25 Eylül 2022 Pazar

‘Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ altında azalan ekonomik refahımız

 ‘Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ altında azalan ekonomik refahımız

Mustafa Durmuş

26 Eylül 2022



Ülkede, özellikle de seçim sürecine girildiğinden bu yana, yurttaşlar, muhalefet partileri, emek örgütleri ve muhalif medya daha ziyade yüksek enflasyonu, kur artışlarını, faizi, dış borçları, eriyen rezervleri, KKM ile zengine yapılan transferleri, işsizliği ve artan yoksulluğu konuşuyor.

Kuşkusuz bu, ülkede sadece ciddi ekonomik sorunların olduğu anlamına gelmiyor.  Çünkü 2016 yılında ilan edilen OHAL ve 2017’deki sistem değişikliğinin ardından, var olan kısıtlı demokratik hak ve özgürlükler daha da kısıtlandı, Parlamento etkisiz hale getirilerek yürütme ve yargı de facto tek elde toplandı, demokratik muhalefetin üzerindeki baskılar iyice arttı ve ülkede militarizm yükseltildi.

Kısaca, ülke hem ekonomik hem de sosyal ve siyasal olarak çok ciddi bir sıkıntılı süreçten geçiyor. Bu yüzden de, özellikle de 6’lı Masa etrafındaki ana muhalefet partileri hedeflerini “Güçlendirilmiş Parlamenter Demokrasiye geçiş” olarak açıkladılar.

Dün görkemli bir toplantı ile kendini ortaya koyan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın hem ekonomi hem de demokrasi ile ilgili hedefleri ve beklentileri ise 6’lı Masa’nın restorasyoncu yaklaşımını fazlasıyla aşıyor.

Kuşkusuz bu ekonomik ve siyasal sorunlar birbirinden ayrılamayan, birbirini besleyen sorunlar. Dahası, bunlar 2017 yılındaki anayasa değişikliği ile birlikte ülkede kurulan otoriter rejim ile doğrudan ilişkili sorunlar çünkü bu tarihte ‘Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçilmesinden bu yana, ülkede her iki türden sorun çok daha ağırlaştı.

Bu durumu sadece bizler içerden görüyor değiliz. Durum dışarıdan da çok net olarak görülüyor. Nitekim aşağıda yer verdiğimiz ve genel olarak toplumun sosyal refahı ve ekonomi alanı ile sınırlı sadece birkaç uluslararası gösterge bunun en somut kanıtı.

Küresel Refah Endeksi: 167 ülke arasında 93’ncüyüz

Londra merkezli Legatum Enstitüsü’nün hazırladığı ‘Küresel Refah Endeksi’nin 2021 yılı sonuçlarına göre, Türkiye 100 üzerinden 56 puan ile 167 ülke içinde ancak 93’ncü sırada yer alabiliyor.

Bu endeks 167 ülkenin küresel refahtaki yerini; örgütlenme hakkı ve ifade özgürlüğü, diğer kişisel hak ve özgürlükler, hesap verilebilir yönetim anlayışı, sosyal sermaye, yatırım ortamı, sosyal altyapı, ekonomik kalite, yaşam koşulları, sağlık, eğitim ve doğal çevre gibi toplamda 12 temel kriter altında incelenen 300  göstergeyi analiz ederek ortaya koyuyor.

Türkiye’nin, örgütlenme hakkı ve ifade özgürlüğü üzerindeki önemli kısıtlamalar yüzünden, bu ülkeler arasında en büyük bozulmayı yaşayan ülke olarak endeksin yayımlandığı raporda adı sıklıkla adı geçiyor.(1)

‘Küresel Servet Dağılımı’ Raporu: Ülkenin serveti ciddi oranda azaldı

Credit Suisse tarafından her yıl düzenlenen bir rapora göre, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçilmesinden bu yana ülkedeki toplam servet ve kişi başı servet düzeyi ciddi oranda geriledi. Öyle  ki kişi başı net servet son 5 yılda yüzde  41,3 oranında azaldı. Bir başka anlatımla, bir taraftan bir avuç yandaş zengin süper zengin haline gelirken, ülke bir bütün olarak fakirleşti.

Tablo: Türkiye’de servet dağılımının gelişimi (2017-2021)  

(Kaynak: Credit Suisse, Global Wealth Databook 2022).

Yetişkin sayısı

(milyon)

Toplam servet

($)

Kişi başı servet

($)

Kişi başı finansal servet

($)

Kişi başı finans dışı servet ($)

Kişi başı borç

($)

Kişi başı net servet

($)

($)

2017

54,6

1,824

33,382

6,265

29,743

2,626

30,756

9,464

2021

58,6

1,142

19,496

5,486

15,450

1,440

18,056

5,964

Raporda finansal servetin dağılımı ile ilgili önemli saptamalar da mevcut (2021). Buna göre Türkiye’de nüfusun yüzde 68,4’ünün serveti 10,000 doların altında; yüzde 29,2’sinin 10,000-100,000 dolar arasında; yüzde 2,3’ünün serveti 100,000-1,000,000 dolar arasında ve nüfusun yüzde 0,1’inin serveti 1 milyon doların üzerinde bulunuyor.

Dolar zenginlerinin sayıları ise şöyle:  100,000 doların üzerinde serveti olan kişi sayısı 1,428,000; 1-5 milyon dolar arası 63,153; 5-10 milyon dolar  arası 5,889; 10-50 milyon dolar arası 3,379; 50-100 milyon dolar arası 366; 100-500 milyon dolar arası 136 ve 500 milyon dolar üstü 34 kişi. (2) Bu veriler ülkedeki özellikle de son 20 yılda artan servet temerküzünün çok açık kanıtı.

Milli gelir ve kişi başı gelir düştü

Aynı süreçte ülkedeki toplam milli hasıla son 5 yılda yüzde  6’ya yakın, kişi başı gelir ise yüzde 10 geriledi, geçen yıl gayri safi milli hasıla 800 milyar dolara kadar düştü (ABD’li Apple şirketinin bugünkü piyasa değerinin 2,4 trilyon dolar olduğu dikkate alındığında, 84 milyon nüfuslu bir ülkenin ekonomisinin aslında abartıldığı gibi büyük olmadığı kolayca görülebilir).

Orta Vadeli Program’a göre (OVP 2023-2025) ise, kişi başı gelirin ancak 2024’te 2017’dekini biraz geçebileceği öngörülüyor. Dahası 2025 yılında bile kişi başı gelir 2013’teki düzey olan 12,582 doları yakalayamıyor. (3)

Tablo: Türkiye’de milli gelir ve kişi başı gelirin gelişimi (2017-2021) 

 

Toplam GSYH ($)

Kişi başı milli gelir ($)

2017

851

10,597

2021

802

9,539

2022 (Tahmin)

808

9,485

2023 (OVP Tahmini)

867

10,071

2024 (OVP Tahmini)

952

10,931

2025 (OVP Tahmini)

1,056

12,091

Emekliler toplumun en yoksulları

Türkiye’de sayıları 13,6 milyonu aşan emekliler (4), nüfuslarının büyük çoğunluğu itibarıyla bu ülkenin en yoksul ve yüksek enflasyon ve artan hayat pahalılığından en fazla etkilenen kesimlerinin başında geliyor.

Öyle ki iş bulabilen ve çalışabilecek durumda olanlar mecburen emeklilik sonrasında çalışmak zorunda kalırken, çok büyük bir kısmı yaşları ve fiziki konumları itibarıyla çalışamaz durumda. Bu yüzden de yüksek enflasyon ve artan yaşam maliyetleri karşısında yaşam standartları sürekli olarak geriliyor.

Ülke içinde emeklilerin durumu böyle iken, ülkeler arası karşılaştırmalarda da durum hiç iç açıcı değil.

‘Emeklilerin Durumu Endeksi’nde 44 ülke arasında 41’nci sıradayız

2012 yılından bu yana her yıl hazırlanan ‘2022 Natixis Global Retirement Index’ adlı bir endekste (5) 44 ülkedeki emeklilerin yaşam standartları ve refah durumları sıralanıyor. Bu çerçevede emeklinin refahını etkilediği düşünülen 4 tematik gösterge grubu altında 18 hedef gösterge kullanılıyor.

Aşağıda özetlenen bu 4 tematik gösterge;  emeklilerin rahat içinde yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından gerekli olan emekli maaşı gibi maddi kaynaklardan, yapmış oldukları tasarruflarının getirilerinin korunmasını sağlamaya dönük finansal korumaya; nitelikli sağlık hizmetlerine erişimden,  temiz hava  ve su gibi çevresel koşullara kadar son derece önemli faktörleri içeriyor.

Bunlar sırasıyla:

(i) Maddi Yaşam Göstergesi: Emeklinin maddi yaşam koşulları ve olanakları bu göstergede yer alıyor. Bu çerçevede, ülkedeki kişi başı gelir düzeyi, gelir adaleti, işsizlik düzeyinin yüksekliği gibi emekliyi doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen maddi koşullara bakılıyor.

(ii) Sağlık Göstergesi: Emeklilikte sağlık olarak da değerlendirilebilecek bu gurupta ülkelerde emeklilerin ortalama ömür süresi, kişi başı sağlık harcaması, nitelikli sağlık hizmetlerine erişip erişemedikleri ve sağlıkta cepten yaptıkları ödemeler gibi alt göstergelere bakılıyor.

(iii) Finans Göstergesi: Bu endekste emeklinin birikimlerinin durumu, yatırımlarının getirisi ve bunlardan sağladığı ek reel gelirler ve bunları etkileyen finansal koşullara bakılıyor. Bu koşullar arasında özellikle yüksek enflasyon, negatif reel faiz oranları, yüksek vergileme gibi göstergeler ön plana çıkıyor. Bilhassa, yüksek enflasyon ve yetersiz ek gelir, bu yıl artan enerji ve temel gıda fiyatları karşısında emeklinin refahını çok kötü etkileyen olgular olarak sıralanıyor.

(iv) Yaşam Kalitesi Göstergesi: Mutluluk, çevre, hava ve su kalitesi, biyoçeşitlilik ve habitat gibi emeklinin maddi olduğu kadar manevi olarak da refahını etkileyen  göstergelere yer veriliyor.


1 ile 100 puan arasında yapılan sıralamada, 100 puan söz konusu ülkede emeklinin en iyi durumda olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda emeklilerin  iyi bir yaşam sürdükleri ilk 10 ülke sırasıyla; Norveç, İsviçre, İzlanda, İrlanda, Avustralya, Yeni Zelanda, Lüksemburg, Hollanda, Danimarka ve Çek Cumhuriyeti olarak sıralanıyor.

14 milyona yakın emeklinin yaşadığı Türkiye ise (44 ülke arasında), 100 üzerinden 36 puan ile kendisine ancak 41’nci sırada yer bulabiliyor. Türkiye’nin bu 4 tematik gösterge açısından puanları ise (100 üzerinden) sırasıyla şöyle: Maddi Yaşam: 20, Sağlık: 60, Finans: 43 ve Yaşam Kalitesi: 32.

Bu durum aslında sürpriz değil. Çünkü ülkede en düşük emekli maaşı sadece bir iki ay önce 3,500 TL’ye yükseltildi. Emeklilerin finansal birikimlerinin neredeyse sıfır düzeyinde, birikimi olanların birikimleri de resmi yüzde 80’in üzerindeki enflasyon, buna karşılık düşük mevduat faizleri (negatif reel faiz)  yüzünden eridi gitti.

Kısaca, emekliler genelde açlık sınırının (7,000 TL) altında gelir elde ediyor. Göreli olarak puanı yüksek gibi görünen  sağlıkta ise, yaşla birlikte artan sağlık harcamalarına karşılık  giderek artan cepten yapılan harcamalar, reçeteye katılım payı gibi uygulamalar emeklinin yaşam standardını iyice düşürüyor.

Algı yönetimi bir yere kadar

Giderek taban kaybeden iktidar bloku, içine girilen seçim sürecinde bu kayıpları önleyebilmek için  giderek ivme kaybeden ekonomik büyümeyi ön planda tutuyor, böylece sanal da olsa bir ekonomik canlanma yaratmak istiyor. Bu amaçla, faiz silahına yeniden sarılarak politika faizini 12’ye düşürdü. Hatta bu yıl büyük olasılıkla yeni bir faiz indirimine daha gidecek gibi görünüyor.

Bu tutumu ile iktidar artık emekçiler başta olmak üzere toplumun büyük kesimi açısından bir yaşam maliyeti krizine dönüşen  yüksek enflasyonu ve artan yoksullaşmayı dert etmiyor çünkü böyle bir sorunun var olduğunu kabul etmiyor.

Ancak hatırlamakta yarar var: Algı yönetimi, ne kadar başarılı olursa olsun, bir yere kadar etkili olabiliyor yani gerçekler “yokmuş gibi davranılarak” ya da reddedilerek ortadan kaldırılamıyor. Gerçeklerin önünde sonunda kendilerini dayatmak gibi kötü bir huyu var. Algı yönetiminin yetmediği yerde ise baskı artırılıyor, korku iklimi yaratılıyor ve umutsuzluk körükleniyor.

Sonuç: Korkularımızla yüzleşirken umudu da güçlendirmemiz gerekiyor

Bir yandan korku, diğer yandan umut günlük yaşamlarımızın bir parçası haline geldi. Bugün; işsiz kalmak, güvencesiz ve düşük ücretle çalıştırılmak, hayat pahalılığı ile baş edememek, başımızı sokacak bir eve sahip olamamak, ev kirasını ödeyememek, çocuklarımızı iyi okullarda okutamamak, sağlık sorunları ve mevcut sağlık sistemi yüzünden sorunlarımızla başa çıkamamak, yaşlılıkta elden ayaktan düşüp bakılmamak, hak ve özgürlüklerimizden mahrum bırakılmak, etnik kimliğimiz nedeniyle ayrımcılığa uğramak, ötekileştirilmek, kimliğimize ve yönelimlerimize uygun bir özgür yaşam sürdürememek ve özgürce, şeffaf bir biçimde önümüzdeki seçimleri yapamamak gibi çok sayıda korkumuz söz konusu olabilir.

Bu durumda vizyonumuz  yoksullukla, yalnız bırakılmakla, ötekileştirilmekle, geleceğimizle ilgili diğer korkularımızla baş edebilecek çözümler geliştirmek olmalıdır. Yani korkularımızdan kurtulup özgürleşerek yaşamak ve umutlu bir geleceği kurmak gibi bir hedefe odaklanmalıyız.

Demokratik muhalefetin, insanımızın korkularını dikkate alarak, ancak onlara umudu da gösteren bir yaklaşımla, yürüteceği etkili bir teşhir kampanyası ve ardından açıklayacağı toplum nezdinde kabul gören emekten, demokrasiden ve barıştan yana çözümler ve yürüteceği örgütlü mücadele kilidi açacak anahtar olacak gibi görünüyor.

Dip notlar:

(1)  The Legatum Prosperity Index 2021- A tool for transformation, s. 22 https://www.prosperity.com (23 Eylül 2022).

(2)  Credit Suisse, Global Wealth Databook 2022, s. 93-112, 122,124,130 (22 Eylül 2022).

(3)  TÜİK ve OVP 2023-2025 verileri.

(4)  https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/emeklilerin-en-cok-yasadigi-iller-belli-oldu (30 Ocak 2022).

(5)  https://www.im.natixis.com/latam/research/2022-global-retirement-index, s. 75 (24 Eylül 2022).

 

 

 


17 Eylül 2022 Cumartesi

Enflasyon ve yaşam maliyetindeki artışlarla mücadelede emekten yana politika araçları

 

Enflasyon ve yaşam maliyetindeki artışlarla mücadelede emekten yana politika araçları

Mustafa Durmuş

17 Eylül 2022

Bu kışın, yüksek enflasyon ve artan yaşam maliyetlerinden ötürü,  emekçiler, emekliler, sabit gelirliler, borçlular ve yoksullar başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimi açısından çok zor geçeceğini kestirebilmek zor değil.

Öyle ki mevsim avantajlarının da sona ermesiyle birlikte temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki artışlara ilave olarak, kışa doğru bu kez ısınmadan kaynaklı ek harcamalar gündeme gelecek. Elektrik ve doğal gaza yapılan zamlar hız kesmezken, gıdadan ulaştırmaya her şeyi etkileyen benzinin litre fiyatı 20 TL’ye motorininse 25 TL’ye dayanmış durumda. Kısaca halk ısınma ile karın doyurma gibi iki zaruri ihtiyacın karşılanması arasında sıkışıp kalacak.

Öte yandan iktidarın yakınlarda açıkladığı OVP (2023-2025)’ ye göre bu yılın sonunda enflasyon oranı yüzde 65’e kadar gerileyecek. Ancak gerçekleşse dahi, bu kimseyi rahatlatmasın zira enflasyondaki yılsonundan itibaren ortaya çıkabilecek gerilemeye bakıp, halkın bu kışı rahat geçirebileceği sonucunu çıkarmak mümkün değil.

Öyle ki enflasyonun düşmesi fiyatların düşmesi anlamına gelmiyor sadece fiyat artışlarının yavaşlaması demek oluyor. Bir başka anlatımla enflasyon düşse de mal ve hizmetlerin fiyatları artmaya devam edecek. (1)

Hele bu mal ve hizmetler enerji, petrol, zaruri gıda, ulaştırma, kira gibi emekçilerin bütçeleri içinde önemli yer tutan kalemlerse, enflasyon düşse dahi yaşam emekçiler için zorlaşmaya devam edecek.  

‘Yaşam Maliyeti Krizi’

Bu yüzden de özellikle de Batı ülkelerinde yüksek enflasyon kavramının yanı sıra son zamanlarda ‘yaşam maliyeti krizi’ (cost of living) kavramı kullanılıyor.  Bu kavram sadece genel fiyatlar seviyesindeki sürgit artışlara (enflasyon) değil, aynı zamanda halk için temel nitelikte olan mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artışlara ve halkın eriyen satın alma gücüne (reel gelirlerinin düşüklüğüne) dikkat çekiyor.

Ancak yaşam maliyetlerinin giderek artıyor olmasının, tek başına, dünya enerji ve temel gıda maddelerindeki, özellikle de Ukrayna savaşı sonrasında görülen hızlı artışların sonucu olduğu düşünmek yanıltıcı olabilir.

Aslında geçtiğimiz yüzyılda da halklarımız, bir yanda sürekli artan fiyatlar, diğer yandan yoğun bir emek sömürüsüne dayanan düşük ücret politikaları yüzünden yaşam maliyetlerinin sürekli artmakta olduğuna tanık oluyordu. Yeni olan, dünyada savaşın tetiklediği enerji maliyetlerindeki fevkalade artışların yanı sıra, ülkede izlenen ekonomi politikaları sonucunda müthiş bir hızla artan döviz kurlarının yaşam maliyetindeki artışı bir krize dönüştürmüş olması.

Bu nedenle de emekten yana politikalar ve bu yöndeki mücadele sadece enflasyonla baş etmeyi değil, aynı zamanda yaşam maliyeti krizi ile de mücadele etmeyi gerekli kılıyor. Bu bağlamda, bu politikalar mutlaka düşük ücret ve diğer düşük emek gelirlerini artırıcı önlemleri de içermeli.

Önce yapılmaması gerekenden başlayalım ardından da kısa ve uzun erimde yapılabilecekleri anlatalım.

Verili durumda faiz oranlarını yükseltmek çözüm değil

Faiz artırımları ve diğer sıkı para ve kredi politikaları, teorik olarak, yalnızca olağandışı yüksek talep seviyelerinin yönlendirdiği geniş tabanlı bir talep enflasyonuna dair güçlü kanıtlar varsa bir çözüm olabilir. Oysa Türkiye’deki enflasyonun bileşenleri arasında yer alan arz/maliyet yönlü (örneğin yüksek kur, yüksek üretim maliyetleri) faktörler en az talep yönlü faktörler kadar, hatta onlardan çok daha baskın bir biçimde etkili.

Bu yüzden de (bazı iktisatçıların ileri sürdüğünün aksine), yüksek enflasyonla yüksek işsizliğin ve borçluluğun bir arada yürüdüğü verili koşullarda faiz oranlarının artırılması (tıpkı şu ana kadar yapılan faiz indirimleri gibi), mevcut enflasyonu düşürmekte başarısız olmanın ötesinde, üretimi, istihdamı ve ücretleri ve diğer emek gelirlerini düşürerek yaşam maliyeti krizini daha da derinleştirecektir. (2)

Öyle ki Türkiye’deki çok borçlu işletmeler faiz artırımı nedeniyle zor duruma düşecekler, hatta iflas edecekler, bu da mevcut yüksek işsizliği daha da artıracaktır. Ekonomik büyüme ve dış borç geri ödeyebilme ve yeniden borçlanabilme imkânları olumsuz etkilenirken, Hazine’nin faiz yükü daha da artacak, ayrıca topluma yararlı kamu yatırımları azalacak, borçlu halk daha da borçlanarak yoksullaşacaktır.

Bu yüzden de, her ne kadar ana akım iktisat teorisi aşırı ısınmış ekonomiler için faiz artırımları yoluyla soğutma operasyonunu genel olarak önerse de (3),  Türkiye’nin verili koşullarında faiz oranlarının, özellikle de çok sert bir biçimde yükseltilmesi, önerilmez çünkü yavaşlamaya başlayan ekonomi ciddi biçimde yere çakılabilir.

Antikapitalist nitelikli politikalar

Diğer yandan, yüksek enflasyon koşullarında, işçi sınıfının ve emekçi halkların yaşam standartlarını korumaya dönük mücadele programı, faiz politikalarıyla sınırlı kalamaz. Bu program kaçınılmaz olarak uzun erimde neo-liberalizme ama asıl olarak da kapitalizme karşı olmak zorunda. Ancak kısa erimde sistem içi çözüm önerilerine de ihtiyaç var.

Bu bağlamda, sistem içi bir öneri olarak; para politikasına nazaran maliye politikasına ağırlık verilebilir. Yüksek enflasyonla mücadele edilirken, aynı zamanda işsizliği kalıcı olarak azaltan, topluma yararlı yeni kamusal yatırımları hayata geçiren, adil bir gelir ve servet dağılımını gerçekleştiren vergi ve harcama politikaları ve yaşanabilir bir ücreti esas alan gelir politikası uygulanabilir.

Emekten yana anti enflasyonist politika araçları

Demokrasi güçleri ve solun masasında emekten yana enflasyonla ve yaşam maliyeti krizi ile mücadelede çok sayıda araç ve strateji mevcut. Ancak ilke olarak, emekten yana bir iktidarın inşa edilmesi halinde, politika yapıcılar, artan yaşam maliyeti sıkıntısını hafifletebilmek için bir dizi acil, kısa erimli önlemin yanı sıra, potansiyel bir enflasyonist sarmalı önlemek için daha uzun erimli yapısal değişiklikleri de göz önünde bulundurmalı.

Öyle ki enflasyon kontrolü sadece maliye ve para politikalarına sıkıştırılmamalı, aksine daha geniş bir yelpaze içinde, topluma yararlı, doğa ile uyumlu üretimin artırılmasına dönük bir arz yönetiminden kamusal dağıtıma, tayınlamadan fiyat kontrollerine kadar çok sayıda aracı içermeli.  Aşağıda ayrıntılı bir biçimde ele alınacak olan bu politikaların ve kullanılacak araçların bazılarının kısa, bazılarının ise uzun erimli olması kaçınılmaz.

Öte yandan, öncelikle (bir önceki yazımızda vurgulandığı gibi) manşet enflasyon yerine, farklı sınıflara ve farklı tüketim kalıplarına sahip hanelerin gerçek enflasyonunu ölçmeyi sağlayacak bir yeni enflasyon konseptine ihtiyacımız var. Nitekim bu ihtiyaç dünyada da, Türkiye’de de görülüyor.

Bu ihtiyacı kısmen karşılamaya dönük olmak üzere 2012 yılından beri, Merkez Bankası iktisatçısı Z. Yükseler tarafından kullanılan ‘Hızlı Tüketilen Ürünler Fiyat Endeksi’ (HTFE), yine aynı iktisatçı tarafından 2022 yılının Mayıs ayından itibaren ‘Yaşam Maliyeti Endeksi’ne (YME) dönüştürüldü. (4)

Bu endeks beşli madde grup endeksleri kullanılarak, hane halkı tarafından sıkça tüketilmeyen yarı dayanıklı, dayanıklı mallar ile bazı hizmetlerin TÜFE endeksinden dışlanarak oluşturuluyor. Böylece TÜİK tarafından açıklanan 144 madde grubunun 86’sı “Yaşam Maliyeti Endeksi” kapsamına girerken, 58 grup bu kapsam dışında kalıyor.

Beşli madde grupları belirlenirken şu hususlar dikkate alınıyor:  Seçilen maddelerin haneler tarafından her ay ve her yıl tüketilme özelliğinin yüksek olması, temel ihtiyaç maddesi olma özelliğinin bulunması, harcamanın geçmişte yapılan tasarruflar veya kredi kullanımı yerine, hanenin sürekli ve düzenli geliri ile finanse edilme olasılığının yüksek olması ve satın alınan mal ve hizmetin hane halkı tarafından yatırım harcaması niteliğinde sayılmaması.(5)

Enflasyonla mücadelede alınacak önlemler, kullanılabilecek politikalar ve araçlar:

(i) Zaruri malların fiyatları geçici olarak dondurulmalı

Gıda ve ısınma insanların en temel hakkıdır. Dolayısıyla insanların bunları yeterince karşılayabilmesi için enerji faturaları düşürülerek makul bir düzeyde sabitlenmeli, faturalarını ödeyemeyen hanelerin elektrikleri ve doğal gazları kesilmemeli, böyle haneler için aylık belli miktarda ücretsiz enerji kullanım hakkı verilmeli ve bu insanların sofralarına yiyecek koyabilmeleri sağlanmalı.

Pratik bir öneri olarak, bu kış boyunca, ticari olmayan amaçlar için kullanılan elektrik, doğal gaz fiyatları ve ekmek, et, süt ve çocuk maması gibi temel malların fiyatları dondurulmalı.

(ii) Etkin fiyat kontrolleri yapılmalı

Tarihte, kamu kurumlarının fiyat artışlarıyla mücadelesi konusunda nasıl başarılı sonuçlar elde ettiğine ait dair sayısız örnek mevcut.

Mesela, 1941’de İkinci Dünya Savaşı sırasında (1941’de) ABD’de yüksek enflasyon yaşanırken, Roosevelt  ‘Fiyat İdaresi Ofisi’ni kurdu ve bu kurumda istihdam edilen 250 bin memuru enflasyonist baskıların kaynaklarını belirlemek ve bunlarla mücadele etmekle görevlendirdi. Britanya’da ise (aynı yıllarda), hükümet genelinde birkaç bakanlık, belirli fiyat değişikliklerini izlemekten ve yönetmekten sorumlu tutuldu. (6)

Kısaca, ekonomiyi resesyona sürüklemeden, sistemik olarak önemli konumdaki fiyatları istikrara kavuşturmak için alternatif bir politika araçları setine ihtiyaç var. Stratejik sektörlerde yapılacak fiyat kontrolleri bu araçlardan biri olabilir ve temeldeki piyasa dengesizliğini ortadan kaldıran diğer önlemlerin yürürlüğe girmesi için zaman kazandırabilir. (7)

(iii) Tayınlama yapılmalı

Bu araç akla karne dönemleri gibi sıkıntılı yılları getirse de, geçmişte Roosevelt döneminde olduğu gibi bunun son derece başarılı örnekleri mevcut. Öyle ki bu dönemde enflasyonla mücadele için karneler bastırılarak halka dağıtıldı. Karneli mallar sadece karne sahiplerine satılabiliyordu. Böylece stokçuluk ya da spekülasyon da asgaride tutularak, fiyat artışları önlenebildi. (8)

Bugün bu önlem son derece gelişkin dijital teknolojilerle çok daha etkin bir biçimde hayata geçirilebilir. Covid-19 salgını sırasında, salgınla mücadele sırasında uygulanan dijital teknolojili önlemler enflasyonla mücadelede de kullanılabilir.

(iv) Enerji fiyatlarındaki artışlar halka yansıtılmamalı, bu alanda acil kamulaştırmalar yapılmalı

Bilindiği gibi, neo-liberalizmin ilk uygulamalarından biri olarak geçtiğimiz yüzyılda, ‘Şok Terapi’ adı altında, enerji gibi temel sektörlerde yapılan özelleştirmelerle birçok temel malı fiyatı hızlıca serbestleştirildi. Türkiye’de de son 20 yılda enerji sektöründe kapsamlı özelleştirmeler yapıldı.

Bu özelleştirmeler son bir iki yıldır da gördüğümüz gibi, halkın en yoksullarının bu hizmetlere erişememesi ve büyük çoğunluğunun da yüksek maliyetlere (fiyatlara)  katlanarak bunlara erişebilmesi ile sonuçlandı.

Bu yüzden, bu tür mal ve hizmetler tekrar ‘kamusal’ ya da ‘kolektif mal’ olarak kabul edilerek, öncelikle bunların fiyatlarına bir tavan/sınır konulması gerekli. Eş anlı olarak, bu kış boyunca bu tür mal ve hizmetlerden alınan ÖTV ve KDV gibi vergilerden (geçici olarak) vazgeçilmeli. Asıl çözüm ise enerji, iletişim, gıda ve sağlık/ilaç ve eğitim gibi kilit sektörlerin kamusal mülkiyete ve kamusal/toplumsal denetim altına alınması olabilir.

Böyle önlemler aşırı bir tüketici sömürüsüne dayalı yüksek fiyatlandırmayı en aza indireceği gibi, şirketlerin finansal spekülasyon ya da borsa manipülasyonları yapmalarını da zorlaştıracaktır.

Bu bağlamda Sol Keynesyenler, kamulaştırmaların yerine, enflasyon kontrolünün esas olarak maliye politikası, yani kamu harcamaları ve vergilerdeki değişiklikleri ve doğrudan müdahaleleri önerirler.

Bu anlamda ABD’de yasalaşan ‘Enflasyon Azaltma Yasası’ Federal Hükümetin örneğin ilaç fiyatları üzerindeki kontroller aracılığıyla, enflasyona müdahale etme gücüne dair ipuçları veriyor. Yasa ilaç şirketlerini, eğer fiyatları enflasyon oranından daha hızlı artırırlarsa para iadesi yapmaya ve yaşlılar için ücretsiz aşı sağlamaya zorluyor. (9)

(v)  Yoksul hanelere doğrudan nakit destekleri verilmeli

Geçici bir önlem olarak bazı temel mal ve hizmetlere bütçeden sübvansiyon sağlanması mümkün olabilir ancak bu mal hizmetlerin varlıklılar tarafından da kullanıldığı unutulmamalı. Böyle desteklerin kullanıcıları iyi belirlenmezse, bunlar bizi devlet bütçesinden zenginlerin lüks tüketimlerinin fonlanması gibi haksız bir durumla karşı karşıya bırakabilir.

Nitekim UNDP’nin bir raporu, enerji sübvansiyonlarının orantısız bir şekilde daha zengin insanlara fayda sağladığını ve evrensel bir enerji sübvansiyonunun faydalarının yarısından fazlasının nüfusun en zengin yüzde 20’sine gittiğini gösteriyor. Buna karşılık nakit transferlerinden asıl olarak nüfusun en yoksul yüzde 40’ı faydalanıyor. Kısaca çok mütevazı nakit transferleri bile, bu krizde en yoksul ve en savunmasız olanlar için dramatik ve dengeleyici etkileri olabilir. (10)

Böylece yüksek enflasyon altında hanelere yapılan yardımları artırarak veya yoksul hanelere doğrudan nakit yardımları yaparak, özellikle de en yoksulları fiyat artışlarından korumak gerekiyor. Çünkü yaşanan krizin bir boyutu fiyat artışlarının neden olduğu enflasyon iken, diğer boyutu yaşam maliyetinin artması. Bu da doğrudan emekçilerin gelir düzeyleriyle ya da işçilerin ücretleriyle ilgili.

Daha önce de sözünü ettiğimiz ‘Yaşam Maliyeti Endeksi’ (YME), manşet enflasyonu (TÜFE) ile kıyaslandığında, bu yılın Temmuz ayında manşet enflasyon yüzde 79,60 iken, YME’nin yüzde 87,56 ve Ağustos ayında manşet enflasyon yüzde 80,21 iken, YME’nin yüzde 85,75 olduğu görülüyor. (11)

Bu da yaşam maliyetindeki artışın tüketici fiyatlarındaki artıştan daha fazla olduğunu ve buradan hareketle de öncelikle yaşam maliyetini düşürecek önlemler alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

(vi) Yaşanabilir bir ücret sağlanmalı

Özellikle neo-liberalizm döneminde reel işçi ücretlerinin ciddi bir iniş (bazı yıllar durgunluk) yaşamış olması ve işçilerin milli gelirden aldığı payın giderek azalması yaşam maliyeti krizinin asıl nedeni. Bu yüzden de reel ücretleri artırmaya dönük politikalar ve mücadeleler yaşam maliyeti krizi ile baş etmenin en kestirme yolu.

Bu bağlamda yaşam maliyetindeki artışı karşılayabilecek ve verimlilik artışından adil bir pay alabilecek bir şekilde emekçilerin ücretleri artırılmalı. Bu yapılırken işçilerin örgütlülüğünü ve grev ve toplu sözleşme haklarını artıracak iyileştirmeler yapılmalı, işçi örgütlenmesinin önündeki engeller ortadan kaldırılmalı.

Ancak yaşam maliyeti açısından önemli olan insanların ne kadar para kazandığından ziyade, temel giderler karşılandıktan sonra geriye ne kadar kaldığı. Yıllardır yaşam standartlarını sessizce aşındıran da aslında denklemin bu yanı.

Batıda böyle bir aşınma genelde devlet bütçesinden yapılan transfer ödemeleriyle (çocuk yardımı, aile yardımı gibi) giderilirken, Türkiye’de devlet bütçesinden sağlanan bu tür transfer ödemeleri yok denecek kadar az.

Bu yüzden de halka dönük transfer harcamalarının bütçe içindeki payları artırılırken, Covid-19 salgını sırasında yeterince yapılmayanlar bu kez yapılmalı ve geçimini sağlayamayan savunmasız insanlara, yoksul hanelere yeterli kamusal finansal destek sağlanmalı.

(vii)  İstihdam garantisi ve desteği verilmeli

Yüksek enflasyon sırasında, işsizliği de azaltabilmek ve işsizlere gelir sağlayabilmek için, kamunun topluma ve ekolojiye yararlı istihdam programlarını hayata geçirmesinin yanı sıra, küçük ve orta ölçekli işletmelere (istihdamı ve işçi haklarını, sendikaları, iş güvenliğini korumaları şartıyla) istihdam destekleri verilmeli. Kamucu istihdam programlarının finansmanı devlet bütçesinden yapılırken, uygulaması ve denetimi yerel yönetimlere bırakılmalı.

Bu çerçevede ülkedeki bölgeler arasındaki işsizlik ve istihdam farklılıkları dikkate alınmalı. Zira bir araştırmaya göre, Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı Güneydoğu Anadolu illerinde işsizlik ülke ortalamasının 2,5 katından daha yüksek (yüzde 33,3).(12) Kamucu istihdam politikalarının belirlenmesi sırasında mutlaka yerelin karar alma süreçlerine aktif bir biçimde demokratik katılımı sağlanmalı.

(viii) Regülasyon yapılmalı

Araştırmalar yüksek enflasyon dönemlerinde fiyat hareketleri üzerinde etkili olan tekellerin gücünü ve özellikle de gıda sektöründeki finansal spekülasyonları önleyebilmek için başvurulan düzenleyici (regülatif) eylemlerin başarılı sonuçları olduğu gösteriyor. (13)

Bu çerçevede,  enflasyon kontrolü ile ilgili özel komiteler ya da benzeri organlar oluşturulmalı. Bu komiteler fiyat sınırlamaları yaparak piyasaları düzenlemekle görevlendirilmeli. Emekten yana bir iktidar, izin verme veya reddetme kriterleri ile her türlü piyasada her türden denetim yapacak komiteler kurmalı.

Örneğin, gıda maddelerinin bir kısmının veya tamamının zorunlu mallar olarak kabul edildiği ve hiçbir üretici veya satıcının bir gıda komitesi tarafından onaylanmadan fiyatlarını artıramayacağı ilan edilerek, bu yönde etkin kontroller başlatılmalı.

Kuşkusuz tekelleri ve uyguladıkları fiyatları kontrol eden komitelerin, kontrol etmek için kuruldukları kesimlerce “ele geçirilme” riski her zaman mevcut. Bu yüzden de bu komitelerin sadece merkezden değil aynı zamanda yerelden de demokratik denetime açık bir biçimde oluşturulması ve toplumsal kontrole tabi tutulması gerekli.

(ix) Kârlara üst sınır getirilmeli

Günümüzde piyasaları kontrol etme gücüne sahip birçok büyük şirket, fırsatçı bir şekilde fiyatları ve kârları artırıyor ve bu durum da enflasyona neden oluyor. Yani bugün yüksek enflasyonda artan bu kârların payı azımsanamayacak kadar büyük.

İktidar bloku, izlediği emekten sermayeye doğru kaynak aktarma politikaları ile (düşük faiz, KKM, ve makro ihtiyat politikaları ile) bu yüksek kârların nedeni oluyor. Kısaca bir kısım enflasyon, kapitalistlerin fiyatlandırma kararlarından ve iktidarın uyguladığı politikalardan kaynaklanıyor.

Bu bağlamda anti enflasyonist bir politika aracı olarak, özellikle de borsada hisseleri alınıp satılan bankalar başta olmak üzere, büyük şirketlerin enflasyonun üzerinde kâr elde etmiş olanlarından ‘aşırı kazanç ya da kâr vergisi’ alınmalı.

(x) Aşırı kredi hacmi daraltılmalı ve kredilerin etkin kontrolü yapılmalı

Enflasyonu dizginlemek için kredi akışını sınırlandırmaya dönük kredi kontrollerini hayata geçirmek gerekiyor. Oysa siyasal iktidar seçim sürecinde kredi genişlemesi yoluyla ekonomide bir canlılık yaratmak istiyor.

Nitekim birkaç gün önce açıklanan toplam 900 milyar TL değerindeki TOKİ projesine (5 yılda toplam 500 bin yeni konut, 250 bin arsa ve 50 bin işyeri) devlet bütçesinden 360 milyar TL’lik sübvansiyon verilecek. Ayrıca Şubat ayında açıklanan Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) toplamda 60 milyar TL’lik kredi kefalet paketine ilave olarak, bugünlerde 50 milyar TL’lik yeni bir KGF kredi paketi daha gündemde. (14)

Bu arada, şirketlerin borçlanmalarının sınırlandırılması konusunda ciddi etkili düzenlemelere ihtiyaç var. Oysa şu ana kadar iktidar, kurumsal sektöre verilen banka kredilerini izlerken, riske göre ayarlanmış getiri oranları dışındaki kriterlere bakmadığı gibi, riskleri değerlendirmenin ve üstlenmenin devletten çok özel finans kuruluşlarına bağlı olduğu düşüncesiyle hareket etti. Kamu bankaları ise siyasal baskılar yüzünden olsa gerek, özellikle yandaş şirketler söz konusu olduğunda böyle riskleri görmezden geldiler.

Kaldı ki kredi genişlemesi politikası iktidarın düşük faiz politikası ile uyumlu. Bu yüzden de iktidardan para politikası aracılığıyla enflasyonu düşürmesini (özellikle de seçim sürecinde) beklememek gerekiyor. Bu işi seçim sonrasında işbaşına gelecek olanların üstlenmesi gerekecek.

(xi) Anti enflasyonist vergi politikaları uygulanmalı

Toplumun nüfus olarak azınlığını oluştursa da sermaye kesimi ve servet zenginlerinin satın alma, dolayısıyla da harcama gücü oldukça yüksek. Böyle zenginler yapmış oldukları (özellikle de lüks tüketim harcamalarıyla) efektif talebi artırıyor ve enflasyonu körüklüyor. Bu nedenle de bu kesimleri daha fazla vergilendirerek efektif toplam talebi düşürmek gerekiyor.

Bu yüzden de belirli zaruri mallar üzerinden alınan KDV ve ÖTV sıfırlanırken, Gelir Vergisi oranları en zenginleri daha fazla vergilendirecek şekilde artan oranlı olarak yeniden düzenlenmeli ve artan oranlı bir servet vergisi uygulaması hayata geçirilmeli.

(xi) ‘Temel Gelir Güvencesi’ uygulaması başlatılmalı

Toplumun en yoksulları öncelikli hedef kitle olarak seçilerek, kadınlara öncelik verilerek, düzenli geliri olup olmadığına bakılmaksızın, her haneden 18 yaşını doldurmuş olan en az bir kişiye aylık asgari ücretin üçte ikisi tutarında bir nakdi, ‘temel gelir güvences’ olarak vermek gerekli. Böyle bir güvence kamusal hizmetlerin ortadan kaldırılmasının bir karşılığı olarak değil, onların bir tamamlayıcısı olarak sağlanmalı.

 (xii) Büyük çapta kamusal yatırımlar yapılmalı

Başta tarım, enerji, sosyal konut, topluma yararlı işler, bakım, eğitim ve sağlık olmak üzere belli sektörlere yönelik yeni kamusal yatırımlar yapılarak, başta güvenli gıda olmak üzere toplum için gerekli ve yararlı olan üretim artırılmalı.

Bu yapılırken seçici olunmalı ve insan, toplum ve doğa için zararlı üretim faaliyetlerine son verilerek kaynak tasarrufu sağlanmalı. Banka kredileri dâhil olmak üzere, kamusal kaynaklar, doğa dostu, kamusal ulaştırma ve iletişim gibi alt yapıyı iyileştiren projelere yönlendirilmeli.

(xiii) Anti tekelci düzenlemeler hayata geçirilmeli

Güçlü yasal anti tekel düzenlemeleriyle piyasalardaki tekelci gücü kırmak, firmaların sömürücü fiyatlandırmaya girişme kabiliyetini azaltmak gerekiyor. Bu çerçevede, ikame olarak, yeniden tanımlanacak olan bir kamusallık bakışı altında en zaruri alanlardan başlayarak yeniden kamu iktisadi teşebbüsleri kurulmalı.

Sonuç olarak

Enflasyonu dizginlemeye ve yaşam maliyetindeki artışları önlemeye dönük çok sayıda emekten yana seçenek ve araç mevcut. Bu yüzden tüm seçenekler masada olmalı. Ancak, bu seçeneklerin bir kısmının sadece yaraya pansuman niteliğinde olduğu, yani faydalarının sınırlı ve geçici olduğu unutulmamalı.

Ayrıca, bazılarının yaptığı gibi, Merkez Bankası politika faizi gibi bir araçtan mucizevi bir biçimde enflasyon ve yaşam maliyeti krizi sorununu ortadan kaldırmasını beklemenin hiçbir mantıklı yanı yok. Keza böyle bir beklenti, resesyona ve daha fazla işsizliğe neden olarak, emekçi sınıflar açısından zararlı da olabilir.

Bir başka anlatımla, TÜİK enflasyonunun gerçeği yansıtmadığı gibi, politika oluşturma konusunda yeterince bilgilendirici olmadığı ve yukarıda tartıştığımız araçların çoğunun da para politikası dışında kaldığı göz önüne alındığında, enflasyonu düşürmek, kontrol etmek ya da yönetmek görev ve sorumluluğu tek başına Merkez Bankası’nın omuzlarına bırakılamaz.

Bu bağlamda, neo-liberalizmin mottolarından biri olan ‘merkez bankası bağımsızlığı’ ve ‘enflasyon hedeflemesi’ kavramını da sorgulamamız gerekiyor. Merkez Bankası sadece siyasal iktidardan değil, piyasalardan da bağımsız olmalı, yüzünü halka dönmeli. (15) Kaldı ki tarih, dar anlamda fiyat istikrarı emirlerini takip etmek yerine, ekonomik kalkınma ve toplumsal gelişmeyi desteklemek için hareket eden parasal ve mali otoritelerin başarılı örneklerine de tanıktır.

Özcesi, artık ekonomik alanda da her şeyi yeniden düşünüp tasarlamanın zamanı geldi. Enflasyonu düşürmenin yanı sıra, eş anlı olarak adil bölüşüme dayalı, etkin/verimli ve doğa ile uyumlu bir ekonomik kalkınma ve büyümeyi de gerçekleştirmek gerekiyor.

Bu işlevlerse ancak, bir geçiş dönemi ekonomisi anlamında, ‘demokratik katılımcı bir ekonomi’ ve buna uygun bir siyasal yapılanma tarafından yerine getirilebilir. Böyle bir ekonomiyi inşa etmek için Merkez Bankası da dâhil olmak üzere, demokratik bir devlet yapılanmasının merkezi kurumlarının yanı sıra, yerel yönetimler, belediyeler, komünler, kooperatifler, kolektifler ve meclisler gibi yerel örgütlenmelerin tam bir işbirliği içinde çalışması gerekiyor.

Gerçekte ihtiyacımız olan şeyin, antikapitalist, anti militarist, emek, insan, toplum ve doğa dostu, kadını güçlendiren, toplumsal cinsiyet eşitlikçi, farklı kimlikleri gözeten, eşit yurttaşlığa dayalı, demokratik, barışçı bir ekonomi ve bunun üzerine inşa edilmiş olan demokratik bir toplum ve demokratik siyaset olduğunu görmek ve buna göre hareket etmek zorundayız.

Dip notlar:

(1)    Bu konuda A. Aktaş’ın yazısı son derece bilgilendirici: https://www.dunya.com/kose-yazisi/enflasyonda-aralik-ocak-illuzyonu (9 Eylül 2022).

(2)    https://www.undp.org/press-releases/global-cost-living-crisis-catalyzed-war-ukraine-sending-tens-millions-poverty-warns-un-development-programme (7 July 2022).

(3)    Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy,  Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer Texts in Business and Economics, 2016, s.103-104.

(4)     https://www.academia.edu/82205909/YASAM_MALIYETI_ENDEKSI_YME (25 Haziran 2022).

(5)    Agm.

(6)    https://www.opendemocracy.net/en/oureconomy/how-policymakers-should-respond-to-cost-of-living-crisis (1 February 2022).

(7)    https://www.project-syndicate.org/onpoint/an-interview-with-isabella-weber-inflation-price-controls-deglobalization-china (6 September 2022).

(8)    https://www.pressenza.com/there-are-better-ways-for-societies-to-address-inflation-than-by-hiking-interest-rates (6 June, 2022).

(9)    H.R.5376 - Inflation Reduction Act of 2022, https://www.congress.gov/bill/117th-congress/house-bill (16 August 2022).

(10)                 https://www.undp.org/press-releases/global-cost-living-crisis-catalyzed-war-ukraine-sending-tens-millions-poverty-warns-un-development-programme (7 July 2022).

(11)                 https://www.researchgate.net/publication/362432630_YASAM_MALIYETI_ENDEKSI_YME_2022_Yili_Temmuz_Ayi_Gelismeleri; https://zaferyukseler.blogspot.com/agustos-yasam-maliyeti-endeksi (9 Eylül 2022).

(12)                 Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi Araştırma Notu 22/260 (7 Eylül 2022).

(13)                 https://socialeurope.eu/dealing-with-inflation-really (25 July 2022).

(14)                 https://www.dunya.com/kose-yazisi/sosyal-konutta-360-milyar-liralik-subvansiyon-olacak (15 Eylül 2022); https://www.dunya.com/ekonomi/finansmana-erisim-sorunu-var-bu-kis-cok-zor-gececek-haberi (14 Eylül 2022).

(15)                 Mustafa Durmuş, “Merkez Bankası Bağımsızlığı, Para ve Faiz: Kapitalizmde Finansın Ekonomi Politiği”, Yıl 2016, Cilt 2, Sayı 1, s. 22-61, https://dergipark.org.tr (1 Ocak 2016).