19 Ağustos 2018 Pazar

VARLIK BARIŞI : “EKONOMİK SAVAŞ ALTINDA” KRİZ FIRSATÇILIĞI MI?


VARLIK BARIŞI : “EKONOMİK SAVAŞ ALTINDA” KRİZ FIRSATÇILIĞI MI?
Mustafa Durmuş
19 Ağustos 2018

Biz dövizdeki son bir haftadaki sert iniş çıkışları yorumlamakla meşgulken, “Varlık Barışı” kapsamında “Varlık Barışında Önemli Değişiklik” başlığıyla yeni bir düzenleme yapıldı ve Resmi Gazetede yayımlanarak hayata geçirildi (1).
Siyasal iktidara göre, “ülke dış güçlerin ekonomik kuşatması altında, bu nedenle de bir ekonomik savaş veriliyor. Bu saldırıyı savuşturabilmek için her türlü kaynağı harekete geçirmek gerekiyor."
Bu bir görüş, daha ziyade büyük medya tarafından da sürekli olarak anlatılan resmi görüş. Bu nedenle de yapılan bu düzenlemenin önce bu görüş bağlamında yorumlanması gerekiyor.
Diğer yandan bu görüşü bir kenara bırakıp, Türkiye ekonomisindeki son günlerde yaşananları ekonomi ve siyaset bilimi araçlarıyla ele aldığımızda bu düzenlemenin iki amacının olduğu ileri sürülebilir.
İlk olarak, ülkedeki kaynak açığı o denli büyüdü ki, dövize olan ihtiyaç o kadar fazla ki hükümet üçüncü kez yurt dışındaki TC vatandaşları ve şirketlerin servetlerini ülkeye getirerek bu açığın en azından bir kısmını kapatmak istiyor.

RESMİN BÜYÜĞÜ
O halde resmin büyüğüne bakalım: Ülkenin cari açığı yıllıkta 57 milyar doların üzerinde seyrediyor. Dahası bu açığın finansman biçiminde ciddi bir kötüleşme var. Yani dış finansman kalitesi kötüleşti.
Öyle ki Ocak-Haziran 2018 döneminde cari açığın dörtte biri Merkez Bankası’nın döviz rezervleriyle, yüzde 27’si ise Net Hata ve Noksan kaleminde gösterilen kaynağı belli olmayan dövizlerle kapatıldı. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı ise yüzde 15’te kaldı (oysa 2012-2017 ortasında bu pay ortalama yüzde 31 idi). Yani Türkiye ekonomisi uzun vadeli yabancı yatırımlar açısından artık cazip bir ekonomi değil.
Bu son düzenleme bize, son iki yıldır cari açığı kapatmada yeniden ön plana çıkan Merkez Bankası’nca tutulan ödemeler bilançosu hesaplarında yer alan Net Hata ve Noksan kalemini hatırlatıyor.
Bu kalem ülkeye sebebi belirsiz döviz girişlerini gösteriyor. Bu örneğin 2016 yılında 11 milyar dolara kadar çıkarak cari açığın üçte birini fonlayabilmiş, keza bu yılın ilk 6 ayında 8 milyar doları aşan ve büyük ölçüde iktidarın kontrolü dâhilinde olduğu tahmin edilen bir kaynak.

VERGİ CENNETLERİNDEKİ MİLYAR DOLARLAR
Yeni düzenleme ise buna paralel bir biçimde yurt dışındaki ama daha ziyade vergi cennetlerinde tutulan servetlerle ilgili.
Bir uluslararası çalışmaya göre çalışmaya göre (2) T. C. vatandaşları bireylerin ve tüzel kişiliklerin yurt dışında tuttukları bu servetin tutarı Türkiye milli gelirinin beşte biri büyüklüğüne erişti (150-170 milyar dolar).
İşte yeni düzenlemeyle bu paranın (tamamı olmasa da) belli bir kısmı ülkeye getirilmek ve böylece iktidarın “ekonomik savaşı savuşturma” söylemi altında döviz kuru üzerindeki baskının azaltılması, fonlanması çok zora giren büyük alt yapı projelerinin fonlanması hedefleniyor olabilir.

KARA PARA AKLAMA?
Diğer yandan bu yorum çok iyimser bir yorum olarak görülebilir. Çünkü düzenlemenin daha önce yine AKP iktidarları sırasında çıkartılmış iki düzenlemelerden farkı sadece hiç vergi alınmayacağı ya da vergi incelemesi yapılmayacağı değil.
Şöyle ki, Gelir İdaresi Başkanlığı'nın "Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 7143 Sayılı Kanun Genel Tebliği'nde (seri No: 3) Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliği" Resmi Gazete'de yayımlandı. Buna göre:
“Yurt dışında bulunan varlıkların Türkiye'deki banka ya da aracı kurumlarda açılacak hesaba transferi işlemlerinde, bildirimde bulunan hesap sahibiyle yurt dışından varlığı transfer edenin farklı kişiler olması halinde de vergi incelemesi ve vergi tarhiyatı yapılmayacak”.
Yani artık yurt dışındaki servetini beyan eden ile bizzat bu serveti (örneğin banka hesabı üzerinden) transfer edenin aynı kişi ya da şirket olma zorunluluğu ortadan kaldırılıyor.
Böylece örneğin Veraset ve İntikal Vergisine (VİV) göre intikal yoluyla aktarılan servetler vergi dışı tutulabilecek (bu gelişme bir süredir VİV’nin neden kaldırılmak istendiğinin de kısmi bir açıklaması niteliğinde).
Bu tam anlamıyla bir kara para aklamayla sonuçlanabilir. Böylece vergi cennetlerinde tutulan rüşvet, mafyatik faaliyet ve her türlü vergiden kaçırılan kazançlar da dâhil olmak üzere, normalde ceza kanunu gereği suç teşkil eden kazançlar aklanmış olacaktır.
Bu düzenleme kriz dönemlerinin büyük para sahipleri için nasıl bir fırsata döndürüldüğünün en güzel göstergesidir. 2004 yılında “nereden buldun” uygulamasına son veren anlayışın geldiği son noktadır.
“Ekonomik savaşı savuşturmak" gerekçesine dayanılarak da olsa böyle bir düzenleme kara para aklama ile sonuçlanabilir.
Oysa onlarca milyar dolarlık servetin ülkenin bu denli kaynağa ihtiyacının olduğu bir zamanda neden yurt dışında tutulduğu sorgulanmalıdır.
Yine böyle servetlerin nasıl elde edildiği, kimlere ait olduğu ve neden vergi incelemesine tabi tutulmayacağı, bu servet sahiplerinin neden vergilendirilmeyeceği sorgulanmalıdır.
Borsa ve DİBS (Hazine kâğıtları) gelirlerinden yerli yabancı ayırımı da yapılmaksızın sıfır vergi alınan, on milyonlarca lira ya da döviz cinsinden faiz geliri elde edenlerin en fazla yüzde 13-15 oranında vergilendirildiği, buna karşılık bir asgari ücretlinin ödediği verginin yüzde 15’in üzerinde olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Yeni düzenleme ile yurt dışındaki servet sahiplerinin servetlerinin aklanarak ülkeye getirilmesi sırasında, buna izin verilmesi, hiç vergi alınmaması ve vergi incelemesi yapılmayacağı garantisi verilmesi (siyasal iktidarın faiz lobisine karşıtlık iddiasının aksine) sadece faiz politikalarının değil, vergi politikalarının da finans sermayenin kontrolüne girdiğinin, kriz fırsatçılığının devreye girdiğinin açık bir ispatıdır.
Finansal piyasalarda büyütülmüş böyle servetler ülkenin karşı karşıya kaldığı ekonomik darboğazları ortadan kaldırmaktan, spekülatif atakları önlemekten ziyade, yüksek kâr ve politik rant içeren iş ve projelerde, sonuçta daha fazla servet biriktirmek için kullanılacaktır. Bu arada mevcut ekonomik adaletsizlikler artarken, ülke finansal krize bir adım daha da yaklaşacaktır.

…………..
(1) Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 7143 Sayılı Kanun Genel Tebliği'nde (seri No: 3).
(2) Annette Alstadsæter, Niels Johannesen and Gabriel Zucman, “Who Owns the Wealth in Tax Havens?, Macro Evidence and Implications for Global Inequality”, (27 December 2017), s. 28.


Formun Üstü

16 Ağustos 2018 Perşembe

BU DÜNYADAN SAMİR AMİN GEÇTİ


BU DÜNYADAN SAMİR AMİN GEÇTİ
Mustafa Durmuş
16 Ağustos 2018
Yakınlarda kaybettiğimiz Marksist sosyal bilimci Mısır doğumlu Prof. Dr. Samir Amin, dostu Fikret Başkaya’nın tanımlamasıyla “ sadece yetkin bir iktisatçı, sosyolog, antropolog, tarihçi, filozof değildi, bunların ötesinde veya hepsiydi”.
Kuşkusuz onu “dünyanın ezilen halklarının ve emekçilerinin organik aydını” yapan şey onun ezilen dünya halklarının ve işçi sınıfının sömürüden kurtulma ve özgürleşme mücadelesine verdiği destek ve yaptığı kuramsal katkılardı.
Bu katkılar saymakla bitmez. Bizlere miras bıraktığı çok sayıda eserin içinde Dünya Ölçeğinde Birikim, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Avrupa Merkezcilik, Kapitalizmden Uygarlığa, Liberal Virüs gibi kitaplar Türkiye’de en çok bilinenleri.
Kapitalizmin gidişatı ile ilgili olarak ortaya attığı 6 tez özellikle Marksist çevrelerde yeni açılımlara olduğu kadar ciddi tartışmalara da neden oldu. Bunlar şöyle özetlenebilir (1):
▪Tekelci kapitalizm 1971’ e kadar tekelci sermaye ve sonrasında küresel tekelci sermaye olarak iki aşamalı olarak gelişmiştir.
▪Tekelci sermayenin iki uzun krizi olan (1873–1945) ve (1971-Bugün) krizlerine uyarlanması dünya çapında yoğunlaşıp merkezileşmesi, finansallaşma ve küreselleşme biçiminde olmuştur.
▪Sermaye birikimi ikili bir yapıda sürmektedir: Biri küresel merkezli olarak otosentriktir ve diğeri küresel Çevrede dışa yönelimli olarak ayrışmıştır.
▪Lenin tarafından tarif edilen emperyalistler arasındaki çatışma döneminden soğuk savaş döneminde ABD hegemonyasına ve 20.yüzyılın sonu itibariyle de ABD’nin başını çektiği üçlü hegemonyaya (TRIAD) geçilmiştir.
▪Belirleyici çelişki olarak Merkez ve Çevre arasında ortaya çıkan çelişki bir dizi üçüncü dünya devrimlerinde yansımasını bulmuştur.
▪Değer Kanunu, Küresel Değer Kanununa dönüşmüştür.

KÜRESEL DEĞER KANUNU
Altıncı tezini Türkiye’de pek bilinmeyen bir kitabında ele alır Samir Amin. Bu kitap, 1978 yılında yayımladığı Marksist Emek Değer Kuramını küreselleşmiş kapitalizm ortamında yeniden ele alan ve bu kuramın geçerliliğini günümüz koşullarında da kanıtlayan Küresel Değer Kanunu (2) adlı kitaptır.
Amin bu çalışmasının ilk sayfalarında Marx’ın modern zamanların radikal eleştirisinin bir başlangıcı olduğu ve modern zamanların da gerçek dünyanın eleştirisi ile başladığı tespitine yer verir. Ona göre, kapitalizmin bu radikal eleştirisi piyasa yabancılaşmasının temelini ve bununla ilgili olarak emek sömürüsünü keşfetmemizi sağlar.
Marksist olmak Marx’la yetinmemek demektir. Onu başlangıç olarak almaktır. Marx’ın yapıtı hala tamamlanmamıştır, sınırsızdır. Zira kendini sınırsız olarak başlatır, her zaman eksiktir ve kendi eleştirisinin nesnesidir.
Das Kapital ise, Ricardocu iktisadın tarihsel materyalizmden bağımsız olamayacağını, ona karşı bir bağımsızlık ilan edemeyeceğini anlamaya, keşfetmeye bir çağrıdır.
Samir Amin’in bu eserinden aşağıdaki gibi bazı çıkarımlar yapılabilir:
▪Tarihsel materyalizm Marksizm’in özünü oluşturur.
▪ Kapitalist ekonominin kanunları tarihsel materyalizmin kanunlarına tabidir.
▪ Kapitalist üretim tarzında ekonominin kanunlarının teorik konumları kapitalizm öncesi üretim tarzındakinden farklıdır.
▪ İktisadın kanunları sadece kapitalist üretim tarzında mevcuttur.
▪ Kapitalist ekonominin kanunları nesnel olarak mevcuttur.
▪ Bu kanunlar son tahlilde, Değer Kanununca yönetilirler.
 
Kapitalizmde sınıf mücadelesinin genel bir durum olduğu ve özellikle de emperyalist kapitalist sistemde belirgin, kesin bir ekonomik temelde ortaya çıktığı ve zamanı geldiğinde onu değiştirdiğini ileri süren Amin, Marx’ta eksik olan “küresel boyutu” bu eserinde analize dahil ettiğini ve böylece Emek-Değer Teorisini tamamlamaya niyetli olduğunu ileri sürer.
Dolayısıyla ortaya attığı ‘Küreselleşmiş Değer Yasası’nın Marx’ın tanımladığı kapitalizm ve günümüzün eşitsiz küreselleşmiş gelişim gerçeği ile uyumlu olduğunu savlar.
Amin kendi katkısının, değerin etrafında oluşan emek gücü fiyatlarının küreselleştiği gerçeğini esas alarak, ‘değer kanunu’ndan ‘küreselleşmiş değer kanunu’na nasıl geçildiğini ortaya koymaktan ibaret olduğunun altını çizer.
Ona göre, doğal kaynakların yönetimi ile ilgili pratiklerle bağlantılı olarak değerin böyle küreselleşmesi ‘emperyalist rant’ın da esasını oluşturur.
Bu katkıyı şöyle özetler:
“Dolayısıyla da benim ‘değerin dönüşümüne’ ilişkin tezim birbirini izleyen üç aşamadan oluşur: (i) Değerin üretim fiyatlarına dönüşümü, (ii) Değerin piyasa fiyatlarına (çağdaş kapitalizmde bu oligopolist fiyatlardır) dönüşümü ve (iii) Değerin küresel fiyatlara (küresel emperyalist sistemde) dönüşümü”.
Kendi düşüncelerinin hedefinin, üçüncü dönüşüm aşamasının, yani ‘değer kanunu’ndan emperyalist kapitalist sistem altında işleyen ‘küreselleşmiş değer kanunu’na geçiş aşamasının analizi olduğunu vurgular.

EMPERYALİST RANT
Çünkü ona göre, ancak böyle bir geçiş ile ‘emperyalist rant’ı anlayabilmemiz mümkündür. Emperyalist rantı bilmek ise dünyanın bugün küresel kapitalizmin yayılmasıyla yeniden üretilen ve iyice derinleşmekte olan kapitalist kutuplaşmanın kaynağını anlamak için gereklidir.
“Böylece Dünyayı değiştirme stratejisi, vulgar iktisatçıların pozitivist ya da amprisist yöntemleriyle değil, yalnızca bu temellere dayanılarak mümkün olabilecektir”.
2010 yılındaki “Değer Kanunu ve Tarihsel Materyalizm” adlı çalışmasıyla da özellikle de 2008 krizinin ardından Amin, Marksist Değer Kanununu “genelleşmiş”, “finansallaşmış” ve “küreselleşmiş oligopollerin” kapitalist sistemi olarak tanımladığı bu dönemde “küreselleşen değer” ve bunun aktarımı olarak yeniden yorumlar.
Amin, Das Kapital’in, sermaye birikiminde en önemli faktör haline gelen emperyalizmin oluşumundan önce yazıldığını, bu nedenle de Güney ülkelerinin azgelişmişliğini açıklayabilmesinin mümkün olamayacağını vurgular. geleneksel Marksist yaklaşıma ilave olarak kapitalizmin evrimine ilişkin yeni yaklaşımlar ortaya atar. 
TÜRKİYE GERÇEK ANLAMDA YÜKSELEN BİR EKONOMİ DEĞİLDİR!
Amin 2013 yılında yayımladığı bir başka kitabında (3) gerçek anlamda yükselen ekonomileri hegemon dile karşı çıkabilen, Merkezden kopma yetisine sahip, içe dönük olarak sanayileşen, iç pazar yaratabilen ve bağımsızlığını yeniden sağlayabilen ülkeler olarak tanımlar.
Bu anlamda ekonomileri hızlı büyüse de küresel tekelci kapitalizmin hizmetinde olmaya devam eden, ondan kopmayan ekonomiler gerçek anlamda yükselen ekonomiler değildir.
Amin bu çerçevede Çin’i bu sistemin koruyucusu TRIAD’a meydan okuyabilecek, sistemden kopabilecek tek ülke olarak görürken, aralarında Mısır, İran ve Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin sistemden kopamayacaklarını, dolayısıyla da gerçek anlamda yükselen ekonomiler olmadıklarını ileri sürer.
Toparlamak gerekirse, Amin’in yaklaşımı Güney – Kuzey ayrışmasını eşitsiz değişim ve emperyalist rantın varlığı temeli üzerine oturur. Ona göre, bugün sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması kendini uluslararası tekelci sermayenin büyümesiyle göstermektedir. Teknolojinin yanı sıra sermaye her zamankinden daha fazla mobildir. Çünkü dev firmalar giderek küreselleşmekte ve finansallaşmaktadır.
Ancak ulus-devletin seksiyonları hala geçerlidir ve bu kendini diğer ülkelerin sermayeleri ile rekabet söz konusu olduğunda kendi şirketlerini kollamak ve emek mobilitesini kısıtlamak biçiminde göstermektedir.
Bunun sonucunda ortaya çıkan olgu ‘eşitsiz değişim’dir. Bu değişimin içeriğinde farklı uluslardaki ücret farklılıkları, yine farklı uluslardaki emek gücü verimlilik farklılıklarından çok daha büyüktür.
Bu durum Merkezdeki şirketlere doğru akan bir emperyalist rantı yaratmaktadır (bu olgu ana akım iktisadi döngüde “küresel emek arbitrajı” olarak adlandırılmaktadır). Benzer bir rant küresel Güney’den gelen hammadde için de geçerlidir.
Tüm bunlar Çevre ülkelerdeki aşırı emek sömürüsüne işaret etmektedir. Yani Çevre ülkelerindeki emek gücü, değerinin çok altında ücretlendirilmekte ve temelde Çevrede mevcut bulunan küresel yedek sanayi ordusu bunu mümkün kılmaktadır.
Emeğin Merkez ve Çevrede farklı ücretlendirilmesi ve bu durumun tekelci sermayenin küreselleşmesiyle ilgili olduğu gerçeği bugünkü emperyalist dünya sisteminin varlık nedenidir.
Çevre ülke işçilerinin Merkez ülke işçilerine göre daha ağır sömürülmesi ise uluslararası işçi sınıfının birliğinin önündeki en temel engeldir.
 
SMITH: MARKSİST EMEK DEĞER TEORİSİ İLE LENİN'İN EMPERYALİZM TEORİSİ BİRBİRİYLE BAĞLANTILIDIR
Amin’in bu tezleri bir çok yeni çalışmaya da esin kaynağı olmuştur. Bunlardan biri Smith’in 2016 yılındaki çok ses getiren “21.Yüzyılda Emperyalizm: Küreselleşme, Süper Sömürü ve Kapitalizmin Son Krizi” adlı kitabıdır (4).
Smith kitabında Güneyin süper düzeyde sömürülen işçilerinin yarattığı artı değerin ‘değer zinciri’ aracılığıyla nasıl ele geçirilip emperyalist Kuzey’in sermayedarlarına transfer edildiğini anlatır.
Diğer bazı yazarlar da bunu araştırmış olsalar da, Smith’in özgün yanı modern emperyalist kârın nasıl ücretleri emek gücünün değerinin çok altına itmesini açıklayabilmesinden kaynaklanır.
Smith, aynı zamanda Lenin’in emperyalizm teorisi ile Marksist değer teorisini birbirine bağlamanın gerekliliğinin altını çizer.
Smith’e göre, bugün eski tarz süper - sömürüye geri dönülmüş, böylece ücretler emeğin yeniden üretimi değerinin altına düşmüştür. Bu durum sanayileşmiş kitle cinayetleri anlamına geliyor.
Emperyalizmin bu biçimi üretici güçlerin gelişimini önlüyor zira üretimin taşere edilmesi yeni ve kapasite artıran teknolojiler altındaki yatırıma bir alternatiftir.
Sadece çok ucuz olduğu için devasa bir emek gücü israf edilmekte, burjuvazi emek gücünü emmekte, kalan posayı tükürüp atmakta ve insanlar küresel bir ayrımcılığa maruz kalmaktadır.
Kapitalistlerin çıkarlarına hizmet eden küreselleşmiş bu zulüm çelişkilerle doludur. Ayrıca bu süper sömürü sadece küresel Güneye hapsolmuş değildir. Sermaye düşük ücretli işçi aradıkça mülteciler bunun önemli bir kaynağını oluşturmakta ve ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, yoksul ülkelerden işçi alımını durdurmaya yetmemektedir.
Tersine mülteci akımı bunları ikinci sınıf statü ile çalıştırmayı mümkün kılıyor. Kapitalizm işçi sınıfı statüsünü Güney’e yığarken, ironik bir biçimde illegal göçmen işçiler aracılığıyla kendi ülkesindeki işçi sınıfının da güçlenmesini sağlıyor. Kadınların ücretli emekçilere dönüşmesi de yeni sosyalist hareketlere güç katıyor.
Smith’e göre, kapitalizmin mevcut iş yapma modeli onu yok olmaktan kurtaramayacaktır. Üretim kaydırmalarının neden olduğu yapısal dış ticaret fazla ve açıkları biçimindeki küresel dengesizlikler artacaktır.
Doğanın bu çaptaki tahribatı ise, kapitalizmin sadece en derin krizini değil, son krizini, insanlık için varoluş krizini yaşadığı anlamına geliyor.

ÇAĞDAŞ KAPİTALİZMDE FAŞİZMİN GERİ DÖNÜŞÜ
Son olarak Samir Amin’in sadece bir iktisatçı değil, bir sosyolog, tarihçi ve siyaset bilimci de olduğunu bir kez daha vurgulayalım. Çünkü faşizm üzerine 2014 yılında yazdığı bir makale (5) bunun en somut örneğidir.
Burada Amin faşizmin, seçimlere dayalı parlamenter demokrasinin belirsizliklerini reddeden otoriter bir polis devleti ile aynı şey olmadığını, özel bir takım durumlar nedeniyle kapitalist toplumun yönetilme biçimine ciddi meydan okuma söz konusu olduğunda, buna karşı sistemin özellikli bir yanıtı olduğunu ileri sürer.
Amin’e göre, tarihsel çeşitliliklerine rağmen tüm faşist rejimlerin ve buna uygun faşist toplumların iki ana ortak noktası mevcuttur:
(i) Çağdaş tekelci kapitalizmdeki dâhil olmak üzere kapitalist mülkiyet ilişkilerini temelde sorgulamadan, kapitalizme karşı çıkmadan iktidar olma ve toplumu yönetme iddiası.
Bu nedenle de faşizm kapitalizmin meşruiyetini politik olarak sorgulamayan ancak onu farklı bir şekilde yönetme iddiasında olan bir rejimin adıdır. Diğer yandan bu yanıt, kapitalizmin yönetilmesi konusunda sıkıntıya düştüğünde başvurulan herhangi bir seçenek değil, derin bir kriz ve şiddet ortamında egemen sermaye açısından en iyi çözümlerden biridir, hatta bazen geride kalan tek seçenektir.
(ii) Faşizm altında yönetim, kategorik olarak mevcut ‘demokrasi’nin de reddedilmesini gerektirir.
Faşizm daima demokrasinin temellendirildiği fikirleri reddeder ve yerine yenilerini koyar. Bunlar örneğin, çoğulcu fikirlerin, seçimlerle çoğunluk iktidarı fikrinin, azınlık haklarının reddedilmesidir. Bunların yerine kolektif disiplin ve önderin ve onun emrinde hareket edenlerin otoritesi gibi kavramları koyar. Bu yer değiştirme her zaman gerici fikirlere ve düşüncelere başvurularak yapılır. Bu amaçla ‘devletin dini’, ‘tek bir etnisiteye ya da ırka dayalı ulus’ ideolojik söylemlerinin ve propagandalarının da temelini oluşturur.
Çağdaş faşist hareketleri ya da iktidarları değerlendirirken şunları söyler:
“Çağdaş faşist hareketlerin bir diğer özelliği bu hareketlerin taleplerini ne zaman yapacakları ya da nasıl durduracaklarını bilememeleridir. Lider kültü ve katı itaatle beslenen fanatizm onların yer yer kontrolden çıkmasına da neden olur. Hizmet ettikleri sosyal sınıfların bazen çıkarlarına ters düşebilecek eylemlilikler içerisine girmeleri kaçınılmaz olur ve bu durum da böyle bir katı itaat ve bağlılık-fanatizm kültüründen gelmelerinden kaynaklanır. Hitler ruhsal olarak sağlıksız biriydi ama kendisine destek veren büyük sermaye gruplarının kendisinin yaptığı delilikleri sonuna kadar desteklemesini de sağlayabilecek bir gücü bu kesimlere uygulamış ve sonuç da alabilmişti. Mussolini ve Salazar gibi diğerleri mental olarak hasta olmasalar da kriminaliteye yönelme konusunda hiç çekinmemişlerdir”.
Dünyanın ezilen halkları, işçi sınıfı ve genel olarak insanlık çok önemli bir organik aydınını kaybetti ama onun bıraktığı eserler ve mücadele azmi (şu ana kadar yitirdiğimiz tüm devrimcilerin yaptığı gibi), sömürüsüz ve baskısız ve adaletli bir dünyanın kurulmasında yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.
Huzur içinde uyusun…
……………………
(1) John Bellamy Foster, “Samir Amin at 80: An Introduction and Tribute”,
https://monthlyreview.org/…/samir-amin-at-80-an-introductio… (1 October 2011).
(2) Samir Amin, The Law of Worldwide Value, Monthly Review Press, 1978.
(3) Samir Amin, “Three Essays on Marx’s Value Theory. (Monthly Review Press, 2013); The Implosion of Contemporary Capitalism”,
http://sdonline.org/…/samir-amin-three-essays-on-marxs-valu….
(4) John Smith, Imperialism in the Twenty-First Century: Globalization, Super-Exploitation, and Capitalism’s Final Crisis, 2016.
(5) Samir Amin, “The return of Fascism in Contemporary Capitalism, Monthly Review, Vol. 66 / 4 (September 2014).


SPEKÜLASYON BİLİNİYORDU DA NEDEN ÖNCEDEN ÖNLEM ALINMADI?



SPEKÜLASYON BİLİNİYORDU DA NEDEN ÖNCEDEN ÖNLEM ALINMADI?

Mustafa Durmuş

15 Ağustos 2018

Üç gün öncesinde 1 dolar 7.30 liraya kadar yükselmişti. Bununla da kalmayıp, 10 yıllık Hazine tahvilinin faizi de en az yüzde 20 oranında arttı. Öyle ki finans kapitale, kriz içindeki Yunanistan’dan iki kat daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kaldık.
Spekülatörler, ellerinde yüklü miktarda dövizi ve tahvil alacak kadar nakdi bulunanlar, kısaca para sahipleri büyük kazançlar elde ettiler.
Bu gelişmelerin ardından bankacılık alanında yapılan yeni düzenleme ile yabancı bankaların lira üzerindeki spekülatif alım satımlarına izin veren takas sözleşmeleri kısıtlandı. Böylece büyük miktarda alım yapan yabancıların ellerindeki sözleşmeleri lira cinsinden sözleşmelerle takas imkânı sermayelerinin yüzde 25’i ile sınırlandırıldı.
Bu müdahale ile spekülatif bir biçimde liranın değer kaybı ya da tersinden söylersek doların ve avronun hızlı yükselişi bir ölçüde önlendi.
Öyle ki bu düzenlemelerin sonucunda dolar kuru 7,3’ten dün sabaha karşı 5,9’a kadar geriledi. Sonrasında şu anda olduğu gibi 6.13’e kadar tekrar yükseldi. Böylece işin bir kısmının spekülatif ataklarla ilgili olduğu ortaya çıktı.
Ancak bu tespit liranın değer kaybının ardındaki asıl nedenin ülke ekonomisinin ve siyasetinin içinde bulunduğu kötü durum olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Yani asıl olarak ekonominin dayandığı çürük temeller bu gelişmelere yol açtı.
Çürük temellerden kastımız; yüksek enflasyon, yüksek özel sektör dış borcu, yüksek cari açık, kısa vadeli dış borç tutarının yüksekliği, döviz rezervlerinin yetersizliği ve ne yaptığı bilinmeyen ve tam olarak ne yapacağı da kestirilemeyen, bu nedenle de yabancı yatırımcıya güven vermeyen bir ekonomi ve siyaset yönetiminin varlığı.
Tıpkı “lira hızla değer kaybederken, bunu durdurmak için onu cazip hale getirecek bir mekanizma olarak neden yüksek oranda bir faiz artışına gidilmediği” sorusu gibi, bu gelişmeleri ülkeyi yöneten iktidar blokunun sermaye birikim ve büyüme modeline ilişkin olarak yaptığı tercihte, bu tercihin ekonominin ve siyasetin diğer değişkenleriyle olan çatışmasında aramak gerekiyor.
Şimdi şu soruları sormamız gerekiyor:
Mademki liranın bu değer kaybı spekülasyondan kaynaklanıyordu (yukarıda anlatılanlar kısmen bunu doğruluyor ve iktidar da bunu ileri sürüyor ) o halde bu durum bilinmesine rağmen neden hükümet bu önlemleri daha önce almadı?
Bu durumda spekülatörler sadece dışarıdakiler mi yoksa onların işbirlikçileri de mi var?
Ortaya çıkan bunca ekonomik kaybın, zararın, iflaslar nedeniyle artan işsizliğin sorumluları kimler?
Bu spekülatörler ve işbirlikçilerinden hesap sorulacak mı?


5 Ağustos 2018 Pazar

KAPİTALİZM İÇİ ÇÖZÜMLER YETERSİZ, ANTİKAPİTALİST BİR PERSPEKTİF GEREKLİ


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (6):
KAPİTALİZM İÇİ ÇÖZÜMLER YETERSİZ, ANTİKAPİTALİST BİR PERSPEKTİF GEREKLİ

Mustafa Durmuş

4 Ağustos 2018

Hem IMF hem de Dünya Bankası raporlarında azgelişmiş ülkeler için emek koruyucu yasaların lüks olduğunu ileri sürüyorlar. Çünkü ihracat artışına zarar veren, sermayenin ülkeden kaçmasına neden olan bu uygulamaların ülkelerin atağa kalkmasını önlediği biçiminde bir gerekçe öne sürüyorlar.

EMEK KORUYUCU DÜZENLEMELER LÜKS MÜDÜR?
Öyle ki Dünya Bankası 10 yıl önce yayımlanan bir raporunda (1), azgelişmiş ülkelerde işçileri korumak için çıkartılan yasaların işçilere zarar verdiğini ileri sürerken, gelişmiş ülkelerde güçlü emek koruyucu yasalara ihtiyaç olduğunu belirtiyordu.
2019 Raporunda (2) ise asgari ücretin düşürülmesi ve istihdam yaratmak ve ekonomiyi büyütmek için emek koruyucu yasaların rafa kaldırılmasının gerekliliğini ileri sürüyor.
Çünkü (örgüte göre), hızlı, esnek hareket edebilen işletmelerin prim yaptığı bir dönemde. yeni işler yaratmak ve insana yatırım yapmak gerekiyor. Bu nedenle de “girişimcinin, yatırımcının önünde engel oluşturan işçileri koruyan kanunlar, düzenlemeler azaltılmalıdır. Bu işçiler için de en faydalı çözümdür”.
Rapora göre, hükümetlerin emek alanını aşırı güçlendirmek istemesi ekonomik dinamizmi olumsuz yönde etkiliyor. Firmaların yeni ve pahalı teknolojilere kaynak ayırma olanakları azalıyor. Öyle ki “bir araştırmaya göre 60 ülkede iş koruma önlemleri yüzde 20’den yüzde 80’e yükseltildiğinde istihdam şoklarına karşı uyarlanma hızı üçte bir oranında yavaşlıyor, yıllık verimlilik artış hızı ise yüzde 1 puan düşüyor (3).
Dünya Bankası’nın bu bakış açısından, emek koruyucu yasalar (bırakın daha iyi ücretlere ve daha iyi çalışma koşullarına sahip olmayı), işsizliği (özellikle de niteliksizlerin işsizliğini) ve kayıt dışılığı artırıyor. Bu nedenle de mesaj bellidir: “İstihdam korumayı öngören düzenlemeleri azaltın, ücret artışı taleplerini duymazdan gelin. Ülkeniz yeterince geliştiğinde bu düzenlemelere geri dönersiniz” (4).
Oysa ortada bir başka gerçek var. Azgelişmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğu zaten böyle emek koruyucu yasalara ya hiç sahip değil, ya da bunlar göstermelik düzeyde. Ayrıca özellikle de kapitalizmin bu neo liberal döneminde bu yasalar ciddi ölçüde aşındırıldı, yani geriye rafa kaldırılacak pek de bir şey kalmadı.
Ayrıca artan yoğun rekabet yüzünden kâr marjını korumak için maliyetleri düşürmek, bu yüzden de emek tasarrufuna gitmek durumunda kalan özellikle de küçük işletmelerin nasıl yeni işler yaratacağı ve eğitimin tamamen paralı bir hale geldiği bir dönemde yoksulların insana nasıl yatırım yapabilecekleri ya da gelir bölüşümü adaletsizliğinin neden olduğu sorunlar gibi temel soruların yanıtları bu raporda mevcut değil (5).

KAPİTALİZM İÇİ ÇÖZÜM?
Bu tezlere karşı, kapitalizm içinde çözümün mümkün olduğunu ileri süren reformist iktisatçılara göre ise bu çıkarımlar hem teorik hem de pratik yanlışlarla dolu. İleri sürülen tezlerin tersine, sermaye birikimini hızlandıran, ekonomik büyüme, artan istihdam ve adil gelir bölüşümü gibi faktörlerdir. Bunları da ancak güçlü emek koruyucu yasalar mümkün kılabilir.
Bir başka anlatımla, bu karşı tezlere göre, ödemeler dengesi sorunu olan bir ülkede emek koruyucu yasalar (ücret artışıyla sonuçlanan) büyümeyi olumsuz değil, olumlu yönde etkiliyor. Keza daha adaletli bir gelir bölüşümü işin içine girdiğinde ekonomik büyüme üç kanaldan birden hızlandırılıyor: Meşrulaştırma, yenilikçilik ve teknolojik iyileştirme ve iç talebin güçlendirilmesi.
Yani sırasıyla:
(i) Emek koruyucu yasalar Weberyan bir bakış açısı altında meşrulaştırma işlevi görüyor. İşçilerin firmaya bağlılığını artırarak, verimliliklerinin yükselmesini sağlıyor.
(ii) Schumpeteryan bir yaklaşımla bu yasalar yeniliklerin (inovasyon) önünü açıyor. Asgari ücret ve istihdam koruma, emek gücü verimliliğinin, rekabetin artmasını ve sanayileşmede bir üst düzeye yükselmeyi sağlıyor. Bunlar inovasyonlarla gerçekleşiyor. Kısıtlar fırsata dönüştürülebiliyor (yani düzenlemelerle gelen zorlamalar firmayı güçlendiriyor), girişimcilik artıyor.
(iii) Keynesyen - Kaldorcu yaklaşım altında işletmelerin ve sanayilerin dinamik etkinlikleri artıyor. Çünkü bu düzenlemeler emeğin payını ve dolayısıyla da iç talebi artırıyor. Daha büyük pazar, daha büyük işbölümü ve uzmanlaşma demektir ki bu da firmaların ölçek ekonomilerinden ve yaparak öğrenme pratiklerinden faydalanmasını sağlıyor. Bu durum kümülatif bir talep sürümlü sanayileşmeyi sağlıyor ki bu da daha yüksek bir büyüme, daha iyi ücretli bir istihdam, talep artışı, yatırım artışı ve teknolojik ilerlemeyi beraberinde getiriyor (6).
Bu bağlamda UNIDO (7), koruyucu emek piyasası düzenlemelerinin sanayileşme politikasının önemli bir aracı olması gerektiğini çünkü sanayileşmenin güçlü bir iç talep artışına bağlı olduğunu, iç talebin ise iyi ücretli, istikrarlı bir istihdam ve adaletli bir bölüşüm ile sürdürülebilir olduğunu vurguluyor.
Böylece kapitalizmin aşırılıklarını gidermeye odaklı yaklaşımlara göre; geç sanayileşmiş bir ülkede güçlendirilmiş emek yasaları sanayileşme politikaları ve sermaye hesabı düzenlemeleriyle (sermaye çıkışlarını önleyen) birlikte uygulanabilir. Asıl bu yasalardan vazgeçmek azgelişmiş ülkeler için lükstür.
Diğer yandan bu yaklaşımda emek koruyucu düzenlemelerin büyüme ve kalkınma için araçsal olarak kullanılmasının etik olup olmadığı sorgulanmıyor. Ayrıca örgütlenme özgürlüğü, köleliğin yasaklanması, zorla çalıştırmaya ve emek sömürüsüne son verilmesinin temel insanlık hakları olduğu, grev ve güvenli istihdamın ise emekçilerin temel ekonomik ve sosyal hakları olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.

EGEMENLERİN TERCİHİ SİSTEMİ REFORME ETMEKTEN YANA DEĞİL
Diğer yandan IMF ve Dünya Bankası raporlarına yansımasının ötesinde, ülkelerdeki uygulamalara bakıldığında, ödemeler dengesi krizi ve ekonomik durgunluktan çıkış için reformist önerilerin kabul görmediği anlaşılıyor.
Tam tersine neo liberal, neo muhafazakâr ve neo otoriter iktidarlar emek sömürüsünü daha da artıran, emekçilerin haklarını tamamen ortadan kaldıran ve bunu otoriter rejimler altında sürdürmeyi planlayan bir çıkış stratejisi benimsemiş durumdalar.
Üstelik bunu, piyasa köktenciliğini göklere çıkartan, ancak aynı zamanda da devleti gelir ve serveti finans kapital ve büyük sermaye lehine yeniden bölüştürmede kullanan neo liberal politikaların (neden olduğu sosyal ve ekonomik felaketler yüzünden) gözden düştüğü bir dönemde yapıyorlar.
Yani bu meşruiyet yitimi egemen sınıfları durdurmaya yetmiyor, tam tersine daha da cesaretlendirip, saldırganlaştırıyor. Dünyanın birçok yerinde iktidar blokları iktidarlarını kaybetme korkusu altında ekonomide karar alma mekanizmalarını ele geçiren hamleler yapıyor ve böylece neo liberal projelerin çöküşünü önlemeye çalışıyorlar.
İyice gericileşmiş, emek düşmanı neo liberal politikalara meydan okuyanlar ise, ironik bir biçime (reformistlerin sistemi kendinden kurtarmak için temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze getirdikleri önerileri bir kenara bırakırsak), asıl olarak aşırı sağcı popülist partiler ya da hareketler. Bunlar neo liberal politikaların yıllarca marjinalleştirip dışladığı ve yoksullaştırdığı kesimlere ulaşıp onların desteğini alıyorlar (8).
Bir başka anlatımla, “demokrasi kapitalizmi dizginleyemediğinde kendini tahrip ediyor ve yeni faşist rejimlere geçit veriyor. Bu rejimler piyasalara hâkim oldukları görüntüsünü verseler de hem sermaye ile hem de piyasalarla bütünleşiyor ve ülkenin ihtiyacı olan gerçek reformları yapmak yerine ülkeyi aşırı milliyetçi sembollerle beziyorlar. Aynı zamanda da günah keçileri yaratarak kusurlarını bunlara yüklüyorlar”(9).
Sağ ya da sol popülizmin kapitalizmin krizine çözüm bulamadığı ve sonuçta her ikisinin de faturayı emekçilere ödettiği tarihte çok sayıda örnekle doğrulandı. Bunun her iki yönden örnekleri için Trump yönetimindeki ABD’ye Macaristan, İspanya ve Yunanistan olmak üzere Avrupa’ya bakmak yeterli.
Türkiye’de ise otoriterlik ve muhafazakârlıkla güçlendirilmiş bir yeni popülizm iş başında. Gelinen durum itibariyle onun da sorunları çözmekten ziyade daha da derinleştirdiğine tanık oluyoruz.
Merkezin sağında ya da solunda yer almış sistem partilerinin önerdikleri çözümlerin ufku ise IMF ve Dünya Bankası’nın ufku ile sınırlı. Gerçek çözümleri üretebilmek için, mevcut kriz dâhil tüm krizleri emek odaklı, antikapitalist bir perspektiften ele almak gerekiyor.
…………………

(1) World Bank, Doing Business 2008, Comparing Regulations in 178 Countries 2007, s. 1- 8.
(2) World Bank World Development Report, The Changing Nature of Work, 2019, (July 2018).
(3) Agr, s. 87.
(4) Servaas Storm and Jeronim Capaldo, “Who Says Labor Laws Are “Luxuries”?, 
https://www.ineteconomics.org/…/blog/who-says-labor-laws-areluxuries (11 June 2018).
(5) Pete Dolack, “World Bank Solution for Lack of Jobs: Cut Worker Protections”, 
www.counterpunch.org (6 July 2018).
(6) Servaas Storm and Jeronim Capaldo, “Labor Institutions and Development Under Globalization”, Working Paper No. 76 (30 May 2018).
(7) UNIDO, Industrial Development Report 2018 - Demand for Manufacturing: Driving Inclusive and Sustainable Industrial Development, Vienna, 2017.
(8) C.P. Chandrasekhar, “The Indiscreet Aggression of the Bourgeoisie”,
http://www.macroscan.org/…/cur04072018Indiscrete_Aggression… ( Jul 4th 2018).
(9) Robert Kuttner’ın Can Democracy Survive Global Capitalism? (2018, WW Norton), adlı kitabından bir alıntı. Bkz: Maria Alejandra Madi, “On global capitalism and the survival of democracy”,
https://rwer.wordpress.com/author/mariaalejandramadi/ (24 July 2018).


2 Ağustos 2018 Perşembe

KRİZİN FATURASI YİNE EMEKÇİLERE KESİLİYOR…


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (5):
KRİZİN FATURASI YİNE EMEKÇİLERE KESİLİYOR…
Mustafa Durmuş
2 Ağustos 2018

Doların 5 lirayı aşması Türkiye’yi bir süredir beklenen bir ödemeler dengesi (1) krizine bir adım daha yaklaştırdı.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar ise son raporlarında, özellikle de Türkiye gibi bir ekonomik durgunluk ve finansal kriz riski altındaki ekonomiler için sadece kemer sıkma anlamına gelen sıkılaştırılmış maliye ve para ve kredi politikaları önermiyorlar.
Bu iki örgüt aynı zamanda ekonomik ve politik karar alma mekanizmasını hızlandırıcı önlemler alınmasının ve daha da önemlisi emek koruyucu yasal düzenlemelerden vazgeçilmesinin ya da en azından hafifletilmesinin gerekli olduğunu söylüyorlar.
Yani ekonomik durgunluk ve döviz-dış borç krizi riskleri üzerinden, işçilerin zaten iyice daraltılmış haklarından tamamen vazgeçmelerini dayatarak, bir tür ölümü göstererek sıtmaya razı etmek istiyorlar.
İki bölümden oluşan bu yazının amacı; işçileri, onların örgütlerini korumaya dönük yasal düzenlemelerin azaltılmak (ya da ortadan kaldırılmak) istenmesinin nedenlerini ve bunun hem işçi sınıfı, hem de genel ekonomi üzerindeki olası etkilerini ele almak.

KRİZ GÖZ GÖRE GÖRE GELDİ
Öncelikle, bu emek karşıtı önerilerin, Türkiye’deki ekonomik krizle bağlantıları ve bu krizin ana akım ideoloji tarafından ele alınma biçimi anlamında, kendi içinde tutarlı bir yanının olduğunu vurgulamakta yarar var.
Çünkü Türkiye’de sermaye çevreleri, bir süredir dizginlenemeyen bir yüksek kâr ve rant sağlama ve servet biriktirme hırsıyla, ekonomiyi yüksek düzeyde bir cari açıkla ve dış borçlanmayla, büyüme potansiyelinin çok üzerinde büyütmeye çalışıyor ve siyasal iktidar da bu stratejiyi benimsemiş gözüküyor (bu nedenle öncelikle “her ne şekilde olursa olsun yüksek büyüme” elde etme takıntısını sorgulamak gerekiyor).
Diğer taraftan dışa bağımlı az gelişmiş bir kapitalist ekonomi olarak Türkiye ekonomisinin temelleri yeterince sağlam değil. Ayrıca son 15 yıldır izlediği büyüme stratejisi nedeniyle; yüksek işsizlik ve enflasyon bir yana, ulusal parasının değeri çok hızlı bir biçimde düştü, döviz rezervleri hızla eridi, cari açığı giderek arttı, dış borç stoku çevrilemez boyutlara ulaştı ve uluslararası sermaye piyasalarında ciddi bir güven yitimine uğradı.
Bu özelliklere sahip bir ekonominin değirmeninin suyunu oluşturan yabancı kaynak girişinin ani donması ya da daha kötüsü ülkeden ani çıkışların hızlanması durumunda, bir krize girmemesi mümkün değil (2).
İşte “finansal kriz”, “ödemeler dengesi krizi”, “likidite krizi” ya da “dış borç krizi” denildiğinde kast edilen böyle bir kriz (ani duruşun koşulları ve gerçekleşme olasılığı ayrı bir yazı konusu olacak).

POTANSİYELİNİN ÜZERİNDE BÜYÜME ANCAK CARİ AÇIKLA MÜMKÜN OLABİLİR!
Bu gelişmeyi biraz teori ile aydınlatmaya çalışalım. “Thirlwall Yasası” olarak da bilinen bir yasaya göre, dışa açık bir ekonominin verili bir yılda maksimum hangi hızla büyüyebileceğini o ülkenin ödemeler dengesinin zorlukları ya da kısıtları belirler.
Yani ödemeler dengesi kısıtları olan böyle bir ekonomi potansiyel olarak büyüyebileceği hızdan daha yüksek bir hızda büyümek isterse cari açık vermek zorundadır. Böyle bir açık ise yabancı kaynak girişi ile kapatılır. Bunun kaçınılmaz sonucu dış borçlardaki artıştır. Sonuçta uluslararası sermaye piyasaları bu ülkenin dış borçlarını geri ödemeyebilme gücü konusunda güven yitimine uğrarlar, bu durum kredi derecelendirme kurumları ülke puanını düşürdüğünde daha da kötüleşir (3).
Böylece ekonomi ödemeler dengesi kriziyle karşı karşıya kalır ve siyasal iktidarlar büyüme hızını düşüren, işsizlik oranını artıran ‘daraltıcı politikalar’ uygulamak durumunda kalırlar. Uluslararası kreditörler ise ödemeler dengesindeki gelişmeler onlara güven verene kadar ülkeden uzak durmak isterler ki bu gelişme sağlanana kadar ülkedeki büyüme hızı düşer.

BURJUVA İKTİDARLARIN KRİZE ÇÖZÜMÜ NEDİR?
Böyle bir durumda Türkiye’deki gibi, sınıfsal ittifakların bir gereği olarak neo liberal politikalara sıkı sıkıya sarılmış bir iktidarın nasıl bir çözüm üretmesi beklenir?
Bu sorunun yanıtı yukarıda özetlenen ve aslında Keynesyen bir iktisatçı olan Thirlwall’ın (niyetinden bağımsız olarak) 1980 sonrasındaki neo liberal politikalara da esin kaynağı olmuş tespitlerinde yatıyor.
Buna göre, devalüasyonların ya da döviz kurunun hızlı yükselmesi ihracat üzerinde beklendiği gibi kalıcı bir olumlu etki yaratmadığı için, geriye burjuva hükümetlerin elinde şu seçenekler kalıyor: Kısa vadede iç ve dış borç yeniden yapılandırmasına gitmek, IMF gibi dönorlara başvurarak acilen döviz rezervlerini yükseltmek.
Orta ve uzun vadede ise ya ihracatı artırabilmek için içsel devalüasyon yapmak (kemer sıkmak, işçi ücretlerini kısmak, böylece rekabeti artırmak) ya da gelir esnekliği yüksek ithal mallarına olan talebi düşürmek. Yani yerli malı kampanyaları ile ithalatı azaltmak ve ithal ikameciliğine yönelmek (4) (Türkiye’de ithal ikameciliğe geri dönüş şu an iktidar blokunun sınıfsal çıkarlarıyla uyumlu değil).
Türkiye’de son birkaç ayda ortaya çıkan gelişmeler yukarıdaki bu tespitlere uygun hareket ediyor ve adım adım ciddi bir ekonomik durgunluğun yanı sıra finansal krize yaklaşılıyor. Türkiye’ye ilişkin olarak büyüme öngörüsünü yenilerde düşüren IMF’nin son raporu da bu durumu net bir biçimde ortaya koyuyor (5):
“ Türkiye’nin toplam uluslararası yükümlülükleri GSYH’sinin yüzde 80’ini, dış borçları yüzde 53’ünü oluşturuyor (6). Kısa vadeli borçların ve yabancıların elindeki portföy yatırımlarının tutarı GSYH’nin yüzde 25’ine ulaştı. Özel sektörün dış borçları faiz artırımına karşı son derece duyarlı zira uzun vadeli borçların yüzde 40’ı değişken faizli. Dahası iç borçların yüzde 37’si gibi yüksek bir orandaki kısmı döviz cinsinden alınan borçlardan oluşuyor. 2017 yılından bu yana yeterli yabancı sermaye girişi sağlanamadığı gibi, riskler ciddiyetini koruduğundan ülkeden sermaye çıkışları arttı. Devasa eksi değerli net uluslararası yatırım pozisyonu ve dış yükümlülüklerin kompozisyonu Türkiye’yi likidite şoklarına, yatırımcı güvenindeki ani kayıplara ve artan küresel faiz oranlarının olumsuz etkilerine açık hale getiriyor. İç borçların dövizli olan kısmının büyüklüğü ise şirketler açısından bilanço bozulmasıyla sonuçlanabilir ki bu da bankaların varlık pozisyonlarını kötüleştirip ekonomik büyüme ve finansal istikrar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açacaktır…2017 yılında da kredi büyümesi sürdüğünden, dış açığın finansmanının kalitesi kötüleşti. Dış finansman bağlamında, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı azalırken, carry trade’nin teşvik ettiği portföy yatırımları belirleyici oldu ve böylece kırılgan yabancı sermaye akımlarına olan bağımlılık arttı. Dış finansman ihtiyacının GSYH’nin yüzde 25’i büyüklüğüne erişmiş olması, buna karşılık uluslararası rezervlerin toplam dış finansman ihtiyacının yarısından azını karşılayabilir düzeyde olması (108 milyar dolar ve net 31 milyar dolar) Türkiye’yi yabancı yatırımcı güvenindeki azalma konusunda ciddi olarak kırılgan hale getiriyor”.

Özetle IMF, 2017 yılında Türkiye’nin dış denge pozisyonunun kötüleştiğini (üstelik 2016’da reel döviz kurunun değer kaybedip cari açığın bu nedenle baskılanmasına rağmen bu durumun gerçekleştiğini) ileri sürüyor ve büyük çapta finansman ihtiyacı ve kısa vadeli borçlar ve portföy yatırımlarının yüksek paylarının ülkeyi sermaye çıkışları karşısında krizin eşiğine getirdiğinin altını çiziyor.

KEMER SIKMANIN YANI SIRA İŞÇİ HAKLARINA SALDIRI
Kuşkusuz IMF’nin çıkış önerileri de mevcut. IMF’ye göre, daha sıkı makroekonomi politikalarıyla cari açık azaltılmalı, rezervler artırılmalı, net uluslararası yatırım pozisyonu güçlendirilmeli ve yükümlülüklerin bileşimi, borç yeniden yapılandırmasıyla uzun vadeli bir hale getirilmeli.
Özellikle de sıkı maliye politikaları iç talebin ve ithalatın dizginlenmesine yardımcı olurken, makro ihtiyati politikaların kredi büyümesini yavaşlatabileceğini ve ekonominin döviz artışı karşısındaki risklerini azaltabileceğini ileri sürüyor. Para politikasının ise enflasyon hedeflemesine odaklanması, yani yüksek reel faiz uygulamasıyla enflasyonun düşürülmesi gerektiğini savunuyor.
Ayrıca IMF’ye göre, yatırımların artırılması için girişimcilerin önündeki ruhsat, izin, lisans gibi engeller kaldırılarak, karar alma süreçleri hızlandırılmalı, yeni yatırımların önü açılmalı ve böylece dış dengeyi etkileyen bir faktör olan özel yatırımların düzeyi yükseltilmelidir (IMF burada doğa üzerinde yaratılacak tahribatı göz ardı ediyor).
Cari açığı ve ödemeler dengesini etkileyen diğer faktör olan ihracatın artırılabilmesi için ise (IMF’ye göre), işgücü maliyetlerinin düşürülmesi böylece ihracat sektörünün rekabetçi hale getirilmesi gerekiyor. Bunun için de istihdam koruyucu yasal düzenlemeler azaltılması gerekiyor (7).
…devam edecek
…………………….

(1) Ödemeler dengesi bir ekonominin kendi dışındaki ekonomilerle kurduğu ekonomik ve finansal ilişkileri anlatan, yani sınır ötesi mal ve hizmet çıkışını gösteren bir hesap. Buna “cari hesap” da deniyor. Bu hesabın net finansal akımlarla (dış krediler, portföy yatırımları ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları) dengelenmesi (kapatılması) gerekiyor. Bunu dengeleyen hesaba da “finansal hesap” adı veriliyor.
(2) Stephen Cecchetti, Kim Schoenholtz ,”Sudden stops: A primer on balance-of-payments crises”, 
https://voxeu.org/…/sudden-stops-primer-balance-payments-cr… (9 July 2018).
(3) Bill Mitchell, “Balance of payments constraints”,
http://bilbo.economicoutlook.net/blog ( 10 February 2016).
(4) Agm.
(5) IMF, 2018 External Sector Report , Individual Economy Assessments- Turkey (28 June 2018).
(6) Uluslararası yükümlülükler, dış borçları /kredileri de içeren bir kalem. Yani yurtdışında yerleşik kişi ve kurumların Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye getirip yatırım yapması ya da para getirip hisse senedi satın alması bizim açımızdan bir yükümlülük. Net uluslararası yatırım pozisyonu ise Türkiye'nin yurt dışından alacaklarıyla, Türkiye'nin yurt dışına borçlarının net farkını gösteriyor.
(7) IMF, agr. s. 126.


Formun Üstü