11 Ocak 2022 Salı

Enflasyonu düşüremedik, yerine ihracat verelim

Enflasyonu düşüremedik, yerine ihracat verelim

Mustafa Durmuş

11 Ocak 2022

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde 2021 yılı toplam ihracat rakamına ait öngörüsünü açıklarken:  “Bu dünden bugüne ulaştığımız bir rekordur. Bundan 19 yıl önce 36 milyar dolardan devraldığımız ihracatı 2021 yılında sizlerle beraber altı kattan fazla artırarak 225 milyar 368 milyon dolara çıkarmayı başarmaktan mutluyuz” ifadelerini kullandı. (1)

Bir an için yedi yıl geriye gidelim ve o günlerde aynı iktidar tarafından ekonomide konulan hedefleri ve verilen sözleri hatırlayalım. 10’uncu Kalkınma Planı’ndan (2014-2018) söz ediyoruz. O planda ekonominin 2023 yılında 2 trilyon dolar, kişi başına gelirin 25 bin dolar ve ihracatın 500 milyar dolar olacağı yazılıydı.

500 milyar dolarlık ihracat hedefine ne oldu?  

O günden bugüne ne ekonomi o kadar büyüdü, ne de kişi başı gelir o kadar arttı. Aksine kişi başı gelir 2013 yılına göre 3 bin dolar civarında azaldı. İhracat hedefi ise11’nci Plan’da (2019-2023) 227 milyar dolara düşürülmesinin ardından, son Orta Vadeli Program’da 242 milyar dolar olarak belirlendi. Yani son yedi yılda hedef yarıdan fazla düşürüldü. Bu gerçek ortada olmasına rağmen, ekonomik krizin tam ortasında debelenen ve giderek yoksullaşan halka, hedefi yarı yarıya azaltılan ihracat rakamları üzerinden teselli verilmeye çalışılıyor.

“İhracat mevcudun iki katı olsaydı dahi emekçilerin hangi yarasını sarardı” sorusu bir yana, bu teselli ikramiyesi niteliğindeki ihracat artışının ne pahasına gerçekleştiğine de yakından bakılması gerekiyor.

Hala ciddi düzeyde dış ticaret açığı var, çünkü…

Öncelikle, her ne kadar ihracat kadar artmasa da Türkiye’nin ithalatı da artıyor, bu da cari açığın hala bir sorun olarak sürmesine neden oluyor. Öyle ki geçen yılın Kasım ayında ihracat yüzde 33,7 artarken, ithalat da yüzde 27,3 arttı. Böylece yıllık bazda ihracat Kasım ayında 203,9 milyar dolar, ithalatsa 242,4 milyar dolar olarak gerçekleşti. Ülkenin ilk 11 ayında hala 39 milyar doların üzerinde bir dış ticaret açığı var.

Bunun nedeni sadece TL’nin dolar ve avro karşısındaki hızlı değer yitimi değil, daha yapısal bir sorun: İhracatın ara malı/girdi, hammadde/enerji ve teknoloji açılarından hala ithalata çok ciddi oranda bağımlı olması. Bir başka anlatımla, Türkiye'nin ithalatının yaklaşık yüzde 80’i makine ve girdi ithalatından, kalan yüzde 20’si ise nihai tüketim mallarından oluşuyor. Son yıllarda yeni yatırım da pek yapılmadığından, bu yüzde 80’in önemli bir kısmı enerji dâhil, girdi ithalatı biçiminde gerçekleşiyor.

İhracatın yüzde 45’i Dâhilde İşleme Rejimi sayesinde gerçekleşiyor

Bu bağlamda altının çizilmesi gereken çok önemli bir nokta ülke ihracatının azımsanamayacak bir kısmının Dâhilde İşleme Rejimi (DİR) altında yapılıyor olması.

Bu rejim ihraç edilecek ürünler içinde ithal girdilerinin maliyetini azaltmayı, böylece de ihracatı teşvik etmeyi amaçlayan bir gümrük rejimi. Bu rejim altında yerli işçilik kullanılarak, ithal edilen malların montajı yapılabiliyor, bunlar diğer eşyalarla birleştirilebiliyor, eşyalar yenilenebiliyor ya da tamir edilebiliyor. Rejim sektörel olarak sanayi, imalat, tarım ve tekstil gibi temel sektörlerde yaygın olarak kullanılıyor. Bir çalışmaya göre 1996-2016 yılları arasında yapılan toplam ihracatın yüzde 45’i bu kapsamda yapıldı. Aynı dönemde DİR kapsamında yapılan her 100 dolarlık ihracat içinde 39 dolarlık ithal malı kullanıldığı görülüyor. (2)

Kısaca, ithal edilen malların her hangi bir ticaret kısıtlamasına tabi tutulmaksızın serbestçe ithal edilmesi ve bu ithalat sırasında normalde alınması gereken vergilerin de alınmaması biçiminde uygulanan bir ihracatı teşvik rejimi altında yapılan ihracatlar toplam ihracatın neredeyse yarısını oluşturuyor.

Ancak, kaçınılmaz olarak böyle bir ihracat biçimi ithalata olan bağımlılığın sürmesine, ulusal tasarrufların azalmasına, düşük kaliteli mal ile değişime, kaçakçılığa ve vergi gelirlerinin de azalmasına neden oluyor. Bu da ülke ekonomisinde yerli katma değer olarak yapılan katkının ciddi oranda düşmesiyle sonuçlanıyor.

Fakirleştirici büyüme

İkinci olarak, dışa bağımlılığı artırmasının yanı sıra, böyle bir ihracat başta bu ürünleri yaran işçi sınıfı olmak üzere,  ülke insanına ya da ekonomisine bir bütün olarak ciddi bir fayda sağlamaksızın, daha ziyade fakirleştirici bir biçimde artıyor. Bunun başta gelen nedeni ülke parasının dolar ve avro karşısında hızla değer kaybetmesi.

Bu durumu Merkez Bankası’nın açıkladığı TÜFE bazlı Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi’nden (REK) görebilmek mümkün. Zira geçen Kasım ayında 54,33 olan bu endeksin değeri Aralık ayında 47,2’ye geriledi. (3) Yani reel efektif döviz kuru tarihsel bir dip yaptı.

Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek için kısa bir hatırlatma yapalım. REK ülkeler arasındaki göreli fiyat veya maliyet gelişimi hakkında bilgi içeren, dolayısıyla ekonomilerin rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden biri olarak kabul ediliyor. Öyle ki bu endeks 100’ün üzerine çıkarsa, o ülkenin ulusal parası diğer paralar karşısında değer kazanmaya, 100’ün altına düşerse değer kaybetmeye başlıyor. Böylece ilkinde değerli, ikincisinde değersiz ulusal paradan söz ediliyor. Aşırı değerli ulusal para altında ihracat daha pahalı hale geldiğinden ihracat beklendiği gibi artmıyor. Endeks ciddi oranda gerilediğinde ise (şu anda yaşandığı gibi)  ülkede üretilen ürünler çok ucuz fiyattan dışarıya satılmış oluyor. Yani hem ülke ekonomisi ciddi bir kan kaybına uğruyor, hem emek daha da değersizleştirilerek daha fazla sömürülüyor, hem de daha fazla üretip satmak için doğa daha fazla tahrip ediliyor.

Yüksek enflasyon ihracatı zora sokacak

Diğer yandan döviz kurlarının yükselmesi nedeniyle artan maliyetler ihracat sektöründeki maliyetleri artırarak ihracatı zora sokuyor. Bunun nedenlerinden birisi artan nakliye (navlun taşımacılığı) maliyetleri zira navlun bütünüyle döviz üzerinden hesaplanıyor.

Nitekim son zamanlarda, akaryakıt başta olmak üzere hemen her şeye yapılan zamlarla sadece birkaç ayda yüzde 50’ye varan maliyet artışlarıyla baş edemeyen küçük çaplı nakliye firmaları kontak kapatırken, belirsizlik nedeniyle fiyatlama yapamayan büyük firmalar yıllık kontratlar yerine spota döndüler. Yani ihracatçılar nakliye giderini yıllık kontratla sabitleme avantajını giderek kaybediyorlar. Diğer yandan karayolu navlununda bu yıl yüzde 20-40 artış bekleniyor.(4)

Ayrıca, hızla yükselmeye devam eden enflasyon bir yandan iç üretimin daha pahalı hale gelmesi yüzünden, daha büyük ölçekte üretildiği için göreli olarak daha ucuza satılan ithal mallarına yönelimi artırırken, diğer yandan yüksek kurun sağladığı rekabetçi kur avantajının ortadan kalkmasıyla sonuçlanıyor.

Yüzde 80’e dayanan enflasyon

Şöyle ki, TÜİK tarafından açıklanan Aralık ayı enflasyonu (TÜFE) 2021'de 19 yılın zirvesine çıkarak aylıkta yüzde 13,58 ve yıllıkta yüzde 36.08 oldu. (5) Bunun önümüzdeki aylarda yüzde 45-50’yi bulması bekleniyor. Ancak TÜİK, Üretici Fiyat Enflasyonunu (ÜFE) aylık yüzde 19,08 ve yıllık 79,89 olarak açıkladı. (6) Diğer yandan Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) Aralık ayı enflasyonunu (TÜFE)  yüzde 82,8 olarak hesaplıyor. (7)

Yukarıdaki enflasyon verilerinden hangisinin gerçeğe daha yakın olduğu bu noktada önem kazanıyor. Bu bağlamda TÜİK’in ÜFE’si ile ENAG’ın TÜFE’sinin birbirine yakın rakamlar olduğu görülüyor. Dolayısıyla da TÜİK’in ÜFE verisi gerçek enflasyon rakamı olarak kabul edilebilir, yani ülkede yüzde 80’e dayanan bir enflasyonun varlığından söz edilebilir. Çarşıya, pazara çıkan insanımızın algıladığı enflasyon oranı da zaten yüzde 80’in altında değil.

Bir başka anlatımla, hiçbir sanayi ve hizmet üreticisi veya toptan ticaret erbabı, üzerine gelen enflasyonun yükünü (ÜFE’yi) böyle altı ayı aşkın sürelerde üzerinde taşımaz, taşıyamaz. Hele hele fiyatlara yansıtabildiğinin iki katını aşan ((79,89/36,08=2,2) bir enflasyonist yüke aylarca dayanamaz. Bu yüzden de açıklanan TÜFE’nin ÜFE’ye çok daha yakın bir yerlerde durduğunu kabul etmek daha mümkün ve mantıklı görünüyor. (8)

Yüksek enflasyon rekabetçi kurun sağladığı avantajı azaltıyor

Enflasyonun ihracat üzerindeki etkisi ise; artan üretim maliyetleri yüzünden yükselen döviz kurunun sağladığı rekabetçi kur avantajını ortadan kaldırması biçiminde oluyor.

Çünkü sepet kur (1/2 dolar, 1/2 avrodan oluşuyor) son bir yılda yüzde 68 artarken, aynı dönemde ÜFE yüzde 79,9 oranında yükseldi ve yeni yılda gerçekleşen enerji zamları, işçilik maliyetleri, vergilerdeki yeniden değerleme oranları gibi gelişmeler yüzünden bu farkın giderek daha da açılması bekleniyor. Bu durum ihracatçının rekabetçi kur avantajını kaybetmesine yol açıyor. Öyle ki ani iniş çıkış kadar çok düşük kurun da rekabetçiliğe zarar verdiğini ve ihracatı negatif etkilediğini dile getiren sektör temsilcileri, bugünkü konjonktürde dolar/TL kurunun 14’ün altına düşmemesi (hatta 16 civarında olması) gerektiğini, aksi halde ihracatta yakalanan ivmenin kaybedileceğini, ayrıca hem üretimin, hem de yatırımların tehlikeye gireceğini ileri sürüyorlar. (9)

Reel ücretlerin erimesi ihracat stratejisinin bir parçası

Son olarak, her ne kadar son zam ile nominal asgari ücret yüzde 50 oranında artırılmış olsa da, yüzde 80’e yaklaşan bir enflasyon ile bu artış eridi, reel ücretler daha da düştü, işçiler daha da yoksullaştı. Bu durum ihracata dönük bir birikim stratejisinin ön koşulu gibi ele alınıyor. Çünkü ihracatçı açısından ücretlerin düşük olması hem üretim maliyetlerini düşürüyor, hem de üreticinin iç pazardan ziyade dışarıyı hedeflemesini zorunlu kılıyor.

Nitekim geçmişte bu modeli ilk uygulayan Özal 1980’li yıllarda reel ücretleri (enflasyondan arındırılmış)  düşük tutup iç pazarı baskılayıp, böylece de ihracata yönelimi artırabilmek için, hem 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün işçi örgütlerini etkisiz hale getirmesinden faydalanmış, hem de izlediği vergi politikaları ile emekçileri daha ağır vergilendirmişti. İhracatçıya o ana kadar görülmeyen ölçüde nakit ve kredi teşviki desteği sağlarken, bir bütün olarak sermaye kesiminin vergisini emekçilerin üzerine kaydırabilmişti.

1980’lerle paralellik arz eden bir süreç

Bugün topluma yeni bir stratejiymiş gibi sunulan ihracata yönelim stratejisi aslında Özallı yıllarda uygulanandan öz itibarıyla farklı değil. Her ikisinin de ortak noktası yüksek döviz kuru (geçmişte büyük devalüasyonlar biçiminde yapılırdı) ve ucuz emek sömürüsü.

Bir başka deyişle, ihracat artışı hem Türk Lirasının dolar ve avro karşısında ciddi anlamda değer kaybetmesi ile hem de kayıt dışı mülteci emeğinin kullanılmasını yanı sıra, reel ücretlerin düşürülmesi, yani ciddi boyutlara ulaşan bir ucuz emek sömürüsü ile birlikte yürüyor, yürüyecek.  Bunun bir göstergesi olarak, 2020 yılı sonunda Birim İşgücü Bazlı REK’in 57,16’ya kadar gerilediğini vurgulayalım. (10)

Yoksul çocuklarının emeklerinin sömürüldüğü merkezler kalıcılaştırılıyor

Mesleki Eğitim Kanunu'nda yapılan iki değişiklikse ucuz emek sömürüsünün alt yapısının iyiden iyiye hazırlandığını gösteriyor. Yapılan bu değişikliklere göre (11) ; mesleki eğitim stajı adı altında haftada bir gün okula giden ve dört gün iş ortamında çırak olarak çalıştırılan meslek okulu öğrencilerine daha önce patronlarca ödenen aylık asgari ücretin üçte biri oranındaki maaşın tamamını artık devlet ödeyecek. Dahası üçüncü yılında kalfa olan öğrenciler asgari ücretin yarısı kadar ücret alacaklar.

Bu merkezlerde yaklaşık 160 bin öğrencinin okuduğu dikkate alındığında bunun patronlar için ne denli ucuz bir emek gücü deposu olarak işlev göreceği açık (bu yükün vergi ödeyenlere yıkılmasına karşılık). Devasa boyutlara erişen işsizlik altında iş bulma korkusu yaşayan ortaokul mezunu yoksul çocuklarının ailelerinin çocuklarını bu merkezlere yönlendirmeleri ve çırak öğrenci olmalarına razı olmaları ise anlaşılabilir bir şey.

Özellikle de siyasal iktidarın kendi bekasını ihracatı artıran bir birikim stratejisinde aradığı son zamanlarda bu değişikliklerin yasalaşması tesadüf değil. Böyle bir ihracat ancak ucuz emek sömürüsüyle olabilirdi ki bu merkezler buna daha yoğun bir biçimde hizmet etmeyi sürdürecek gibi görünüyor.

Emek gücü verimliliğini artırmayı ihmal eden bir strateji

Diğer yandan kapitalist ekonomilerde emek gücü verimliliklerinin artırılması gereği gibi sermaye birikiminin kendine has bir gerçekliği var. Günümüzde kapitalizm öyle bir durumdaki verimlilik artışları üzerinden sağlanan büyüme ekonomiyi büyütmek için neredeyse tek seçenek haline geldi.

Yani ucuz ve göreli olarak niteliksiz emek ile üretilen malların ihracatı, hem ciddi anlamda düşük ihracat fiyatlarıyla yapılmayı, hem de azgelişmiş dünyada bunu yapmakta olan Hindistan, Bangladeş ve Vietnam gibi ülkelerle rekabet etmeyi zorunlu kılıyor. Bu da aslında azgelişmiş ekonomilerin bir tür dibe doğru yarışı demek. Bu yarışın asıl kazananı ise Merkez Ekonomiler olarak da adlandırılan emperyalist ülkelerdeki büyük sermaye grupları, çok uluslu şirketler.

Bu sorunu aşmanın bir yolu tıpkı 1980’lerden itibaren Güney Kore ve son 20 yıldır Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaptığı gibi beceri ve teknoloji yoğun ürün ihracatına yönelmek olabilirdi. Ama bugün (Kasım 2021 itibarıyla)  Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 94’ü imalat sanayi ürünlerinden oluşsa da, bunun sadece yüzde 3’ünü (Ocak-Kasım 2021) teknoloji yoğun ürünler oluşturuyor. (12) Böyle bir ekonomik model ve verili uluslararası iş bölümü altında, bu iki ülkenin yaptığını Türkiye’nin yapabilmesi oldukça zor görünüyor.

Çünkü Türkiye’de egemen sınıflar son 19 yıldır kolay yoldan, bol dış kaynağa dayalı ve asıl olarak inşaat-emlak rantı üreten bir servet birikimi stratejisini hayata geçiriyor. Yani bugünkü ekonomik krizin nedeni sadece iktidar bloku ve onun uygulamakta olduğu ekonomi politikaları değil, aynı zamanda son 19 yıldır uygulanmakta olan bu sermaye birikim stratejisi.

Bu stratejinin sürdürülebilmesi artık zorlaştığından, egemenler alternatif sermaye/servet birikimi stratejileri arayışına girdiler. Ayrıca iktidarda kalabilmelerinin yolu da böyle stratejilerle ihracatı ve ekonomiyi büyütebilme, erken seçime doğru gidilen bu süreçte ekonomide sahte de olsa bir canlılık yaratabilme başarısından geçiyor. Bu yüzden de ihracatı artırma stratejisi canla, başla savunuluyor.

İnovasyonda 50 merkezin içinde 49’uncu sıradayız

Diğer taraftan, beceri ve teknoloji yoğun bir ihracatı gerçekleştirebilmek için öncelikli olarak buna uygun teknolojilerin üretilmesi, yaratılması gerekiyor. Bunun için de başta inovasyon (yenilik) ve ar-ge çalışmalarının yeterli düzeyde olması lazım. 2021 yılında dünyadaki en önde gelen 50 inovasyon merkezine (hub) ait bilgi bu açıdan son derece düşündürücü. (13)

Çünkü genel sıralamada (ar-ge, ekonomide yenilikçilik ve ekolojik yenilikçilik kriterlerinin ortalaması olarak),  Türkiye’nin sadece yaklaşık 20 milyon nüfuslu İstanbul kenti, 100 üzerinden 60,35 puan ile 49’ncu sırada yer alabiliyor. İstanbul’un altında, yani sonuncu sırada 60 puan ile sadece Jakarta (Endonezya) var. Bu listede beklendiği gibi ilk 15 sıra ABD’ye ait iken, Çin’in dokuz kenti (26’ncı - 34’üncü sıralar arasında) ve 38-40’ıncı sıralar arasında olmak üzere Hindistan’ın üç kenti yer alıyor.

Yenilik ve buluşların üretilmesinde en önemli kurumlardan olan üniversitelerin sıralamasına bakıldığında ise Türkiye’den hiçbir üniversitenin ilk 200 küresel üniversite arasında yer almadığı görülüyor.

Sonuç olarak

Türkiye ekonomisi, özellikle de emperyalist-kapitalist sistemle tam eklemlenme yaşamaya başladığı son birkaç on yıldan bu yana, sadece bu sistemin ana sürücülerinden olan uluslararası sermaye hareketleri ve dış krediler (borçlar) yoluyla değil, aynı zamanda dış ticaret yoluyla da bu sistemin boyunduruğu altında varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Yüksek kurlar aracılığıyla ülke bir emperyalist sömürüye tabi tutulurken, bu sömürü ucuz emek, ucuz toprak, ucuz hammadde ve düşük vergileme ile daha da katmerleştiriliyor. Ülkenin kendi insanına kapalı tutulan müşterek varlıkları, doğası, iktidarca tercih edilen yabancı ülkelerin zenginlerine ve/veya bu ülkenin az sayıda büyük zenginine adeta altın tepsi içinde sunuluyor. Yenileme süresi henüz dolmamış olan kamu arazilerinin, limanların işletme sözleşmeleri onlarca yıl ötesine uzatılıyor.

Büyük çaptaki emek sömürüsü altında ve gerçek değerinin çok altında fiyatlarla yapılan ihracatlar yüzünden halk daha da yoksullaşırken, ekonomi daha kırılgan ve krizlere yatkın bir hale geliyor. Bu durum (karşılaşılan finansal krizler yüzünden) ekonomik büyümenin sıklıkla kesintiye uğramasıyla sonuçlanıyor.

İhracat arttığında, artan ihracat gelirlerine rağmen (uluslararası kuruluşların yerli ortağı konumundaki büyük dış ticaret şirketleri ve süper zenginler dışında) toplumun büyük bir kısmı artan bu ihracattan fayda sağlayamıyor. Çünkü dış ticaret, ağırlıklı olarak, büyük ölçüde dışa bağımlı,  işbirlikçi büyük sermaye tarafından gerçekleştiriliyor ve devlet mevcut işleyişiyle hem ihracat,  hem de ithalat boyutuyla bu işleyişin kolaylaştırıcısı olarak işlev görüyor. Ayrıca ithalde aldığı KDV ve diğer ithalat vergileriyle devlet bu konuda ithalatçı sermayenin ortağı konumunu sürdürüyor.

Bu bir kader değil, emekten, insandan, doğadan yana bir çözüm var!

Oysa bu böyle olmak zorunda değil. Ülke ekonomisini demokratikleştirip, adaletli ve katılımcı bir hale getirdiğimizde, “neyin”, “nasıl” ve “niçin üretileceğine” bir avuç büyük sermayedarın ve onun iktidardaki temsilcilerinin karar vermesinin yerine, yerel halkın ihtiyaçlarını önceleyerek, bizzat halkın karar vermesini sağlayabilecek bir üretim tarzını ve buna uygun bir demokratikleşmeyi gerçekleştirdiğimizde, diğer ülkelerle adaletli ve etkin bir uluslararası ticaret düzeninin kurulmasının da yolunu açabiliriz.

Bunun için ön koşul olarak, meta değişiminin (mübadele) koşulları taraflar için eşit/adil olmalı, tekeller olmamalı (küçük üreticiler ile dev tekeller karşı karşıya gelmemeli) ve bu koşullar tüm taraflar için geçerli olmalı, yani ayrımcılık yapılmamalıdır.

Öncelikle ülkeler ellerindeki imkânları ya da fırsatları, bunlara sahip olmayan ama bunlara ihtiyaç duyan diğer ülkelerle kullanım değerleri üzerinden değiştirebilirler. Böylece ticaret yapan iki ülke alternatif maliyetlerini (ya da bir tür karşılaştırmalı avantajlarını)  ticari bir işleme dönüştürmeden, dayanışmacı bir takas yoluyla sağlayabilir. Ülkeler bu takası üretim sırasında kullanılan emek miktarı ya da elde edilen faydaya göre gerçekleştirebilirler.(14)

Yani bir çözüm, ticaret yapan tarafların yaptıkları katkılarıyla (değer) orantılı bir değişim yapmak olabilir. Bu katkıyı belirlemek için başvurulacak yasa kapitalizm sonrası toplumlar için de geçerli olan Emek- Değer Yasası’dır. Yani değişim değeri (fiyat) her ülkede söz konusu malların üretimi için saat başına harcanan emeğe göre belirlenebilir. 

Diğer çözüm ise her ülkenin katkısına değil, ticaretten sağladığı faydaya bakılması olabilir. Fiyatın faydayı yansıttığı varsayımı altında, ticaret yapan iki ülke de asgari düzeyde kabul edebileceği bir değerin (fiyat) üzerinde bir fayda sağlıyorsa adaletli ve etkin bir takastan söz edilebilir.

Bu noktada önemli bir husus işçi ücretlerinin, çalışma koşullarının, sosyal hakların ve doğanın korunması konusunda ülkeler arasında büyük farklılıkların olmamasının gerekliliğidir. Yani adaletli ve etkin bir ticaret/takas modelinde söz konusu mal ve hizmeti üretenlere sadece üretim maliyetlerini karşılayan değil, yaşanabilir bir gelir de sunan adil bir fiyat ödenmelidir. Bu asgari geçimlik ücretin üzerinde bir gelirdir.  Ayrıca sağlıklı çalışma koşullarının varlığı şart koşulmalı, çocuk emeği yasaklanmalı ve insan hakları ihlallerine izin verilmemelidir.

Böyle bir sosyal korumacılıktan beklenen (başka ülkelerin işçilerinin zararına olmak üzere) sadece kendi işçilerini değil, dünyadaki tüm insanların refahını artırmayı hedefleyen bir perspektiften, dünya işçi sınıfını korumaktır.

Ancak, kapitalizmin temel özelliği olan; üretimin sosyal karakteri ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişki ortadan kaldırılmadığı ve “neyin, nasıl ve neden üretilip”, “nasıl tüketileceğine” aşağıdan yukarıya, katılımcı- demokratik bir biçimde karar verilmediği sürece uluslararası ticarette adaletin ya da etkinliğin sağlanması beklenmemelidir.

Adaletli ve etkin bir dış ticaret sadece emek sömürüsü ve emperyalist sömürünün ortadan kaldırıldığı, dış ticaretin başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun tüm emekçilerinin demokratik kontrolüne tabi tutulduğu bir enternasyonalist dayanışmacı küresel düzende (enternasyonalde) mümkün olabilir.

Dip notlar:

(1)    https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-gururla-acikliyorum-ihracatta-rekor-kirildi (3 Ocak 2022).

(2)    Ümit Engin Tekin, “Dahilde İşleme Rejimi’nin ihracat ve ithalat üzerine etkileri (1996-2016)”, International Journal of academic value studies(Javstudies), 2017, Vol3,Issue 16, ss.192-206.

(3)    https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Doviz+Kurlari/Reel+Efektif+Doviz+Kuru (4 Ocak 2022).

(4)    https://www.dunya.com/sektorler/lojistik/nakliyeci-spota-dondu-ihracatci-tedirgin-haberi (6 Ocak 2022).

(5)    TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Aralık 2021, https://data.tuik.gov.tr (3 Ocak 2021).

(6)    TÜİK, Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi, Aralık 2021, https://data.tuik.gov.tr (3 Ocak 2021).

(7)    ENAG, Tüketici Fiyat Endeksi Aralık 2021, https://enagrup.org (3 Ocak 2021).

(8)    Oğuz Oyan, “‘Enflasyon karşılaması’”, https://haber.sol.org.tr/yazar/enflasyon-karsilamasi (4 Ocak 2022).

(9)    https://www.dunya.com/ekonomi/ihracatcilar-kurdaki-rekabetciligini-kaybetti-haberi (5 Ocak 2022).

(10) https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Doviz+Kurlari/Reel+Efektif+Doviz+Kuru (4 Ocak 2022).

(11)  http://www.meb.gov.tr/mesleki-egitim-ogrencilerinin-ucretlerinde-iyilestirme (24 Aralık 2021).

(12) TÜİK, Dış Ticaret İstatistikleri, Kasım 2021, https://data.tuik.gov.tr (31 Aralık 2021).

(13)  Center for Industrial Development and Environmental Governance (CIDEG) at Tsinghua University and Nature Research, Global Innovation Hubs Index 2021 (25 September 2021).

(14)  Robin Hahnel, The ABC s of Political Economy, Pluto Press, 2002, s. 126-127.

 

 

3 Ocak 2022 Pazartesi

Türkiye ekonomisi dünyada ilk 10’a girebilir mi, girmeli mi?

 

Türkiye ekonomisi dünyada ilk 10’a girebilir mi, girmeli mi?

Mustafa Durmuş

3 Ocak 2022


Cumhurbaşkanı Erdoğan 2022’ye girilirken yayınladığı ekonomi ağırlıklı yeni yıl mesajında, “ekonomide başlattıkları dönüşüm ve uyguladıkları yeni model ile Türkiye ekonomisini dünyanın en büyük 10 ekonomisinden birisi haline getirme” sözünü verdi. (1) Aslında Erdoğan’ın bu vaadi yeni değil, çünkü Atatürk'ün vefatının 82’nci yılı dolayısıyla, 2020 yılında Beştepe’de düzenlenen anma etkinliğinde de bu sözü vermişti. (2)

Böyle bir sözün verili dünya ve ülke ekonomisinin gerçeklerine uygunluğu ya da yerine getirilebilme olasılığı nedir? 19 yıllık tek başına iktidarlarının ardından böyle bir sözün verilmesine neden ihtiyaç duyulmaktadır?

Sorunun ikinci kısmından başlarsak; siyasal iktidarın özellikle de ekonomi alanında ortaya çıkan ciddi sorunlarla baş etmekte zorlandığı, çözüm olarak ortaya koyduklarının yeni ve daha büyük sorunlara neden olduğu ve halkın özellikle de ekonomi alanında olup bitenden dolayı memnuniyetsizliğinin giderek arttığı bir gerçek.

Bu yüzden de yakın geçmişte aya gitmek, büyük çapta doğal gaz kaynağı keşfetmek gibi haberlerde olduğu gibi, dünyanın en büyük 10 ekonomisinin arasında yer alma sözü bu kötü gidişatı unutturabilmek için verilmiş bir söz olarak değerlendirilebilir.

Sorunun birinci kısmı ise ülke ekonomisinin ve siyasetinin içinde bulunduğu durum ile doğrudan ilintili.

Dünyanın 17’nci büyük ekonomisi iken 2021’de 21’inciliğe gerileme

Öncelikle bir saptamada bulunalım. Türkiye 2020 yılına kadar G-20 adı verilen dünyanın en büyük ekonomilerine sahip 20 ülke arasında yer alıyordu (çoğu kez de 17’nci sırada). Ancak IMF’nin sunduğu 170 ülkeye ait GSYH verilerine dayanılarak yakınlarda yapılan bir çalışmaya göre (3); Türkiye ekonomisi artık bu konumda değil.  0,8 trilyon dolarlık bir GSYH ve dünya ekonomisi içinde binde 8’lik bir pay ile bu yıl 21’nci sıraya gerilemiş durumda. Buna karşılık komşumuz İran 1,1 trilyon dolarlık bir ekonomik büyüklükle 17’nci sırada yer alıyor. Meksika, Endonezya ve Brezilya gibi yükselen ekonomiler olarak da adlandırılan ülkeler de G-20 içindeki yerlerini koruyorlar.

O halde öncelikle ekonomimizi dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi arasında sokma vaadini yenilemeden önce 21’nci sıraya gerilememizin nedenleri üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

İlk 10’daki ekonomiler Türkiye ekonomisinin en az 2,2 katı büyüklüğünde

İkincisi, aşağıdaki tablodan da kolayca görülebileceği gibi, böyle bir hedefin gerçekleşebilmesi pek mümkün değil. Zira ilk 10’un en alt sırasında yer alan Güney Kore ekonomisinin büyüklüğü dahi 1,8 trilyon dolar. Bu ülkenin yüksek teknoloji ve nitelikli emek gücü alt yapısını bir kenara bıraksak dahi, bizim nüfusumuzun yüzde 62’si kadar bir nüfusa sahip (52 milyon) bir ülke olarak bizden 2,2 kat daha büyük bir ekonomiye sahip olduğu bir gerçek. Yani bizim ilk 10’a girebilmemiz için örneğin ilk 10’dan Güney Kore, Kanada ya da İtalya gibi ülkelerden birinin bu ligden düşmesi lazım. Bu mümkün mü?

Bir başka anlatımla, bu ülkeler yerlerinde sayarken, biz GSYH’mizi en az iki-üç kat büyüteceğiz ki onlara yetişebilelim. Bu ülke ekonomilerinin yerlerinde saymayacağı, onların da büyüyeceği gerçeği nasıl inkâr edilebilir?

Kısaca, ilk 20’deki yerini koruyamayan bir ülke, kısa bir zamanda nasıl ekonomisini iki-üç kat büyüterek, sermaye birikimi, teknoloji ve nitelikli emek gücü açısından bizden çok ilerdeki bazı ülkeleri geçerek ilk 10’a girebilecektir? 

Sıralama

Ülke

GSYH (trilyon dolar)

Dünya GSYH’si içindeki payı (%)

1

ABD

22,9

24,4

2

Çin

16,9

17,9

3

Japonya

5,1

5,4

4

Almanya

4,2

4,5

5

Birleşik Krallık

3,1

3,3

6

Hindistan

2,9

3,1

7

Fransa

2,9

3,1

8

İtalya

2,1

2,3

9

Kanada

2,0

2,1

10

Güney Kore

1,8

1,9

 Bu ekonomilerin en büyük ilk 10 arasında yer almalarını sağlayan başlıca etkenlerse şöyle sıralanabilir:  Kapitalist eşitsiz gelişim yasasına uygun olarak dünyanın diğer ülkelerinden daha önce sanayileşmiş olmaları (Çin, Hindistan ve Güney Kore hariç), sömürgecilik-emperyalizm olgusu, tarihsel olarak izledikleri gelişme-kalkınma stratejileri, yüksek sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve nitelikli emek gücünün varlığı.

Ekonomik ve finansal istikrarın sağlanması gerekiyor

Ancak bu gelişimde, yukarıdaki faktörler kadar diğer başka faktörler de etkili oldu. Bunların başında bu ülke ekonomilerinin sahip olduğu ekonomik ve finansal istikrar geliyor. Yani öncelikle büyük ve güçlü bir ekonomiye sahip olabilmek yeterli değil, ayrıca ekonomik ve finansal istikrarın da kalıcı olarak sağlanması gerekiyor. Bunun yanı sıra ülkede politik istikrarın da (tercihan demokratik olanın) sağlanmış olması şart. Bu ülkeler istikrar konusunu büyük ölçüde çözebilmiş ülkeler.

Konuya bu açıdan yaklaştığımızda, Türkiye ekonomisinin özellikle de son yıllarda inanılmaz bir ekonomik ve politik istikrarsızlıkla boğuştuğuna tanık oluyoruz. Tartışmalı bir kurum haline gelen TÜİK’in sunduğu yüksek iktisadi büyüme verilerine rağmen, ülkede faiz, döviz kuru ve enflasyon biçiminde ciddi fiyat istikrarsızlıkları söz konusu ve bu durum giderek daha da kötüleşiyor.

Oysa doğası gereği anarşik bir üretim-tüketim örgütlenmesine sahip olan kapitalizmde finansal ya da parasal istikrarın önemi çok büyük. Yani kapitalist ekonomilerin büyümesi ancak fiyat istikrarı ile sürdürülebilir olabiliyor. Bu sağlanamadığında bu ekonomilerin krize girmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Paranın fiyatı konumundaki faiz oranları istikrarsız

Sırasıyla bu parasal/finansal istikrarsızlıkları ele alalım. Öncelikle yeni yıla girilirken (Merkez Bankası politika faizinin düşürülmesine rağmen), piyasa faizlerinde ciddi bir artış yaşanıyor. Öyle ki TL’deki likidite sıkışıklığı, kur garantili yeni mevduat ürünüyle kızışan bankalar arası rekabet ve sık sık görülen dalgalanmalarla öngörülebilirliğin kaybedilmesi yüzünden TL mevduat faizleri yüzde 26’ya kadar çıkarken, ticari kredi faizleri yüzde 46 seviyesini gördü. (4)

Döviz cinsinden mevduatta çözülme yok

Merkez Bankası’nın haftalık verilerine göre, 20 Aralık operasyonunun ardından yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatı (parite etkisinden arındırılmış olarak) toplamda yaklaşık 1,5 milyar dolar arttı. Detaylandırırsak; gerçek kişilerin (bireylerin) döviz mevduatı son bir haftada 136 milyon dolar azalırken, tüzel kişilerin döviz mevduatı 1,56 milyar dolar arttı. Böylece yurt içindeki yerleşiklerin döviz cinsinden tuttukları mevduat miktarı (parite etkisinden arındırılmamış olarak) 239 milyar dolara çıktı. (5)

Özetle, kur korumalı TL mevduat uygulamasının devreye girdiği 20-24 Aralık haftasında döviz mevduatları tarihsel olarak en yüksek düzeyine çıktı. Bu konuda, aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, BDDK verileri çok daha ayrıntılı bilgi sunuyor. Bu süreçte TL cinsinden mevduatta yaklaşık 44 milyar dolar karşılığı bir artış olmuş. Dövizli mevduatta ise azalma olmadığı gibi, yaklaşık 1,2 milyar dolarlık bir artış gerçekleşmiş.

 

Döviz cinsinden mevduat hesapları (YP-milyar dolar)

TL cinsinden mevduat hesapları (TP- milyar dolar)

17 Aralık 2021

260,047

115,963

20 Aralık 2021

259,660

106,336

21 Aralık 2021

261,029

139,091

22 Aralık 2021

261,639

148,062

23 Aralık 2021

260,974

161,625

24 Aralık 2021

261,224

159,616

17-24 Aralık’taki değişim

1,177 milyar dolar (binde 5) artış

43,7 milyar dolar (yüzde 38) artış

Bu veriler, operasyon sonrasında kur ve sıfır vergi stopajı garantili TL hesaplarına ciddi bir yönelimin olduğunu, ancak bunun dövize yönelimi beklendiği gibi azaltmadığını gösteriyor. Bir kısım yastık altı döviz ve altının da bozdurulmasıyla ve borsadan çıkışlarla TL hesaplarda bir hafta boyunca yüzde 38’lik bir artış görülüyor. Ancak çok küçük de olsa döviz cinsinden hesaplarda da (binde 5) artış sürüyor.

Şirketler düşük kurdan döviz satın aldılar

Şirketlerin bu süreçte kamu bankalarınca düşük kurdan piyasaya sunulan yaklaşık 1,6 milyar dolar daha döviz satın almaları bir gerçeğe işaret ediyor: 20 Aralık operasyonu sonrasında Merkez Bankası tarafından kamu bankalarına verilen 9 milyar dolarlık döviz rezervinin bir kısmı sermaye şirketlerine ucuz döviz olarak satıldı. Bu durum bir yandan dış borç anapara ve faiz geri ödemesi zamanı gelen bazı şirketleri rahatlatırken, aynı zamanda da bu şirketlere değerinin altında fiyatla döviz transferi yapıldığını gösteriyor.

Kısaca, gerçek kişiler kur farkı teşvikinin etkisiyle kısmen TL’ye yönelirken, şirketler kamu bankalarının ucuz fiyattan sattıkları dövizi bir fırsat olarak görüp daha çok döviz aldılar. Böyle olunca da ülkedeki finansal istikrarsızlığın bir göstergesi olan dolarizasyon yüzde 63’teki düzeyinde kaldı.

Uluslararası net rezervler son 19 yılın en düşük düzeyinde seyrediyor

Bu gelişme Merkez Bankası’nın (MB) döviz ve altın biçimindeki rezervlerinin daha da azalmasıyla sonuçlandı. Öyle ki Bloomberg’in haberine göre; 17 Aralık’ta 116,5 milyar dolar olan brüt rezervler 24 Aralık’ta 110,8 milyar dolara; aynı tarihlerde 12,2 milyar dolar olan net rezervler 8,6 milyar dolara ve swap hariç rezervler -46,7 milyar dolardan – 55,7 milyar dolara ( 9 milyar dolar) geriledi. (6)

Bu durum kuşkusuz Merkez Bankası’nın kura müdahale etme konusunda elindeki en önemli aracın artık neredeyse bütünüyle etkisiz hale geldiğini gösterirken, kurdaki son birkaç gündür ortaya çıkan yeni yükselişin de nedenlerini açıklıyor.

Nitekim 20 Aralık tarihindeki konuşma ve ardından MB’nin 9 milyar dolarlık döviz satışı sonucunda 18 TL’den 10 TL’ye kadar düşen dolar kuru birkaç gün içinde tekrar yükselişe geçti. Öyle ki bu yazının yayına girdiği saatlerde 1 dolar 13.30 TL’nin üzerinde değerleniyordu.

Böyle yüksek bir enflasyon ile dünyanın 10 büyük ekonomisi arasına girilemez

Mal ve hizmet fiyatlarındaki istikrarsızlığın en iyi göstergesi ise enflasyon oranıdır. Bu oran dünyanın en büyük 10 ekonomisinde en fazla yüzde 7’nin altında seyrediyor. Sırasıyla: ABD’de yüzde 6,8; Çin’de yüzde 2,3; Japonya’da yüzde 1,5; Almanya’da yüzde 5,2; Birleşik Krallık’ ta yüzde 4,2; Hindistan’da yüzde 4,5; Fransa’da yüzde 3,2; İtalya’da yüzde 3; Kanada’da yüzde 4,4 ve Güney Kore’de yüzde 2,5. (7)

Her ne kadar TÜİK yıllık tüketici enflasyonunu yüzde 21’in biraz üzerinde hesaplasa da, bunun inandırıcı olmadığı artık yaygın bir biçimde kabul ediliyor. Özellikle de mutfak enflasyonu olarak da bilinen temel gıda maddelerindeki enflasyonun yüzde 35’in üzerinde olduğu, ENAG gibi bağımsız kuruluşların hesaplamasına göre ise yıllık enflasyonun yüzde 59’a yaklaştığı ileri sürülüyor. (8)

Kuşkusuz 3 Ocak 2022 tarihinde açıklanacak aylık enflasyon oranı bu konuda önemli bir gösterge olacak. Her ne kadar memurlara ve emeklilere yapılacak olan ücret zammını yüksek tutmamak için ciddi boyuttaki akaryakıt zamları yeni yıla bırakılarak Aralık ayı enflasyonu daha düşük gösterilme yoluna gidilse de, verili koşullar altında enflasyonun çift haneli olarak (yüzde 10’un üzerinde) çıkması bekleniyor. Eğer aylık enflasyon oranı beklendiği gibi gelirse, bu durum ülkedeki fiyat istikrarsızlığının en somut göstergesi olacak.

Ayrıca gerek dolar kurundaki artış ve devletin akaryakıtta sunduğu ÖTV desteğine son vermesi, gerekse de dünya petrol fiyatlarının seyri yüzünden (öyle ki 2022 yılında ortalama petrol fiyatının varil başına 73 dolardan 77 dolara, 2023 yılında ise 85 dolara kadar çıkması öngörülüyor) (9) ülkedeki akaryakıt fiyatlarına yeni yılda tekrar zamlar yapıldı.

Doğal gaza yüzde 25, benzine 0,61 kuruş, motorine 1,29 kuruş LPG’ye 0,78 kuruş ve elektriğe 1 lira 37 kuruş zam yapıldı. (10) Bu zamların maliyet yönlü olarak yeni yılda enflasyonu daha da artırması, dolayısıyla da fiyat istikrarsızlığını daha büyütmesi ve kuşkusuz halkın yoksulluğunu daha da artırması kaçınılmaz olacak. Bu durum da dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girme sözünün tutulması imkânsız olan bir sözden ibaret kalacağını ortaya koyuyor.

Sonuç: En büyükler arasına girmek gerekli değil

“İlk 10 ekonomi arasına girme” söyleminin gerçek dışılığı konusunda şu ana kadar anlattıklarımıza ilave olarak; sermaye birikimi (tasarruf/yatırımların yetersizliği) ve özellikle de toplam faktör verimliliği açısından ülkenin 1990’ların dahi gerisinde olduğu, asıl engelin de bu olduğu gerçeğinin altını bir kez daha çizelim.

Ülkede son 19 yıldır izlenen birikim stratejisi ülke ekonomisinin sanayi alt yapısını güçlendirmek yerine, inşaat sektörü üzerinden ekonomiyi büyütmeye ve buna uygun bir emlak ve finansal rant üzerinden servet biriktirmeye hizmet etti. Ekonomi bazı yıllarda potansiyelinin üzerinde büyüdü ama ülke ne ekonomik, ne de sosyal olarak kalkınabildi.

Ayrıca iklim yıkımı başta olmak üzere birçok ciddi sorunla karşı karşıya bulunduğumuz bir dönemde büyük bir ekonomiye sahip olma fikrinin geçerliliğini de sorgulamamızda yarar var.

Öyle ki en büyük 10 ekonomi arasında ilk sırada yer alan ABD, dünyada gelir ve servet bölüşümünün en adaletsiz gerçekleştiği, ırkçılığın en yaygın olduğu ülkelerin başında geliyor. Onu takip eden Çin’de her ne kadar son 40 yılda 800 milyonu aşkın insan yoksulluktan kurtarılmış olsa da, bölüşüm eşitsizlikleri hızla artarken ülke otoriter bir yönetim altında yönetiliyor, ülkedeki diğer ulusal kimlikler üzerindeki baskı devam ediyor. Bu örneklere, özellikle de farklı kimliklere karşı uyguladığı ötekileştirici- faşizan politikalarıyla Hindistan ve Brezilya örneklerini de dâhil edebiliriz.

Bu bağlamda bir ülkenin ekonomik ve sosyal gelişkinliği ile ilgili olarak, iktisadi büyümenin en önemli göstergesi olarak kabul edilen kişi başına düşen (!) ulusal gelir kadar, kişi başına düşen demokrasi, kişi başına düşen özgürlükler ve kişi başına düşen barış gibi göstergelere bakmak daha doğru olur.

Nitekim bırakın ilk 10’da yer almayı, ilk 20’ye dahi giremeyen Norveç, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Yeni Zelanda, Küba ve Kosta Rika gibi ülkeler dünyanın göreli olarak en eşitlikçi, en barışçıl ve en demokratik ülkeleri arasında anılıyorlar.

Yani çok büyük bir ekonomiye sahip olmadan da, eşitlikçi politikalarla insanınızı daha mutlu edebilir, emekçinizi koruyabilir ve doğa ile barışık bir düzen kurabilirsiniz.

Kuşkusuz bu noktada kalıcı olarak emeği, doğayı, kadını, çocukları, engellileri korumanın ve güçlendirmenin, eşitlikçi, özgürlükçü ve barışçıl bir toplum kurmanın ve böyle bir dünyayı yaratmanın, özellikle de günümüz nekro-kapitalizminde mümkün olup olamayacağı da sorgulanmalıdır. Buradan hareketle de, uzun vadede asıl olarak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum ve dünya kurmanın gerekliliği ve bunun nasıl gerçekleştirilebileceği konusu üzerinde odaklanılmalıdır.

Dolarizasyon, Döviz kuru, Dövizli mevduat, Enflasyon, Faiz, Finansal istikrar,  GSYH, Kur garantili mevduat, Parasal istikrar, TL mevduat.

Dip notlar:

(1)    https://artigercek.com/haberler/erdogan-in-2022-mesaji-dunyada-en-buyuk-10-ekonomisi-arasina-girecegiz (31 Aralık 2021).

(2)    https://tr.euronews.com/2020/11/10/cumhurbaskan-erdogan-ekonomide-dunyan-n-ilk-10-una-girmeyi-basaracag-(10 Kasım 2021).

(3)    https://www.visualcapitalist.com/visualizing-the-94-trillion-world-economy-in-one-chart (22 December 2021).

(4)    https://www.dunya.com/ekonomi/mevduat-ve-kredi-faizleri-ucuyor-haberi (31 Aralık 2021).

(5)    TCMB, Haftalık para ve banka istatistikleri, 24.12.2021, https://www.tcmb.gov.tr, s. 9. (1 Ocak 2022).

(6)    https://www.facebook.com/BloombergHT (1 Ocak 2022).

(7)    https://tradingeconomics.com (1 Ocak 2022).

(8)    https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (3 Aralık 2021).

(9)    https://www.nakedcapitalism.com/2021/12/chronic-underinvestment-could-push-oil-prices-higher-in-2022veteran-finance-writer-investor-engineer-and-researcher-for-safehaven-com.html (30 December 2021).

(10)   https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (1 Ocak 2022).