Emekçilerin
enflasyonla mücadeleye bakışı ve programı nasıl olmalı?
Mustafa
Durmuş
12
Eylül 2022
TÜİK tarafından açıklanan enflasyon oranının,
gerçek enflasyonu yansıtmadığına, enflasyon oranını olduğundan düşük gösterdiğine,
vurgu yaparak başlayalım. Yani öncelikle TÜİK’in fiyat değişikliklerinin ölçülmesi
konusundaki metodolojisi sorgulanmalı. Bu sorgulama yapılmadan ve gerçek
enflasyon oranına erişmeden, enflasyonu yenmek mümkün olamaz.
TÜFE
(manşet enflasyon) metodolojisi ve verileri sorunlu
TÜFE’nin belirlenmesi için kullanılan
enflasyon sepetinde 144 mal grubu var. Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) bu sepetteki ağırlıklı ortalama fiyat
değişikliklerini içeriyor.
Ancak manşet enflasyon rakamları tek
başına bize hangi fiyatların hangi yönde, ne kadar, hangi nedenlerle veya hangi
etkiyle değiştiğini özgün olarak söylemez. Oysa bu önemlidir çünkü fiyatlar
mükemmel bir eşzamanlılık içinde yukarı ve aşağı hareket etmezler. Aksine
sektörler arasında hızlıca değişiklik gösterme eğilimindedir.
Örneğin, Covid-19 salgınının ilk
aşamalarında, birçok dışarıda yeme- içme ve eğlence etkinliğinin, paket
tatillerin fiyatları düşerken, maske, lastik eldiven, dezenfektanlar ve birçok
gıda maddesi gibi salgınla ilgili temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları arttı.
Manşet
enflasyonun altına bakılmalı
Ayrıca sektörel farklılıklara ek olarak,
fiyatlar aynı sektörler içinde ve hatta belirli mal ve hizmet kategorileri
içinde dahi farklı şekillerde hareket edebilirler. Bu farklılıklar nedeniyle, tikel
sektörlerdeki veya mal kategorilerindeki büyük fiyat değişiklikleri manşet
enflasyon rakamını belli bir yöne doğru (aşağı ya da yukarı) etkileyebilir. Tüm mal ve hizmetler benzer fiyat artışları
gösterse bile, bu dinamiği kavramak için yine de manşet enflasyon oranının
altındaki ayrıntılara bakmak gerekir.(1)
TÜFE, ‘temsili’ bir mal sepeti, ‘tipik’
bir harcama modeli ve bir ‘ortalama’ hane halkı gibi tartışmaya açık kavramlara
dayanan sadece bir enflasyon oranı. Pratikte, ne kadar tüketim modeli varsa, o
kadar farklı enflasyon oranı var.
Böylece tüm nüfus için tek bir enflasyon
oranı sunmak bu nedenle de anti enflasyonist politikalar belirlenirken yeterli olmaz.
Fiyat değişikliklerinin farklı haneleri nasıl etkilediğini ve etkili bir
politika tepkisinin nasıl oluşabileceğini anlayabilmek için mevcut manşet
enflasyon rakamlarının altındakilere bakmak gerekiyor.
Özetle, Türkiye’de açıklanan resmi enflasyon
oranı, diğer birçok ülkedekinin neredeyse 10 katı kadar yüksek olsa da, gerçek
enflasyonu tam olarak yansıtmadığı yönünde ciddi olarak eleştiriliyor ve bu
eleştiriler toplumda ağırlıklı olarak kabul görüyor.
Ayrıca DİSK-AR gibi emek örgütlerinin enflasyon
hesaplamalarından da görüleceği gibi, farklı gelir ve tüketim kalıplarına sahip
haneler, haklı olarak, manşet
enflasyonunda yer alan mal ve hizmet sepeti ve madde ağırlıklarının kendi
tüketim kalıplarını yansıtmadığını, dolayısıyla da kendi hissettikleri
enflasyon oranının çok daha yüksek olduğunu ileri sürüyorlar.
Keza sepette yer alan mal ve hizmetlerin
bazılarının, özellikle de buzdolabı, fırın gibi sıklıkla satın alınmayan dayanıklı
tüketim malı niteliğinde olanlarının hanelerin aylık ve yıllık tüketim
harcamaları ile olan bağının çok zayıf olması açıklanan enflasyon oranını daha da
tartışmalı hale getiriyor.
Önce
teori
Enflasyonu açıklamaya çalışan ve buna
karşı hangi yöntemlerin ve araçların kullanılabileceği konusunda önerilerde
bulunan çok sayıda teori var.
Kabaca bunlardan bir kısmı, enflasyonun
nedenleri konusunda aşırı yüksek talebin varlığına dikkat çekerken (talep
çekişli), diğerleri maliyetlere/arza odaklanıyor ve maliyetler üzerinde yukarı
yönlü baskı yaratan unsurları ön plana çıkartıyorlar (maliyet itici). Marksist
gelenekten gelen iktisatçılarsa bu iki akımın dışında çözümlemelerde
bulunuyorlar.
Bu bağlamda, enflasyonla mücadele
programını açıklamadan önce başvuracağımız teoriyi seçmemiz gerekiyor. Çünkü enflasyon
sistemden bağışık teknik bir mesele olmaktan ziyade, farklı sınıflar üzerinde
farklı etkilere neden olan bir ekonomi politik olgu.
Enflasyon
sınıfsal bir olgu
Bir başka anlatımla, sınıfsal etkileri
nötr olan hiçbir anti enflasyonist yöntem ya da araç mevcut değil. Örneğin faiz
oranlarını yükseltmek ile kârlara sınır koymak gibi iki farklı aracın farklı
sınıfsal sonuçları ortaya çıkar. Keza toplam talebi baskılamak için ücretleri
baskılamak gibi kemer sıkma politikaları uygulamak enflasyonla mücadele adına
emekçileri cezalandırır.
İşte bu noktada politik karar alıcıların hangi
sınıfın ya da sınıfların yanında yer alacağı enflasyonla mücadele konusunda son
derece önemlidir. Bu bağlamda da politikacıların güvenebilecekleri güçlü bir
teori olmalı. Böyle güçlü bilimsel bir teori yoksa enflasyonla ilgili ne kadar
çok veriye sahip olursa olsunlar işin içinden çıkamaz, bir başka deyimle “ormanı
görmeden ağaçlar arasında kaybolurlar”.
Zaruri
gıda ve enerji fiyatlarındaki artışlar en çok en yoksulları vuruyor
Fiyat artışlarının sınıfsal sonuçları
karmaşık ve çeşitli olabilirken, kesin olan bir şey, düşük gelirli hanelerin,
emekçilerin enerji ve gıda maddeleri gibi temel ihtiyaç maddelerinin
fiyatlarındaki artışlardan en fazla etkilenen kesimler oldukları.
Kirayı ödeyebilmek ve sofraya yiyecek koyabilmek
için mücadele eden emekçiler, elektrik - doğal gaz faturalarındaki ve zorunlu gıda
maddelerinin fiyatlarındaki artışı zengin hanelerden çok daha fazla hissediyorlar.
Örneğin, ortalama bir Avrupalı ya da
Amerikalı hane gelirinin onda birinden azını gıdaya harcıyor. Böylece gıda
fiyatları artsa da, bu göreli olarak karşılanabilir bir durum olduğundan, diğer
mal ve hizmetlere yapılan harcamalardan yaptıkları kesintilerle bu artışları
telafi edilebiliyorlar. Oysa düşük gelirli, yoksul ülkelerdeki emekçi haneler bütçelerinin
en az yüzde 40’ını gıdaya ayırıyor. (2)
Gıdaya ve özellikle ekmeğe hane bütçesinden
yüksek bir pay ayrıldığında bu durum haneleri ciddi biçimde etkiliyor. Kira,
enerji ve ulaştırma gibi harcamalarından kısıntı yapamadığında hane halkının
gıdaya erişimi zorlaşıyor, bu da eksik beslenme sorunları, hatta açlıkla
neticelenebiliyor.
Nitekim FAO dünyada her 10
kişiden 1’inin sürekli aç olduğunu ileri sürüyor ve bu durumu ciddi bir insani krizin göstergesi
olarak nitelendiriyor. FAO ve diğer BM organları tarafından geliştirilen daha
geniş bir standarda göre, dünya nüfusunun yüzde 30’u orta düzeyde gıda
güvensizliği yaşarken, bu oran Afrika’da yüzde 60’ın üzerine çıkıyor. Bu kıtada
nüfusun yüzde 20’sinin şiddetli gıda güvensizliğinden etkilendiği ve bu sayıların
iklim istikrarsızlığı ve Ukrayna savaşının beraberinde getirdiği maliyet
artışları ve gıda fiyatlarındaki astronomik artışlarla daha da artacağı ileri sürülüyor. (3)
Katı
esneklikli mallar
İktisatta bu durumun teknik bir açıklaması
da mevcut. Yoksul hanelerin bütçelerinin çoğunluktaki harcama kalemleri fiyat
artışları karşısında son derece katı esneklikte olan zaruri mallardan oluşuyor.
Yani bu tür malların tüketimleri kolayca
ikame edilemiyor ya da sonraki bir tarihe ertelenemiyor. Oysa insanların günlük
olarak beslenmeleri, evde zaman geçirmeleri, evlerinde uyumaları, bu nedenle de
zaruri olarak enerji, su ve gıda tüketmeleri gerekiyor.
Öte yandan, zengin hanelerin tüketim durumları
daha farklı. Bu kesimlerin tüketim sepetlerinde daha çok yer alabilen ama
zaruri olmayan kalemlerin ikamesi daha kolaydır veya bunlar rahatça ertelenebilir.
Örneğin dışarıda yemek yerine evde yemek, arabasını yenilemeyi geciktirmek bazı
zenginleri rahatsız edebilirse de, bu durum onların hayatlarını riske atmaz.
Fiyat
değişiklikleri birçok ekonomik ve politik faktörden etkilenebiliyor
İşin can sıkan bir diğer boyutu da, “ah
bir bağımsız olsalardı” denilen ve esas işleri fiyat istikrarını sağlamak,
dolayısıyla da enflasyon hedeflemesi yapmak olan merkez bankalarının
yetkililerinin bile, “enflasyonun” nasıl oluştuğuna ve işlediğine dair
güvenilir teorilerinin mevcut olmaması.
Mevcut yüksek enflasyonda yaşandığı gibi,
jeopolitik faktörlerin de tetiklediği arz/maliyet yönlü, enerji dar boğazı, kurlardaki
yükseliş, tedarik zincirlerinin kırılması, lojistik sorunları, Covid-19 salgını
ve büyük sermaye şirketlerinin aşırı kâr elde etme girişimleri gibi nedenler
enflasyonda etkili olabiliyor.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP)
bir raporu bu yılın Haziran ayına kadar olan 12 aylık dönemde, doğal gaz
maliyetlerinde yüzde 167’lik bir artış olduğunu ve bu artışın üçte ikisinden
fazlasının Ukrayna savaşının başlamasından bu yana gerçekleştiğini, böylece dünyada ilave yaklaşık 71 milyon
insanın yükselen gıda ve enerji fiyatları nedeniyle savaşa bağlı yoksulluk
yaşadığını açıkladı. (4)
Özetle, aşağıdaki grafiğin de gösterdiği gibi, dünyadaki enflasyonun
asıl itici gücü küresel gıda ve enerji gibi iki zaruri malın maliyetlerindeki
dolayısıyla da fiyatlarındaki hızlı yükseliş.
Çünkü tek başına gıda
enflasyonu, küresel yaşam standartlarını Covid-19 salgınından hemen önceki beş
yılda tüm tüketici enflasyonunun yaptığı oranda aşındırdı. Benzer bir hikaye,
yüksek nakliye maliyetleri yoluyla, hem doğrudan hem de dolaylı olarak ortaya
çıkan enerji maliyetleri için geçerli. Bu, diğer ürünlerin fiyatlarının artmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin hizmet
enflasyonu ABD ve Euro Bölgesi'nde yükseldi. (5)
Öte yandan gıda, enerji ve diğer kalemlerin enflasyonu artırmadaki göreli etkisi, ülkeler arasında önemli ölçüde değişiyor. Keza Türkiye’de görüldüğü gibi, israfçı nitelikteki yüksek düzeydeki kamu harcamaları, yaklaşan seçimler yüzünden uygulanan son derece gevşek para - kredi ve maliye politikaları, halktan sermayeye doğru bilinçli bir kaynak transferi ile sonuçlanan faiz politikaları ve militarist-savaşa ve otoriterleşmeye dönük harcamalar da enflasyonun hızla artmasına neden olabiliyor.
Diğer taraftan, pratikte bu etkenlerin
hangilerinin baskın olduğu konusunda tam olarak bir anlaşma sağlanamadığından
(çoğu kez sınıfsal ve siyasal çıkarların karşı karşıya gelmesi yüzünden),
alınan önlemler başarılı olamadığı gibi, bu önlemler sonucunda enflasyondaki
artışın yanı sıra işsizlik artabiliyor, resesyon yaşanabiliyor.
Bu yüzden de fiyat değişikliklerini (dolayısıyla
da enflasyonu) hangi etkenlerin yönlendirdiğini anlamak, yaşam maliyetindeki
artışları en aza indirmeyi ve bu maliyetlerden toplumun en savunmasız kesimlerini
korumayı amaçlayan emekten yana politikaları tasarlamak açısından son derece önemli.
İşçi
ücretlerindeki artışa değil, kârlardaki süper artışa odaklanmalı
Ana akım burjuva iktisadının şöyle genel
bir kabulü var: Eğer işsizlik düzeyi düşükse, işçileri işe çekmek ve işte
tutmak, patronların daha yüksek ücretler teklif etmelerini gerektirir. Bu ücret
artışlarının maliyeti ise daha sonra tüketicilere daha yüksek fiyatlar şeklinde
yansıtılır. İşçiler yaşam maliyetindeki artış nedeniyle daha da yüksek ücretler
talep ederler. İşgücü piyasasının sıkı olması nedeniyle patronlar daha yüksek
ücret taleplerine boyun eğerler, bu da daha fazla fiyat artışına neden olur ve
bu böyle devam ederek, bir “ücret-fiyat sarmalı” ile yani enflasyonla sonuçlanır.
Bu yaklaşımın eksiği kârın (artı değerin)
emeğin sömürülmesinden değil, yatırımdan (sermaye stokundan) geldiğini
varsayması. Dolayısıyla eğer sermaye stoku sabitse, artı değer de sabittir, böylece
herhangi bir fiyat artışı ücretlerdeki artıştan gelmelidir. Oysa ücretlerdeki artış,
genelde fiyat artışlarına değil, artı değerde yani kârlarda düşüşe neden olur. Nitekim
kapitalistlerin ücret artışlarına şiddetle karşı çıkmalarının asıl nedeni de
budur.
Keza bu tür analizler sosyal sınıflar
arasındaki güç farklılıklarını, işçilerin örgütlenme düzeyini, devletlerin
işçilere ve patronlara bakışındaki farklılığı görmezden gelerek böyle sonuçlara
erişirler. Oysa düşük örgütlülükteki işçilerin pazarlık güçlerinin çok zayıf
olduğu çok açıktır.
Ücretlerin
payı hızla düşerken kârların payı artıyor
Bu yaklaşımın yanlışlığını gösterebilmek
için toplam işçi ücretlerinin ve kârların milli gelir içindeki paylarındaki gelişmelere
bakmak yeterlidir. Çünkü ücret artışlarının maliyetinin her zaman tüketicilere
yansıtıldığı doğru olsaydı, milli gelirin emek ve sermaye arasındaki dağılımının
hep aynı kalması gerekirdi. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünyada işçilerin
milli gelirden aldıkları pay göreli olarak artarken, 1980’lerden sonra azaldı.
Türkiye’den de bir örnek verelim. TÜİK
verileri bu yılın ikinci çeyreğinde ücretlerin milli gelir içindeki payının,
geçen yılın aynı döneminde yüzde 32,6’dan yüzde 25,4’e düştüğünü, buna karşılık
kârların payının yüzde 49,2’den yüzde 54,0’a çıktığını gösteriyor. (6)
İktisatçı Z. Yükseler ise, toplam istihdam
içinde ücretli istihdamının payının ciddi ölçüde artmış olmasına rağmen, işçilerin milli gelirden aldıkları payın
belirgin bir biçimde artmadığını, Covid-19 salgını öncesinde yüzde 31,2 olan bu
payın 2021 yılında yüzde 26,87’ye ve bu yılın ilk yarısında yüzde 25’e
gerilediğini; kişi başı ücret ödemesinin
kişi başı net işletme artığına olan oranının ise 2000 yılında yüzde 34,5 iken,
2021 yılında yüzde 17’ye kadar gerilediğini ileri sürüyor. (7)
Şu anda dünyada güçlü bir işçi hareketi yok,
ancak enerji, gıda, otomobil üretimi, teknoloji ve bankacılık gibi politika
yapıcıların sermayenin gücünü kötüye kullanılmasına göz yumdukları sektörlere hâkim
olan az sayıda devasa tekelci konumda şirket var.
Bu yüzden de ücret artışlarının olası
enflasyonist etkilerinden endişe duymaktansa, tekellerin yüksek fiyatlar
belirleyerek (dolayısıyla da yüksek kârlar sağlayarak) enflasyonu
körüklemelerine karşı çıkmak gerekiyor.
Ekolojik
tahribat enflasyona neden oluyor
Keza iklim değişikliği yüzünden ortaya
çıkan rekor sıcaklıklar ve kuraklıkların ardından yetersiz buğday hasadı
nedeniyle son zamanlarda makarna vb kıtlığının da gösterdiği gibi, ekolojik
tahribat da fiyatları giderek daha fazla etkiliyor. Kapitalist üretimin fosil
yakıtlara olan bağımlılığı ise bizleri enerji fiyat artışlarına ve yüksek
enflasyona maruz bırakıyor.
Bu yüzden de ileriye dönük olarak hayata
geçirilecek olan çevre politikası aynı zamanda enflasyon politikası olarak
görülmelidir. Kısaca, iklim yıkımı ile baş edemediğimizde enflasyonla da baş
edemeyeceğiz.
Özetle, yüksek enflasyon konusundaki asıl
nedenleri Keynesyen bakışla işçi ücretlerinin yükselmesinde ya da Monetarist bakışla
aşırı talep artışında aramaktan ziyade, kapitalist üretim ve bölüşüm biçiminin
enflasyona eğilimli yapısında, siyasal
iktidarların kısa vadeli sınıfsal çıkar ve siyasal rant arayışlarında, ulus devletlerin
militarist, otoriter karakterinde ve ekonominin giderek az sayıda büyük
şirketin eline geçmesinde aramak daha doğru olur.
Fatura
hep emekçilere kesiliyor
Sermaye sınıfının iktidarda olduğu her
ülkede, enflasyon ister talep çekişli, isterse arz yönlü maliyet itişli olsun,
onunla mücadele söz konusu olduğunda fatura hep emekçi sınıflara kesilmiştir.
Öyle ki, örneğin eğer talep-çekişli
enflasyon baskınsa, arzın artırılamadığı durumdaki bu talep fazlası, işçi
sınıfının tüketim talebini baskılayarak yani işçi ücretlerinin fiyatlara
paralel olarak yükselmesini önleyerek ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
İşçilerin ücret artışı talepleri ya göstermelik zamlarla geçiştirilmiş ya da
şiddet de dâhil olmak üzere birçok yol ile bütünüyle reddedilmiştir.
Eğer enflasyon arz/maliyet yönlü ise,
işçilerin pazarlık gücünü, böylece paylarını azaltacak adımlar atılırken, petrol,
gübre, tohum ve diğer enerji maliyetleri altında ezilen diğer girdi, hammadde
sağlayıcılar olan küçük tarım üreticileri başta olmak üzere, çiftçilerin payları
azaltılmıştır.
Sonuç
olarak
Kısaca, işçi ücretlerinin fiyatlara
paralel olarak yükselmesine izin vermemek, işçi ve köylülerin ücret ve
gelirlerini baskılamak kapitalizmde enflasyonist bir yükselişe panzehir olarak
gündeme getirilir ve sonuçta, enflasyonla mücadele adına, işçi sınıfından,
köylülerden ve genel olarak halklardan fedakârlık yapmaları beklenir.
Örgütlü bir işçi sınıfı ancak bu durumun
bilincinde olarak bu oyunu bozabilir, aksi takdirde “ekonominin, tüm ülkenin
çıkarlarının gereği” gibi açıklamalarla fatura işçi sınıfına ve diğer tüm
emekçilere kesilir. Bu yüzden enflasyonla mücadeleyi işçilerin, köylülerin
emekçi halkların sırtına yıkacak politikalara karşı çıkılmalıdır. Diğer
taraftan enflasyonla mücadele konusunda emekten yana bir alternatifler ve
çözümler mevcuttur.
Sonraki yazı: “Emekten yana enflasyonla
mücadele politikaları ve araçları”.
Dip notlar:
Çizgi: Ercan Akyol
(1) https://www.opendemocracy.net/en/oureconomy/how-policymakers-should-respond-to-cost-of-living-crisis
(1 February 2022).
(2) https://theconversation.com/how-the-war-in-ukraine-will-affect-food-prices
(14 March 2022).
(3) https://www.cadtm.org/International-food-crisis-and-proposals-to-overcome-it
(5 September 2022).
(4) https://www.undp.org/press-releases/global-cost-living-crisis-catalyzed-war-ukraine-sending-tens-millions-poverty-warns-un-development-programme
(7 July 2022).
(5) https://blogs.imf.org/how-food-and-energy-are-driving-the-global-inflation-surge
(9 September 2022).
(6) https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Donemsel-Gayrisafi-Yurt-Ici-Hasila-II.-Ceyrek:-Nisan-Haziran-2022
(31 Ağustos 2022).
(7) https://zaferyukseler.blogspot.com
(9 Eylül 2022).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder