27 Ağustos 2018 Pazartesi

“THE ECONOMİC COSTS OF ERDOĞAN” ÜZERİNE



 “THE ECONOMİC COSTS OF ERDOĞAN” ÜZERİNE
Mustafa Durmuş
26 Ağustos 2016

Prof.Timur Kuran ve Prof. Dani Rodrik’in aşağıdaki linkte yer alan ve iki gün önce yayımlanmış olan makalelerinde (1) yazarlar, belki de ilk kez bu denli açık bir Erdoğan eleştirisi yapıyorlar.
Ayrıca kısa vadede alınacak tedbirlerle paranın ve enflasyonun istikrara kavuşturulabilse dahi, bu önlemlerin ülkenin gerçek ekonomik sorunlarını çözmeye yetmeyeceğini ve bunun önündeki en büyük engelin Erdoğan’ın tekelleşen gücü olduğunun altını çiziyorlar.
Kuşkusuz ekonomi dünyasında çok iyi bilinen ve çok takip edilen bu iki etkili yazarın bu makalesindeki tespitleri çok önemli ve değerli.
Ancak makalenin içeriğine ilişkin bazı eleştirilerim var ve bunları sizlerle paylaşmak isterim.
(1)Yazının girişinde “10 yılı aşkın süre uluslararası finansal piyasaların Erdoğan’a güvenerek (“give the benefit of the doubt”) devasa miktarda kredi verdiklerini, böyle yüksek borçlu bir büyüme stratejisinin de sürdürülemez olduğunu ve bugünkü gelişmelerle sonuçlandığını ileri sürüyorlar.
Bu doğru ama Erdoğan’ın bu olumlu konjonktürden faydalanması kadar, küresel kapitalizmin içinde bulunduğu durum da bu fonların ülkeye akmasında son derece belirleyici oldu.
Bol para politikaları, bilinçli olarak düşük tutulmuş faiz oranları ve miktarsal kolaylaştırmalarla Batılı Merkez Bankalarının piyasalara sundukları trilyonlarca dolarlık likidite ABD, Japonya ya da AB içinde emilemeyecek kadar büyüktü.
Bu nedenle de finansal getiri oranlarının düşmesini önleyebilmek için bu paranın önemli bir kısmı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen ekonomilere” yöneldi.
Yani ihtiyaç daha çok emperyalist merkezlerdeki aşırı finansal sermayenin ihraç edilerek kâr oranlarının azalmasını önleme ihtiyacıydı (hatırlayalım sermaye ihracı tarihte öncelikle kâr oranlarının düşmesini önlemek için yapılmıştır).
(2) Krizden çıkış için kısa vadede; standart faiz artırımı, piyasaların MB’ye olan güveninin yeniden tesis edilmesi, mali disiplinin sağlanması, özel sektörün borçlarının yapılandırması ve IMF ile görüşme gibi önlemler öneriliyor.
Bu aslında ana akım burjuva iktisadının hep yaptığı bir şey. Bu önlemleri, toplumun bütününün çıkarınaymış gibi gösteren para ve maliye politikaları adı altında önerir. Bunun bölüşümsel sonuçları hep ihmal edilir ve burada olduğu gibi kitlelerden fedakârlık beklenir.
Oysa bunun bir alternatifini çok daha derin bir kriz içindeki Venezuela hayata geçiriyor. Şöyle ki:
20 Ağustos’tan itibaren bir yandan para birimi bolivardan 5 sıfır düşürürken, yeni bolivarı, petrol gelirlerine sabitlenmiş olan yeni kripto parası “petro” ile ilişkilendirerek güçlendirmeye çalışıyor. Böylece 1 petro 3,600 yeni bolivar olacak.
Ama asıl yaptığı hiperenflasyon karşısında erimiş olan asgari ücreti yüzde 3,000 oranında artırmak, yeni bir yoksulluk yardımı programı geliştirmek ve üretimde işçilerin fabrika yönetimine katılımını daha güçlendirecek olan önlemler almak oldu.
Erdoğan’ın böyle bir vizyonu ve amacı olmadığı gibi, dayanacağı petrol geliri de yok. Açıkladığı 100 günlük program asıl olarak sermayeyi gözeten bir program.
Kısaca Kuran ve Rodrik bu yazılarında kemer sıkma politikalarının emek üzerindeki tahrip edici etkilerinden söz etmiyorlar.
(3) Makalede yeni rejimden “tek adam rejimi” olarak söz ediliyor ve “kısa vadede alınacak yukarıdaki tedbirlerle ekonomide istikrar sağlansa da Erdoğan’ın tek adam olma özelliği ve mutlakiyetçi yaklaşımının ekonominin uzun vadede sorunlarının çözümünde engel olduğu” ileri sürülüyor.
Reel politikte “tek adam rejimi” sözcüğü daha etkili olabilir. Ama öncelikle ülkedeki, devletteki ve ekonomideki bu denli radikal değişiklikleri tek adam rejimi olarak tanımlamak doğru değil. Tek adamın yerine “iktidar bloku” ya da “oligarşi” sözcükleri daha doğru sözcükler olabilir.
Ayrıca ekonomik krizi tek adam krizine indirgediğimizde sistemin kriz yaratan özelliğini görmezden gelmiş oluyoruz. Oysa 2001 krizinde olduğu gibi, sistem sonrasında krizden çıksa da, ülke benzer nedenlerle 15 yıl sonra tekrar krize girdi.
Zira geç ve azgelişmiş Türkiye ekonomisinin kriz dinamikleri çok net ve belirleyici. Kaldı ki eğer mesele liberal demokrasi meselesi olsaydı liberal demokrasiye sahip hiçbir Batılı ekonominin 2008’deki gibi bir ekonomik krize girmemesi gerekirdi.
(4) Son olarak, son paragrafta yer alan, “ekonomi bilimi sadece başkanın gücünü artırmak için kullanılan bir araç haline gelirse bedeli ödeyen asıl olarak ekonomi olur” sözcüğü de sorunlu.
Bu kapitalizmde ekonomi biliminin (tıpkı teknoloji gibi) sınıf mücadelesinden, devletten, sınıfsal güç dengelerinden bağımsız bir bilim olduğu biçimindeki yanlış bir varsayıma dayanıyor.
Oysa biliyoruz ki ekonomi bilimi, bir bilim olmaktan ziyade, hep mevcut durumdaki yöneten-egemen sınıfların çıkarına ve statükonun korunmasına hizmet eden bir burjuva ideolojisi olmuştur. Buna karşı çıkan az sayıda ekonomi politikçinin varlığı onun bu asıl özelliğini ortadan kaldırmaz.
…….
(1) 
https://www.project-syndicate.org/…/how-erdogan-caused-turk… (24 August 2018).


24 Ağustos 2018 Cuma

AVRUPA BİZİ NEDEN KAYBETMEK İSTEMEZ? (2)


AVRUPA BİZİ NEDEN KAYBETMEK İSTEMEZ? (2)
(Tasarımı dışarıda, imalatı içeride yapılmış, sonucu belli bir kriz yaşıyoruz)

Mustafa Durmuş

24 Ağustos 2018

devam ediyor…

TEKRAR IMF KAPISI MI?
Geriye Türkiye’nin tarihte 19 kez çaldığı IMF kapısına gitmek kalıyor. Ama genel olarak Batı ve özel olarak da ABD ile iyice gerilen ilişkiler bu kapının açılmasının zor, verilebilecek desteğin de hem ağır koşullu, hem de yetersiz olabileceğine işaret ediyor.
Son dönem ABD ile ilişkilerin kötüleşmesi seçim süreçlerinde olan hem Erdoğan’ın hem de Trump’ın işine yaramış görünüyor. Belki de bu yüzden her iki taraf da gerilimi azaltmaya yanaşmıyor, hatta yeni hamlelerle daha da yükseltiyor.
Örneğin Erdoğan, Trump’ı ve ABD’yi düşman ilan ederek, ekonomik krizden onu sorumlu tutuyor ve halkın siyasal iktidarı suçlamasını önlüyor, parti tabanını konsolide ederken, bir kısım ulusalcıyı dahi arkasına alabiliyor. Ana muhalefet partisi de bu konuda ona destek veriyor. Böylece ülkedeki iktidar bloku politik gücünü koruyor.
Diğer yandan bu konsolidasyon ekonomide işe yaramıyor ve ekonomi finans kapitale olan ağır bağımlılığından ötürü döviz ve borç krizlerine her gün daha da eğilimli hale geliyor (1).
Ayrıca her ne kadar Türkiye borsası küresel borsaların ancak binde 1’i, milli hâsıla dünya hasılasının yüzde 1’i büyüklüğünde olsa da, Türkiye NATO askeri personelinin yüzde 12’sini karşılıyor (İngiliz ve Fransız askerlerinin tamamından fazla) (2).
Bu nedenle de, AB kadar ABD de gerçekte Türkiye’yi gözden çıkartmak istemez. Her ne kadar Türkiye’deki finansal kriz 1997’deki Asya krizine çok benzese de, ondan öte etkilere, NATO’nun temellerini sarsacak bir özelliğe sahip (3).
Kısaca Türkiye finans kapitalinin ve ülkeyi yöneten iktidar blokunun ekonomik ve politik krizini aşabilmesi için IMF’ye ve Batının desteğine olan ihtiyacı kadar Batının da Türkiye’yi sistem içinde tutma ihtiyacı var.
Bu da, mevcut statüko devam ettiği sürece “70 yılı aşkın bir süredir bağımlı bulunduğumuz Emperyalist batıdan kolay kolay kurtulabilmemizin, uluslararası finans kapitalin, yerli ortaklarının ve ülkedeki sermaye ve müesses nizamın buna izin vermesinin mümkün olmadığını gösteriyor.

YENİ BİR PARADİGMA, YENİ BİR SİYASAL İRADE GEREKİYOR
Emperyalist-kapitalist sistem ve onun prangalarından gerçek anlamda kurtulabilmek için bunu isteyen ve zorlayan bir sınıf - emek hareketi ve toplumsal muhalefete ve onun alternatif ekonomik ve siyasal paradigmalarına ihtiyaç var. Böyle bir dinamik henüz ortada yok, bu nedenle de bir süre sonra yeni bir IMF programı ile 2001’de bıraktığımız yerden yola devam edilecek gibi görünüyor.
Yani başvurulacak yer muhtemelen yine IMF olacaktır. Ancak böyle olduğunda ülke yine ABD ve AB’nin kapısına gelecek ama hiçbir şey eskisi gibi de olmayacaktır (4).
Kayırmacı bir IMF programını ise mevcut ilişkiler çerçevesinde hiç beklememek gerekiyor. IMF acı reçeteyi sunmadan yardım etmeyecek, bu da siyasal iktidarı giderek zayıflatacaktır.

YANGINDA İLK KURTARILACAKLAR
Diğer yandan böyle bir IMF programı ile kurtarılacak olan Türkiye ekonomisi olmayacağı gibi, işsizlik ve yoksulluk azalmayacaktır.
Tersine kurtarmanın ağır bedelini alınacak kemer sıkma önlemleri nedeniyle emekçiler ödeyecektir (5). İlk kurtarılacak olanlar ise bu Avrupalı bankalar olacak, verilecek desteğin önemli bir kısmı bu bankaların alacaklarının ödenmesinde kullanılacaktır.
Bunun nasıl bilebiliyoruz? Çok uzak değil, en son Yunanistan kurtarma programından biliyoruz.
2010 yılında Yunanistan’ın temerrüde düşmesini önlemek için başlatılan sözde kurtarma programı 20 Ağustos 2018 itibariyle tamamlandı. IMF yardımı ağırlıklı (Avrupa Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası da destek verdi) ve 336 milyar avroluk bu mali desteğin (şu ana kadar 300 milyar avrosu kullanıldı) yüzde 90’ı, ekonomiyi düze çıkartabilecek yatırımlar için değil, Yunanistan’ın başta Avrupalı bankalara ödenecekler olmak üzere, dış borçlarının geri ödenmesinde kullanıldı (6).
Yani paketten halkın ve ekonominin gerçek ihtiyaçlarının karşılanması için her hangi bir şey çıkmadı. Üstelik ücretler düşürüldü, vergiler artırıldı, kamu emekçilerinin ikramiyelerine son verildi, işten çıkartmalar arttı, emeklilik yaşı uzatıldı.
Bu yüzden Türkiye’de de, uluslararası finans kapital alacaklarını kurtarmak için son kertede IMF programını ve kredilerini devreye sokacak ve bu yönde zaten ihtiyaç içinde olan iktidarı IMF programına razı etmek zor olmayacaktır. Bu olası gelişme, meseleye Batı-Doğu ekseninden bakan bazı liberalleri sevindirse de bu gerçekte sevinilecek bir durum değildir.
Böylece onlar bir kez daha bizi kurtarmış olurken, büyük medyamızın propagandası aracılığıyla biz de IMF’yi bize destek vermeye razı etmiş, ülkeyi krizden çıkartmış, yani bir kez daha başarılı bir işe imza atmış olacağız.

SONUÇ: HARÇ BİTTİ YAPI PAYDOS!
Dünya ölçeğinde 2008-2017 dönemi “yükselen ekonomiler” olarak tabir edilen az gelişmiş ekonomiler için bol ve göreli olarak ucuz kaynak-para dönemi. Bu dönem aynı zamanda ABD, Avrupa ve Japonya için devasa para basımının yapıldığı ve faiz oranlarının suni bir biçimde düşük tutulduğu ve piyasalara likiditenin akıtıldığı bir dönem. Yani iki olguyu bir arada değerlendirdiğimizde bu dönem ucuz kredi dönemi.
Bir başka anlatımla bu dönemde, merkez ülkelerde getirisi giderek azalan uluslararası sermaye yatırımları, FED ’in de ucuz fonlama imkânlarından da yararlanarak aralarında Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş bazı ülkelere akın ettiler.
Örneğin ülkeye AKP döneminde birikimli olarak 600 milyar dolara yakın para girdi (7).
Bu fonlar ağırlıklı olarak getirinin göreli olarak en yüksek olduğu para piyasalarına (bankalardaki yüksek faizli mevduata), yüksek faiz sunan Hazine kâğıtlarına (DİBS) ve getiri oranı yüksek borsalara yöneldiler.
Bu fonları alan ülkeler ise (Türkiye’de olduğu gibi), yabancı sermayenin elde ettiği gelirden ya hiç vergi almayarak ya da en fazla bir asgari ücretli üzerinden aldıkları oranda vergi alarak bu akınları teşvik ettiler.
En önemlisi de gelen bu paralar rantın ve kârın en yüksek olduğu inşaat-emlak gibi sektörlerdeki yatırımlara yöneldi. Böylece ekonomide finansal balonlar oluşurken, artan spekülasyonla birlikte ekonomi yabancı sermaye akımlarına karşı daha duyarlı ve daha kırılgan hale geldi.

YÜKSEK BÜYÜME YANILSAMASI
Bu çapta bir dış kaynak kullanımı Türkiye’de bir büyüme yanılsamasına da neden oldu, milli gelir hormonlu bir biçimde rekor düzeylerde büyüdü (yüzde 7,4 gibi). Ülkenin çehresi değişti. Alt yapı ve üst yapı inşaatlarıyla aldatıcı bir refah görüntüsü ortaya çıkarken, tüm bunlar toplamda 466 milyar dolarlık bir dış borç stokunu (180 milyar dolara yakını kısa vadeli olmak üzere), finansal krize giren bir ekonomiyi ve yüzde 6,5 gibi bir oranda dünyanın en yüksek cari açığını, en yüksek enflasyonunu ve faiz oranlarını kucağımıza bıraktı.
Yüzlerce milyar dolarlık dış kaynağın asıl olarak belli sektörlere yoğunlaşmış, özellikle de iktidarın etrafında kümelenmiş sermaye gruplarını, onların kâr ve servetlerini büyütmek için kullanıldığı, ortaya dökülen bölüşüm ilişkilerinden ve artan yoksulluktan görülebiliyor. Çünkü ülke bunca sanal büyüme sırasında OECD ülkeleri içinde gelir ve servet bölüşümünün en adaletsiz ve eşitsiz olduğu, yoksulluğun hızla arttığı bir ülke haline geldi.

PARTİ SONA ERDİ, ŞİMDİ FATURAYI ÖDEME ZAMANI
Tıpkı 1997 Asya krizi sırasında diğer ülkelerde görüldüğü gibi, liranın çöküşü ülkenin mevcut sorunlarını daha da artırdı. Trump ile yaşanan gerilimler sonucunda ABD tarafından konulan tarifeler, artan FED faizleri, artan petrol fiyatları borç çevirme maliyetlerini hızla artırdı. Dış finansman ihtiyacı milli gelirin yüzde 30’una kadar yükseldi.
Buna karşılık ülkenin toplam rezervleri milli gelirin yüzde 12’si (döviz yüzde 10) civarında kaldı. Kısa vadeli borçların ağırlığı ise bu rezervlerini hızla eritti. Böylece döviz rezervleri kısa vadeli borç geri ödemesinin çok gerisinde bir düzeyde kaldı. Cari açık belli dönemlerde üçte bire yakın bir oranda kaynağı belirsiz döviz girişleriyle (Net Hata ve Noksan Kalemi) kapatılabildi.
Dövizli borçlar, borçlu şirketler için giderek ağır bir yük oluşturdu. Bu da bir döngüye neden oldu: Borcun servisi zorlaştıkça temerrüt (borcu geri ödeyememe nedeniyle iflas hali) riski arttı ve yabancı yatırımcılar ülkeden giderek daha da uzaklaşmaya, sermaye çıkışları artmaya başladı.
Bu da bir süre sonra borç servisini imkânsız hale getirerek, temerrüt olasılığını daha da artırdı. Ödemeler dengesi krizi (döviz krizi), borç krizi giderek bankacılık krizine dönüşmeye başladı.

TASARIMI DIŞARIDA, İMALATI İÇERİDE YAPILMIŞ BİR KRİZ
Yani tasarımı dışarıda, imalatı içeride gerçekleştirilen bir yerli ve milli krizle baş başa kaldık. Bu bir gecede olmadı. Lale devri sona erdi.
Bir yazarın deyimiyle “Türkiye’deki içe patlama hem yavaş yavaş, hem de aniden ortaya çıktı”. Ya da Hemingway’in dediği gibi: “İki biçimde batarsınız: Yavaş yavaş ve aniden!” (8).
Sonuç olarak, 16 yıl boyunca Türkiye ekonomisinde yaşananlar klasik sağ popülist paradigmanın neo liberal ve neo muhafazakâr giysilere bezenerek ve çok büyük ölçüde uluslararası finans kapitalin desteğiyle sergilenen gerçeklerdir.
Bu dönem, bizi sürdürülmesi zor, el parasına bağlı, sanal bir refah artışı görüntüsü altında yaşam biçimlerimizi, içinde yaşadığımız kentlerin görüntüsünü, daha da önemlisi düşüncelerimizi değiştirerek bir yere kadar getiren bir dönemin adıdır.
Ama artık tüm bunların bedeli, ödenecek faturalar, önümüze yeni yeni gelmeye başladı. Faturalar geldikçe de eski sağ popülizm hızla aşırılaştı, sertleşti, otoriterleşti ve daha da baskıcı hale geldi.
Özcesi, IMF’li ya da IMF’siz bir uluslararası mali destek, sadece ciddi bir yol kazasına uğrayan böyle bir servet ve sermaye biriktirme stratejisi ve bunu korumaya dönük siyasal paradigmanın tekrar ayağa kalkmasına yardımcı olabilir.
Bu programlarla insanımızın, toplumun bütününün nefes almasını sağlayacak, etkin ve adaletli bir ekonomiyi kurabilecek yeni bir Türkiye yaratılamaz. Aksini düşünenler birkaç gün önce IMF programı sona eren Yunanistan’ın geldiği duruma bakabilir.
Her 10-15 yılda IMF kapısına ya da başka kapılara gittiğimiz böyle bir kısır döngüden kurtulabilmek, ancak antikapitalist ve antiemperyalist bir paradigmaya geçişle ve bunu mümkün kılabilecek bir siyasal iradenin inşasıyla mümkün olabilir.
………………..

(1) Emre Tarım, “Turkey’s lira crisis: ‘economic war’ sees Erdoğan look east fornew allies”, 
https://theconversation.com (13 August 2018 ).
(2) NATO, Public Diplomacy Division, Press Release (10 July 2018) :Defence Expenditure of NATO Countries (2011-2018).
(3) Lambert Strether, “How Turkey’s Crisis Might Fracture NATO”,
https://www.nakedcapitalism.com (19 August 2018).
(4) Peter S. Goodman, “The West Hoped for Democracy in Turkey. Erdogan Had Other Ideas”, 
https://www.nytimes.com (18 August 2018).
(5) IMF programı altında uygulanacak kemer sıkma politikaları için daha önce bu konuda yazdığım yazıya bakınız: “24 Haziran sonrası: IMF’li ya da IMF’siz kemer sıkmaya hazır olun!”, 
http://sendika62.org (24 Haziran 2018).
(6) Dimitrios Syrrakos, “ Greece exits its third bailout – but eurozone still has much to learn from the crisis”, 
https://theconversation.com (20 August 2018).
(7) 
https://www.gazeteduvar.com.tr/…/kriz-soylesileri-1-komplo-….
(8) Strether, agm.




23 Ağustos 2018 Perşembe

AVRUPA BİZİ NEDEN KAYBETMEK İSTEMEZ? (1)


AVRUPA BİZİ NEDEN KAYBETMEK İSTEMEZ? (1)

Mustafa Durmuş

22 Ağustos 2018

Almanya Maliye Bakanlığı birkaç gün önce açıkladığı aylık raporunda “Türk lirasındaki değer kaybının Alman ekonomisi için risk oluşturduğunu” ileri sürdü. İktidar ortağı Sosyal Demokrat Parti'nin (SPD) lideri Nahles de bir röportajında “Almanya'nın Türkiye'ye yardım etmesi gerektiğini” çünkü  “Türkiye’nin ekonomik olarak istikrar içinde olmasının ve kur türbülanslarının durdurulmasının herkesin faydasına” olduğunu söyledi (1).

Almanya, Türkiye'deki ikinci en büyük yabancı yatırımcı ülke. Türkiye’nin aldığı dış kredilerinin yüzde 11’ini Alman bankaları sağlıyor. Bu bankalar ülkeye verilen krediler açısından ikinci sırada yer alıyorlar (2).

Almanya zor durumdaki ülkelere yardım eden bir yardım meleği olmadığına göre bu sözleri ona ettiren başka faktörler olmalı. Ama bizim medyamız işi her zamanki gibi kestirmeden çözdü ve bu gelişmeyi Türkiye’nin önemini gören Avrupa’nın ülkeye gerekli mali kaynağı vermek için sıraya girdiği biçiminde sunarak, bunu bir kez daha “yüksek başarımıza” bağladı.

İşin aslını biz söyleyelim. Türkiye’deki gibi ciddi bir finansal kriz ABD, Japonya gibi merkez ülkelerden ve yükselen ekonomiler diye tabir edilen Çin, Hindistan ya da Rusya gibi ülkelerden ziyade, Avrupa’yı etkiler. Ayrıca Türkiye’nin NATO’nun önemli unsurlarından biri olması da AB’nin bu krize bir çözüm bulmasını gerektiriyor.

FAZLAYI AVRUPA, AÇIĞI BİZ VERİYORUZ

(i) Ekonomik ilişkilerle ve Avrupa’nın Türkiye ile olan dış ticaretiyle başlayalım. Bu ticarette fazla veren taraf Avrupa ülkeleri, açık veren taraf ise Türkiye. Yani Türkiye Avrupa’ya sattığından çok daha fazlasını Avrupa’dan satın alıyor. Örnek olarak (3), 19 AB ülkesi geçen yıl Türkiye’ye 63 milyar dolarlık ihracat yaptı. Türkiye krize girerse bu ihracatlar da riske girer.

AVRUPALI BANKALARIN TÜRKİYE’DE RİSKLERİ YÜKSEK

(ii) Keza sermaye hareketleri ya da daha basitçe bankacılık üzerinden verilen krediler veya banka evlilikleri açısından da Avrupa ülkeleri Türkiye’deki bankacılık sistemi içinde en büyük paya sahipler.

Dolayısıyla da döviz krizi ile başlayıp, borç krizi ile devam eden bir finansal kriz,  yerli şirketler dövizli borçlarını ödeyemediklerinde bankacılık sektörünün krizi haline gelir. Bundan da öncelikle Avrupalı finans kapital zarar görür, zira ülkedeki yatırımları ve riskleri oldukça yüksek (benzer bir durum 2010 Yunanistan krizi sırasında da ortaya çıkmıştı).

Nitekim Ağustos başından bu yana lirada yaşanan hızlı düşüş doğallıkla Avrupa Merkez Bankası’nı (ECB) endişelendirdi. Zira Avro Bölgesi bankalarının Türkiye’ye açmış oldukları avro cinsinden ciddi miktarlara ulaşan krediler var. Öyle ki bu krediler Türk bankacılık sektörünün toplam varlıklarının yaklaşık olarak yüzde 40’ına denk düşüyor. Banka bu borçların tamamının hedge edilmediğini (sigortalanmadığını) düşünüyor. Bu kredilerin dağıtıldığı sektörlerdeki yerli şirketler ise bilindiği gibi ciddi geri ödeme sıkıntısı içindeler. Onlar bu kredileri geri ödemediğinde Türkiye’deki bankalar ve sonrasında da bu bankaları fonlayan Avrupalı bankalar sıkıntıya girecektir.

Böylece döviz krizi biçiminde kendini gösteren finansal kriz, borç krizine, o da bankacılık krizine neden olabilecek ve Türkiye’de kredi riski en yüksek olan yabancı kreditörleri, bankaları vurabilecektir.

TOPUN AĞZINDAKİLER

Bu bankaların durumlarına daha yakından bakalım.

EBRD (Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası)  Türkiye’deki yatırımların en büyük yabancı ortağı konumunda. Öyle ki 2009 yılından bu yana 10 milyar avroluk yatırım yapmış. Bu yatırımların yüzde 97’si ise özel sektör firmalarıyla ortaklık biçiminde yapılmış (4).

En riskli konumdaki kreditörler İspanyollar. Bunların bir borç geri ödeme krizi (temerrüt) durumunda karşı karşıya kalacakları zararın 80 milyar avroyu,  Fransızların 40 milyar avroyu ve İtalyanların ise 18 milyar avroyu bulması bekleniyor.  Yani toplamda 135 milyar avroluk bir riskten söz ediliyor. Bunlar içinde en büyük risk İspanyol Bankası BBVA’ya ait.

Nitekim liradaki bu düşüşlerin ardından bu bankaların hisselerinin borsalardaki değerleri düştü. Sırasıyla İtalyan Unicredit yüzde 5,1; Fransız BNP Paribas yüzde 3,4; Alman Deutsche Bank yüzde 4,2 ve Hollandalı ING yüzde 4,5 değer kaybetti.

Bunların içinde BBVA’nın zararı en yüksekte. Zira İspanya’nın ikinci en büyük bankası olan bu banka Türkiye’nin en fazla kredi sağlayan üçüncü bankası konumunda olan Garanti Bankası’nın neredeyse yarı hissesine sahip. Türkiye’den sağladığı gelirler BBVA’nın toplam gelirlerinin yaklaşık yüzde 15’ine erişiyor. Ancak Garanti Bankası’nın hisseleri bir yılda yüzde 40 ve bir günde yüzde 6,9 puan düştü. Yani BBVA hali hazırda ciddi bir zarara girmiş durumda. Bankanın şu ana kadar ki zararı 3,7 milyar avroyu buldu (5).

Benzer bir biçimde Yapı Kredi Bankası’nın (YKB) yüzde 41’ine sahip bulunan Unicredit’in Türkiye’de 2,5 milyar avroluk yatırımı var. Son gelişmelerle bu bankanın YKB’ deki hisselerinin değeri 1,15 milyar avroya kadar düştü. Öngörülen bu zararlar gerçekleşirse BBVA maddi varlığının yüzde 13’ünü,  ING yüzde 9’unu, Unicredit yüzde 8’ini ve BNP Paribas yüzde 3’ünü kaybedecek (6).

Krediler açısından ise, BBVA toplam kredilerinin yüzde 13’ünü, Uni Credit yüzde 6’sını ve BNP Paribas yüzde 2’sini Türkiye bankacılık sistemine vermiş durumda (7).

Türkiye’de takipteki ve yapılandırma altındaki kredilerin miktarının 200 milyar lirayı bulduğu ileri sürülüyor. Kamu borç stokunun da garantiler ve Kamu Özel İşbirliği projelerinden doğan koşullu yükümlülükler dâhil edildiğinde yüzde 46’ları bulduğu, bu nedenle de devletin batma riski içindeki özel bankalara vereceği desteğin de sınırlı olacağı dikkate alındığında, yabancı bankaların riskinin hayli yüksek olduğu görülür.

TÜRKİYE’DEKİ BORÇ KRİZİ KÜRESEL BORÇ KRİZİNE DÖNÜŞEBİLİR

(iii) Türkiye’de finansal krizin diğer yükselen ekonomileri etkilememesi, küreselleşmenin (hem fiziki mal hem de para sermaye açısından) bu denli yüksek düzeyde olduğu bir dönemde mümkün değil. Türkiye’deki borç krizi, yayılma etkisi ile 1997-98 Asya krizi benzeri bir yeni finansal krizi tetikleyebilir. Böyle bir gelişme dünya hasılasının 3 katından fazla bir borç stokunun olduğu kapitalist dünyada küresel bir borç krizinin önünü açabilir.

ARTAN MÜLTECİ VE GÖÇMEN DALGASI STATÜKOYU SARSABİLİR

(iv) Avrupa Birliği’nin (AB) son varış yeri olarak Avrupa’ya ulaşmaya çalışan Suriyeli göçmenler ve mültecileri durdurmak için Türkiye’ye ihtiyacı var. Özellikle de Suriye’nin İdlib’e yaptığı son saldırıların Türkiye’ye doğru mülteci akınını artıracağı kesin.  

Ayrıca ülkede bu yılın ikinci yarısından itibaren beklenen ekonomik daralma ve sonrasında oluşacak derin ekonomik durgunluk ve beraberinde artan baskılar da bir kısım yurttaşın AB’ye göç etmek istemesi ile sonuçlanabilir. Bu durum Avrupa’daki marjinal aşırı sağcı partileri güçlendirir ki bu da gelecek yıl seçimlere hazırlanan statükocu merkez partileri rahatsız eder. Bu nedenle bu tür göçleri önleyebilmek için de Avrupa (istemese de), Türkiye’deki krizin neden olduğu yangını söndürmeye dönük bir mali yardım programını destekleyecektir.

MALİ YARDIM: KİM VERECEK, NASIL OLACAK?

Ortadaki özellikle de yüksek düzeydeki kısa vadeli dış borçlar ve giderek yükselen döviz kuru gerçeği karşısında Türkiye’nin büyük bir dış mali destek olmaksızın bu krizi aşabilmesi mümkün görünmüyor.

Bu desteği kim ya da kimler sağlayacak ya da Türkiye kimlere başvuracaktır? Bu konudaki en somut adım Katar tarafından atıldı ama bir IMF kurtarma paketinin hala gündemde olmasının yanı sıra, hükümetin böyle bir destek için Rusya ve Çin ile görüşmeleri de sürüyor.

Katar ile yapılan anlaşma (medya tarafından öyle söylense de)  gerçek anlamda bir yardım anlaşması değil. İşin gerçeği (özellikle de günümüzde) böyle hiçbir mali destek karşılıksız yardım biçiminde verilmez. Karşılıksız yardım biçimindeki enternasyonalist bir dayanışma, teorik olarak ancak emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin ve emek sömürüsünün olmadığı, sınırların ortadan kalktığı bir dünyada var olabilir.

KATAR NE KATAR?

Nitekim Katar ile yapılan anlaşma gereği Katar’dan kullanılacak ilk 3 milyar dolar için, Türkiye’nin faiz takasında daha yüksek bir faiz ödeyeceği ortaya çıktı ki 15 milyar doların tamamı nakit gelse dahi, bu 180 milyar dolarlık kısa vadeli özel sektör borcunun onda birini dahi karşılamaya dahi yetmez. Katar yardımı kısa süreli bir nefes aldırabilirse de ülke ekonomisinin yapısal sorunlarının çözülmesine yardımcı olamaz.

Ayrıca Katar yardımı ABD-Türkiye jeopolitik ortaklığını çatlatabilir, bunun da uluslararası finans kapitali, Batılı emperyalist devletleri ve S. Arabistan gibi bölgedeki diğer güçleri endişelendirebilecek politik sonuçları olabilir.

RUSYA: AYI İLE OYUN OLMAZ!

Türkiye mali destek için Rusya’ya başvurabilir ki bu ülke Türkiye’nin NATO’dan kopmasını ister. NATO’nun parçalanmasıyla sonuçlanabilecek bir gelişmeden mutlu olabilir. Keza Rusya, Avrupa’ya Türkiye üzerinden geçecek doğal gaz boru hattını ve doğal gaz naklini çok önemsiyor. Zira Rusya’nın en önemli döviz geliri petrol ve doğal gazdan sağlanıyor. Türkiye’ye doğal gaz hattından franchise vererek Türkiye’nin döviz elde etmesini sağlayabilir. Ayrıca Türkiye’ye kredili silah verebilir, çünkü göreli olarak ihracatta üstün olduğu alanlardan biri de silah sanayi. Ancak kendi ekonomisinin içinde bulunduğu durumun pek de parlak olmaması Türkiye’ye vereceği desteğin çok kısıtlı olmasıyla sonuçlanacaktır. 


ÇİN: DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR
Hükümet son günlerde bir yandan Çin ile ikili görüşmeleri hızlandırırken, diğer yandan çıkartacağı  “Panda Tahvilleri” aracılığıyla Çin’den borçlanabileceği mesajını verdi.

Gerçekte Çin bu seçenekler arasında ekonomik ve politik olarak en güçlü olanlardan biri.  Her ne kadar Uygur Türkleri konusunda Türkiye’nin şu ana kadar takındığı sert eleştirel tutum işbirliği için engel gibi gözükse de, Türkiye’nin içine düştüğü pragmatizm ve Çin’in kendi stratejik hedefleri böyle bir işbirliğinin gerçekleşebileceğine izin verebilir.

Öncelikle, Çin devasa askeri gücünü içerde ve dışarda yaptığı büyük çaplı alt yapı ve inşaat yatırımlarıyla kalıcı hale getirmek ve sistemde emperyalist bir güç olarak ortaya çıkmak istiyor. Mili gelirinin yüzde 50’sini aşan bir oranda bir tasarruf fazlası var. Bunu da kâr oranlarını ve sermaye birikimini düşürmemek için dışarıda değerlendirmek istiyor.

Yani Çin hem iktisadi, hem de siyasal ve jeopolitik nedenlerden dolayı dışarıya yayılmak zorunda. Bu nedenle de bir süre önce başlattığı büyük ölçekli “Kuşak ve Yol Projesini” hızlandırmak, bunu aynı zamanda Asya ülkelerinin ötesine taşıyarak (Avrupa’ya doğru da yayarak)  eski İpek Yolu’nu yeniden canlandırmak istiyor.

İşte Çin bu projede Türkiye’yi bir yere koymuş olabilir.  Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkenin limanları ve bunlar arasındaki demir yolu bağlantıları, lojistik ana bağlantı merkezlerinin oluşturulması Çin’in peşinde olduğu projeler (2010 krizi sonrasında Yunanistan’ın Pire Limanını satın aldığı unutulmamalı). Ayrıca Türkiye’de, kendi imal ettiği konteyner parçalarının yerli ortaklarla montajını tamamlayıp Avrupa ve ABD gibi diğer merkezlere satmak niyetinde. Bu nedenle de bir analist bu gelişmeyi Çin’in Türkiye’yi pazarda en ucuz fiyattan satın alması olarak yorumluyor (8).

Bundan Çin sermayesinin olduğu gibi, onlarla işbirliği yapacak yine seçilmiş olacağı tahmin edilen Türk sermaye gruplarının büyük çıkarlar elde edeceğine kuşku yok. 1950’lerden sonra ülkede nasıl ABD sermayesinin yerli işbirlikçisi olan gruplar mevcut olmuşsa, aynı biçimde kapitalizmin bu işleyiş mantığı içinde yeni patronla da mevcutlar ya da yenileri işbirliği yaparlar.

Böyle bir işbirliğinin ülke emekçilerine ne kazandıracağı ise geçmiştekilerin ne kazandırdıklarına (ya da kaybettirdiklerine) bakılarak açıklanabilir.  Ayrıca Türkiye ve Pakistan dâhil, “Kuşak ve Yol Projesi” üzerindeki ülkeler, tıpkı Sri Lanka gibi, Çin’in kontrol edeceği bir borç tuzağına düşebilir ve bütün alt yapının kontrolünü Çin’e bırakmak durumunda kalabilirler.

Bu da son 15 yıldır dışarıdan sağlanan bol yabancı kaynak ile üretimde yeterli bir artış sağlamadan yüksek kâr ve rant sağlayan inşaat, emlak ve alt yapı projeleri gibi projelerle ekonomiyi yüksek oranda büyütürken, inanılmaz bir dış borç stoku yaratarak ülke ekonomisini bir borç krizinin eşiğine getiren bir stratejiden hala ders alınmadığını ve yeni kreditörlerle bu stratejinin kaldığı yerden devam ettirileceğini gösterir.

…devam edecek.
………………

(2) Birgit Jennen, Nikos Chrysoloras and Steven Arons, “Germany Tightens the Screws on International Funds to Turkey”, www.bloomberg.com (25 October 2017).
(3) Silvia Amaro, “ Euro slips after reports the ECB is concerned about exposure to Turkey”, https://www.cnbc.com/2018/08/10.
(5) Don Quijones, “As Turkish Lira Collapses, Foreign Banks in Turkey Rue the Day”, https://wolfstreet.com/…/as-turkish-lira-collapses-foreign-… (26 June 2018).
(6) Don Quijones, “ECB Fears Contagion from Turkish Lira Collapse, Bank Stocks Plunge”, https://wolfstreet.com/2018/08/10 (10 August 2018).
(7) Lambert Strether, “How Turkey’s Crisis Might Fracture NATO”,  https://www.nakedcapitalism.com (19 August  2018).
(8) David P. Goldman, “China will buy Turkey on the cheap”, http://www.atimes.com/article/china-will-buy-turkey-on-the-cheap (10 August 2018).



19 Ağustos 2018 Pazar

VARLIK BARIŞI : “EKONOMİK SAVAŞ ALTINDA” KRİZ FIRSATÇILIĞI MI?


VARLIK BARIŞI : “EKONOMİK SAVAŞ ALTINDA” KRİZ FIRSATÇILIĞI MI?
Mustafa Durmuş
19 Ağustos 2018

Biz dövizdeki son bir haftadaki sert iniş çıkışları yorumlamakla meşgulken, “Varlık Barışı” kapsamında “Varlık Barışında Önemli Değişiklik” başlığıyla yeni bir düzenleme yapıldı ve Resmi Gazetede yayımlanarak hayata geçirildi (1).
Siyasal iktidara göre, “ülke dış güçlerin ekonomik kuşatması altında, bu nedenle de bir ekonomik savaş veriliyor. Bu saldırıyı savuşturabilmek için her türlü kaynağı harekete geçirmek gerekiyor."
Bu bir görüş, daha ziyade büyük medya tarafından da sürekli olarak anlatılan resmi görüş. Bu nedenle de yapılan bu düzenlemenin önce bu görüş bağlamında yorumlanması gerekiyor.
Diğer yandan bu görüşü bir kenara bırakıp, Türkiye ekonomisindeki son günlerde yaşananları ekonomi ve siyaset bilimi araçlarıyla ele aldığımızda bu düzenlemenin iki amacının olduğu ileri sürülebilir.
İlk olarak, ülkedeki kaynak açığı o denli büyüdü ki, dövize olan ihtiyaç o kadar fazla ki hükümet üçüncü kez yurt dışındaki TC vatandaşları ve şirketlerin servetlerini ülkeye getirerek bu açığın en azından bir kısmını kapatmak istiyor.

RESMİN BÜYÜĞÜ
O halde resmin büyüğüne bakalım: Ülkenin cari açığı yıllıkta 57 milyar doların üzerinde seyrediyor. Dahası bu açığın finansman biçiminde ciddi bir kötüleşme var. Yani dış finansman kalitesi kötüleşti.
Öyle ki Ocak-Haziran 2018 döneminde cari açığın dörtte biri Merkez Bankası’nın döviz rezervleriyle, yüzde 27’si ise Net Hata ve Noksan kaleminde gösterilen kaynağı belli olmayan dövizlerle kapatıldı. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı ise yüzde 15’te kaldı (oysa 2012-2017 ortasında bu pay ortalama yüzde 31 idi). Yani Türkiye ekonomisi uzun vadeli yabancı yatırımlar açısından artık cazip bir ekonomi değil.
Bu son düzenleme bize, son iki yıldır cari açığı kapatmada yeniden ön plana çıkan Merkez Bankası’nca tutulan ödemeler bilançosu hesaplarında yer alan Net Hata ve Noksan kalemini hatırlatıyor.
Bu kalem ülkeye sebebi belirsiz döviz girişlerini gösteriyor. Bu örneğin 2016 yılında 11 milyar dolara kadar çıkarak cari açığın üçte birini fonlayabilmiş, keza bu yılın ilk 6 ayında 8 milyar doları aşan ve büyük ölçüde iktidarın kontrolü dâhilinde olduğu tahmin edilen bir kaynak.

VERGİ CENNETLERİNDEKİ MİLYAR DOLARLAR
Yeni düzenleme ise buna paralel bir biçimde yurt dışındaki ama daha ziyade vergi cennetlerinde tutulan servetlerle ilgili.
Bir uluslararası çalışmaya göre çalışmaya göre (2) T. C. vatandaşları bireylerin ve tüzel kişiliklerin yurt dışında tuttukları bu servetin tutarı Türkiye milli gelirinin beşte biri büyüklüğüne erişti (150-170 milyar dolar).
İşte yeni düzenlemeyle bu paranın (tamamı olmasa da) belli bir kısmı ülkeye getirilmek ve böylece iktidarın “ekonomik savaşı savuşturma” söylemi altında döviz kuru üzerindeki baskının azaltılması, fonlanması çok zora giren büyük alt yapı projelerinin fonlanması hedefleniyor olabilir.

KARA PARA AKLAMA?
Diğer yandan bu yorum çok iyimser bir yorum olarak görülebilir. Çünkü düzenlemenin daha önce yine AKP iktidarları sırasında çıkartılmış iki düzenlemelerden farkı sadece hiç vergi alınmayacağı ya da vergi incelemesi yapılmayacağı değil.
Şöyle ki, Gelir İdaresi Başkanlığı'nın "Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 7143 Sayılı Kanun Genel Tebliği'nde (seri No: 3) Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliği" Resmi Gazete'de yayımlandı. Buna göre:
“Yurt dışında bulunan varlıkların Türkiye'deki banka ya da aracı kurumlarda açılacak hesaba transferi işlemlerinde, bildirimde bulunan hesap sahibiyle yurt dışından varlığı transfer edenin farklı kişiler olması halinde de vergi incelemesi ve vergi tarhiyatı yapılmayacak”.
Yani artık yurt dışındaki servetini beyan eden ile bizzat bu serveti (örneğin banka hesabı üzerinden) transfer edenin aynı kişi ya da şirket olma zorunluluğu ortadan kaldırılıyor.
Böylece örneğin Veraset ve İntikal Vergisine (VİV) göre intikal yoluyla aktarılan servetler vergi dışı tutulabilecek (bu gelişme bir süredir VİV’nin neden kaldırılmak istendiğinin de kısmi bir açıklaması niteliğinde).
Bu tam anlamıyla bir kara para aklamayla sonuçlanabilir. Böylece vergi cennetlerinde tutulan rüşvet, mafyatik faaliyet ve her türlü vergiden kaçırılan kazançlar da dâhil olmak üzere, normalde ceza kanunu gereği suç teşkil eden kazançlar aklanmış olacaktır.
Bu düzenleme kriz dönemlerinin büyük para sahipleri için nasıl bir fırsata döndürüldüğünün en güzel göstergesidir. 2004 yılında “nereden buldun” uygulamasına son veren anlayışın geldiği son noktadır.
“Ekonomik savaşı savuşturmak" gerekçesine dayanılarak da olsa böyle bir düzenleme kara para aklama ile sonuçlanabilir.
Oysa onlarca milyar dolarlık servetin ülkenin bu denli kaynağa ihtiyacının olduğu bir zamanda neden yurt dışında tutulduğu sorgulanmalıdır.
Yine böyle servetlerin nasıl elde edildiği, kimlere ait olduğu ve neden vergi incelemesine tabi tutulmayacağı, bu servet sahiplerinin neden vergilendirilmeyeceği sorgulanmalıdır.
Borsa ve DİBS (Hazine kâğıtları) gelirlerinden yerli yabancı ayırımı da yapılmaksızın sıfır vergi alınan, on milyonlarca lira ya da döviz cinsinden faiz geliri elde edenlerin en fazla yüzde 13-15 oranında vergilendirildiği, buna karşılık bir asgari ücretlinin ödediği verginin yüzde 15’in üzerinde olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Yeni düzenleme ile yurt dışındaki servet sahiplerinin servetlerinin aklanarak ülkeye getirilmesi sırasında, buna izin verilmesi, hiç vergi alınmaması ve vergi incelemesi yapılmayacağı garantisi verilmesi (siyasal iktidarın faiz lobisine karşıtlık iddiasının aksine) sadece faiz politikalarının değil, vergi politikalarının da finans sermayenin kontrolüne girdiğinin, kriz fırsatçılığının devreye girdiğinin açık bir ispatıdır.
Finansal piyasalarda büyütülmüş böyle servetler ülkenin karşı karşıya kaldığı ekonomik darboğazları ortadan kaldırmaktan, spekülatif atakları önlemekten ziyade, yüksek kâr ve politik rant içeren iş ve projelerde, sonuçta daha fazla servet biriktirmek için kullanılacaktır. Bu arada mevcut ekonomik adaletsizlikler artarken, ülke finansal krize bir adım daha da yaklaşacaktır.

…………..
(1) Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 7143 Sayılı Kanun Genel Tebliği'nde (seri No: 3).
(2) Annette Alstadsæter, Niels Johannesen and Gabriel Zucman, “Who Owns the Wealth in Tax Havens?, Macro Evidence and Implications for Global Inequality”, (27 December 2017), s. 28.


Formun Üstü

16 Ağustos 2018 Perşembe

BU DÜNYADAN SAMİR AMİN GEÇTİ


BU DÜNYADAN SAMİR AMİN GEÇTİ
Mustafa Durmuş
16 Ağustos 2018
Yakınlarda kaybettiğimiz Marksist sosyal bilimci Mısır doğumlu Prof. Dr. Samir Amin, dostu Fikret Başkaya’nın tanımlamasıyla “ sadece yetkin bir iktisatçı, sosyolog, antropolog, tarihçi, filozof değildi, bunların ötesinde veya hepsiydi”.
Kuşkusuz onu “dünyanın ezilen halklarının ve emekçilerinin organik aydını” yapan şey onun ezilen dünya halklarının ve işçi sınıfının sömürüden kurtulma ve özgürleşme mücadelesine verdiği destek ve yaptığı kuramsal katkılardı.
Bu katkılar saymakla bitmez. Bizlere miras bıraktığı çok sayıda eserin içinde Dünya Ölçeğinde Birikim, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Avrupa Merkezcilik, Kapitalizmden Uygarlığa, Liberal Virüs gibi kitaplar Türkiye’de en çok bilinenleri.
Kapitalizmin gidişatı ile ilgili olarak ortaya attığı 6 tez özellikle Marksist çevrelerde yeni açılımlara olduğu kadar ciddi tartışmalara da neden oldu. Bunlar şöyle özetlenebilir (1):
▪Tekelci kapitalizm 1971’ e kadar tekelci sermaye ve sonrasında küresel tekelci sermaye olarak iki aşamalı olarak gelişmiştir.
▪Tekelci sermayenin iki uzun krizi olan (1873–1945) ve (1971-Bugün) krizlerine uyarlanması dünya çapında yoğunlaşıp merkezileşmesi, finansallaşma ve küreselleşme biçiminde olmuştur.
▪Sermaye birikimi ikili bir yapıda sürmektedir: Biri küresel merkezli olarak otosentriktir ve diğeri küresel Çevrede dışa yönelimli olarak ayrışmıştır.
▪Lenin tarafından tarif edilen emperyalistler arasındaki çatışma döneminden soğuk savaş döneminde ABD hegemonyasına ve 20.yüzyılın sonu itibariyle de ABD’nin başını çektiği üçlü hegemonyaya (TRIAD) geçilmiştir.
▪Belirleyici çelişki olarak Merkez ve Çevre arasında ortaya çıkan çelişki bir dizi üçüncü dünya devrimlerinde yansımasını bulmuştur.
▪Değer Kanunu, Küresel Değer Kanununa dönüşmüştür.

KÜRESEL DEĞER KANUNU
Altıncı tezini Türkiye’de pek bilinmeyen bir kitabında ele alır Samir Amin. Bu kitap, 1978 yılında yayımladığı Marksist Emek Değer Kuramını küreselleşmiş kapitalizm ortamında yeniden ele alan ve bu kuramın geçerliliğini günümüz koşullarında da kanıtlayan Küresel Değer Kanunu (2) adlı kitaptır.
Amin bu çalışmasının ilk sayfalarında Marx’ın modern zamanların radikal eleştirisinin bir başlangıcı olduğu ve modern zamanların da gerçek dünyanın eleştirisi ile başladığı tespitine yer verir. Ona göre, kapitalizmin bu radikal eleştirisi piyasa yabancılaşmasının temelini ve bununla ilgili olarak emek sömürüsünü keşfetmemizi sağlar.
Marksist olmak Marx’la yetinmemek demektir. Onu başlangıç olarak almaktır. Marx’ın yapıtı hala tamamlanmamıştır, sınırsızdır. Zira kendini sınırsız olarak başlatır, her zaman eksiktir ve kendi eleştirisinin nesnesidir.
Das Kapital ise, Ricardocu iktisadın tarihsel materyalizmden bağımsız olamayacağını, ona karşı bir bağımsızlık ilan edemeyeceğini anlamaya, keşfetmeye bir çağrıdır.
Samir Amin’in bu eserinden aşağıdaki gibi bazı çıkarımlar yapılabilir:
▪Tarihsel materyalizm Marksizm’in özünü oluşturur.
▪ Kapitalist ekonominin kanunları tarihsel materyalizmin kanunlarına tabidir.
▪ Kapitalist üretim tarzında ekonominin kanunlarının teorik konumları kapitalizm öncesi üretim tarzındakinden farklıdır.
▪ İktisadın kanunları sadece kapitalist üretim tarzında mevcuttur.
▪ Kapitalist ekonominin kanunları nesnel olarak mevcuttur.
▪ Bu kanunlar son tahlilde, Değer Kanununca yönetilirler.
 
Kapitalizmde sınıf mücadelesinin genel bir durum olduğu ve özellikle de emperyalist kapitalist sistemde belirgin, kesin bir ekonomik temelde ortaya çıktığı ve zamanı geldiğinde onu değiştirdiğini ileri süren Amin, Marx’ta eksik olan “küresel boyutu” bu eserinde analize dahil ettiğini ve böylece Emek-Değer Teorisini tamamlamaya niyetli olduğunu ileri sürer.
Dolayısıyla ortaya attığı ‘Küreselleşmiş Değer Yasası’nın Marx’ın tanımladığı kapitalizm ve günümüzün eşitsiz küreselleşmiş gelişim gerçeği ile uyumlu olduğunu savlar.
Amin kendi katkısının, değerin etrafında oluşan emek gücü fiyatlarının küreselleştiği gerçeğini esas alarak, ‘değer kanunu’ndan ‘küreselleşmiş değer kanunu’na nasıl geçildiğini ortaya koymaktan ibaret olduğunun altını çizer.
Ona göre, doğal kaynakların yönetimi ile ilgili pratiklerle bağlantılı olarak değerin böyle küreselleşmesi ‘emperyalist rant’ın da esasını oluşturur.
Bu katkıyı şöyle özetler:
“Dolayısıyla da benim ‘değerin dönüşümüne’ ilişkin tezim birbirini izleyen üç aşamadan oluşur: (i) Değerin üretim fiyatlarına dönüşümü, (ii) Değerin piyasa fiyatlarına (çağdaş kapitalizmde bu oligopolist fiyatlardır) dönüşümü ve (iii) Değerin küresel fiyatlara (küresel emperyalist sistemde) dönüşümü”.
Kendi düşüncelerinin hedefinin, üçüncü dönüşüm aşamasının, yani ‘değer kanunu’ndan emperyalist kapitalist sistem altında işleyen ‘küreselleşmiş değer kanunu’na geçiş aşamasının analizi olduğunu vurgular.

EMPERYALİST RANT
Çünkü ona göre, ancak böyle bir geçiş ile ‘emperyalist rant’ı anlayabilmemiz mümkündür. Emperyalist rantı bilmek ise dünyanın bugün küresel kapitalizmin yayılmasıyla yeniden üretilen ve iyice derinleşmekte olan kapitalist kutuplaşmanın kaynağını anlamak için gereklidir.
“Böylece Dünyayı değiştirme stratejisi, vulgar iktisatçıların pozitivist ya da amprisist yöntemleriyle değil, yalnızca bu temellere dayanılarak mümkün olabilecektir”.
2010 yılındaki “Değer Kanunu ve Tarihsel Materyalizm” adlı çalışmasıyla da özellikle de 2008 krizinin ardından Amin, Marksist Değer Kanununu “genelleşmiş”, “finansallaşmış” ve “küreselleşmiş oligopollerin” kapitalist sistemi olarak tanımladığı bu dönemde “küreselleşen değer” ve bunun aktarımı olarak yeniden yorumlar.
Amin, Das Kapital’in, sermaye birikiminde en önemli faktör haline gelen emperyalizmin oluşumundan önce yazıldığını, bu nedenle de Güney ülkelerinin azgelişmişliğini açıklayabilmesinin mümkün olamayacağını vurgular. geleneksel Marksist yaklaşıma ilave olarak kapitalizmin evrimine ilişkin yeni yaklaşımlar ortaya atar. 
TÜRKİYE GERÇEK ANLAMDA YÜKSELEN BİR EKONOMİ DEĞİLDİR!
Amin 2013 yılında yayımladığı bir başka kitabında (3) gerçek anlamda yükselen ekonomileri hegemon dile karşı çıkabilen, Merkezden kopma yetisine sahip, içe dönük olarak sanayileşen, iç pazar yaratabilen ve bağımsızlığını yeniden sağlayabilen ülkeler olarak tanımlar.
Bu anlamda ekonomileri hızlı büyüse de küresel tekelci kapitalizmin hizmetinde olmaya devam eden, ondan kopmayan ekonomiler gerçek anlamda yükselen ekonomiler değildir.
Amin bu çerçevede Çin’i bu sistemin koruyucusu TRIAD’a meydan okuyabilecek, sistemden kopabilecek tek ülke olarak görürken, aralarında Mısır, İran ve Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin sistemden kopamayacaklarını, dolayısıyla da gerçek anlamda yükselen ekonomiler olmadıklarını ileri sürer.
Toparlamak gerekirse, Amin’in yaklaşımı Güney – Kuzey ayrışmasını eşitsiz değişim ve emperyalist rantın varlığı temeli üzerine oturur. Ona göre, bugün sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması kendini uluslararası tekelci sermayenin büyümesiyle göstermektedir. Teknolojinin yanı sıra sermaye her zamankinden daha fazla mobildir. Çünkü dev firmalar giderek küreselleşmekte ve finansallaşmaktadır.
Ancak ulus-devletin seksiyonları hala geçerlidir ve bu kendini diğer ülkelerin sermayeleri ile rekabet söz konusu olduğunda kendi şirketlerini kollamak ve emek mobilitesini kısıtlamak biçiminde göstermektedir.
Bunun sonucunda ortaya çıkan olgu ‘eşitsiz değişim’dir. Bu değişimin içeriğinde farklı uluslardaki ücret farklılıkları, yine farklı uluslardaki emek gücü verimlilik farklılıklarından çok daha büyüktür.
Bu durum Merkezdeki şirketlere doğru akan bir emperyalist rantı yaratmaktadır (bu olgu ana akım iktisadi döngüde “küresel emek arbitrajı” olarak adlandırılmaktadır). Benzer bir rant küresel Güney’den gelen hammadde için de geçerlidir.
Tüm bunlar Çevre ülkelerdeki aşırı emek sömürüsüne işaret etmektedir. Yani Çevre ülkelerindeki emek gücü, değerinin çok altında ücretlendirilmekte ve temelde Çevrede mevcut bulunan küresel yedek sanayi ordusu bunu mümkün kılmaktadır.
Emeğin Merkez ve Çevrede farklı ücretlendirilmesi ve bu durumun tekelci sermayenin küreselleşmesiyle ilgili olduğu gerçeği bugünkü emperyalist dünya sisteminin varlık nedenidir.
Çevre ülke işçilerinin Merkez ülke işçilerine göre daha ağır sömürülmesi ise uluslararası işçi sınıfının birliğinin önündeki en temel engeldir.
 
SMITH: MARKSİST EMEK DEĞER TEORİSİ İLE LENİN'İN EMPERYALİZM TEORİSİ BİRBİRİYLE BAĞLANTILIDIR
Amin’in bu tezleri bir çok yeni çalışmaya da esin kaynağı olmuştur. Bunlardan biri Smith’in 2016 yılındaki çok ses getiren “21.Yüzyılda Emperyalizm: Küreselleşme, Süper Sömürü ve Kapitalizmin Son Krizi” adlı kitabıdır (4).
Smith kitabında Güneyin süper düzeyde sömürülen işçilerinin yarattığı artı değerin ‘değer zinciri’ aracılığıyla nasıl ele geçirilip emperyalist Kuzey’in sermayedarlarına transfer edildiğini anlatır.
Diğer bazı yazarlar da bunu araştırmış olsalar da, Smith’in özgün yanı modern emperyalist kârın nasıl ücretleri emek gücünün değerinin çok altına itmesini açıklayabilmesinden kaynaklanır.
Smith, aynı zamanda Lenin’in emperyalizm teorisi ile Marksist değer teorisini birbirine bağlamanın gerekliliğinin altını çizer.
Smith’e göre, bugün eski tarz süper - sömürüye geri dönülmüş, böylece ücretler emeğin yeniden üretimi değerinin altına düşmüştür. Bu durum sanayileşmiş kitle cinayetleri anlamına geliyor.
Emperyalizmin bu biçimi üretici güçlerin gelişimini önlüyor zira üretimin taşere edilmesi yeni ve kapasite artıran teknolojiler altındaki yatırıma bir alternatiftir.
Sadece çok ucuz olduğu için devasa bir emek gücü israf edilmekte, burjuvazi emek gücünü emmekte, kalan posayı tükürüp atmakta ve insanlar küresel bir ayrımcılığa maruz kalmaktadır.
Kapitalistlerin çıkarlarına hizmet eden küreselleşmiş bu zulüm çelişkilerle doludur. Ayrıca bu süper sömürü sadece küresel Güneye hapsolmuş değildir. Sermaye düşük ücretli işçi aradıkça mülteciler bunun önemli bir kaynağını oluşturmakta ve ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, yoksul ülkelerden işçi alımını durdurmaya yetmemektedir.
Tersine mülteci akımı bunları ikinci sınıf statü ile çalıştırmayı mümkün kılıyor. Kapitalizm işçi sınıfı statüsünü Güney’e yığarken, ironik bir biçimde illegal göçmen işçiler aracılığıyla kendi ülkesindeki işçi sınıfının da güçlenmesini sağlıyor. Kadınların ücretli emekçilere dönüşmesi de yeni sosyalist hareketlere güç katıyor.
Smith’e göre, kapitalizmin mevcut iş yapma modeli onu yok olmaktan kurtaramayacaktır. Üretim kaydırmalarının neden olduğu yapısal dış ticaret fazla ve açıkları biçimindeki küresel dengesizlikler artacaktır.
Doğanın bu çaptaki tahribatı ise, kapitalizmin sadece en derin krizini değil, son krizini, insanlık için varoluş krizini yaşadığı anlamına geliyor.

ÇAĞDAŞ KAPİTALİZMDE FAŞİZMİN GERİ DÖNÜŞÜ
Son olarak Samir Amin’in sadece bir iktisatçı değil, bir sosyolog, tarihçi ve siyaset bilimci de olduğunu bir kez daha vurgulayalım. Çünkü faşizm üzerine 2014 yılında yazdığı bir makale (5) bunun en somut örneğidir.
Burada Amin faşizmin, seçimlere dayalı parlamenter demokrasinin belirsizliklerini reddeden otoriter bir polis devleti ile aynı şey olmadığını, özel bir takım durumlar nedeniyle kapitalist toplumun yönetilme biçimine ciddi meydan okuma söz konusu olduğunda, buna karşı sistemin özellikli bir yanıtı olduğunu ileri sürer.
Amin’e göre, tarihsel çeşitliliklerine rağmen tüm faşist rejimlerin ve buna uygun faşist toplumların iki ana ortak noktası mevcuttur:
(i) Çağdaş tekelci kapitalizmdeki dâhil olmak üzere kapitalist mülkiyet ilişkilerini temelde sorgulamadan, kapitalizme karşı çıkmadan iktidar olma ve toplumu yönetme iddiası.
Bu nedenle de faşizm kapitalizmin meşruiyetini politik olarak sorgulamayan ancak onu farklı bir şekilde yönetme iddiasında olan bir rejimin adıdır. Diğer yandan bu yanıt, kapitalizmin yönetilmesi konusunda sıkıntıya düştüğünde başvurulan herhangi bir seçenek değil, derin bir kriz ve şiddet ortamında egemen sermaye açısından en iyi çözümlerden biridir, hatta bazen geride kalan tek seçenektir.
(ii) Faşizm altında yönetim, kategorik olarak mevcut ‘demokrasi’nin de reddedilmesini gerektirir.
Faşizm daima demokrasinin temellendirildiği fikirleri reddeder ve yerine yenilerini koyar. Bunlar örneğin, çoğulcu fikirlerin, seçimlerle çoğunluk iktidarı fikrinin, azınlık haklarının reddedilmesidir. Bunların yerine kolektif disiplin ve önderin ve onun emrinde hareket edenlerin otoritesi gibi kavramları koyar. Bu yer değiştirme her zaman gerici fikirlere ve düşüncelere başvurularak yapılır. Bu amaçla ‘devletin dini’, ‘tek bir etnisiteye ya da ırka dayalı ulus’ ideolojik söylemlerinin ve propagandalarının da temelini oluşturur.
Çağdaş faşist hareketleri ya da iktidarları değerlendirirken şunları söyler:
“Çağdaş faşist hareketlerin bir diğer özelliği bu hareketlerin taleplerini ne zaman yapacakları ya da nasıl durduracaklarını bilememeleridir. Lider kültü ve katı itaatle beslenen fanatizm onların yer yer kontrolden çıkmasına da neden olur. Hizmet ettikleri sosyal sınıfların bazen çıkarlarına ters düşebilecek eylemlilikler içerisine girmeleri kaçınılmaz olur ve bu durum da böyle bir katı itaat ve bağlılık-fanatizm kültüründen gelmelerinden kaynaklanır. Hitler ruhsal olarak sağlıksız biriydi ama kendisine destek veren büyük sermaye gruplarının kendisinin yaptığı delilikleri sonuna kadar desteklemesini de sağlayabilecek bir gücü bu kesimlere uygulamış ve sonuç da alabilmişti. Mussolini ve Salazar gibi diğerleri mental olarak hasta olmasalar da kriminaliteye yönelme konusunda hiç çekinmemişlerdir”.
Dünyanın ezilen halkları, işçi sınıfı ve genel olarak insanlık çok önemli bir organik aydınını kaybetti ama onun bıraktığı eserler ve mücadele azmi (şu ana kadar yitirdiğimiz tüm devrimcilerin yaptığı gibi), sömürüsüz ve baskısız ve adaletli bir dünyanın kurulmasında yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.
Huzur içinde uyusun…
……………………
(1) John Bellamy Foster, “Samir Amin at 80: An Introduction and Tribute”,
https://monthlyreview.org/…/samir-amin-at-80-an-introductio… (1 October 2011).
(2) Samir Amin, The Law of Worldwide Value, Monthly Review Press, 1978.
(3) Samir Amin, “Three Essays on Marx’s Value Theory. (Monthly Review Press, 2013); The Implosion of Contemporary Capitalism”,
http://sdonline.org/…/samir-amin-three-essays-on-marxs-valu….
(4) John Smith, Imperialism in the Twenty-First Century: Globalization, Super-Exploitation, and Capitalism’s Final Crisis, 2016.
(5) Samir Amin, “The return of Fascism in Contemporary Capitalism, Monthly Review, Vol. 66 / 4 (September 2014).