fetişleştiren bir ana akım iktisat düşüncesine dayanıyor.
Diğer yandan kamu ve özel sektör işletmeleri
arasında etkinlik ya da verimlilik tartışması yapmak bazı nedenlerden dolayı
doğru değil.
İlk olarak, bugün artık özelleştirmenin anlamlı bir iktisadi gerekçesinin olmadığı, başta
Dünya Bankası olmak üzere, bir çok uluslar arası örgüt tarafından kabul ediliyor . Yani kamu
mülkiyetinin tasfiyesinin teorik ya da ampirik haklı bir dayanağı yok. Bu tamamıyla ideolojik- politik bir tavır.
Keza ana akım iktisatçıların bir kısmı
dahi etkinliğin mülkiyet biçiminden ziyade piyasalardaki rekabetin
işlerliğiyle ilgili bir husus olduğuna inanıyorlar[12]. Etkinliği
önleyen,” asimetrik bilgi”, “vekâlet” ve “bedavacılık” sorunu gibi sorunlar
Enron Skandalı ve 2008 krizi örneklerinden de görüldüğü gibi büyük özel
girişimler için de söz konusu.
İkinci olarak KİT’ler,
özel tekeller gibi tekel kârı elde etmek zorunda değil. “Marjinal
ya da ortalama maliyet fiyatlaması” ve “çapraz sübvansiyon” yoluyla ve normal
bir kârla üretimlerini sürdürebilirler[13]. Ayrıca aynı sektörde kıyaslanabilir bir özel sektör firması bulmak zordur (TCDD hangi özel sektör kuruluşuyla kıyaslanabilir?
). Kamu girişimleri rakip olmaktan
ziyade tamamlayıcı mal üretiyorlar. Keza eğitim, sağlık gibi, çıktısının tanımlanmasının çok zor olduğu hizmetlerde
kamu- özel sektör verimliliği kıyaslaması yapmak fiilen mümkün değil.
Üçüncü olarak, KİT’lerin
amacı ticari kârın maksimize edilmekten ziyade ürettikleri ürün ya da hizmetin
topluma sağladığı net toplumsal faydanın maksimize edilmesidir[14].
Yani kamucu bir toplu taşım şirketi kâr etmeyerek, hatta zarar ederek düşük
ücretle ya da sıfır ücretle yolcu taşıdığında, özellikle düşük gelirli gruplar açısından
sağladığı toplumsal fayda ile kâr amacının çok üzerinde toplumsal bir işlev görebilir.
Bunun dünyada örnekleri mevcut. Burada
çapraz sübvansiyon denilen, yani
devletin kârlı bir bankasından aktarılan kaynakla ya da doğrudan vergilerle bu
zarar sübvanse edilebilir.
Böyle demokratik bir
işleyişe sahip olması koşulu altında kamu iktisadi teşebbüslerinin işleyişi ile
piyasa etkinliğinin yerine “toplumsal etkinlik” [15]
ihtiyacını ön plana çıkartmak yararlı olur. Böylece kısa vadeli
özel kârın maksimizasyonu, yerini kamu
yararının maksimizasyonuna bırakır.
Kaldı ki, Türkiye’de
yapılan özelleştirmelerin sonrasında zararlı KİT’lerin kâra geçtikleri iddiası
tam olarak doğru değil. Öyle ki 1986-2008 arasındaki dönemde Türkiye’de
özelleştirilen 78 şirketten
sadece 18 şirket (özelleştirmeden
önce zarar ederken), özelleştirme sonrasında kâr etmeye başladı. 11
şirket özelleştirmeden önce kâr ederken, sonrasında zarar etti. 7 şirket ise özelleştirme öncesinde ve
sonrasında zarar etti[16].
Hizmetler açısından da benzer bir durum söz konusu. Örneğin
kâr amaçlı özel sağlık hizmetlerinin
kamusal sağlık hizmetlerine göre daha etkin sunulduğu iddiası kanıtlanamayan
bir inanç.
Nitekim ABD’de yapılan çalışmalar tersini, örneğin kâr
amaçlı sağlık programlarının 14 önemli sağlık kalitesi göstergesinde kamuca
sunulana göre daha düşük çıktığını ortaya koyuyor. Hizmetin yüksek becerili
personel ile yürütüldüğü bir sektörde kârı yükseltmenin yolu bu personel
sayısını ya da hasta başına ayrılan zamanı azaltmak olduğundan bu sonuçlar
sürpriz değil. Özel sağlık hizmetlerindeki çok yüksek işlem maliyetleri mevcut
(özendirme ve reklam, sigortalama, muhasebe, faturalama, kayıt tutulması ve
hasar ödemesi, muhasebe ve odit maliyetleri vs). Bu oran ABD’ de 1 dolar başına
33 cent civarında[17].
Özel sağlık hizmetlerinin artan maliyetlerinden, özel tren işletmeciliğine
verilen devlet sübvansiyonlarına kadar uygulama, etkinliğin-verimliliğin özelleştirme
ile sağlanacağı yönündeki görüşün çok abartılı olduğunu ortaya koyuyor.
Örneğin Britanya Demiryolları İdaresi’nce yayımlanan bir rapora göre[18],
devlete ait Doğu Yakası Demiryolu Hizmeti (East Coast Rail Service) sayıları
15’i bulan aynı alandaki özel şirkete nazaran çok daha az kamusal sübvansiyona
ihtiyaç duyuyor. Bu durum özel sektörün daha etkin ve dinamik olduğu, kamunun
ise israfçı ve yavaş olduğu ve dışlama etkisi yarattığı dolayısıyla da
işletmelerin özel sektörce yapılması gerektiği efsanesini yıkıyor. Keza sağlık
hizmetleri özelleştirmenin çok fazla olduğu ülkelerde tipik bir biçimde çok
daha pahalı. 2008 yılında ABD’de kişi başı sağlık harcaması 7,000 dolar. Britanya’da
Ulusal Sağlık Sistemi (NHS) altında ise maliyet bunun yarısı kadar. Kaldı ki
ABD, vatandaşının ortalama ömür süresi açısından gelişmişler içinde en düşük
durumda.
Hasta ile doktor arasındaki bilgi asimetrisinin
varlığı, hizmet sunucularının bir kısmının tekelci konumu, sözleşmelerin
yapılabilirlik ve izlenebilirlik zorluğu ve maliyetleri, özel sağlık sigortacı
şirketlerin etik dışı davranışlarına neden olan teşviklerin çokluğu gibi
faktörler, özel sağlık hizmeti sunumunu,
kamu ile kıyaslandığında, daha az maliyet etkin (pahalı) yapıyor.
Buna rağmen dünyanın hali
hazırda en etkin sağlık sistemlerinden biri olan Britanya Sağlık Sistemi’nin özelleştiriliyor olması, özelleştirmenin
verimlilik gerekçesiyle yapılmadığını gösteriyor.
Keza, Kanada’da yapılan
bir çalışma’ya göre[19],
1 dolarlık bir kamusal eğitim, sağlık ve
sosyal hizmet harcaması toplam hâsılaya 87 centlik bir katkı sağlıyor.
Kısaca
hemen tüm sektörlerde ekonomik büyümeye,
sanayileşmeye, yoksulluğun ve gelir adaletsizliğinin azaltılmasına, kısacası toplumsal ihtiyaçları karşılamaya
dönük kamu harcamaları ve kamusal hizmetin, ekonomik gelişmeye katkısının oldukça önemli boyutlarda
olduğu görülüyor.
Yukarıda
sıralanan gerekçelerin büyük bir kısmı sadece göstermelikse, özelleştirmeyi
gerektiren bilimsel iktisadi nedenler söz konusu değilse, özelleştirme fetişizmi nereden kaynaklanıyor,
özelleştirmelerin asıl nedeni ya da nedenleri neler? Bu bağlamda Türkiye’deki
son özelleştirme paketinin arkasında hangi amaç ya da niyetler yatıyor?
►Özelleştirme
nedenleri özelleştirilen kamusal mal ya da hizmete göre değişebiliyor.
Bunun en somut
örneklerinden biri eğitimin özelleştirilmesi. Eğitimin, üniversitelerin
özelleştirilmesinin, ticarileştirilmesinin bir nedeni
sermayeye yeni kârlı alanlar açarak sermaye birikimini hızlandırmak
(üniversitelerin bir ticari şirket gibi işletilebileceği fikrine dayalı ‘Yeni
Kamu Yönetimi Modeli’, yüksek öğretim pazarının oluşturulması ve sektörün
finansallaşmaya açılması).
Diğer yandan eğitimde özelleştirme özgün bir biçimde
insanların, halkın düşünce biçimlerinin
denetlenmesi demek. 1970’lerde başta Şili’de (Pinoche dönemi) olmak
üzere dünyada böyle bir öznel bir ideolojik amaçlı eğitim özelleştirmeleri
yaşandı. Günümüzde ABD’de giderek geleneksel kamusal eğitim kurumlarının yerini
alan ‘Charter Okulları’nın
kökleri de 1970’li yıllarda Dünya Bankası’nın Şili’ye neo liberalizmin bakteri
üretme laboratuarı olarak önerdiği bu projeye dayanıyor[20].
Bu modeli içeren bir eğitimde özelleştirme projesi
faşist diktatörlerin iktidara getirildiği diğer Latin Amerika ülkelerine ve
sonrasında Asya ve Afrika’nın sıkıntılı ekonomilerine yaygınlaştırıldı. Thatcher
bu özelleştirme modelini Avrupa’ya getiren ve ardından eski sosyalist ülkelere
taşıyan isim oldu. 1990’larda Clinton tarafından kabul edilen Charter yanlısı
yasa Bush ve Obama’nın eğitimin özelleştirilmesi uygulamalarının da önünü açtı.
Türkiye’de söz konusu torba yasa ile öngörülen çok
büyük çaplı özelleştirmelerin büyük ölçüde çok özel bir ihtiyaçtan
kaynaklandığı ileri sürülebilir. Bu ihtiyacın ne olduğunu anlayabilmek için
aynı tasarıda düzenlenen Türkiye Varlık Fonu’nun kurulmasına ait maddeye ve
gerekçesine bakmak yeterli. Zira aynı günlerde gündeme getirilmiş bu iki
konunun birbirinden bağımsız olması mümkün değildir.
Nitekim daha önceki bir yazımızda da[21]
detaylı bir biçimde aktardığımız gibi, başta özelleştirme gelirleri olmak üzere
çok sayıda yeni yaratılacak kamusal fon bu büyük havuza aktarılacak ve bu fonda
oluşacak para, içinden geçmekte olduğumuz dönemin rejiminin kuruluşu ve ayakta
kalabilmesi için adeta bütçeye paralel ve denetimden uzak bir biçimde, iktidar bloğu tarafından, hem siyasal ve
ekonomik, hem de sosyal ve uluslar arası amaçlar doğrultusunda
kullanılabilecektir.
Üretici olmayan bu 200’ü aşkın özel bütçeli
kuruluşun özelleştirilmesi, bunlara ait zengin varlıkların satışının bu Fon’a
aktarılması amacıyla yapılabilecektir. Bunun dışında kamunun küçültülerek halka
dönük hizmetlerin azaltılması ya da sendikaların etkisizleştirilmesi, iktidar
çevresindeki sermaye gruplarının daha da zenginleştirilmesi gibi etkenler de
söz konusudur.
►Özelleştirmeler ile top yekün işçi sınıfının
gücü azaltılıyor. Özelleştirmeler sınıfsal hesaplaşmanın bir aracı olarak
kullanılıyor.
Özelleştirmelerin hem
nedeni, hem de kaçınılmaz sonucu olarak,
kamu işçileri tasfiye ediliyor, kamu emekçi sendikaları etkisizleştiriliyor ya
da dönüştürülüyor, kamu bir bütün olarak
piyasalar lehine küçültülüyor. Bütün bunların sonucunda artı değerden bütçeye
aktarılan pay giderek daha çok sermaye ve yönetici iktidar bloğunun siyasal ve
iktisadi hedefleri için yeniden kullanılıyor.
İşçi sınıfının sayısal
olarak zayıflatılması Türkiye örnekleriyle ortaya konulabilir. Zira Türkiye’de geçmişte özelleştirilen
şirketlerin 33’ünde personel artışı sağlanırken, 44’ünde azalış oldu. 20.697
istihdam sağlanırken, çalışan sayısı 18.704 azaldı. Toplamda sadece 1.993 kişilik
istihdam artışı sağlandı. 31.080 işçi, 657 sayılı Kanun’un 4/C maddesi çerçevesinde
diğer kamu kurumlarına geçici personel olarak atanmak üzere Devlet personel
Dairesi’ne gönderildi[22].
►Özelleştirmeler toplumsal refahın ve
gelirin emekçi sınıflardan sermayeye doğru yeniden bölüştürmesi için yapılıyor
ya da bu yeniden bölüşüm özelleştirmelerin kaçınılmaz bir sonucudur.
Kamusal eğitim, sağlık,
sosyal konut, çocuk ve yaşlı bakımı gibi kamusal hizmetlerin gelir bölüşümü ve
yoksulluk üzerinde olumlu etkileri söz konusu. Özelleştirmeler bu olumlu
etkileri ortadan kaldırıyor ve gelir bölüşümünün emekçiler aleyhine daha da
kötüleşmesini sağlıyor. Aynı zamanda da yoksulluğu artırıyor.
‘Ayni yardımlar’ olarak da
anılan bu hizmetler, OECD ülkelerinde, ortalama olarak milli gelirin % 13’üne denk düşüyor, ama ülkeler arasında
ciddi farklılıklar söz konusu. Türkiye’de bu oran % 7-8 civarında. Diğer yandan bu tür hizmetler, gelir dağılımı
eşitsizliğini beşte bir ile üçte bir oranında azaltıyor. Hane halkı geliri ayni kamusal hizmet
yardımları dâhil edilerek genişletildiğinde artıyor. Bu da gelir eşitsizliğini
ve yoksulluğu azaltıcı olumlu sonuçlar doğuruyor. Öyle ki tüm kamusal hizmetler
harcanabilir nakit gelir içinde düşünüldüğünde hane halkının gelir kaynakları
ortalama % 30 oranında artıyor. Bu oranlar İsveç’te % 40’ı aşıyor. Bu hizmetlerle yoksulluk
açığı % 80 oranında kapatabiliyor. Yoksulluk etkisi çocuk ve yaşlılarda çok
daha fazla, çünkü en fazla yoksulluk ve
gelir dağılımı etkisine sahip hizmetler olan eğitim ve sağlık hizmetleri
çocukların eğitim ve sağlığında çok etkili[23].
Benzer bir biçimde, kamusal ulaşım ve kamusal kolaylıklar
biçimindeki hizmetlere verilen sübvansiyonlar da oldukça olumlu yeniden
bölüştürücü etkilere sahipler. Kamusal
ulaştırmanın ekonomik etkinlik rasyonalitesi de mevcut, zira ölçek ekonomileri
yaratıyor, bu da taşıma maliyetlerini düşürerek etkinlik yaratıyor. Keza kullanılan
özel otomobil sayısını düşürerek çevre kirliliğini azaltıyor. Aynı zamanda düşük gelirli ailelerin ulaşım
masraflarını düşürerek bir adalet de sağlıyor. Emek gücü piyasasına erişimin
maliyetlerini azaltıyor. Aynı şekilde, elektrik, enerji ve iletişim hizmetlerinin
kamuca piyasa fiyatlarının altında bir fiyatla sunulması da, özellikle düşük
gelirli aileler için önemli olumlu yeniden bölüşüm etkisi yaratıyor.
►Özelleştirmeler iktisadi krizden çıkış
için bir strateji mi, yoksa kriz devasa özelleştirme furyası için bahane mi ediliyor?
Başta Yunanistan krizi
olmak üzere özellikle Güney Avrupa’da derinleşmiş olan iktisadi krizin
Avrupa’daki devasa boyutlara ulaşan özelleştirmeleri kaçınılmaz kıldığı ileri
sürülebilir. Krizden çıkış için moda reçetelerden birinin kamu borcunu azaltmak
için kamusal varlıkları satmak olması da tesadüf değil.
Ancak “Türkiye
ekonomisinin asla bir kriz içinde olmadığı” siyasal iktidar çevrelerince sıklıkla
açıklandığına göre, üretici olmayan devlet kurumlarının dahi satışa
çıkartılmasının ekonomik krizden ziyade başka faktörlerle izah edilmesi gerekiyor.
Diğer yandan kriz, neo
liberalizmi derinleştirmede araç olarak kullanılıyor. Özelleştirme bu konuda
anahtar rol oynuyor. Yani ironik bir biçimde “neo liberalizmin ölümü” olarak nitelenen
son küresel iktisadi kriz neo liberalizmi daha da güçlendirmek ve
derinleştirmek için şu ana kadar kullanıldı. Bu özellikle de Yunanistan ve Portekiz gibi
ülkelerde olduğu kadar Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Avrupa Komisyonu’nun (EC) son önlemlerinden anlaşılıyor. De regülasyon ve kemer sıkma ile el ele yangından
mal kaçırır gibi yapılan özelleştirmeler ülke vatandaşlarını felakete sürüklerken, bu satışlar belli sermaye grupları için çok
büyük bir fırsata dönüşüyor zira çok büyük kâr imkanı ortaya çıkartıyor.
Özel şirketler kriz
zamanında düşük fiyatlardan kamusal varlıkların sahibi olurken, elde edilen
özelleştirme gelirleri ile krize neden olan bankalara, onlardan alınan
borçların faiz ödemeleri karşılığı olarak kaynak aktarılıyor.
Türkiye’de henüz kriz bahanesi kullanılmadan da şu
ana kadar yapılan ve yeniden gündeme getirilmesi bir hayli muhtemel olan özelleştirmelerle
yapılacak olan varlık satışlarının belli sermaye gruplarını daha da
zenginleştireceği çok açıktır.
Sonuç olarak;
Yapılacak özelleştirmelerin
büyük sermaye açısından bir vurgun, talan ve daha önemlisi yeni bir sermaye
birikimi yolu ve kâr çıkarım alanı olduğu ve iktidar bloğunca hızlandırılan
siyasal rejimin en önemli finansman kaynaklarından birini oluşturacağı ileri sürülebilir.
İşçiler ve toplumun bütünü
açısından ise bu özelleştirmeler, yukarıda anlatıldığı gibi, hem ciddi bir
toplumsal maliyet anlamına, hem de ciddi bir haksız el koyma anlamına geliyor. Çünkü
KİT’lerin
ve kamuya ait diğer tüm varlık ve tesislerin sermayesi işçiler tarafından
üretilen artı değer üzerinden, doğrudan işçilerden (ya da bu artı değerin
oluşturduğu kârlardan alınan) vergilerden oluşuyor. Bu nedenle de bu kurumların
gerçek sahipleri artı değer üreten geçmişteki ve bugünkü işçilerdir.
Yani ortada işçi sınıfına ait bir toplumsal miras
var ve bu miras onların iradesi dışında haraç mezat dağıtılıyor. Yani
özelleştirmeler ile, işçilerden alınan vergilerle yaratılan değerler bir küçük
azınlığa devrediliyor. Bunun etik ya da haklı bir yanı yok.
Bu nedenle de emek örgütleri ve emekten yana siyasal partilerin özelleştirmeler
konusunda sessiz kalmaları düşünülemez. Ancak
özelleştirilen kurumların, devletin tekelci sermaye ile olan ilişkisinden
ötürü, tekrar devletleştirilmesini
savunmak da anlamlı olamaz. Kısaca yeni bir “toplumsallaştırmayı” ve “yeni bir
proletarya kamusallığını” konuşmanın, başta emek örgütleri olmak üzere, tüm
toplumsal kesimlerde bunu tartışmaya açmanın zamanı gelip geçmektedir.
[2] http://www.karasaban.net/sulama-birlikleri-satiliyor-sular-satiliyor-hasan-cengiz-yazar/
[3]
Sherry Ortner, Klein, Harvey,
"Inside Job" and Neoliberalism, Anthropology
of This Century, http://brechtforum.org, May 2011.
[4] The
Privatization Barometer. 2010, www. privatizationbarometer.net
[5]
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye’de Özelleştirme, 2016, s. 11.
[6] İstanbul
milletvekili M. Akif Hamzaçebi tarafından TBMM Başkanlığı’na verilen ve bir
grup milletvekili tarafından desteklenen kanun teklifi.
[7] Aysu Esenyel, Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları: Çimento Sektörü Örneği, Gazi
Üniversitesi SBE İktisat Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006.
[8] Mustafa Acar, Hasan Köktaş, “Türkiye’nin
Özelleştirme Deneyimi: Bir Başarı Öyküsü mü, Fiyasko mu?” Türkiye’nin Küreselleşmesi: Fırsatlar ve
Tehditler, II. Cilt, İstanbul Ticaret Odası Yayını, Yayın no: 2008-1, İstanbul,
2008s. 133-134.
[9] P. R.
Agenor and P. J. Montiel, Development Macro Economics, Princeton
University Press, Princeton, 1996.
[10] Mehmet Kaya, 1994-2008 Döneminde Kamu
İktisadi Teşebbüslerinin Finansal Yapılarının Analizi ve Değerlendirilmesi,
Yüksek Lisans tezi, Gazi Üniversitesi SBE, 2010.
[11] Kaya,
agt.
[12] Stephen
J. Bailey, Public Sector Economics: Theory, Policy and
Practice, Palgrave, 2002, 2nd Edt.
[13] Mustafa
Durmuş, Kamu Ekonomisi (Kamu
Harcamaları Ders Notları), Gazi Kitabevi, 2008.
[14] Durmuş,
agk.
[15] Prabhat
Patnaik, “On The Concept Of Efficiency”, http://www.ideaswebsite.org.
[16] Cengiz, Yavilioğlu , “Dünyada ve Türkiye’de
Özelleştirme Uygulamaları, Teorik ve Tarihsel Bir Perspektif”, ÖİB Yayınları,
No.1, 2010.
[18] Andrew Simms and Stephen Reid,
“The private sector is superior'. Time to move on
from this old dogma”, guardian.co.uk, 25 April 2013.
[19]Salimah
Valiani, “Easy to Take for Granted: The role of the public sector and carework
in wealth creation. “
[20]“Selling out our schools”, https://socialistworker.org/2013/03/27/selling-out-our-schools, 27,March 2013.
[22] Yavilioğlu, agç.
[23] OECD, The Impact of Publicly Provided
Services on the Distribution of Resources, 2012.