Açık diktatörlüğün ebesi: ekonomik kriz ve
kemer sıkma politikaları
Mustafa Durmuş
6 Eylül 2025
Türkiye’de bir yandan hemen her gün yargı aracılığıyla
sivil darbeler yapılıyor, diğer yandan ekonomik kriz gerekçe gösterilerek ekonomi
yönetimince acımasız kemer sıkma politikaları uygulanıyor.
Bu iki olgu arasında güçlü bir bağlantı var.
Şöyle ki, iktidar bloku bu yıl ülke nüfusunun en az 30
milyonunun geçim kaynağı olan asgari ücreti ikinci kez artırmayı reddettiği
gibi, Kamu Çerçeve Protokolü (KÇP) çerçevesinde kamuda çalışan 600 bini aşkın
işçiye enflasyon oranında dahi zam vermedi. Son olarak memurlara ve memur
emeklilerine 2026 yılı için verdikleri zam da resmi enflasyon oranının altında
kaldı.
Kamusal hizmetler: ya paralı ya da içi
boşaltılmış!
Ayrıca eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere,
hemen hemen tüm kamusal hizmetler paralı hale getirildi ya da nitelik olarak
çökertildi. İnsanlar ihtiyaç duydukları bu hizmetleri alabilmek için
ceplerinden ödeme yapmak ve çoğu kez de borçlanmak zorunda kalıyorlar. Dahası bu
hizmetlerin temel finansmanı biçimi olan vergilemenin yükünü de emekçiler akaryakıtta
olduğu gibi ÖTV ve KDV gibi dolaylı ve Gelir Vergisi gibi dolaysız vergilerle taşıyorlar.
Yani yurttaş üzerinde çifte bir zulüm söz konusu:
iktidar ücret ve maaşları yoksulluk, hatta açlık sınırının altında tutarken,
özelleştirilerek paralı hale getirilen kamu hizmetlerinin bedelini de halktan
topladığı vergilerle karşılıyor. Kendi lüks harcamalarındansa asla vazgeçmiyor.
Bu ve benzeri uygulamalara uluslararası literatürde “kemer
sıkma” adı veriliyor ancak bizdeki uygulamayı “ümük sıkma” olarak adlandırmak
daha yerinde olur.
Madalyonun diğer yüzü
İşte bu uygulamalarla, ülkenin son aylarda hızla açık
bir diktatörlüğe sürüklenmesi arasında kuvvetli bir ilişki var. 19 Mart’tan bu
yana, yine yargı ve yürütme iş birliği ile önce ülkenin en güçlü Cumhurbaşkanı
adayı olan İmamoğlu’na ve CHP’li diğer belediyelere, ardından da Anayasa ve
seçim yasaları açıkça çiğnenerek, doğrudan CHP örgütüne yönelik olarak
başlatılan operasyonlar ve atanan kayyımlar iktidarın ve ardındaki sermaye çevrelerinin
tercihini otoriterliği aşıp açık diktatörlüğe doğru ilerlemek biçiminde yaptığını
gösteriyor.
Ülkeyi yöneten oligarşi hiçbir şekilde iktidardan
gitmek istemiyor, bunun için de karşısındaki tüm güçleri parçalara ayırarak
sırasıyla etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Yani kendilerini yenebilecek bir
demokratik muhalefete ve bunu sağlayacak seçimlere izin vermeyecekler gibi
görünüyor. “Terörsüz Türkiye” stratejisi ile DEM Parti’nin muhalefeti pasif bir
sessizliğe büründürülürken, artık ülkenin birinci partisi olduğu ortaya çıkan CHP
parçalanarak etkisizleştirilmeye çalışılıyor.
“Kemer sıkma faşizmin ebesidir”
Diğer yandan Türkiye’de insanların çok büyük bir
bölümü mutsuz ve öfkeli. Çünkü kamu hizmetlerinin niteliği bozuluyor ve giderek
daha da paralı hale getiriliyor. Ücret ve maaşlar olduğu yerde sayıyor, hatta
yüksek enflasyondan ve adaletsiz vergilerden dolayı reel olarak düşüyor. Eğitim
bir bütün olarak yerlerde sürünürken, öğrencilere günde bir öğün ücretsiz yemek
verilmezken, yüksek öğrenimdeki öğrenciler sığınacak yurt bulamıyorlar. Sağlık
hizmetleri hem giderek paralı hale geldi hem de kötüleşti. Devasa büyüklükteki
şehir hastaneleri doktor ve diğer sağlık çalışanı yetersizliği yaşıyor. Dahası
hastalar uygun bir biçimde özel hastanelere yönlendiriliyor.
Bu kötüye gidişten ilk elden 23 yıldır ülkeyi yöneten
aşırı sağcı iktidarlar sorumludur. Buna rağmen, iktidara karşı güçlü bir sol-sosyalist
alternatif oluşturulamadığından, başta gelecekten umutlarını kesmiş olan gençler
olmak üzere, insanlar demokratik çözümlere değil, güçlü gözüken aşırı sağcı otoriter-faşizan
liderlere yöneliyorlar. Kısaca devlet halkı terk ettiğinde, otoriterler devreye
giriyor.
Güçlü bir sol yoksa mutsuz kitleler
faşizme yönelir
Aslında bu yönelim tarihte sıkça yaşanan bir durum: tarih
açıkça kemer sıkmanın faşizmin geliştiği koşulları yarattığını ortaya koyuyor.
Hükümetler kamu hizmetlerini ortadan kaldırdığında ya da içini boşalttığında, güvenlik
ağlarını zayıflattığında ve eşitsizliği derinleştirdiğinde, insanlar
demokrasiye olan umutlarını kaybediyor ve otoriter “güçlü liderlere” yöneliyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Weimar Almanya'sı, Nazilere yönelim
anlamında, bunun en somut örneklerinden biridir. İngiltere’de bugün Reform UK Partisi
adıyla aşırı sağcı bir partinin giderek iktidara alternatif hale gelmeye
başlaması bu eğilimin zaman ötesi olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de otoriter rejim iki otoriter, aşırı sağcı
liderin temsili iktidarında yıllardır hüküm sürüyor. Ancak son aylardaki bir
strateji değişikliğini gözden kaçırmamak lazım: ülke iktidar bloku eliyle açık
bir diktatörlüğe sürükleniyor.
Bir diğer olasılıksa (daha uzun vadeli) açık
diktatörlüğe böyle bir savruluşun, kitle desteğiyle birlikte, bugün oy oranı
yüzde 5-6’lar civarında olan ve CHP’nin parçalanması halinde özellikle de
ulusalcı CHP tabanını kendine çekmeye namzet olan Zafer Partisi ve veya İYİP
aracılığıyla gerçekleştirilebilecek olmasıdır. Özellikle de gençler arasında
popüler olan aşırı sağcı popülist Zafer Partisi’nin yükselişi demokrasi için
pek hayra alamet değil.
Faşizmi besleyen kanallar
Faşizm ekonomik kriz ve kemer sıkmanın neden olduğu güvensizlikten,
gelecek korkusundan ve buna karşılık aşırı sağcı-faşist partilerin yaydığı sahte
umut duygusundan beslenir.
Bir başka deyişle, demokrasiyi kemer sıkma
politikaları zayıflatır çünkü kamu hizmetleri demokrasinin hayata geçmiş
halidir. Devlete, resmî kurumlara ve ana akım siyasal partilere olan güven
ortadan kalktığında, kitleler güçlü popülist liderlere yönelirler ve faşizm bu
şekilde büyür. Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’nin yükselişi böyle
olmuştur.
Özetle, maalesef yakın gelecekle ilgili iki olası senaryo
da demokrasi, barış ve özgürlükler karşıtı, otoriterliği aşan bir açık
diktatörlüğün tesis edilmesini içeriyor.
Ne yapmalı?
Yapılacak şey üçüncü bir senaryoyu yazmak ve bunu
derhal hayata geçirmektir. Bunun için geçmişte faşist rejimlere karşı
önerilenlerin başında gelen bir “anti faşist birleşik cepheyi” inşa etmek
gerekiyor.
Bu bağlamda CHP’ye yönelik bu saldırıların karşısında
amasız fakatsız bir biçimde CHP’nin yanında durmak ve onu savunmak bir
antifaşist görevdir. Tutumu kısa vadeli ekonomik çıkarlar ile sınırlandırılmış işçi
sendikalarının örgütsüz, dağınık ve son derece zayıf hali dikkate alınarak,
açık diktatörlükten zarar görecek olan tüm kesimlerini bu birleşik cepheye
dahil etmek gerekiyor. Mesele bu noktada bu işlevi yerine getirecek olan bir
siyasal özneyi inşa etmektir.
Bu noktada ülkenin en örgütlü halklarından biri olan
Kürtlerin tutumu son derece önemlidir. Kürtler “Barış ve Demokratik Toplum
Sürecini” ilerletmek için çaba sarf etmeyi sürdürürken, aynı zamanda ülkenin
açık bir diktatörlüğe doğru sürüklendiğinin bilincinde olarak, böyle bir birleşik
anti faşist cephenin sürükleyicisi parçası olmak zorundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder