28 Mayıs 2016 Cumartesi

VERİMLİLİK ARTIŞI YAVAŞLADI, SERMAYE EMEĞE KARŞI DAHA DA SERTLEŞİYOR!




Siyasal İktidarın Otoriterleşmesi İle Ekonominin Durumunun Kötüleşmesi Arasında Bir İlişki Var mı? (5)

Mustafa Durmuş
28 Mayıs 2016
 
Sadece demokratik hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlandığı, bilimsel ve laik düşüncenin baskılandığı ya da HES ve kentsel dönüşüm gibi projelerle doğanın ve kentsel yaşamın tahrip ve talan edildiği değil, aynı zamanda emeğin de ciddi olarak zarara uğratılmakta olduğu bir süreçten geçiyoruz.
Torba yasalar içinde Meclis’ten hızlıca geçirilen emek karşıtı düzenlemeler ve buna uygun uygulamalar ile işçiler, emekçiler karşı karşıya oldukları kitlesel işsizlik gerçeğinin yanı sıra, artık daha güvencesiz, gelecekleri daha belirsiz, daha örgütsüz ve çok daha ucuza çalışmak zorunda kalan sıradan bir üretim girdisine dönüştürülmek isteniyor.

Aslında benzer gelişmeler bir süredir başta AB ülkeleri olmak üzere dünyanın, gelişkin ya da geri bıraktırılmış, hemen tüm ülkelerinde yaşanıyor. Örneğin AB’de her beş işçiden ikisi esnek ve güvencesiz ya da geçici işçi konumunda çalıştırılıyor.

Büyük sermaye ve onlarla artık açıktan işbirliği yapan hükümetler, üretim maliyetlerini aşağıya çekebilmek için, işçileri daha ağır koşullarda ve daha düşük ücretlerle, daha uzun saatler çalıştırmak için her yola başvuruyorlar.  Böylece emek sömürüsünü daha da yoğunlaştırırken, kârı, sermayeyi ve serveti büyütüyorlar.

Marx, sosyal bilimlere en büyük katkılarından biri olan ‘artı değer teorisi’nde, kârın kaynağının, ödenmemiş emek biçimindeki artı değer olduğunu ileri sürer. Böylece Marx’a göre sermayedarın zenginliğinin kaynağını emek sömürüsü oluşturmaktadır.  Bu sömürüyü artırabildiği sürece kârı, sermayesi ve dolayısıyla da serveti büyüyebilecektir. 

Bu anlamda artı değer,  mutlak ve nispi olmak üzere iki biçimde artırılmaktadır. İlkinde ücretler sabit tutulurken, çalışma saatleri uzatılıyor (ya da çalışma süresi sabit tutulurken ücretler düşürülüyor). Aynı zamanda da çalışma koşulları ağırlaştırılıyor, daha sıkı bir işçi denetimi uygulanıyor (örneğin işçilerin tuvalette kaldıkları süre bile denetleniyor). İkincisinde ise yeni yatırımlar ve teknolojiler ve yönetim teknikleri sayesinde emek gücünün daha verimli çalışması sağlanıyor. Böylece çalışılan saat başına üretilen ürün miktarı ve değeri de artırılıyor. Sonuçta her iki yolla da kârların artırılması ve sermayenin büyümesi mümkün olabiliyor. 

Bir süredir (1980’lerden bu yana) kapitalistlerin emeğe karşı 19.yüzyıldakine benzer çalışma (ve sömürü) rejimlerine giderek geri dönmelerinin kendileri açısından geçerli bir nedeni olmalı. Zira ikincisine göre ilk yöntem emek-sermaye karşıtlığını daha da görünür hale getiren, dolayısıyla çatışmaları artıran bir yöntem. Nitekim bugün Avrupa’yı saran grev dalgasının nedenlerinden birinin haftalık 45 saatlik çalışma düzeni olduğunu biliyoruz. Kapitalistlerse iş durdurmaları ve grevlerden haz etmezler zira bunlar üretim ve kâr kaybı demektir.  

Verimlilik artışı azalıyor, bu yönlü iktisadi büyüme yavaşlıyor…

Bu sorunun temelinde kapitalizmin verimlilik artışı üzerinden büyümesinin giderek zorlaştığı gerçeği yatıyor.  Bir başka deyimle, veriler, ABD, Japonya, AB, Çin, Rusya ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, büyüğünden küçüğüne hemen tüm kapitalist ekonomilerde verimlilik artışlarının giderek yavaşladığını ortaya koyuyor.

Nitekim Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO)’ya göre, verimlilik artış hızı 2012 yılından bu yana belirgin bir biçimde düşüyor. Keza Kasım 2015’te ABD’de verimlilik konularının tartışıldığı bir sempozyumda (PIIE)  sunulan bildirilerin ortak noktasını verimliliklerin küresel çapta yavaşladığı tespiti oluşturuyor. Dahası bu araştırmalardan birine göre; Türkiye, araştırmaya konu edilen 34 ülke içerisinde verimliliğin en fazla azaldığı 6. ülke. Zira verimlilik artışı 1997-2007 arasında yıllık ortalama % 3’ün üzerinde iken, 2007-2014 arasında bu % 0’ın biraz üzerine çıktı. Aradaki fark % -3’e yakın. Bu aslında son dönem AKP iktidarlarının ekonomiyi verimlilikler üzerinden değil, inşaat, kentsel rant, finans üzerinden (dolayısıyla da daha çok tüketim sürümlü bir biçimde) büyüttüğü tezini doğruluyor.

Kapitalizmin 19.yüzyılın sonlarından bu yana sahip olduğu verimlik büyümesi verileri ise kapitalizmin dinamizmini nasıl yitirdiğinin adeta bir göstergesi niteliğinde. Aynı sempozyumda Gordon tarafından sunulan verilere göre; 1890-1920 arasında yılda ortalama % 1,5 artan verimlilik; 1920-1970 döneminde kapitalizm tarihinin en yükseğine ulaşmış ve yılda ortalama % 2,8 olmuş. Buna karşılık 1970-2014 döneminde, yani 44 yılda ortalama yılda  % 1,6’ya gerilemiş. Bu nedenle de artık bir verimlilik krizinden söz ediliyor.

Verimlilik artışı kapitalist birikim için önemli…

Verimlilik kabaca,  işçi başına ya da işçinin çalıştığı saat başına çıktı miktarındaki artış ya da aynı çıktının daha az sayıda işçi ya da çalışma saati ile üretilmesi anlamına geliyor.

Verimliliği tanımlarken ana akım neo klasik iktisatçılar “toplam faktör verimliliği” (TFV) kavramını/göstergesini kullanırlar. Bu kavramın yeniliklerin yol açtığı verimlilik artışlarını ölçtüğü ileri sürülür ve kavram reel GSYH artışı ile emek ve sermaye girdisi artışları arasındaki açıklığı anlatır. Gerçekte bu kurmaca bir göstergedir. Çünkü bugün birçok ekonomide TFV büyümesi eksi olmasına rağmen, bu ekonomiler büyüyebilmektedirler.

Bu nedenle de ekonomik büyümeyi sağlayan verimlilik, yeni sermaye ve teknoloji yatırımları ve inovasyonlarla (yeniliklerle)  üretkenliği artan emek gücünün verimliliğidir. Yani tek başına yeni fikirler,  internet, IT ve elektronik sektörlerindeki teknolojik yenilikler verimlilik artışını sağlayamıyor. Yatırımların arttığı dönemde verimlilikler hızla artıyor. Yatırımlar azaldığında emek gücü verimliliği de azalıyor. 

Kısaca verimlilik büyümesi hala büyük çapta sermaye yatırımlarının yapılması ile gerçekleşebiliyor. Bugün küresel çapta verimlilik yavaşlamasının asıl nedenini de, özellikle de emek gücü verimliliğinin artırılmasını mümkün kılan imalat sanayi gibi sektörlerdeki,  reel yatırımların ve beşeri sermaye yatırımlarının azalması oluşturuyor. Ayrıca eşitlikçi, adaletçi olmayan gelir bölüşümü, toplumsal gerginlikler, düşük ücret düzeyleri, standartlaştırılan emek süreçleri ve sermayenin kontrolündeki işbölümü emek gücü verimliliğini düşürüyor.

Verimlilik artışının (ya da yavaşlamasının) önemi, bunun ekonomik büyümeyi sağlayan iki temel faktörden biri olmasından geliyor (diğeri istihdam). İlkinde işçi başına yeni yaratılan değerdeki değişim, ikincisinde ise istihdam edilen ilave işçi miktarı ön plana çıkıyor. Böylece verimliliklerin arttığı bir kapitalist ekonomide normal koşullarda yeni istihdam artış hızının yavaşlaması beklenir. Ayrıca bu ekonomilerde istihdam artışı yıllar boyu yavaşlayabileceğinden bunu hızlı verimlilik artışının telafi etmesi gerekir. Yani mutlak artık değerdeki yavaşlama, nispi artı değerdeki artış ile dengelenmelidir.

Bir başka anlatımla, iktisadi büyüme ve gelişmenin merkezinde verimlilik artışı yer almaktadır. Çalışılan her saat başına hâsıla artmadığında, ekonomiler sadece işçilerin daha sıkı ve daha uzun çalışmalarıyla ya da daha fazla insanın istihdama katılmasıyla büyüyebiliyorlar. Teknoloji değiştiğinde, ekonomiler iniş ve çıkış yaşayacaklarından, sadece bir yıllık bir verimlilik düşüşü çok önemli olmasa da, kalıcı verimlilik düşüşleri kapitalizmin geleceği açısından endişe vericidir. Nitekim bir diğer araştırmaya göre, verimlilik artışı küresel çapta 1999-2006 arasında yıllık ortalama % 2,6 iken, şu an % 2,1’e geriledi. Çin, L. Amerika, ABD ve Japonya ve Rusya’daki verimlilik düşüşleri bunun nedenini oluşturuyor. Bundan böyle % 1 civarında bir sabitleme söz konusu olabilecektir. Bu da ekonomik büyümeyi % 0’a kadar düşürecektir.

Bu veriler kapitalizmin daha yüksek verimlilik üretme kapasitesinin azaldığını ortaya koyuyor. Bu nedenle de kapitalistler kâr kaybı yaşamamak için yaratılan yeni değerden emeğe ayrılan payı (ücretler) azaltıyorlar. Çalışma koşullarını ağırlaştırıyorlar, işçileri esnek çalışma adı altında örgütsüzleştiriyorlar, geçici, kısmi zamanlı istihdama yöneliyorlar. Tüm bunlara karşı direnci ise gerektiğinde daha da otoriter rejimlere yönelerek bastırıyorlar. 

Aynı zamanda reel sermaye birikimi hızını düşürüyorlar ve finans ve emlak spekülasyonları ve rantlar aracılığıyla ekstra kâr elde etmeye yöneliyorlar. Böyle bir gelişim reel üretken yatırımların iyice azalmasına, ekonominin kırılganlıklarının artmasına, işsizliğin artmasına, yoksulluğa ve gelir ve servet bölüşümündeki eşitsizlik ve adaletsizliklerin görülmemiş boyutlara ulaşmasına neden oluyor.
Kapitalist üretim tarzının işleyiş biçiminden kaynaklı böyle bir verimlilik azalmasının bedelinin, reel ücretlerinin düşürülmesi biçiminde işçi sınıfına ödettirildiği uluslar arası örgütlerin raporları ile de kanıtlanmaktadır. 

Öyle ki ILO raporuna göre, 1999 yılı baz alındığında gelişkin ekonomilerde 100 olan emek gücü verimliliği endeksi 2013 yılında 116 olurken, yine 1999’da 100 olan azgelişmiş ülkeler reel ücret endeksi sadece 106’ya çıkabildi. 1990’lardan bu yana ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı yaklaşık 13 puan gerileyerek yüzde 66’lardan % 53’e geriledi. Türkiye’de ise durum daha vahim:  Ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı 1999’da % 50 iken bugün % 30’a kadar geriledi.
Türkiye ekonomisi ise, verimlilik düzeyi, buna karşılık yapılan çalışma rejimi düzenlemeleri açısından bir paradoks ile karşı karşıya. Taşeron işçilik, esnek-güvencesiz çalışma, kısmi zamanlı ya da uzaktan çalışma, özel istihdam bürolarının kurulması ve kiralık işçilik, geçici işçiliğin yaygınlaştırılması gibi son dönemde hayata geçirilen düzenlemelerin emek gücü verimliliğini yükseltmesi beklenemez. 

Tam tersine bu düzenlemeler emek gücü verimliliğini düşürecektir. Patronlar açısından, kâr artırımı için geriye ilk yol kalıyor: Daha ağırlaştırılmış koşullarda, daha uzun saatler ve daha düşük ücretlerle örgütsüz işçi çalıştırmak, mülteci emeğini yaygınlaştırmak, yani artı değeri mutlak anlamda “ilkel” bir yöntemle artırmak (…devamı haftaya Türkiye’de sermaye örgütleri ne istiyor, hangi düzenlemeler yapılıyor?).



27 Mayıs 2016 Cuma

KRİZ, SAVAŞ VE FAŞİZM KOŞULLARINDA VERİMLİLİK VE ÜCRETLER



KRİZ, SAVAŞ VE FAŞİZM KOŞULLARINDA VERİMLİLİK VE ÜCRETLER (Tarihsel Deneyimler)

Siyasal İktidarın Otoriterleşmesi İle Ekonominin Durumunun Kötüleşmesi Arasında Bir İlişki Var mı? (4)

Mustafa Durmuş
26 Mayıs 2016
 
Tarihsel deneyimler derin ekonomik krizler, savaşlar ve faşizm üçlüsünün aynı zaman diliminde bir ülkede yaşanabildiğini gösteriyor. Bunun nedeni kapitalizmin her üçüne ait tohumları bünyesinde barındırması.

Bir başka deyimle, iktisadi krizler gibi, savaşlar ve faşizm de kapitalizme içkin olgular. Bu nedenle de koşullar olgunlaştığında, bu tohumlar yeşeriyor ve örneğin liberal gibi gözüken bir yönetimin otoriterliğin zirvesi demek olan faşist devlet biçimine yol vermesi ya da emek ve sermaye arasındaki denge üzerine varlığını sürdüren sosyal demokratların, ekonominin ve devletin krizi derinleştiğinde, benzer bir biçimde faşizmin önünü açması mümkün olabiliyor.

Diğer yandan bu üçlünün varlığı başta işçi sınıfı olmak üzere en geniş toplumsal kesimlerde ağır tahribatlara yol açıyor. Bu dönemlerde emperyalist ülkelerde istihdam artışı yaşansa da istihdamdaki bu artışın askerileştirilmiş-zora dayalı bir istihdam olduğu görülüyor. Çalışma saatleri uzatılıyor, sendikal örgütlenmeler etkisizleştiriliyor, işçiler tüm sektörlerde, daha sıkı bir disiplin altında çok daha verimli çalıştırılıyor ve enflasyon artışlarıyla reel ücretler düşürülüyor. Bunlara ilave olarak kadınlar savaş üretimi sektörlerinde daha çok kullanılıyor, buna rağmen ücretleri erkek işçilerin ücretlerine kıyasla düşük tutuluyor. Savaş üretimi koşullarında iş kazaları ve meslek hastalıklarında ise patlama yaşanıyor.

İşçi ücretleri?

Böyle savaş ve faşizm dönemlerinde işçi ücretleri ülke ekonomilerinin büyüklüğüne ve savaşların niteliğine göre farklılıklar gösterse de, tüm ülkelerde yaşanan şey reel ücretlerin düşürülmesi.
Özellikle zorunlu çalıştırma pratikleri ve savaşın finansmanının daha ziyade para basma yolu ile karşılanması sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon, nominal ücretlerde artış söz konusu olsa dahi, reel ücretleri düşürüyor. Bunun dışında sendikaların fiilen etkisiz hale getirilmesi ya da olağanüstü hal koşulları ücret artışı taleplerinin yeterince güçlü olmasını önlüyor. Örneğin 1. Paylaşım Savaşı (1914-1918) sırasında ve sonrasında Almanya’da tüm sektörlerdeki reel ücretler erkek işçilerde % 35, kadın işçilerde ise % 27 civarında düştü.

Enflasyon

Savaşlar yeni vergiler ya da artırılan vergilerle, borçlanma ve para basma ile finanse edildiğinden bu üç finansman biçimi de başta ücretli işçiler olmak üzere tüm halkları yoksullaştırdı.

İspanya’da, 1936 yılında General Franko’nun faşist darbe girişiminin başarısız kalmasıyla ile başlayan iç savaş ağırlıklı olarak para basma ile finanse edildi. Ancak taraflar öncelikle ‘el koyma’ya yöneldiler. Özellikle de Franko, Cumhuriyetçileri destekleyenlerin, otomobilden, maden ocaklarına tüm mal ve mülklerine, ayrıca “gönüllü bağış” adı altında mücevher ve altın gibi kıymetli varlıklarına el koydu. Her iki tarafın da savaşın finansmanında temel aracı para basma oldu. Bu durum enflasyonu azdırdı. Ancak enflasyon Cumhuriyetçi bölgede % 100 artarken, diğerinde artış % 15 ile sınırlı kaldı. 1937’den sonra Franko pesetası Fransız frangına karşı % 33 ve ABD dolarına karşı % 51 değer kaybetti. Böylece enflasyon ve ulusal paranın değer yitimi işçilerin reel ücretlerini düşürdü, genel olarak yoksulluğu artırdı.

Vergi

Savaşlar ile vergi yükü artışı arasında bir paralellik söz konusu. Zira vergilemenin savaşın maliyetlerini karşılama konusunda başat bir rolü var. Keza savaş sırasında konulan ya da oranları artırılan vergilere savaş bittikten sonra da devam ediliyor. Bu da halkın vergiler yüzünden yoksullaşmasına neden oluyor. Örneğin 2. Paylaşım Savaşının galiplerinden olan ABD’de, federal vergi mükellefi sayısı 1939 -1945 arasında 10 kattan fazla arttı. Ayrıca Amerikalılar 1942 yılında ücretlerinin onda birini savaş tahvillerine yatırmak zorunda kaldılar. 1943’te ise bu kez “zafer vergisi” adı altında stopaja tabi tutuldular. Benzer bir uygulama İngiltere ve Almanya’da da oldu. İngiltere’de ilk kez 7 milyon işçi Gelir Vergisi (PAYE) ile tanıştı.

Gıda fiyatları ve yoksulluk

2. Paylaşım Savaşı sırasında tarımsal üretimin ciddi olarak azalması gıda fiyatlarının hızla yükselmesine neden oldu. Tarımsal üretim Almanya’da % 50-70, Fransa’da % 40-50, Rusya’da % 50 düştü ve Almanya’da görülen açlık ve kıtlık karne uygulamasına geçiş ile sonuçlandı.
İngiltere’de gıda fiyatları % 70 ve ücretler % 18 artarken, bu artışlar Fransa’da sırasıyla % 74 ve % 30; İtalya’da % 84 ve % 38 oldu. Bu veriler reel ücretlerin bu savaş sırasında en az yarı yarıya düştüğünü ve işçi sınıfının hızla yoksullaştığını gösteriyor.

Almanya-ABD: Ücretler ve kârlar

Almanya’da faşizm döneminde istihdam % 160 artarken, nominal ücretler değişmedi, hatta 1933-35 arasında nominal ücretler % 25’ten fazla düşürüldü. Nazizmin ilk yılında Nazileri destekleyen sermaye grubu Krupp A.G.’nin ücret faturası 2 milyon RM azalmıştı. Bu, işçi sayısının 7,762 artmasına rağmen gerçekleşti. Savaşa kadar ücretler arttı, ama savaş çıkınca tekrar düştü (İngiltere’de işçiler daha fazla ücret alıyorlardı ama çok daha fazla çalışıyorlardı. Benzer bir durum ABD için geçerliydi. 1938 yılında % 25 daha fazla çalışıyorlardı).

2. Paylaşım Savaşının ABD işçi sınıfı üzerindeki net etkisi daha fazla çalışma karşılığında daha az ücret alma biçiminde oldu. Savaş sırasında işçi ücretleri düşük tutulurken, sermaye ciddi kârlar elde etti. 1942-45 arasında en büyük 2,230 ABD’li firmanın kârı % 41 oranında arttı (Almanya’da da zora dayalı aşırı sömürü oranları savaş sonrasında da yaklaşık 10 yıl devam etti). Daha fazla işçi, daha fazla saat ve daha ucuza çalıştırılarak kârlar artırıldı. Haftalık ücretler nakit olarak arttı, ama saatlik ücretler fiilen düşürüldü. İşçiler artık daha fazla ve daha verimli çalışıyordu. Mesailer ödenmiyordu. Ücret artışları hâsıla artışının gerisinde kaldı.

Hitler, Alman ekonomisini bir savaş ekonomisi haline savaş çıkmadan önce dönüştürdü (1935). Kamu harcamaları savaşa yönlendirildi. Çelik ve kömür madenleri gibi sektörler savaşı besleyen sektörler olarak ciddi bir atılım yaptılar. Böylece 1933 yılında Krupp’un kârı bir yılda ikiye katlandı.
ABD’de Irak Savaşı ile başlayan süreçte, 2003-2011 arasında ortanca reel ücretler durgun seyretti, buna karşılık emek gücü verimliliği arttı ( 2002-2011’de iki kat). Yoksulluk oranı 1999’da % 11’den, 2003’te % 13 ve 2009’da % 14’ün üzerine çıktı.

İç Savaşlar: Peru, Uganda, Sri Lanka

İç savaşların işçi ücretleri üzerindeki etkilerini Peru, Uganda ve Sri Lanka iç savaşları üzerine yapılan bazı araştırmalar ortaya koyuyor.

Bunlara göre, diğer şeylerin yanı sıra, iç savaşlardan eğitim ve sağlık hizmetleri de olumsuz etkileniyor. Bu da “beşeri sermaye modeli” açısından gelecekte ücret-gelir kayıpları anlamına geliyor.
Örneğin Peru’da 1980-85 arasında yaşanan iç savaş işçilerin aylık ücretlerinde % 4’lük bir düşüşe neden oldu. Cinsel saldırılar kadın işçilerin ücretlerini, işkence ve zorunlu göçe tabi tutulma erkek işçilerin ücretini olumsuz etkiledi. Ölümler ve tutuklulukların yol açtığı zararın yanı sıra iç savaşın neden olduğu psikolojik şiddet de emek gücü üzerinde uzun dönemde negatif bir beşeri sermaye etkisi yarattı.

Uganda’daki iç savaş 20 yıl devam etti. 2005 yılına gelindiğinde nüfusun % 20’si sığınmacı olarak kamplara yerleştirilmişti. Silahlı çatışmalar ekonomik büyüme ve hane halkı refahını olumsuz etkiledi. Bu etkilerin en sertleri de emek gücü açısından kendini gösterdi. Şiddet ortamında kalmış çocukların yetersiz beslenmesi onların ömür boyu verimliliğini düşürdü. Savaş halindeki toplumlarda daha az yatırım yapıldığından bu istihdam imkânını azalttı. Zorunlu olarak askere alınanların savaş sonrası ücretleri daha düşük kaldı, iç savaştan çıkmış insanların emek gücü piyasasına aktif katılımları zorlaştı. Şiddet bir bütün olarak kalkınmayı geriletti (iç savaş boyunca Kuzey Uganda’da hane halkı ekonomisi büyük ölçüde çocuk emeğine dayanıyordu).

Son olarak, Sri Lanka’da iç savaşın ücretler üzerindeki etkilerini doğrudan anlatan çalışmalara rastlanmamışsa da diğer bazı çalışmalardaki verilerden iç savaşın işçi ücretleri üzerindeki azaltıcı yönde etkiler tahmin edilebilir.

Buna göre, Sri Lanka’da iç savaşın büyük bir kısmında (1983-1996 arasında) toplam iktisadi kayıp 1996 milli gelirinin % 160’ından fazlaydı. Bu özel tüketim harcamalarındaki düşüş, alt yapı tahribatı, vazgeçilen yatırım gelirleri, azalan turizm gelirleri ve ölüm ve yaralanmaların neden olduğu beşeri sermaye kayıpları ve savaş bölgesinde vazgeçilen üretim kayıpları biçiminde kendini gösterdi. Savaş sonucunda kişi başına düşen gelir 850 dolara kadar düştü (Kuzeyde, azınlık etnik grup Tamil Bölgesinde 250 dolara kadar geriledi). Bu gelişmeler emek gücüne olan talebi azaltarak ücretleri düşürdü (…devam edecek: Türkiye sermayesinin talepleri: Verimlilik artışı -yapısal reformlar, esnek çalışma düzeni).

POLİTİK KRİZ- SAVAŞ VE EKONOMİ




Siyasal İktidarın Otoriterleşmesi İle Ekonominin Durumunun Kötüleşmesi Arasında Bir İlişki Var mı? (3)

Mustafa Durmuş
25 Mayıs 2016
 
Türkiye ekonomisinin krize doğru kırılganlığını artıran bir diğer önemli olgu, özellikle 2013 yılından bu yana yaşanmakta olan politik krizler ve geçen yıldan bu yana Doğu ve Güney Doğu’da yeniden alevlene çatışmalar. Dışarıda, çöken “Büyük Orta Doğu Projesi” ve “Yeni Osmanlıcılık” hayallerinin getirdiği krize ilave olarak, içerde meydana gelen gelişmeler gerçekte bir politik krize dönüşmüş durumda. 

Sırasıyla;  2013’teki “yolsuzluk ve rüşvet” iddialarına dayanan operasyon ve bunun ardından derinleşen “AKP-Cemaat çatışması”, Barış Süreci’nin sona erdirilerek “savaş konseptine geri dönülmesi”, Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından “Rusya ile ilişkilerin gerilmesi”,  üst üste yaşanan “iki genel seçim”, “Davutoğlu’nun azledilmesi” ve yeni bir hükümet kurulması  ve son olarak “dokunulmazlıkların kaldırılması” Türkiye ekonomisi üzerinde ciddi riskler oluşturuyor.
Bu politik riskler nedeniyle, ülkeye gelen yabancı sermaye hem nicelik olarak azalıyor, hem de nitelik değiştiriyor ve reel yatırımlardan ziyade spekülatif kazanç sağlayan portföy yatırımı biçimindeki yatırımlara yöneliyor. Bu durum verimlilik ve buna dayalı büyüme üzerinde olumsuz etkilere neden oluyor. 

Nitekim 2005-2009 döneminde ülkeye gelen yabancı kaynağın % 53’ü doğrudan yabancı sermaye yatırımı biçiminde iken; bu oran 2010-2015 döneminde % 20’ye geriledi. Aynı süreçte portföy yatırımlarının payı % 16’dan % 31’e yükseldi. Dış kredilerin payı ise % 61’den, % 52’ye düştü.
Bu gelişmelerin sanayi sektörünü doğrudan etkilemesi kadar, özellikle de kur riskinin çok yükselmesinden dolayı dolar ya da avro cinsinden borçlarını ödeyemeyecek duruma gelen şirketlerin bu kredileri sağladıkları yerli bankalar üzerinde ciddi riskler yaratacağı açık. Nitekim bugün itibariyle özel sektörün döviz açığı 187 milyar doları buluyor.

Bu veriler dış borcun alınmasında temel aracı konumunda olan bankaların da nasıl bir risk ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Nitekim Bloomberg’in daha önce sözü edilen raporuna göre, geçen yıla nazaran bankaların şüpheli alacakları bu yıl % 30 dolayında arttı ve toplamda 18 milyar doları buldu.  Şüpheli alacakların % 37’sini KOBİ’lere verilen krediler oluşturuluyor ki bu da örneğin T. Halk Bankası açısından ciddi bir risk kaynağı. 

Savaş harcamaları arttıkça ekonomik krize doğru gidiş hızlanıyor

Türkiye 2011 yılından bu yana Suriye’deki iç savaşın önemli bir bileşeni olduğu kadar, içerde Barış Süreci’nin rafa kaldırılıp, savaş konseptine geri dönülmesiyle, fiili bir iç savaş durumu yaşıyor. Her ikisi de, hem doğrudan savaş harcamalarının yol açtığı maliyetler, hem de başta turizm olmak üzere bazı sektörlerin bu savaşlardan dolaylı olarak etkilenmesiyle, ekonomiyi vuruyor.

Türkiye, asıl olarak vergilerden oluşan Merkezi Yönetim Bütçesi’nde oran olarak en fazla payı iç ve dış güvenlik harcamaları adı altında aslında savaşa ayırıyor. Bu pay  % 14’ü buluyor. Bu bağlamda bazı harcama kalemlerindeki gelişmeler son derece çarpıcı. Örneğin 2015 yılında,44,4 milyar dolarlık “mal ve hizmetler” kaleminin yaklaşık üçte biri (12,7 milyar lira) savaş sarf malzemeleri alımında kullanıldı. Keza bütçedeki “sermaye giderleri” kaleminin bir kısmı Akrep, Kirpi, Toma, Tourneo gibi araçların satın alınması için harcandı. Bu araçların yapımcıları ise hem Koç ve Nurol Makine gibi ülkenin en eski sermaye grupları hem de Ethem Sancak ve Katmerciler gibi son dönem büyüyen sermaye grupları.

Turizm çöküyor

Turizm sektörü Türkiye’de birçok açıdan önemli bir sektör. Öyle ki toplam döviz kazandırıcı faaliyetler (ihracat gelirleri) içindeki payı % 17. Böylece Türkiye  aralarında İspanya ve İngiltere’nin de bulunduğu 20 ülke içinde turizm gelirlerine en fazla bağımlı ülke konumunda.  

Bu durum sektörün, dövizle alınacak yabancı  üretim girdisinin sağlanması bağlamındaki, böylece de ekonomik büyümedeki önemini gösteriyor. Ayrıca sektör cari açığın azaltılmasına katkı sağlayan bir konuma sahip. Yarattığı istihdam ise, inşaat sektörünün yarattığından daha fazla: % 8.
Bu yıl turizm gelirleri ilk çeyrekte % 8,3 oranında düştü. Sektöre ait şüpheli alacaklarsa  % 25 artarak 2015 yılında 339 milyon dolara yükseldi. Tek başına T. İş Bankası’nın sektördeki şüpheli alacağı 266 milyon dolar ve bunun yarısı bir otelcilik grubuna ait.

Diğer taraftan sektör deyim yerindeyse, neredeyse hiç vergi vermiyor zira sektörün ödediği vergi, vergi ödeme potansiyelinin 85’te 1’ini ancak buluyor. Kaldı ki devlet sektöre 87 milyon dolarlık bir hibe, borç yapılandırma şeklinde destek vereceğini açıkladı.

Sektörün bu duruma düşmesini iki temel nedeni kuşkusuz içerde ve dışarıda yürüyen savaşlar. Bu durum ülkenin güvensiz bir konuma gelmesine, bu da gelen turist sayısının hızla azalmasına ve rezervasyonların iptaline neden oluyor. Bu gelişmeler hem turizm ile ilgili gıda, hayvancılık gibi yan sektörlerin zora girmesine, hem de bu sektöre kredi veren bankaların sıkıntıya girmesine yol açıyor.
Bu bağlamda Türkiye ile Rusya arasında ve uçak düşürülmesi gerginliğine ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Zira Türkiye’nin Rusya pazarından elde ettiği geliri yıllık 11 milyar doları buluyor.  Bunun 4 milyar doları doğrudan ihracattan, 3 milyar doları bavul ticaretinden, 3 milyar doları turizmden (turistlerin % 11’i Rus turistlerden oluşuyor) ve 0,5 milyar doları bu ülkedeki inşaat ve taahhüt işlerinden oluşuyor. Şu anda son kalem ile ilgili 4,2 milyar dolarlık inşaat projesi sürüyor. Ayrıca Türkiye toplam yıllık 28 milyar dolarlık doğal gaz ithalatının % 55’ini bu ülkeden karşılıyor ve bunun yarısını elektrik üretiminde, % 25’ini ise sınai üretimde kullanıyor.

Yani Rusya ülkenin hem ihracat ve turizm gelirleri açısından, hem de enerji kaynağı olma açısından son derece önemli bir ticari partner. Buna rağmen ilişkilerin savaşın eşiğine kadar getirilmesi Türkiye ekonomisi üzerindeki en büyük jeo politik risk olarak bir süredir duruyor.

Tüm bu ekonomik, politik ve jeo politik riskler sonucunda, ekonomilerin kırılganlıklarının bir göstergesi olarak da kullanılan CDS puanı sıralamasında (puan arttıkça risk artıyor)  20 ülke içinde Türkiye’nin CDS puanı 270 ile en üstten 3. sırada yer alıyor. Kendinden daha yukarıda sadece G. Afrika (310) ve Brezilya (328) var.

Diğer yandan yapılan bilimsel araştırmalar gösteriyor ki büyük paylaşım savaşlarından fayda sağlayanlar sadece büyük savaş sanayilerine ve ekonomilere sahip olan büyük emperyalist ülkeler ve onların büyük sermaye grupları iken, küçük ekonomiler bu savaşlarla tahrip oluyorlar, toparlanmaları yıllar alıyor.

İç savaşların ise, savaş baronları dışında, tüm halka, ekonomiye büyük zararlar verdiği, İspanya, Kolombiya, İrlanda, Peru, Sri Lanka ve Türkiye örneklerinden görülüyor. Savaşa harcanan kaynaklar bir yana iç savaşlar yatırımların, üretimin ve turizmin çok ciddi bir biçimde gerilemesine neden oluyor. Neden olduğu ölümler, emek gücü kaybı ve bir ömür sürecek travmalar ise emek gücü verimliliğini doğrudan etkiliyor. Yine ABD’de yapılan araştırmalar terörizmle mücadele adı altında yürütülen savaşların, terörizmi ortadan kaldırmadığını, daha da artırıp yaygınlaştırdığını, hatta bu savaşlar nedeniyle ölen insan sayısının terörist ataklarla ölenlerin kat kat üzerinde olduğunu ortaya koyuyor (..devam edecek: Yatırım ve teknoloji gerilerken, emek gücü verimliliği düşüyor).

SİYASAL İKTİDARIN OTORİTERLEŞMESİ İLE EKONOMİNİN DURUMUNUN KÖTÜLEŞMESİ ARASINDA BİR İLİŞKİ VAR MI? (2)



SİYASAL İKTİDARIN OTORİTERLEŞMESİ İLE EKONOMİNİN DURUMUNUN KÖTÜLEŞMESİ ARASINDA BİR İLİŞKİ VAR MI? (2)

Uluslar arası finans kapital:  Türkiye’de önümüzdeki 2 yıl ekonomik büyüme hızı daha da düşecek!

Mustafa Durmuş 
24 Mayıs 2016
 
Türkiye ekonomisi 2002 - 2011 döneminde yılda ortalama % 5’in biraz üzerinde, buna karşılık 2011 - 2015 arasında sadece % 3’ün biraz üzerinde büyüyebildi. Yani son dönemde büyüme hızı ciddi olarak geriledi. 2015 yılındaki % 4’lük büyüme ise daha ziyade konjonktürden kaynaklandı. Bu büyümede kamu tüketim harcamalarındaki artış ve düşük petrol fiyatlarının yanı sıra, sayıları 2 milyon 800 bini aşan Suriyeli mültecilerin tüketim harcamaları da önemli bir rol oynadı. Morgan Stanley’e göre, mültecilerin büyümedeki payı binde 2-3 puan civarında.

Danske Bank, 12 Mayıs 2016 tarihli raporunda Türkiye ekonomisinin büyüme hızını 2016 yılı için % 2,7 ve 2017 yılı için % 3 olarak tahmin ediyor. Bu tahminleriyle, önceki tahminlerinden iki yıl için de ortalama % 0,5 puan düşürüyor.  Banka’nın kur tahmini ise yılsonuna kadar 1 $= 3,12 TL.
Credit Swiss’in 13 Mayıs tarihli raporunda ise büyüme hızları sırasıyla 2016 yılı için % 3, 8 ve 2017 için % 3,5 olarak öngörülüyor. 

Her üç raporun da öngördüğü gerçek Türkiye ekonomisinin önümüzdeki iki yıl içinde % 4’ün altında bir büyüme ile yetinmek zorunda kalacağı. Diğer yandan planlamacılara göre, yüksek oranda genç bir nüfusun var olduğu ve yıllık nüfus artışının % 1,5 dolayında olduğu Türkiye gibi bir ekonominin, hem bu nüfus artışının neden olduğu ihtiyaçları karşılayabilmek, hem genç nüfusa yeni istihdam yaratabilmek için, hem de kapitalist üretimin temel amacı olan kârlılığın sürdürülebilmesi için yılda en az % 7 oranında büyümesi gerekli.  

Aksi halde, avantaj gibi görünen genç nüfus sistem için ciddi bir tehdit haline gelebilecektir. Sermaye tarafında ise, böyle düşük oranlarda servetini, sermayesini büyütmeye razı olmayan sermaye ciddi sorunlar yaşayacak ve bunları aşabilmek için içinde yaşadığımız coğrafyada yeni emperyal yönelimlere girecektir. 

Nitekim Türkiye’nin Orta Doğu’da başarısızlıkla sonuçlanan “Yeni Osmanlıcılık” macerası, kısmen bu yönelimlerin bir sonucudur.  Gençliğin, çocuk yaştan itibaren dincileştirilmesi ya da milliyetçilik gibi ideolojilerle yönetilmeye çalışılması ise toplumun bütünü açısından çok tehlikeli sonuçlara neden olabilecektir. Böyle stratejilerin kısa vadede başarılı gibi görünürken, uzun vadede toplumun bütünü açısından (hatta uygulayanlar açısından da) felaketlerle sonuçlandığı 1920-1945 arasında İtalya, İspanya ve Almanya’daki faşizm deneyimlerinde görüldü.

Yapısal ekonomik sorunlar

Ekonomideki yavaşlamanın konjonktürel ya da döngüsel olmaktan çok, yapısal nedenleri var. Emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağımlı bir ekonomi durumunda olan Türkiye ekonomisinin en önemli yapısal sorunlarından biri kuşkusuz, dış borca dayalı büyümenin, borç düzeyinin üst sınırlarına yaklaşmasından ötürü, artık sürdürülemez olması. 

Öyle ki Türkiye’nin dış borç stoku 10 yıl önce milli gelirinin % 35’i kadarken, bugün % 52’sine yükseldi ve bu borçlar toplamda AKP’nin ilk iktidar yılında kabaca 100 milyar dolar iken, şu anda 400 milyar doları aşmış durumda. 

Bu borçların üçte ikisi özel sektöre ait.  Yani özel sektörün kısa vadeli krediler dâhil dış borcu 300 milyar doları aşıyor (bu rakam ülkenin döviz rezervlerinin % 200’ü demek). Bir bütün olarak buna portföy yatırımları ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları da dahil edildiğinde Türkiye’nin net uluslar arası yatırım açığı 370 milyar doları buluyor. Borç servisi rasyosu (anapara taksidi ve faiz ödemeleri /milli gelir) ise yine AKP döneminde % 6,4’ten, % 13,5’e çıktı, yani iki kat yükseldi.
Özel şirketlerin ve bankaların dış borcunun gelişimi, bu anlamda, son derece çarpıcı. Öyle ki AKP döneminde bu kesimin dış borç stokları 5 kat artış gösterdi. Yani milli gelirin % 14’ünden 2015 sonu itibariyle % 77’sine fırladı. Buna yaklaşık 1 trilyon lira civarındaki iç borçlar dâhil değil.

Bu borçlar ülkedeki tüketim ve yatırımların temel kaynağını oluşturuyor. Bu nedenle de bunların sürdürülemez bir düzeye ulaşması ekonomik modelin de sürdürülemez hale gelmesi demek.
Ayrıca bu durum ekonomiyi dış şoklar olarak tanımlanan, yani yabancı sermaye hareketlerinde ciddi dalgalanmalar söz konusu olduğunda, (daha açık bir deyimle, sermaye girişi yavaşlayıp, ülkeden sermaye çıkışları arttığında), ekonominin finansal bir krize doğru hızla evrilmesine neden olacaktır.
Nitekim Bloomberg’in Türkiye’deki bankacılık sektörü ile ilgili uyarılarla dolu raporuna göre; ülkeden son dönemde çıkan sermaye miktarı 7,3 milyar doları aştı. J.P.Morgan’ın 13 Mayıs 2016  tarihli Türkiye raporuna göre ise tek başına Davutoğlu’nun azledilmesi olayının ardından geçen bir hafta içinde çıkan sermaye miktarı 459 milyon dolar oldu.

Diğer yandan ülkedeki ortalama kâr oranlarının % 14’ün üzerinde seyretmesi bu gelişmelerden şimdilik büyük sanayi sermayesinin zarar görmediğini, tersine ciddi kârlar elde etmeyi sürdürdüğünü gösteriyor. Ama kârlardaki bu gelişim trendinin hem yabancı kaynak girişinin azalması ve nitelik değiştirmesi hem de emek gücü verimliliklerinin düşmesi gibi nedenlerle tersine çevrilmesi söz konusu olabilir.

Ama asıl bu süreçten kârlı çıkanların bankalar ve büyük inşaat şirketleri gibi büyük sermayedar grupları olduğu açık. Üretken sermaye olarak da nitelenen sanayi sektöründeki büyüme son dönemlerde, çok yavaşlarken, hizmetler, bankacılık, alt-yapı /enerji,  inşaat-emlak gibi asıl olarak kentsel rant ve doğa talanına dayalı sektörlerin ve burada faaliyet gösteren sermaye gruplarının (Cengiz, Limak, Ağaoğlu gibi) hızlı büyümesi bunu bir göstergesi. Ve bu şirketlerle siyasal iktidar tam anlamıyla hemhal olmuş durumda. Yani dönemin gözdeleri artık para sermayeyi çok daha hızlıca büyütebilen bu sektörlerde faaliyet gösteren bu yeni sermaye grupları. 

Değişik sektörlerdeki sermaye gruplarının sınıfsal çıkarları uzlaştırılamaz çıkarlar olmasa da aralarında bir gerilimin olduğu, bunun politik yansımalarından gözlemleniyor. Şu ana kadar siyasal iktidar çıkardığı emek karşıtı yasalar ve uygulamalar ile bu sermaye gruplarının tümünün çıkarlarını ortaklaştırabildiği gibi, özellikle de esnek istihdam ile yaptıkları ve yapmayı planladıklarıyla uzun vadede sanayi sermayesinin kârlılığını da gözetmekte olduğunu ortaya koydu (…devam edecek: Politik riskler ve savaşların ekonomik etkileri).