19 Ekim 2020 Pazartesi

Verginin izini sürmek

 

Verginin izini sürmek

Mustafa Durmuş

19 Ekim 2020

Batıda bir söz vardır: “Follow the Money”. Yani parasallaşmış bir toplumdaki ilişkileri, ne olup bittiğini ya da olabileceğini anlamak istiyorsan “paranın izini sür”.

Bu söz Türkiye’de de geçerli. Nitekim özellikle de ballı devlet ihalelerinden elde edilen parasal servetin son 18 yılda hangi sektörde, hangi az sayıda büyük şirkette toplandığı hem rejimin karakterini, ülkeyi yönetenlerin tutum ve davranışlarını, hem de bundan böyle neler olabileceğini anlamamıza yardımcı olabilir. (1)

Faizin izi bizi nereye götürüyor?

Bu alanda izinin sürülmesi gereken bir diğer gösterge ülkedeki faiz oranları. Bilindiği gibi uzunca bir süredir faiz oranları olması gerekenin çok altında (ve eksi reel faizle) tutuldu zira iktidara en yakın sektör inşaat ve alt yapı (dolayısıyla da finans) sektörüydü. İktidar sahipleri de ekonomik ve politik geleceklerini büyük ölçüde bu sektör üzerinden kurguladı. Devasa servetler burada biriktirildi, aynı zamanda da ülkenin çehresi değiştirildiğinden halk nezdinde sanal bir zenginleşme algısı yaratıldı.

Ancak bu strateji enflasyonu körükledi, dolarizasyonu artırdı, kurları ciddi biçimde yükseltti, Merkez Bankasının döviz rezervlerini eritti, ülkenin risk puanını yükseltti, halkı yoksullaştırdı, işsizliği 10 milyonu üzerine çıkarttı. Kısaca ekonomiyi batmanın eşiğine getirdi.

Böyle olunca, hızla taban kaybetmeye başlayan iktidar bloku ekonominin bu gerçekleri karşısında faiz oranlarını tekrar yükseltmek durumunda kaldı. Önümüzdeki hafta Merkez Bankası faiz oranlarını 100 baz puan civarında artırırsa bu sürpriz olmaz. Kısaca para ve servetin yanı sıra faizin de izini takip etmek neler olabileceğini anlamak açısından son derece önemli.

Ancak önemli bir izleme aracı daha mevcut: Vergi. Yani vergileme alanındaki son zamanlarda (özellikle de Ekim ayından itibaren), yapılan düzenlemelere bakarak neler olduğunu, kimlerin kollandığını ve gelecekte neler olabileceğini (kısmen de olsa) kestirebilmek mümkün.

Verginin izini sürmeden önce devlet maliyesi ile ilgili güncel bir durum tespiti ile işe başlayalım.

Bütçe açığı artmaya devam ediyor

Geçen ayki bir yazıda (2) bu yılın Ağustos ayında bütçenin 28,2 milyar lira fazla vermesinin bizi yanıltmaması gerektiğini, bütçe açıklarının artarak süreceğini, hatta bunun bir devlet mali krizi göstergesi olduğunu vurgulamıştık.

Nitekim 16 Ekim’de açıklanan Bütçe Gerçekleşme Raporu bizi doğruladı. Çünkü bu yılın Eylül ayında Merkezi Yönetim Bütçe giderleri 108,6 milyar TL, bütçe gelirleri 78,9 milyar TL ve bütçe açığı 29,7 milyar TL olarak gerçekleşti. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri geçen yılın aynı ayına göre yüzde 34,5 oranında artarak 92,4 milyar TL, faiz dışı açık ise 13,5 milyar TL oldu. Böylece bütçe açığı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 67’den fazla, faiz dışı açık ise yüzde 142’den fazla bir oranda artmış oldu. (3)

 9 ayda bütçe açığı hedefi aşıldı, faiz dışı açık yüzde 657 arttı

Kümülatif olarak bakıldığında (2020 yılı Ocak-Eylül dönemi) merkezi yönetim bütçe giderleri 870,0 milyar TL, bütçe gelirleri 729,4 milyar TL ve bütçe açığı 140,6 milyar TL olarak gerçekleşti. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 762,2 milyar TL ve faiz dışı açık ise 32,8 milyar TL oldu.

Bu dönemde bütçe açığı yüzde 64 oranında, faiz dışı açık ise yüzde 656,6 oranında arttı. Ödenen faiz tutarı ise 108 milyar TL’yi buldu. Yani hem faiz harcamalarında, hem de faiz dışında kalan devlet harcamalarında ciddi bir artış söz konusu.

Gelir vergisi tahsilatları yüzde 4, kurumlar vergisi yüzde 41 azaldı

Harcamalar kısmı böyle iken bütçenin gelirler kısmında da ciddi sorunlar mevcut. Öyle ki bu yılın Eylül ayında bütçe giderleri yüzde 34,4 artarken, bütçe gelirleri sadece yüzde 25,1 oranında artabildi. Gelir Vergisi yüzde 4’ten fazla ve Kurumlar Vergisi yüzde 41’den fazla azalış gösterdi. En hızlı artan vergi ise yüzde 57,1 ile ithalde alınan Katma Değer Vergisi (KDV) oldu. (4)

Kümülatif olarak (2020 yılı Ocak-Eylül dönemi) bütçe giderleri yüzde 17,6; buna karşılık bütçe gelirleri yüzde 11,6 arttı. Bu 9 ayda en fazla artan gider faiz gideri oldu  (yüzde 32,6). En fazla artan vergiler ise Kurumlar Vergisi yüzde (41,8) ve ÖTV oldu (yüzde 34,3).

Ancak Kurumlar Vergisinin toplam vergiler içindeki payının sadece yüzde 8-9 civarında olduğunun ve bu verginin tamamına yakın bir kısmının en büyük 6 bin şirket tarafından ödendiğinin altını çizelim.

Kısaca bu yılın hem Eylül ayına, hem de kümülatif olarak ilk 9 ayına ilişkin resmi bütçe gerçekleşmeleri bütçe açığının artarak sürdüğünü,  2020 yılına ait açık hedefinin ilk 9 ayda aşıldığını, devlet mali krizinin göstergelerinin giderek olgunlaştığını gösteriyor.

Bu arada,  9 Ekim tarihli bir torba yasa düzenlemesi ile hem bütçedeki harcama kalemlerinin dağılımının izlenmesinin zorlaştırıldığını, hem de borçlanma yetkisinin iki katına çıkartılarak bu yıl itibarıyla 308 milyar TL’lik bir borçlanma yetkisi alındığını (daha önce de) vurgulamıştık.(5)

 

Sermayeyi vergilendirmek yerine ondan borç almak

Böylece Özal’dan (1983) bu yana sıklıkla yapılageldiği gibi, vergileme kaynaklarını kurutan ya da sermayeyi vergilendirmek istemeyen iktidarlar kamu finansmanı ihtiyaçlarını giderek artan biçimde borçlanma yolu ile giderme aşamasına geçmiş durumdalar.

Ayrıca özel şirketlerin devletten birikmiş 250 milyar TL’lik bir devreden KDV alacağının olduğu da biliniyor.(6)  Maliyenin bunu bir anda ya da aylık düzenli taksitler biçiminde ödemesi halinde mali krizin derinleşeceği açık.

İlaçta ve tıbbi cihazda devlet ile firmalar arasındaki yaşanan ödeme krizinin ardından, kamu kurumlarının firmalardan “alacaklarından feragat etmeleri talebinde bulunmasına” karşılık olarak sektör temsilcilerinin sokağa çıkmaları devlet maliyesinin daha zor günler yaşayacağının bir diğer göstergesi. Çünkü ilaçta yabancı ilaç şirketlerinin alacağının 2,3 milyar doları bulduğu, tıbbi cihazda ise 20 milyar TL civarında olduğu ileri sürülüyor. (7)

Devlet harcamalarındaki bu hızlı artışa karşılık (özellikle de Korona Salgının derinleştirdiği ekonomik krizle beraber)  vergilerdeki gerileme de çok önem kazanıyor, kazanacak.

Öyle ki çok büyük bir ihtimalle hükümet, sektörden gelen talebi de dikkate alarak bu ayın sonunda vergi ve sosyal güvenlik borçlarını yeniden yapılandıracak. Bu da en azından gelecek yıla kadar Hazineye yeterli vergi gelirinin giremeyeceğinin bir göstergesi.

Tahsilat/ tahakkuk oranlarında ciddi düşüş

Devlet gelirlerindeki ve asıl olarak da vergilerdeki gerilemeyi tahsilat/ tahakkuk oranlarından da izleyebilmek mümkün. Maliye Bakanlığı bununla ilgili verileri il bazında sunuyor.

Bu çalışmada İstanbul’daki tahsilat/tahakkuk oranlarını kullanacağız. Çünkü İstanbul ili sadece finans, sanayi ve ticaretin merkezi değil, vergilerin en fazla toplandığı il. Aşağıdaki Tablo 1 bu amaçla düzenlendi.

Tablo 1: 2020 Yılı İstanbul İli Bütçe ve Vergi Gelirleri Tahsilat/Tahakkuk Oranları - % (parantez içi yüzde veriler 2019 yılı aynı aylarına ait veriler ve fiilen tahsil edilen vergi miktarlarıdır)

 

Vergi türü

Nisan (%)

May (%)

Haziran (%)

Temmuz (%)

Genel bütçe gelirleri

31,6 ( 32,0)

36,3 (37,2)

40,2 (41,1)

44,8 (45,7)

Beyana dayalı Gelir Vergisi

1,1 (27,4)

24,1 (28,1)

27,0 (28,5)

42,0 (45,8)

Stopaja dayalı Gelir Vergisi

60,7 (67,4)

(24,3 milyar TL)

63,2 (71,2)

(28,6 milyar TL)

63,2 (74,2)

(24,5 milyar TL)

63,2 (76,9)

(28,6 milyar TL)

Basit usulde toplanan Gelir Vergisi

43,0 (28,2)

(50,5 milyon TL)

43,4 (29,8)

(51 milyon TL)

47,6 (36,8)

(56,2 milyon TL)

49,6 (43,0)

(58,8 milyon TL)

Beyana dayalı Kurumlar Vergisi

-1,3 (10,8)

-0,4 (14,1)

5,9 (13,9)

5,6 (16,2)

Dâhilde alınan Katma Değer Vergisi (KDV)

20,9 (23,3)

22,6 (26,8)

23,1 (29,8)

26,9 (33,9)

Özel Tüketim Vergisi (ÖTV)

77,3 (76,7)

81,7 (79,7)

86,0 (79,7)

88,0 (84,4)

Alkollü içkilerden alınan ÖTV

83,6 (76,7)

(2,4 milyar TL)

87,4 (93,8)

(2,7 milyar TL)

91,6 (95,1)

(3,1 milyar TL)

94,6 (95,7)

(4,2 milyar TL)

Bu tablodan da görülebileceği gibi (8); Salgının etkili olmaya başladığı Nisan ayından Temmuz ayına kadar genel olarak bütçe gelirlerinde tahsilat/ tahakkuk oranları yüzde 50’nin altında kalıyor. Yani resmileşen vergi alacağının yarısından azı ancak tahsil edilebildi.

Her 100 liralık tahakkukun sadece yüzde 6’sı tahsil edilebildi

Bu oran, dolaysız vergilerde; sadece büyük kısmı ücretlilerce ödenen Gelir Vergisi stopajlarında yüzde 63’ü biraz aşıyor. Beyana dayalı Kurumlar Vergisinde Temmuz’da dahi sadece yüzde 5,6 olabildi. Yani kesinleşen her 100 liralık Kurumlar Vergisinin sadece 5,6 lirası tahsil edilebildi.

Dâhilde Alınan KDV’de bu oran yüzde 26,9 olurken, beklendiği gibi Özel Tüketim Vergisinde yüzde 88 oldu. Üstelik geçen yıla göre bu vergide bu oran yüzde 4 civarında arttı.

Aşırı vergi öldürüyor!

Burada çarpıcı olan bir diğer şey; son günlerde evde rakı yapımı nedeniyle 60’a yakın insanımızın öldüğü alkollü içecekler ile ilgili. Zira bu içeceklerin üzerinden alınan KDV’deki tahsilat/tahakkuk oranı çok yüksek. Öyle ki Temmuz ayında yüzde 94,6 oldu.  Temmuz ayında tek başına böyle içkilerden devletin kasasına 4,2 milyar lira ÖTV geliri girdi.

Kuşkusuz çok tuhaf bir durumla karşı karşıyayız: Çok yüksek vergi oranları aracılığıyla içki içenler cezalandırılıyor. Bu vergiler yüzünden içkisini evinde yapmak isteyenler zehirlenerek ölüyor. Bu arada da bu vergiler Maliye açısından verimi en yüksek, tahsilat oranı en yüksek vergiler olarak sistemde yerlerini koruyor.

Ayrıca alkollü içkiler; petrol, motorlu taşıtlar, tütün ürünleri ve dayanıklı tüketim mallarından sonra en büyük beşinci ÖTV kalemini oluşturuyor. Bu içeceklerden yüzde 63 oranında ÖTV,  ayrıca yüzde 18 oranında KDV alınıyor. Bunun sonucunda;  70’lik bir şişe rakıdan 103 lirayı aşan tutarda bir vergi alınıyor. (9) Böyle olunca da markette 70’lik bir Yeni Rakı’nın fiyatı 170 lirayı, restoranlarda ise 300-400 lirayı bulabiliyor.

Vergi yükünü adil dağıtan, kamu gelirini artıran vergiler gerekiyor, ancak…

Durum böyle olduğunda normalde ülkeyi yönetenlerden beklenen vergi gelirlerini (Salgının adaletsizliği ve yoksulluğu daha da artırdığı gerçeğinden hareketle, daha adaletli bir vergi yükü dağılımı da sağlayarak) artırmasıydı.  

Öyle olmadı, bırakın yüksek gelirlilerin vergisini artırmayı ya da servet vergisi koymayı; iktidar Eylül ayında sermaye kesimine 10 milyarlarca liralık vergi indirimi, istisnası ve muafiyeti sağladı. Yani alması gereken vergileri almadı. Bunu yaparken de bir kayırmacılığa daha imzasını attı ve (9 Ekim tarihli Resmi Gazetede açıklandığı gibi)  iktidara çok yakın olduğu bilinen bir şirketten 9,5 milyar liraya varan vergiyi almaktan vazgeçti.

Tek bir şirkete 9,5 milyar liralık vergi teşviki

Aşağıdaki tablo toplamda 8 sayfayı bulan bu teşvik listesinin özetlenmesiyle oluşturuldu. (10) Buna göre sadece Eylül ayı içinde 128 iş ve faaliyete (ve bu faaliyetleri gerçekleştiren onlarca büyük şirkete) vergi istisnası, muafiyet ve indirimi sağlandı.

Bu teşviklerden en fazla yararlanan sektörün inşaat sektörü olduğu listeden anlaşılıyor. Zira projelendirme ve mühendislik hizmetleriyle birlikte toplam 67 faaliyet bu teşviklerden yararlandı. Bunu sanayi-imalat ve turizm/konaklama sektörleri izliyor.

Teşviklerin boyutu ise dudak uçuklatıyor. En fazla kayırılan şirketten sonra sırasıyla; teşvik miktarı 533 milyon TL’den geriye doğru, 389 milyon TL’ye gidiyor. Ayrıca bazı şirketlere dolar ve avro cinsinden teşvik sunuluyor (bu tabloda kolaylık olsun diye sadece 35 milyon TL’nin üzerindeki teşviklere yer verildi).

Askeri-sanayi karması şirketlere 310 milyon liralık vergi teşviki

Burada gözlerden kaçan bir başka olgu ise siyasal iktidarın militarizmi yükseltmeye dönük askeri- sanayi karması faaliyetler ve bunları üreten şirketlere (devlet ve özel sektör) verdiği destek. Öyle ki (tablo 2’ de gösterildiği gibi) bu alanda ilk bakışta 3 şirkete (1 devlet, 2 özel) toplam 310 milyon liralık bir vergi teşviki sağlandığı göze çarpıyor.(11)

Ayrıca 14 Ekim 2020 tarihli Resmi Gazetede yer alan 3081 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile insansız-silahsız hava araçlarını (İHA ve SİHA)  üreten BAYKAR Savunma A.Ş. için gümrük muafiyeti getirildi.

Tablo 2: Vergi İstisna, Muafiyet ve İndirimlerinden 1-30 Eylül 2020 Tarihleri Arasında Faydalanan Şirketlerin Listesi

A.   İnşaat alanındaki en büyük 10 teşvik (milyon TL):

Toplam

 

Kalyon İnş.

EN-EZ İnş.

Unitek - Vemak

Mimaray İn.

Servet Alpaslan

Müh.

Kayaoğlu

İnş.

Mustafa Ekşi

İnş.

Gelişim İnş.

Tele Mobil

Yeni Fidan İnş.

 

10,924

9,450

533,3

389,0

99,4

70,2

68,8

53,4

47,5

39,5

35,5

 

 B.   Askeri-Sanayi Karması şirketlerine verilen teşvikler (milyon TL):

Aselsan

BMC

Tusaş

140,5

98,8

70,5

Vergi teşviklerini, verilen büyük devlet ihaleleriyle birlikte düşündüğümüzde rejimin nasıl bir “ahbap-çavuş-akraba” kapitalizmi üzerinde oturduğunu da görebilmek zor olmuyor.

Ahbap-çavuş-akraba kapitalizmi üzerine kurulan bir siyasal rejim

Ağustos ayındaki bir  21/b ihalesiyle, yaklaşık 10 milyar TL’lik Bandırma-Bursa-Yenişehir-Osmaneli Yüksek Standartlı Demiryolu ihalesini iktidara yakın Kalyon İnşaat aldı. (12) Keza 9 Ekim’de TL karşılığı 21,4 milyar TL’lik Ankara-İzmir Yüksek Hızlı Tren Yapımı Projesi'nin son ihalesi, pazarlık usulüyle, duyurulmadan ve TL değil döviz üzerinden gerçekleştirildi (büyük projenin maliyetiyle ilgili devletin resmi dokümanlarında ciddi tutarsızlıklar olduğu ileri sürülüyor). (13)

Yeni torba yasada sermayeye sunulan bol keseden yeni teşvikler

Bu teşvik de yetmedi. Yeni bir torba yasa (14)  ile hem Gelir Vergisi Kanunu’nun Geçici 67. Maddesinde düzenlenen ve faiz dâhil finansal gelirlerin vergisini sıfıra kadar düşüren uygulamanın 2025 yılına kadar devam ettirileceği (Madde 14), hem de Kurumlar Vergisi oranının 5 puan düşürüleceği (Madde 33) anlaşılıyor.

Keza bu torba yasa ile yurt dışında ve yurt içinde servetlerini kayıt dışı tutanların kayıt altına girmeleri halinde, bunlardan vergi alınmayacağı ve geriye dönük her hangi bir vergi incelemesi yapılmayacağı hükmü getiriliyor (Madde 17). Bunun da bir kısım kara paranın aklanması ile sonuçlanması kaçınılmaz olacak.

Ayrıca kanun teklifi ile e-ticaretten elde edilen gelire (ciroya göre artan istihdam koşulu şartıyla) uygulanmak üzere yüzde 50 gelir vergisi istisnası öngörülüyor. Esnek (güvencesiz) çalışmanın teşvik edilmesi için gelir ve damga vergisi istisnası getiriliyor. 25 yaş altı ve 50 yaş üstü işçilerle yapılacak çalışma şartları esnetiliyor. 25 yaşın altında olan çalışanlar için daha düşük prim ödeme olanağı sağlanıyor.

Halka sabır ya da askıda ekmek

 “Her şey birbiriyle ilişkilidir” bilimsel tespitinden hareketle, bu gelişmeleri iktidar blokunun son söylemleri ile ilişkilendirmek gerekiyor.

Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı halka “mümin olmanın sabretmeyi gerektirdiği” yönünde telkinde bulunurken, iktidar blokunun diğer ortağı askıda ekmek kampanyası düzenledi. (15) Bu açıklamaların, seçmenlerin bu partilerden  giderek uzaklaşmasını ne ölçüde durdurabileceği bugünden bilinemese de, ülkenin ne kadar zor duruma düştüğünü gösterdiği çok açık.

Sonuç:  verginin izi ufukta bir erken seçime işaret ediyor

Ekonomi, devlet maliyesi, devlet harcamaları ve vergiler bu durumdayken, eğer zenginlere, sermaye şirketlerine dönük vergi indirimlerine, muafiyet ve istisnalara devam ediliyorsa, bunlara yenileri ekleniyorsa,  devlet lüks tüketim harcamalarından vazgeçmiyorsa, bu durum iktidarın toplumsal sınıflar karşısındaki pozisyonunu gösterdiği gibi, iktidar blokunca (resmen kabul edilmese de) ufukta bir erken seçimin öngörüldüğünü de gösteriyor.

İlave olarak, bir üst yargı kurumuna dönük söylemlerin sertleşmesi, genel olarak muhalefet üzerindeki baskıların artması ve HDP’nin olası bir seçimin dışında tutulmasını sağlamaya dönük son operasyonlar erken seçim ihtimalinin iktidar blokunca da göz ardı edilmediğini doğruluyor.

Bu yüzden de siyasal iktidar, hem giderayak sermaye gruplarına daha fazla kaynak aktarmak istiyor, hem de ekonomide (sürdürülmesi mümkün olamasa da) yapay bir canlanma ile iktidarda kalmak istiyor.

Vergi alanındaki son gelişmeleri, Salgın nedeniyle çöken ekonomiyi ayağa kaldırmaktan ziyade, bu yönde atılan siyasal adımlar olarak okumak daha doğru sanki.

Dip notlar:

(1)   Bahadır Özgür, “Başkan ve milli oligarkları”, https://www.gazeteduvar.com.tr (13 Ekim 2020).

(2)   https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/bir-aylik-bir-butce-fazlasi-hikayesi-kemer-sik-daha-fazla-vergi-ode (21 Eylül 2020).

(3)     T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Aylık Bütçe Gerçekleşme Raporu -Eylül 2020, (16 Ekim 2020).

(4)     Agr.

(5)     https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/18-yilda-ileri-demokrasi-den-tekci-rejime-ekonomide-sahlanmadan-cokuse (12 Ekim 2020).

(6)     https://ogunhaber.com/yazarlar/abdullah-tolu/devreden-kdv-250-milyar-tlye-yaklasti-reel-sektore-iadesi-icin-tam-zamani (22 Temmuz 2020).

(7)     https://tr.euronews.com/2020/09/24/abd-li-buyukelcisi-turkiye-nin-ilac-borcu-2-3-milyar-dolara-yukseldi-sirketler-sat-s-durdu (24 Eylül 2020); https://www.dunya.com/ekonomi/tibbi-cihazcilar-ulusa-cikiyor-haberi (16 Ekim 2020).

(8)   “İstanbul ili genel bütçe gelirlerinin tahsilatı, tahakkuku ve tahsilat/tahakkuk oranı, kümülatif Ağustos 2020”, muhasebat.hm.gov.tr (17 Ekim 2020).

(9)     https://gazetemanifesto.com/2020/alkollu-iceceklere-ve-sigaraya-yeni-zam (4 Temmuz 2020).

(10)                     9 Ekim 2020 Tarih ve 31269 Sayılı Resmi Gazete.

(11)                      Agg.

(12)                     https://twitter.com/cigdemtoker/status/1314479073310191617.

(13)                      https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/cigdem-toker/21-4-milyar-tllik-ihale-pazarlikla (14 Ekim 2020).

(14)                      İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi (16 Ekim 2020 tarih 126 sayı).

(15)                    https://www.birgun.net/haber/erdogan-muminin-gorevi-yoklukta-sabretmektir (6 Ekim 2020); https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/bahceli-askida-ekmek-kampanyasi-baslatti (16 Ekim 2020).

 

13 Ekim 2020 Salı

İşçi sınıfını iktisat kitaplarına sokan bir bilim insanını daha kaybettik

 

İşçi sınıfını iktisat kitaplarına sokan bir bilim insanını daha  kaybettik

Mustafa Durmuş

13 Ekim 2020

Kaliforniya Devlet Üniversitesi’nde 40 yıldan fazla öğretim üyeliği yapmış olan Prof. Dr. Michael A. Perelman, 21 Eylül 2020’de, 80 yaşında Kaliforniya’da hayata veda etti.

Perelman doktorasını tarım ekonomisi üzerine yapmış olsa da, asıl alanı iktisat tarihiydi. İleri Ekonomistler Ağı’nın (Pen-1) onlarca yıl kolaylaştırıcılığını da yaptı,  19 kitap, çok sayıda makale yazdı, kitaplarından ikisi Monthly Review yayınlarından çıktı. Ayrıca tüm dünyada muhtelif ekonomi panellerinde konuşmalar yaptı. Perelman öğrenmeyi, yazmayı, öğretmeyi çok seven bir bilim insanı olarak tarif ediliyor.

Arkadaşlarından Prof. M. Yates onu “radikal bir bilinci olan, ancak son derece yumuşak ve kapsayıcı bir üsluba sahip biri” olarak tanımlıyor.

Geride çok sevdiği karısı Blanche, kızı Jessica, kardeşi Dale ve binlerce kendini seven ve özleyecek olan öğrenci bıraktı.

Huzur içinde uyusun…

“Kapitalizmin Gizli Kelepçeleri”

Ben Prof. Perelman’ı “Kapitalizmin Görünmeyen Kelepçeleri” (The Invisible Handcuffs of Capitalism, 2011) adlı kitabı aracılığıyla tanıdım. Sosyal ve ekonomik meselelere olan eleştirel yaklaşımı ve iktisadi doktrinler tarihi konusundaki derin bilgisi beni çok etkiledi.

Kitaplarında işçileri görünür kılan bir iktisatçı

Perelman’ın bende yarattığı asıl etki onun kitaplarında işçi sınıfını görünür kılma çabasıdır. Kapitalizmin Görünmeyen Kelepçeleri adlı kitabının “Nesneler olarak işçiler” bölümünde şunları söyler:

“İşçi dünyasına ilgisizlik popüler kültürün önemli bir parçası haline getirildi. Tipik bir gazete iş âlemine ve borsalara sayfalarca yer ayırırken işçilere satırlık yer vermiyor. Bu durum kârlarını işçileri daha ağır koşullarda çalıştırarak daha da artıranlar açısından oldukça anlamlı bir durumdur. Onların derdi emtiayı en ucuz maliyetle üretmek olduğundan bunun sonuçlarının ne olacağını düşünmezler”.

“Zorlamanın iktisat teorisinde yeri olmaz” diye bilinir. İktisat emek gücü piyasasını tamamıyla gönüllü anlaşmalar olarak tanımladığından işçilerin daha işin başında uğradıkları travmalarla ilgilenmez. Gerçekte, bazı yasal kısıtlamalar olsa da, bir işçi işyerine ayak bastığı anda işveren onu despotik gücü ile ezmeye başlar.

İktisatçılara göre istihdam edilen işçi sadece bir işçidir, yani jenerik ürün faktörünün sadece bir parçasıdır, sermaye ya da toprak gibi soyut bir kategoridir. Soyut olan hiçbir şey de ölçülemez”.

İşkence aleti işlevi gören piyasalar

Perelman kapitalizmde sermayenin, piyasaların işçi sınıfı üzerindeki etkilerini antik Yunan’daki “Procrustes” veya “Kasnak” adı verilen bir işkence aleti metaforu iler anlatır:

“Farklı bir teoloji düşünün – bir antik Yunan efsanesi. Damastes adında bir eşkıya Attica’da ki Eleusis yakınlarında terör estiriyordu. İnsanlar ona Procrustes veya “Kasnak” adını vermişlerdi çünkü eline düşen gafil yolcuları geceyi demir bir yatakta geçirmeye mecbur bırakıyordu. Kısa boyluları yatağa sığmaları için gerdirerek, uzun boyluları yine yatağa sığdırmak için uzuvlarını kesmek suretiyle misafirlerini sadistçe öldürüyordu. Söylendiğine göre sadizmi bölgeyi bir çöle çevirmişti. Sonuçta Atina Kralı olan Theseus onu yakaladı ve aynı muameleyi ona uygulayarak Procrustes’in estirdiği terörü sona erdirdi.

Mitolojik referansların ekonomi ile ilgili bir kitapta yeri olup olmadığı tartışılabilir, ancak ekonomi dili o kadar sapkın bir hale geldi ki, onu alışık olunmayan bir bağlamda yeni bir çerçeveye oturtmak gerekiyor. Nihayetinde Taylor’un “sistem her şeyden önce gelmelidir” deyimi, insanların modern ekonominin talimatlarına uymaları gerektiğini söylüyor. Aslına bakılırsa, Taylor bu sözleriyle Procrustean yataktaki vidaları daha da sıkıyor.

Radikal biri olmayan Alman sosyolog Max Weber  de: “ Piyasa insanların dâhil olabileceği gündelik hayatın en gayri şahsi ilişkisidir” gözlemiyle Procrustean dünyanın katı ruhunu net bir şekilde yakalamıştı”.

“Beşeri Sermaye” kavramının yanlışlığı

Perelman’ın bir diğer eleştirisi “beşeri sermaye” kavramı ile ilgilidir. Kitabında bu konuda şunları söyler:

“Beşeri sermaye terimi insan varlığını cansız nesnelerle birleştiren bir terimdir. Ana akım iktisat beşeri sermayeyi ekonomideki ajanların gelir yaratmaya dönük üretken kapasiteleri olarak tanımlar. Ancak bu tanım işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını içermez. Bu nedenle de okullarda aldıkları eğitimin süresi ile ilişkilendirerek ölçüm yapar.

Eğitim alamayan, ağır işlerde ve düşük ücretlerle çalışanların mevcut durumları bu kavram ile meşrulaştırılır. Eğitimin ırka, cinse ve sınıfsal konumlara göre nasıl değiştiği gerçeği de unutulur. Bu kavram işçiyi insanlık halinden çıkartıp, işyerinde cansız, sabit bir sermaye malı konumuna indirger. Oysa bir insan olarak işçi, sadece pasif, aldığı emirleri uygulayan bir araç değildir. İşçiler kapasiteleri, arzuları, umutları olan varlıklardır.

Diğer yandan beşeri sermaye kavramı insanı diğer sermaye biçimlerine indirger. Yani insan varoluşunun diğer kısımları da sermaye biçimlerine indirgenir. Günümüzde 16 tür sermaye kavramından söz edilir: Entelektüel, dini, doğal, dijital, psikolojik, politik, aile, bilgi vb. Bu durum Thatcher’in “piyasalardan başka alternatif yoktur” demek olan TINA’sı ile ilişkilidir. Yani ona göre piyasa mantığına uygun düşmeyen hiçbir şey anlamlı değildir”.

“X- Etkinliği”

Son olarak “X- Etkinliği” kavramıyla ilk kez onun kitabı aracılığıyla tanıştım. Paretocu Etkinlik kavramı dışında iktisadi etkinliği mikro düzeyde ele alan bu kavramın ilk kez Liebenstein tarafından 1960’lı yıllarda kullanıldığını onun kitabından öğrendim.

Liebenstein’e göre iktisatçılar işletmelerin performanslarının ardındaki güçleri ortaya çıkarmalıydı, ancak kullandıkları ekonomik modeller bunu sağlayamıyordu. Bu nedenle de düşüncelerini bir ekonomik model ile değil, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında yer alan bir kavrama dayanarak açıkladı: “X Faktörü”.

Tolstoy “birbirinin aynı olan iki ordunun bir biri ile savaşı halinde birinin kazanmasına imkân veren şeyin onun manevi bir ‘X- Faktörü’ne sahip olmasıdır” diye açıklar. Bu kavramın günümüzde “rekabet” kavramına karşılık geldiğinin altını çizer”.

Perelman X Etkinliği kavramsallaştırması altında işletmeler arasındaki rekabetin bir fetiş haline getirildiğini söyleyerek bunu eleştirir.

Perelman’ın kitabında yer alan bir diğer değerli bilgi Liebenstein iktisatçı Harberger’in monopol teorisine yaptığı eleştiridir. Buna göre monopoller ana akımda iddia edilenin aksine verimlilik, etkinlik kaybına neden oluyor ve toplumsal refahın azalmasıyla sonuçlanıyor.

Perelman kitabında bu eleştirileri yüzünden Liebenstein’in, ana akımdan uzaklaşmaya çalışanları tehdit eden sağcı iktisatçı George Stigler’in kışkırtmasıyla üniversiteden istifa etmek durumunda kaldığını şu cümlelerle anlatır:

“Liebenstein’ın kendisi bir muhalif değildi. Ama istemeyerek de olsa her şeyi basit denklemlere indirgeyen geleneksel iktisatçıların işini zorlaştırmak gibi bir yanlışı da yapmıştı. Aynı zamanda, yine istemeyerek de olsa, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının sorgulanmasının da kapısını aralamıştı. 1960’da üniversitede yaşanan karmaşaya dayanamadı ve istifa etti”.

11 Ekim 2020 Pazar

18 yılda ‘ileri demokrasiden ‘tekçi’ rejime, ekonomide şahlanmadan çöküşe

 

18 yılda ‘ileri demokrasiden ‘tekçi’ rejime, ekonomide şahlanmadan çöküşe

Mustafa Durmuş

11 Ekim 2020

Geçtiğimiz hafta her zamanki gibi ekonomi açısından önemli şeylerin olduğu yoğun bir hafta olarak kayıtlara geçti. Dolar tarihi bir zirve yaptı ve 8 lirayı zorladı. Piyasada ise zaten 8 liranın üzerinde işlem görüyordu.  Kurdaki bu artışı durdurabilmek için Merkez Bankası döviz karşılığı TL swap piyasasında TL faiz oranını yüzde 10,25'ten yüzde 11,75'e yükseltti.(1)  Bunun sonucunda kur 7,87’ye kadar geriledi. Ancak bu noktada durmayacağı belli zira hem kur artışına neden olan ekonomik ve politik faktörler, hem de güven sorunu başta olmak üzere psikolojik faktörler hala devrede.

Borçlanma limiti 2 katına çıkartıldı

Döviz cephesinde durum böyle iken, devlet maliyesini ilgilendiren iki önemli gelişme yaşandı. İlk olarak bir yasa teklifi ile Hazine’nin borçlanma yetkisi bu yılın başından geçerli olmak üzere iki katına çıkartıldı.(2)  Böylece bu yılın ilk 7 ayında limiti yüzde 50’den fazla aşılan borçlanma miktarı bu yetki ile bu yılın sonunda 307 milyar liraya çıkmış olacak.

Hatırlayalım 2020 Merkezi Yönetim Bütçesinde bu yıl bütçe açığının yaklaşık 139 milyar lira olması öngörülmüştü. Buna uygun olarak mevzuat gereği en fazla 154 milyar liralık borçlanma yapılabilecekti. Ancak daha yılın ilk 8 ayında bu açığın yüzde 80’inin gerçekleşmesi, açığın öngörülenin iki katına çıkabileceğini ortaya koydu. Hali hazırda borçlanma limiti aşılınca da, hem bu durumu mevzuata uydurabilmek, hem de yılın geri kalan kısmında rahatça borçlanabilmek için borçlanma limiti iki katına çıkartıldı.

Dünyada benzeri olmayan bir bütçeleme

İkinci olarak (aynı yasa teklifi ile), devlet bütçesinin işleyişinde, ortaya çıkaracağı sonuçlar itibarıyla çok önemli bir değişiklik yapıldı ve 2006 yılından bu yana uygulamada olan bütçe sistemi “Performans Esaslı Program Bütçe” adı verilen ve dünyada bir başka örneği olmayan bir bütçeleme sistemine dönüştürüldü.

Bu değişiklikle, Orta Vadeli Program uyarınca önümüzdeki yıl yaklaşık 1,4 trilyon lira olarak öngörülen toplam Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneğinin nerelerde kullanılacağı artık sadece genel olarak görülebilecek, bu harcamaların hangi projelerle ilişkili oldukları ise tam olarak bilinemeyecek.

Çünkü ödeneklerin “fonksiyonel sınıflandırma” adı altındaki sınıflandırılmasından vazgeçiliyor, böylece ödeneklerle onların bağlandığı işlevlerin ilişkisi kesiliyor, yani bu ödeneklerin hangi işlevler için kullanıldığının görülmesi zorlaştırılıyor.

Ödeneklerin hangi işlevler için kullanıldığı görülemeyecek

5018 Sayılı Kanunun 15. Maddesi son değişiklikten önce aşağıdaki gibiydi:

 “(Ek fıkra: 29/6/2012-6338/10 md.): Merkezî yönetim bütçe kanununun gider cetvelinin bölümleri, analitik bütçe sınıflandırmasına uygun olarak fonksiyonlar şeklinde düzenlenir. Fonksiyonlar birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü düzeyde alt fonksiyonlara ayrılır.

(Ek fıkra: 29/6/2012-6338/10 md.) İlgili mevzuatta giderlere ilişkin olarak yer alan “Fasıl ve bölüm” deyimleri fonksiyonel sınıflandırmanın birinci düzeyini, “Kesim” deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın ikinci düzeyini, “Madde” deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın üçüncü düzeyini, “Tertip” deyimi kurumsal, fonksiyonel ve finansman tipi kodların bütün düzeyleri ile ekonomik sınıflandırmanın ilk iki düzeyini, borç ödemeleri yönünden “ilgili hizmet tertibi” deyimi borç konusu hizmetlerin yürütüldüğü ilgili tertipleri ifade eder”.(3)

Yeni düzenleme ile (Madde 3) bu maddedeki; “sınıflandırmasına uygun olarak fonksiyonlar şeklinde, Fonksiyonlar birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü düzeyde alt fonksiyonlara ayrılır, “Fasıl ve bölüm” deyimleri fonksiyonel sınıflandırmanın birinci düzeyini, “Kesim” deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın ikinci düzeyini, “Madde” deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın üçüncü düzeyini, fonksiyonel, kodların” ifadeler çıkartıldı.

Aynı şekilde Kanunun 9. Maddesindeki  (Ek fıkra: 24.7.2008-5793/30 md)  yapılan değişiklikle (yeni düzenlemede 1. Madde), daha önce kamu idareleri, program bütçeye uygun olarak yürütecekleri faaliyetler ve projeler ile bunların kaynak ihtiyacını, amaç, hedef ve performans göstergelerini içeren performans programı hazırlar” şeklindeki metinde “projeler” terimi çıkartıldı.

Ödenek tahsisine karartma

Bu değişiklikler, her ne kadar kanun teklifinin gerekçesinde “şeffaflık ve saydamlığın” sağlanması olarak savunulsa da,  tam tersi sonuçları ortaya çıkartacak. Bu değişikliğin neden olacağı karartma yüzünden onlarca milyar liralık ödeneğin hangi projelere yapıldığı bilinemeyecek.

Somut bir örnek verirsek; bu yeni uygulama altında, Salgın süresince dahi ödemeleri hiç aksatılmayan Şehir Hastanelerinin ya da köprü ve hava limanı işletmelerinin müteahhit firmalarına bundan böyle ne kadar ödeme yapıldığını, ya da yapılacağını görebilmek mümkün olmayacak.

Bütçe hakkının ruhuna fatiha

Bu durum ayrıca devlete ait tüm ödeneklerin ve gelirlerin Meclis adına denetiminden sorumlu Sayıştay’ın da fiilen denetim yapmasını imkânsız kılacak. Böylece kamu idarelerine ait Sayıştay denetim ve değerlendirme raporlarında yer alan ve son günlerde çok ses getiren ciddi usulsüzlük tespitlerine(4) bundan böyle rastlamak pek mümkün olamayacak. Kısaca, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile iyice daraltılmış olan ‘Bütçe Hakkı’nın ruhuna da Fatiha okunmuş olacak.

Oysa özellikle de Korona Salgını sonrasında, yolsuzluklarla mücadele etmenin hemen tüm dünyada öncelikli görevler arasında kabul edildiği bir anda, dünyada 13.Yüzyıldan bu yana mevcut olan bütçe hakkının bir gereği olarak; böyle 1,4 trilyon liralık bir kamusal kaynağın nasıl kullanılacağına ilişkin olarak toplumun bütününün rızasının alınması ve bu kaynağın her aşamada sıkı bir biçimde denetlenmesi, üretenlerin, değeri yaratanların, vergi mükelleflerinin, özcesi ülkede yaşayan herkesin, doğrudan ya da dolaylı mekanizmalar aracılığıyla ödedikleri vergilerin nerelere harcandığını ya da harcanmadığını denetleyebilmeleri en başta gelen yurttaşlık hakkıdır.

Diğer yandan Türkiye, özellikle de son yıllarda olmak üzere,  uluslararası bir örgüt tarafından düzenlenen ve dünyada bütçe hakkının kullanımını gösteren çalışmada 100 üzerinden sıfır puan alan  (bütçe kararlarına halkın katılımı anlamında) bir ülke olarak tarihe geçiyor.(5)

Yani yönetsel, yasa/mevzuat hazırlama ve etkin denetleme düzeyinde halkın doğrudan ya da etkin dolaylı katılımından söz edilemiyor. Yukarıdan aşağıya aşırı merkeziyetçi ve bürokratik bir biçimde örgütlenmiş olan bütçe süreci söz konusu olduğundan halk bu kararlara katılamıyor.

Raporda, Türkiye’de 2012 yılından bu yana bütçe öncesi hazırlanması/paylaşılması gereken belge ya da dokümanların ya hiç hazırlanmadığı ya da geç hazırlandığı bilgisi de mevcut.

Bütçe dışı fonlar, ‘diğer bütçe giderleri’ uygulaması denetimsiz transferin yolu

Kısaca halktan toplanan vergiler ve diğer kamu gelirleri bir süredir başta Savunma Sanayi Destekleme Fonu,  Başbakanlık Tanıtma Fonu, Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Özelleştirme Fonu, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu gibi bütçe dışı fonlar ve İşsizlik Sigortası Fonu aracılığıyla gerçek bir denetimden uzak bir biçimde kullanılıyor.

Ayrıca “Diğer Bütçe Giderleri” adı verilen ve tanımlanması zor hesaplara kaydedilen giderler giderek genel bir uygulamaya dönüştü. Örnek vermek gerekirse 2016 yılı bütçe giderlerinin toplam 55,1 milyar lirası ve 2017 yılında 65 milyar lirası “diğer giderler” kaleminden yapıldı. Bu kadar büyük bir kamu kaynağının nereye harcandığı ise bilinmiyor. Oysa bu boyutta bir harcamanın tahsis edildiği alanlara ilişkin daha ayrıntılı ve doyurucu bilgilerin vatandaşlara sunulması, özellikle mali saydamlık açısından, büyük önem arz ediyor. (6)

Rakamsal olarak ele alındığında bu gider kalemine kaydedilen harcamalar toplam harcamaların yüzde 10’una karşılık geliyor (1 trilyon liralık bir bütçede 100 milyar lira demek oluyor).

Detaylandırırsak, 2017 Bütçesinde: Cari Mal ve Hizmet Alımları Giderleri içindeki “Üretime Yönelik Mal ve Hizmetlerin” yüzde 30’u, Yasal Giderlerin yüzde 44’ü, Müşavir Firma ve Kişilere Yapılan Ödemelerin yüzde 59’u,  Diğer Hizmet Alımlarının Diğer Kategorisinin (diğerin diğeri) yüzde 87’si, Sosyal Amaçlı Transferlerin yüzde 99,8’i, Sermaye Giderleri (Yatırım) kategorisindeki “Müşavir Firma ve Kişilere Yapılan Ödemelerin” yaklaşık yüzde 20’si, Müteahhitlik Giderlerinin ise yüzde 34’ü bu kategori altında muhasebeleştirildi.

Böyle bir karartma altında, örneğin üretime yönelik mal ve hizmetlere ilişkin harcamaların önemli bir kısmının hangi mal ve hizmetler için yapıldığının bilinmesi çok zor.

Cari Transferler içinde milyarlarca liralık bir büyüklüğü temsil eden “Sosyal Amaçlı Transferler” kaleminden yapılan ödemeler için de benzer bir durum söz konusu. Çünkü bu kategorideki harcamaların tamamına yakın kısmı “Diğer Sosyal Amaçlı Transferler” olarak hesaplara alınıyor ve böylelikle bu harcamaların hangi gelir gruplarına tahsis edildiği konusunda da bilgi edinmek mümkün bulunmuyor.

‘Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar’a yapılan aktarmalar denetlenemiyor

Bir diğer yaygın kaynak aktarma ya da harcama gizleme yöntemi ise Genel Bütçeli Kuruluşlardan “Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlara” yapılan transferlerde kendini gösteriyor. Sayıştay, 2019 yılı Genel Faaliyet Raporunda, bu duruma ilişkin itirazını şöyle belirtiyor:

“Bu kapsamda yardım yapılan kurum ve kuruluşların faaliyetlerine ilişkin herhangi bir bilgiye yer verilmeksizin sadece yardım yapılan idareler açıklanmaktadır”.(7)

Çoğunluğu tarikat örgütlenmesi ya da iktidar yanlısı düşünce kuruluşu niteliğindeki bu kuruluşlara 2019 yılında, 92 kamu kurumundan toplamda 6,2 milyar liranın üzerinde bir karşılıksız transfer yapıldı (8):

“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Sayıştay raporlarına yansıyan mali tablolarında bazı kurumlara, "Kâr Amacı Gütmeyen Kurumlara Yapılan Transferler" adı altında 2, 441 milyar lira; Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Avrupa Birliği Başkanlığı’ndan aynı yolla 896 milyon lira; Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan 195,8 milyon lira; Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’ndan 393 milyon lira; Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan 800 milyon lira; Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan 176,9 milyon lira; Sağlık Bakanlığı’ndan 139 milyon lira aktarıldı”.

Yasal kılıf

5018 Sayılı Kanunda yapılan yukarıda yer verdiğimiz son değişiklikle; artık detaylarının görülebilmesi imkânsız hale geleceğinden, harcamaların denetlenebilmesi imkânı ortadan kalkarken, yasallığı son derece tartışmalı olan bu tür harcamalar yasal bir kılıfa da kavuşturulmuş olacak.

Aslında kamu harcamalarının giderek denetlenemez bir hale dönüştürülmesi olgusu, özellikle 2015 yılından bu yana yaşanan politik sürecin bir sonucu. Bu bağlamda 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından acilen T. Varlık Fonu’nun kurulması ve ardından hepimize ait olması gereken varlıkların bu fona devredilmesi tesadüf değil. Çünkü bu fon kurulan  “yeni” rejimin tahkimindeki en önemli finansman kaynaklarından birini oluşturuyor.(9)

Hiçbir kamu kurumu ya da otoritesi tarafından denetlenemeyen ve bünyesinde kamu bankaları dâhil 20 kamu şirketini bulunduran bu fonun net kârının, 2019'da bir önceki yıla göre yüzde 48,3 düşüşle 8,8 milyar liraya, buna karşılık finans sektörü dışı toplam borcunun yüzde 46 artışla 284,2 milyar liraya yükselmiş olması (10) bu iddiayı kuvvetlendiriyor.

Politik konsolidasyon ve mali konsolidasyon el ele

Keza T. Varlık Fonu’nun, altın başta olmak üzere,  20’ye yakın madenin çıkartılması ve işlenmesi ve tüm madencilik faaliyetlerini tekeline almak için Maden Holding adı altında bir holding kuracak olması, bu bağlamda yılda 100 ton altın çıkartmayı hedeflemesi(11) bu kurumun mevcut rejim için yeni kaynak yaratmak ve bunu istediği gibi tahsis etmek anlamında çok önemli bir kurum olduğunu gösteriyor.

Bir kez daha bu kurumun denetlenemez nitelikte olduğu hatırlandığında, böyle bir denetim dışı bırakılma ile rejimin oligarşik karakteri arasındaki güçlü bağ ortaya çıkıyor.

Aynı şekilde şu ana kadar 375 milyar liralık bir krediye kefalet veren Kredi Garanti Fonu’nda (KGF) yapılan bir operasyonla yönetimde ağırlığın Hazine temsilcilerine geçmiş olması da (12) son derece çarpıcıdır.

Son olarak, TÜİK gibi ülke ekonomisi ile ilgili zaruri sosyal ve ekonomik verileri üretmekten sorumlu konumdaki bir kamu kurumun güvenirliğini iyice yitirmesi ve Merkez Bankası gibi ülkede başta faizler olmak üzere para politikasını belirlemek ve yürütmekten sorumlu kuruluşun bütünüyle siyasal iktidarın yönlendirmesiyle kararlar alır bir duruma geldiği gerçeği de dikkate alındığında 5018 Sayılı Kanunda yapılan bu değişikliğin sıradan bir değişiklik olmadığını ve 2016 yılından bu yana tesis edilen otokratik rejimin bir gereği olduğunu gösteriyor.

Tekçi rejim

Kısaca artık, 18 yıl önce neo-liberal ve yeni neo-muhafazakâr söylemlerle iktidar olan ancak bugün rejimi siyasal İslamcı ve mutlak otoriter bir yapıya dönüştüren AKP hükümetlerinin o dönem en çok başvurdukları kavramlar olan “Yönetişim” ve İleri Demokrasi kavramları da rafa kaldırılıyor. Rejim fiili bir tek adam rejimine dönüşüyor.

Yönetişim, neo-liberal iktidarların özellikle de ilk dönemlerinde sıkı sıkıya sarıldıkları ve çeşitli mekanizmalar aracılığıyla başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kesim ve kategorileri bölüşüm ve yeniden bölüşüm ilişkilerinde etkisiz kılarak, bir bütün olarak toplumun geleceğini sermaye sınıfının egemenliğine mutlak olarak teslim eden bir siyasal iktidar modeli demek.

Bu kavram söylemde, yönetimi; devlet dışındaki aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar vb) kapsayacak şekilde, yani “birlikte yönetme”, “hükümet olmadan yönetme” anlamında tanımlıyor ve demokrasi ile bağını katılımcılık, açıklık, şeffaflık gibi tamamlayıcı özellikler ile kuruyor. Buna göre devlet “ kürek çekmeyen, dümen tutan” bir devlettir.(13)

Bugün artık bu içi boş, ancak kulağa da hoş gelen Yönetişim kavramının dahi çok gerisinde bir yerdeyiz. Mevcut rejim, üzerindeki yönetişim ya da söz de sivil ve çoğulcu örtüsünü arttı ve tekçi, tam merkeziyetçi ve mutlak otoriter bir yapıya dönüştü.

Değişiklikler devlet mali krizinin belirtileri

Diğer taraftan gerek borçlanma limitinin artırılması, gerekse de bütçe yasasındaki son değişiklik bir süredir dillendirdiğimiz “devletin mali krizinin” derinleşmekte olduğunu da gösteriyor.

Çünkü yılın ilk 7 ayında borçlanma limitini tamamlamış olan siyasal iktidar, yakın geleceği de öngörerek,  bu limiti iki katına çıkartmak zorunda kaldı. Uluslararası finans kapitalin ve onun sözcüsü konumundaki IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerin savundukları “mali kural”, “faiz dışı fazla”, “mali saydamlık” gibi Yönetişimin alt kavramlarına bağlılığın hiçbir öneminin kalmadığı, derindeki ihtiyaçların ve çatışmaların siyasal iktidarlara yön verdiği bir dönemden geçiyoruz. Bundan böyle iktidarların davranışlarını pragmatizm ve oportünizm gibi kavramlarla açıklamak daha doğru olacaktır.

Ancak pragmatizm ve sınıfsal çıkarlarını kollamak anlamında fırsatçılık da çare olamayacak. Zira bu korku filminin henüz son bölümüne gelmiş değiliz. Borç batağına sürüklenmekte olan Hazine’nin bunu nasıl aşacağı bir sorun iken, bu durumun bir bütün olarak finansal sistem üzerinde ne tür etkiler yaratacağı en az ilki kadar önemli bir diğer sorun.

Finansal krize sürükleniyoruz

Henüz finansal krizi ve bunun biçimlerini konuşmuyoruz. Oysa 2018 yılında ilki yaşanan döviz krizi bu yıl tekrar ortaya çıktı. Bu süreçte Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin eritilmesi pahasına atılan adımlar dövizin ateşini söndüremedi, liranın hızlı diğer kaybını önleyemedi.

Bir de yükselen döviz kurunun iyice derinleştirdiği dış borç krizi söz konusu. Bu krizin patlaması şimdilik, özellikle de enerji ve inşaat alanında devletin yaptığı şirket kurtarmalarıyla ve bankaların bilançolarında yapılan makyajlarla önlenmiş gibi görünüyor. Devletin dış borç düzeyi ise henüz kırmızı çizgide değil. 

Ancak özel sektörde kârların ve kârlılığın giderek azaldığı, bu nedenle de özellikle döviz cinsinden borçların iyice artmasının neden olacağı büyük iflaslar bankalar için çok büyük bir risk oluşturuyor.

Ayrıca yeniden artışa geçen faiz oranları, Hazine’nin bir süre sonra piyasa yapıcı bankalara olan borçlarını geri ödemede karşılaşabileceği sorunlar bu riski ciddi bir batış tehlikesiyle sonuçlandırabilir. Çünkü eldeki devlet borçlanma senetlerinin değerlerinin iyice düşmesi bankaların varlıklarının kötüleşmesine, bu da bilançolarının bozulmasına ve giderek öz sermayelerinin erimesine neden olabilir.

Mevduat sahiplerinin ani biçimde bankalardan paralarını çekmek istemeleri durumunda likidite sorunu da yaşayabilecek olan bankaların bu durumu sistemik bir bankacılık kriziyle sonuçlanabilir. Böyle bir durumda bankalar hem mevduat sahiplerine, hem de diğer alacaklılara ödeme yapamaz duruma düşebilirler.

Distopya değil gerçek

Distopya gibi algılanacak bu öngörülerin yabana atılmaması gerekiyor. Çünkü kapitalizm tarihinde özellikle geçtiğimiz yüzyılda bunları yaşadık. 1970 yılından bu yana “İkiz Krizler” ve “Üçüz Krizler” adı verilen çok sayıda finansal kriz yaşandı. Türkiye’deki en çarpıcı örnek ise 2001 krizi sonrasında 25 bankanın batmasıydı.

Bir IMF çalışmasına göre (14); dünyada 1970 - 2011 yılları arasında toplam 147 bankacılık krizi yaşandı. Ülkelerin birçoğu birden fazla kriz gördüler. Bu bankacılık krizleri döviz krizleri ve dış borç krizleriyle birlikte yaşandı.

Bu bağlamda literatürde İkiz Kriz dendiğinde örneğin bankacılık krizi ve döviz krizinin; döviz krizi ve dış borç krizinin ya da bankacılık krizi ve dış borç krizinin bir arada görülmesi anlaşılıyor. Döviz krizi, dış borç krizi ve bankacılık krizinin bir arada yaşandığı krizlere ise Üçüz Kriz adı veriliyor. Üçüz Kriz şu ana kadar sadece 8 ülkede görülmüş olsa da, Korona Salgını ile birlikte yeniden ortaya çıkması olasılığı çok yüksek 

Sistemik bir bankacılık krizinin, döviz krizinin patlak vermesinden sonraki 3 yıl içinde ortaya çıktığı da aynı çalışmanın bulguları arasında yer alıyor. Döviz krizi ise bir ülkenin ulusal parasının ABD doları karşısında yüzde 30 değer kaybetmesi ve önceki yıla göre bu değer kaybının 10 puandan fazla olması halinde ortaya çıkan bir kriz olarak tanımlanıyor.

Teknik olarak ‘döviz krizi’ yaşıyoruz

Bu ölçüte göre Türkiye’deki durum şu: 1 Ocak 2019 tarihinde dolar 5,3 lira; 1 Ocak 2020’de 5,95 lira ve 10 Ekim 2020’de 7,87 lira idi. Yani geçen yıl liranın dolar karşısındaki değer kaybı yüzde 13’e yakın, bu yıl ise yüzde 32’nin üzerinde.

Özetle, Türkiye teknik olarak döviz krizi durumu yaşıyor. Bunun dış borç krizi ve sistemik bir bankacılık krizine hangi koşullarda dönüşebileceği, bu krizin diğer nedenlerinin neler olduğu, siyasal iktidarın ve bankacılık sektörünün buna karşı hazırlıklı olup olmadığı gibi hususlarsa daha sonraki yazıların konusu olacak.

Dip notlar:

(1)     “Dolar: Merkez Bankası TL'nin swap faizini artırdı, rekor kıran kur düşüşe geçti”, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (9 Ekim 2020).

(2)       2/3113 Esas Numaralı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi (9 Ekim 2020).

(3)     5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrolü Kanunu (24 Aralık 2003).

(4)     https://www.evrensel.net/haber/415606/sayistay-saptadi-devleti-soyuyor-borcunu-odemiyor (4 Ekim 2020).

(5)       https://www.internationalbudget.org/open-budget-survey (2017).

(6)     KOÇ, EAF, TÜSİAD, Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu III- 2018/I Bütçe Uygulama Sonuçları.

(7)       T.C. Sayıştay Başkanlığı, 2019 Yılı Faaliyet Genel Değerlendirme Raporu (Eylül 2020), s. 16.

(8)       Murat Ağırel, “Milyarlar havada uçuşuyor... Altı milyar iki yüz on altı milyon TL”, https://www.yenicaggazetesi.com.tr (10 Ekim 2020).

(9)       “Yeni Rejimin Siyasi ve Mali Ayağı Bağlamında Varlık Fonu Paneli”, KESK, (14 Nisan 2018), s. 80-81.

(10)   https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/varlik-fonunun-kari-2019da-yuzde-483-dustu (8 Ekim 2020).

(11)   Hazal Ateş, “Maden Holding geliyor”, https://www.sabah.com.tr (5 Ekim 2020).

(12)   https://www.dunya.com/finans/haberler/kgf-yonetimine-hazine-damgasi-haberi (11 Eylül 2020).

(13) Sonay  Bayramoğlu, Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, 2005, s. 29.

(14) Luc Laeven and Fabián Valencia, “Systemic Banking Crises Database: An Update”, IMF Working Paper 12/163 (June 2012).

 

 

4 Ekim 2020 Pazar

Yeni Ekonomi Programı 2021-2023

 

Yeni Ekonomi Programı 2021-2023: Bir “yeni büyüme”  masalı

Mustafa Durmuş

4 Ekim 2020

Türkiye’de 2021-2023 dönemini kapsayan bütçe süreci 30 Eylül’de (yaklaşık 1 aylık gecikme ile)  başlatıldı. Sürecin ilk adımını, adı Orta Vadeli Program (OVP) olan ve ülke ekonomisinin 3 yılına ait makroekonomik öngörüleri içeren bir programın Hazine ve Maliye Bakanının sunumuyla kamuoyu ile paylaşılması oluşturuyor. Ancak bu program bir süredir Yeni Ekonomi Programı (YEP) adıyla açıklanıyor.

Aynı günlerde yayınlanan Bankacılık Düzenleme ve Düzenleme Kurumu’nun (BDDK) bir kararı ve vergileme alanında iki Cumhurbaşkanlığı kararı var.

Ülkenin politik gündemi her zamanki gibi çok yoğun. Azerbaycan-Ermenistan savaşının yanı sıra, bundan 6 yıl önce gerçekleşmiş, davası görülmüş ve karara bağlanan bir toplumsal olayın dosyası tekrar açıldı. İkinci büyük muhalefet partisi konumundaki bir siyasal parti olan HDP’nin o dönemki çok sayıda üst düzey yöneticisi tutuklanarak cezaevine gönderildi. Operasyon nedeniyle eş genel başkanları tutuklanan Kars Belediyesi’ne ise kayyım atandı. Bu operasyonu İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Av. Eren Keskin “siyasi bir soykırım” olarak nitelendirdi.(1)

Ekonosit

Böyle “havanın kurşun gibi ağır” olduğu günlerde YEP ve diğer kararlar gölgede kaldılar, yeterince tartışılmadılar. Oysa ülke ekonomisindeki gidişat literatüre “Ekonosit”, yani “insanların izlenen ekonomi politikaları yüzünden ekonomik olarak hayatta kalamayacak duruma getirilmesi” olarak tanımlanabilecek bir nekropolitikayı anımsatıyor.

Bu yazıda hem YEP, hem de faiz üzerinden alınan vergilerin sıfıra kadar düşürülmesiyle ilgili kararı değerlendireceğim.

Öncelikle, açıklanan YEP iktidar tarafından (cılız da olsa) bir yeni umut ışığı gibi sunulup, havuz medyası ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) tarafından memnuniyetle karşılanıp alkışlanırken, muhalefet partileri ve genelde iktisatçılarca eleştirildi.

Eleştiriler de; “önceki YEP’lerde konulan hiçbir iktisadi hedefin tutturulamadığı” ve “bu YEP’in de geleceğe ilişkin hiçbir umut vadetmediği, tersine ülkenin daha da yoksullaştığının tescillediği” yönünde oldu.

Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli

Gerçekten de başta büyüme, enflasyon, bütçe açığı, devlet borçlanması, döviz kuru ve işsizlik verileri olmak üzere, 2018 yılından bu yana açıklanan Yeni Ekonomi Programlarının hedefleri tutmadı.

Örnek verelim. Geçen yılki programda 2020 yılın ait enflasyon yüzde 8,5 olarak tahmin edilmişti, bu yılki programda bunun yüzde 10,5; ekonomik büyüme oranı yüzde 5,0 olarak tahmin edilmişti, bu yıl binde 3; bütçe açığı yüzde -2,9 olarak tahmin edilmişti, bu yıl yüzde -4,9 ve işsizlik oranı yüzde 11,8 olarak tahmin edilmişti, bu yıl bunun yüzde 13,8 olmasının beklendiği açıklandı.(2) Yani 1 yılda hedeflerde ortalama 2 puan civarında (ortalama yüzde 20)  bir düzeltme yapıldı.

Açıklanan yeni programın kur tahminleri ise başlı başına bir sorun. Çünkü ortalama dolar kuru 2021’de 1 dolar = 7,68 TL; 2022’de 7, 88 TL ve 2023’te ise 8,20 TL olarak tahmin ediliyor. (3)

Dövizin hali hazırdaki kurunu (program açıklanırken dolar kuru 7.85’leri gördü) zıplatan yapısal sorunlar ortadan kalkmadan, önümüzdeki 3 yıl boyunca bugünküne yakın kurların nasıl korunacağını sorgulamak gerekiyor.

Endeks bileşenlerinin değiştirilmesiyle sanal olarak artırılan Tüketici Güven Endeksi ya da bazı yandaş sermaye örgütlerinin güven açıklamasıyla kur artışını durdurabilmek çok zor. Sermayenin (açıkça söylemeseler de) ve finansal piyasaların bu programla ilgili bir güven sorunu yaşadığını tahmin etmekse zor değil.

Kısaca programın özünü oluşturan makroekonomik büyüklüklere ilişkin olarak yapılan tahminlerde birkaç yıldır çok ciddi düzeltmeler yapılıyor. Bunda Korona Salgınının neden olduğu belirsizliklerin etkisi olduğu açık ama Salgın öncesinde de bunların yapılması, sorunun başka nedenlerinin olduğunu gösteriyor.

İktidarın pembe tablo ihtiyacı

İşin aslı, sorun sadece bu tahminleri hazırlayanların, hesaplamaları yapanların yetersizliği ya da eksikliğinden kaynaklanmıyor. Burada asıl sorun siyasal iktidarın sıkışmışlığı ve bunu aşmasına yardımcı olabilecek pembe tabloların yaratılması ihtiyacı.

Örnek olarak artık çok ciddi bir sosyal sorun haline de gelen işsizlik azaltılamayınca, pembe büyüme verileriyle sanal bir iyileşme hissi yaratılmaya çalışılıyor. Yani yeni hikâyelere ihtiyaç var. Bu yüzden olsa gerek, 2006 yılından bu yana adı OVP olan program şimdilerde YEP olarak sunuluyor.

Ekonomi küçülüyor, halk fakirleşiyor

Programın kabul etmek zorunda kaldığı en önemli gerçekse hiç kuşkusuz ülke ekonomisindeki son yıllarda görülen küçülme ve ülke insanının genel olarak fakirleşmesi. 

Çünkü programa göre; milli gelir 2020’de 702 milyar dolar,  2021’de 735 milyar dolar olacak. Bu noktada geriye dönüp baktığımızda nereden nereye gerilediğimizi görebiliriz.  Çünkü kriz yılı olan 2008’de milli gelir 783 milyar dolardı. 2021 yılında ise ekonomi 13 yıl öncesinden daha küçük bir ekonomi olacak.(4)

Yerli veriler uluslararası verilerle uyuşmuyor

Bu noktada programın büyüme öngörüsü ile uluslararası mali örgütlerin öngörüleri arasında ciddi bir fark bulunduğunun altını çizmek gerekiyor. Örneğin YEP, 2022 yılında kişi başı gelirin 9,317 dolar olmasını öngörürken, Dünya Bankası bunun 8,502 dolar olmasını bekliyor. (5) Arada 815 dolar fark var. Yani Dünya Bankası (bugünkü kurdan) 6,300 lira daha az gelirimizin olacağını ileri sürüyor.

Benzer bir biçimde YEP’e göre Türkiye ekonomisi 2020 yılında binde 3 de olsa büyüyecek, IMF’ye göre ise yüzde -5 küçülecek. IMF ayrıca, eğer 2021 yılı başlarında dünyada bir ikinci salgın yaşanırsa dünya ekonomisinin 2021 yılında yüzde- 5 küçüleceğini ileri sürüyor.(6) Yani kaynak temini açısından büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke olarak Türkiye ekonomisinin bu senaryo altında bırakın büyümeyi, daha fazla küçülmesini beklemek gerekir.  

OECD ise daha karamsar. Örgüte göre bu yıl Türkiye ekonomisi yüzde -6 küçülecek. Dünya Bankası bu küçülmeyi yüzde -3,8 olarak öngörürken (7), birkaç gün önce EBRD bu küçülmeyi yüzde -3,5 olarak açıkladı. (8)

Oysa YEP, Türkiye’nin Salgınla mücadeleyi başarılı bir şekilde yürüttüğünü ve önümüzdeki yıl ikinci bir salgın dalgası olmayacağını varsayarak pozitif büyüme öngörüsünde bulunuyor. Ancak Sağlık Bakanının vaka ve hasta sayılarına ilişkin olarak yaptığı açıklama dünyada da kafaları karıştırdı. Öyle ki İngiltere Türkiye’den ülkeye gelecek olan yolculara 14 gün karantina şartı getirdiğini açıkladı. (9) Kısaca her alanda resmi verilere olan güven giderek azalıyor.

Büyüme fetişistlerine kötü haber

Ekonomik büyüme tahminlerine ilişkin bu çelişkili durum kuşkusuz yıllardır bütün başarısını ekonomiyi ne kadar hızlı büyüttüğü üzerine kuranlar için kötü bir haber.

Bu durum ayrıca, bizim gibi meseleye emek ve ekoloji perspektifinden bakanların savunduğu bir tez olan  “niteliğine bakılmaksızın tek başına ekonomik büyümenin bir toplumun iyi olma halini gösterme konusunda son derece yanıltıcı bir ölçüt olduğu” tezini doğruluyor.

Sadece yüzde 1’i ve çevresini mutlu eden bir büyüme

Bir başka anlatımla 2023’te Türkiye ekonomisi örneğin 1,5 trilyon dolarlık bir ekonomi haline gelseydi bile; gelir ve servet eşitsizliğinin büyük boyutlarda olduğu, yoğun bir emek sömürüsü altında işçilerin sağlıksız koşullarda ve uzun saatler çalıştırıldığı, iş ve kadın cinayetlerinde Avrupa birincisi olduğu, doğanın kâr ve rant için sürekli bir biçimde tahrip edildiği, toplumsal cinsiyet eşitliğinin olmadığı, farklı kimliklere karşı ayrımcılık yapılan bir ülkede, büyük bir ekonomi, yüksek bir ekonomik büyüme hızı, olsa olsa bir avuç seçkin muktedir, az sayıda dolar milyarderi ve bunların etrafında öbeklenmiş çıkar gruplarının mutlu olabileceği bir ülke olurdu.

Ekonomi büyürken, enflasyon, cari açık, bütçe açığı düşer mi?

YEP’e yöneltilecek bir diğer eleştiri iç tutarlılığının olmaması. Öyle ki açıklanana göre gelecek yıl ekonomi ciddi oranda büyüyecek (V tipi büyüme olacağı ileri sürülüyor). Bu arada başta enflasyon olmak üzere, cari açık, bütçe açığı ve işsizlik azalacak.

YEP’te ekonomik büyümenin 2020 yılı için binde 3, 2021 yılı için yüzde 5,8; 2022 yılı için yüzde 5 ve 2023 yılı için yüzde 5 olması öngörülüyor. Enflasyon oranlarının ise: 2020’de yüzde 10,5; 2021’de yüzde 8,0; 2022’de yüzde 6,0 ve 2023’te yüzde 4,9 olması bekleniyor. Yani ekonomi büyürken enflasyon düşecek!

Keza cari açık 2020’de yüzde -3,5; 2021’de yüzde - 1,9; 2022’de binde – 7 ve 2023’te binde 1 olacak. Yani ekonomi büyürken cari açık azalacak!

Bütçe açığı ise 2020’de yüzde - 4,9; 2021’de yüzde - 4,3: 2022’de yüzde -3,9 ve 2023’te yüzde - 3,5 olacak. Yani ekonomi büyürken bütçe açığı da azalacak!

Kısaca YEP’e göre; hem ekonomi büyüyecek, hem de şu ana kadar bu ekonomik büyümenin ana sürükleyicileri olan cari açık, yüksek enflasyon ve bütçe açığı düşecek.

Makro iktisat derslerinde öğretilen temel konulardan biri enflasyon ile istihdamın (ekonomik büyüme aracılığıyla) aynı yönde hareket ettiğidir. Bu ilişki teoride 1958 yılından bu yana Phillips Eğrisi adı altında ele alınıyor.

Enflasyonsuz büyüme

Yani kurama göre ekonomik büyüme varsa, enflasyon da, istihdam da artar, işsizlik azalır. Bu teoriye zıt şu ana kadar bilinen tek bir istisnai uygulama mevcut:  1990-2000 yılları arasında ABD’de yaşanan “enflasyonsuz büyüme”.

Ancak böyle bir büyümenin döneme ait çok özel koşulların (olumlu dış konjonktür,  enformasyon teknolojisi ve elektronik yatırımlarındaki büyük çaptaki artışların emek gücü verimliliğini artırması gibi) ürünü olduğu bugün artık yaygın olarak kabul ediliyor. (10)

Türkiye ekonomisinin en hızlı büyüdüğü dönemlerinin cari açığın da en fazla olduğu, kredi patlamasının neden olduğu yüksek enflasyonlu yıllar olduğu bir gerçek. Bu nedenle de enflasyonu, cari açığı ve bütçe açığını azaltarak ekonomiyi programda öngördüğü gibi (özellikle de 2021’den itibaren) büyütebilmek pek olası görünmüyor.

Düşük enflasyon düşük ücret zammı demek

Diğer taraftan, enflasyonun düşük tutulmasının siyasal iktidar açısından önemli bir pratik faydası mevcut. Enflasyon ne kadar düşük gösterilirse asgari ücrete ve memurların, emeklilerin maaşlarına ve işçilerin ücretlerine yapılacak zamlar da o kadar düşük tutulur ki bu da hem devleti, hem de patronları rahatlatır.

Böyle bir ekonomik büyüme (alternatif olarak), yukarıda belirtildiği gibi, ülkedeki emek gücü verimliliğini, dolayısıyla da üretimi artıracak teknoloji ve ar-ge yatırımları ile sağlanabilir. Ancak bu yatırımların ülkede ne denli yetersiz olduğu ve özellikle de son dönem emek gücü piyasasına katılanların eğitim düzeylerinin ne denli düşük olduğu bir gerçek.

Ucuz ve bol emeğin olduğu bir ülkede emek gücü verimliliği ikincil kalıyor

Yani emek gücü verimliliğinin artırılarak büyümenin arz yönlü olarak gerçekleştirilebilmesi bir hayal. İşçisi, genci, “sabır, şükür, kader, tevekkül ve sınav”  kültürü altında yetiştirilen, biat eden, sorgulamayan, örgütsüz; işsiz sayısının 10 milyonu aştığı ucuz emek cenneti bir ülkede, işçileri daha yoğun, daha uzun saatler ve daha ucuz çalıştırmak varken patronların yeni teknoloji yatırımlarına girişmesini beklemek anlamlı değil.

Ayrıca YEP’te öngörülen büyümenin kaynaklarına bakıldığında savımız daha da güçleniyor. Ekonomik büyümenin iki kaynağı olarak iç talep katkısı ve ihracat katkısına yer veriliyor ancak asıl katkının iç talepten beklendiği görülüyor.

İç talebe dayalı bir büyüme öngörülüyor

Öyle ki 2021 yılında öngörülen yüzde 5,8’lik büyümenin 3,8 puanı (yüzde 66’sı)   iç talepten (iç pazar), 2,0 puanı ise (yüzde 34)  dış talepten (ihracat) gelecek. Süreç içinde ihracatın payı daha da azalacak ve 2022 ve 2023’te binde 2 puana kadar düşecek.

Zaten YEP’te 2023 yılı için ihracatın sadece 214 milyar dolar olarak belirlenmesi, bir zamanlar bu yıla gelindiğinde ihracatın 500 milyar dolara çıkacağı biçimindeki sözlerin de altının ne kadar boş olduğunu gösteriyor. Kısaca, ihracattan umudunu kesen siyasal iktidar ekonomiyi yine (2022’den itibaren) iç talep artışı ile büyütmeyi öngörüyor.

İç talebin unsurları: Gelir artışı ya da krediler

İç talebinse kredi büyümesi ile sağlanacağına kuşku yok zira siyasal iktidar şu ana kadar emek gelirlerini (işçi, memur, çiftçi gelirleri gibi) artıran bir yeniden bölüşüm politikası izlemedi, bundan böyle de izlemeyecek. Gelir artışını zorlayan örgütlü bir emek hareketi de şu anda ortalarda görünmüyor. Bu durumda tek seçenek olarak gündeme gelecek kredi genişlemesi ise (toplumun daha da borçlanmasını artıracağı gibi), enflasyonun düşürülmesinin önündeki en büyük engel olacak.

Diğer yandan uygulama farklı gelişiyor. Eylül’de politika faizinin 200 puan artırılması tüketici kredileri üzerinde caydırıcı bir etki yarattı. Çünkü kredi faizlerinde hızlı bir yükseliş yaşanıyor. Bu da tüketicinin kredi talebini sınırlıyor. Öyle ki ihtiyaç kredisi talebi negatife dönerken,  konut ve taşıt kredilerine olan talepteki artış sıfıra yaklaştı.(11)

Ayrıca BDDK tarafından alınan bir kararla; bankaların uygulaması gereken aktif rasyosunun 5 puan daha düşürülerek yüzde 90’a çekilmesi (12) bankaların kredi vermesini zorlaştıracak bir düzenleme. Nisan ayında bu rasyoyu yüzde 100’e çıkartarak ticari bankaları adeta zorla kredi vermeye yönelten iktidar, bu kez (dolarizasyonu önlemek için) bu rasyoyu düşürüyor. Bu da iç talep üzerinden ekonomiyi büyütme stratejisi ile çelişiyor.

“Sıfır saatlik” iş sözleşmelerine hazır olun

İşin işsizlik boyutu ise çok daha sıkıntılı. YEP bu büyüme sürecinde (hala çift haneli olarak kalsa da) işsizliğin azaltılacağını öngörüyor. Buna göre işsizlik; 2020’de yüzde 13,8; 2021’de yüzde 12,9; 2022’de yüzde 11,8 ve 2023’te yüzde 10,9 olacak.

Yani şu ana kadarki; üniformalı istihdam yaratmak ve inşaat ve bir kısım hizmetler sektöründe olduğu gibi ucuz, esnek ve niteliksiz istihdam yaratmak pratiği dikkate alındığında, yaratılacak istihdamın nasıl bir istihdam olacağını kestirebilmek zor değil. Ancak Salgın kontrol edilemezse ya da ikinci bir salgın dalgası gelirse bu hedefler de dahi tutmaz.

Nitekim YEP “sıfır saat sözleşme” olarak da anılan “esnek çalıştırma”, “evden çalışma” gibi emek sömürüsünü artıran, ücretlerin düşürülmesi ve işçilerin kıdem ve ihbar tazminatı gibi haklarının ortadan kalkmasıyla ve genç işçilerin fiilen emeklilik haklarının yok olmasıyla, buna karşılık patronların işçiler adına SGK primi yatırma zorunluluğunun ortadan kalkmasıyla sonuçlanabilecek istihdam biçimlerine yönelineceğinin işaretlerini veriyor.

“Yerli ve milli” bir iktisat yaklaşımı daha

Özcesi, tıpkı yakın geçmişte “faiz-enflasyon” ilişkisinde olduğu gibi, yeni bir yerli ve milli bir teori ortaya atarak, “hem enflasyonu, cari açığı, bütçe açığını düşürür, hem de ekonomiyi büyütürüz” demenin bir kısım seçmen nezdinde karşılığı olsa da, sermaye sınıfının, piyasaların, özellikle de yerli ve yabancı yatırımcıların gözünde bir değeri yok.

Uzun süre faiz oranları düşük tutulup, kur fırlatıldıktan, döviz rezervleri eritildikten sonra nasıl ki faiz oranları tekrar artırıldıysa, ekonomik büyüme için enflasyon da, cari açık da, bütçe açığı da körüklenecektir. Hele ki seçmen desteğinin hızla eridiği bir dönemde, yeni ekonomik başarı hikâyelerine acilen ihtiyaç varken bunların önemi kalmayacaktır.

Siyasal İslam’ın faizle imtihanı bir türlü bitmiyor

Son olarak, 29 Eylül tarihli bir Cumhurbaşkanı Kararı ile bankalarda Türk lirası cinsinden açılan mevduat ve katılım hesaplarından elde edilen faiz gelirleri ile kâr payları üzerinden yapılan gelir vergisi stopaj oranları bu yılın sonuna kadar düşürüldü.

Buna göre; TL cinsinden vadesiz ve ihbarlı hesaplar ile 6 aya kadar (dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 15 olan stopaj oranı yüzde 5’e,  1 yıla kadar (dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 12 olan stopaj oranı yüzde 3’e ve 1 yıldan uzun vadeli hesaplarda yüzde 10 olan stopaj oranı yüzde 0’a düşürüldü.(13)

Bu karar reel faizin negatif olduğu bir durumda TL’ye yönelimi artırarak dolarizasyonu zayıflatacağı, tasarrufçuyu koruyacağı gerekçesiyle hemen tüm iktisatçılar tarafından yerinde bir karar olarak değerlendiriliyor.

Ancak bu karar ile emek harcanmadan elde edilmiş çok büyük servetlerin sahiplerinin bu servetlerini daha da büyütürken hiçbir biçimde vergi ödemeyecekleri, bunun da mevcut servet eşitsizliğini daha da artıracağı gerçeği ihmal ediliyor. Bu da kur artışını önlemek gibi gerekçelerle alınmış olan böyle kararların faturasının sonuçta emekçilere ödettirildiğinin bir kanıtı.

Çünkü böyle bir karar hem eşitsizlikleri artırıyor, hem de vergi gelirlerindeki azalmanın diğer vergilerdeki artışlarla (örneğin ÖTV ve KDV gibi), iki gün önce elektriğe yapılan zamda olduğu gibi temel hizmetlere yapılan zamlarla ya da halka dönük sosyal harcamaların daha da kısılmasıyla sonuçlanıyor.

Aynı zamanda da kapitalist düzende siyasal İslamcı bir iktidarın faizle imtihanının asla bitmeyeceğini gösteriyor.

Dip notlar:

(1)     https://bianet.org/bianet/siyaset/231533-hdp-ye-operasyona-tepki-siyasi-soykirim (25 Eylül 202).

(2)     Yeni Ekonomi Programı 2020-2022,  (30 Eylül 2019) ve Yeni Ekonomi Programı 2021-2023, (30 Eylül 2020), https://ms.hmb.gov.tr.

(3)     http://faikoztrak.com/ovp-2023-hedeflerinin-iflasinin-ilani (30 Eylül 2020).

(4)       Agm.

(5)       World Bank Group, Turkey Economic Monitor August 2020: Adjusting the Sails, www.worldbank.org.

(6)       IMF, World Economic Outlook- Update (June 2020), A Crisis Like No Other, An Uncertain Recovery. https://www.imf.org (24 June 2020).

(7)       World Bank Group, agr.

(8)       https://www.ebrd.com/news/2020/ebrd-revises-down-economic-forecasts-amid-continuing-coronavirus-uncertainty ( 1 October 2020).

(9)     https://amp.theguardian.com/england-to-remove-turkey-and-poland-from-travel-corridor-list (1 Ekim 2020).

(10)   Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy-Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Kluwer Academic Publishers, 2002, s. 211-220.

(11)   https://www.dunya.com/finans/haberler/tuketici-kredisinde-ralli-bitti-haberi (28 Eylül 2020).

(12) https://www.bloomberght.com/bddk-aktif-rasyosu-mevduat-bankalari-icin-90-a-katilim-bankalari-icin-70-e-indirildi (28 Eylül 2020).

(13)                   29 Eylül 2020 Tarih ve 3032 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı.