Siyasal İktidarın
Otoriterleşmesi İle Ekonominin Durumunun Kötüleşmesi Arasında Bir İlişki Var
mı? (5)
Mustafa Durmuş
28 Mayıs 2016
Sadece
demokratik hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlandığı, bilimsel ve laik
düşüncenin baskılandığı ya da HES ve kentsel dönüşüm gibi projelerle doğanın ve
kentsel yaşamın tahrip ve talan edildiği değil, aynı zamanda emeğin de ciddi
olarak zarara uğratılmakta olduğu bir süreçten geçiyoruz.
Torba
yasalar içinde Meclis’ten hızlıca geçirilen emek karşıtı düzenlemeler ve buna
uygun uygulamalar ile işçiler, emekçiler karşı karşıya oldukları kitlesel
işsizlik gerçeğinin yanı sıra, artık daha güvencesiz, gelecekleri daha
belirsiz, daha örgütsüz ve çok daha ucuza çalışmak zorunda kalan sıradan bir
üretim girdisine dönüştürülmek isteniyor.
Aslında
benzer gelişmeler bir süredir başta AB ülkeleri olmak üzere dünyanın, gelişkin
ya da geri bıraktırılmış, hemen tüm ülkelerinde yaşanıyor. Örneğin AB’de her beş
işçiden ikisi esnek ve güvencesiz ya da geçici işçi konumunda çalıştırılıyor.
Büyük
sermaye ve onlarla artık açıktan işbirliği yapan hükümetler, üretim
maliyetlerini aşağıya çekebilmek için, işçileri daha ağır koşullarda ve daha
düşük ücretlerle, daha uzun saatler çalıştırmak için her yola başvuruyorlar. Böylece emek sömürüsünü daha da
yoğunlaştırırken, kârı, sermayeyi ve serveti büyütüyorlar.
Marx,
sosyal bilimlere en büyük katkılarından biri olan ‘artı değer teorisi’nde, kârın
kaynağının, ödenmemiş emek biçimindeki artı değer olduğunu ileri sürer. Böylece
Marx’a göre sermayedarın zenginliğinin kaynağını emek sömürüsü oluşturmaktadır.
Bu sömürüyü artırabildiği sürece kârı,
sermayesi ve dolayısıyla da serveti büyüyebilecektir.
Bu
anlamda artı değer, mutlak ve nispi
olmak üzere iki biçimde artırılmaktadır. İlkinde ücretler sabit tutulurken,
çalışma saatleri uzatılıyor (ya da çalışma süresi sabit tutulurken ücretler
düşürülüyor). Aynı zamanda da çalışma koşulları ağırlaştırılıyor, daha sıkı bir
işçi denetimi uygulanıyor (örneğin işçilerin tuvalette kaldıkları süre bile
denetleniyor). İkincisinde ise yeni yatırımlar ve teknolojiler ve yönetim
teknikleri sayesinde emek gücünün daha verimli çalışması sağlanıyor. Böylece
çalışılan saat başına üretilen ürün miktarı ve değeri de artırılıyor. Sonuçta her
iki yolla da kârların artırılması ve sermayenin büyümesi mümkün olabiliyor.
Bir
süredir (1980’lerden bu yana) kapitalistlerin emeğe karşı 19.yüzyıldakine benzer
çalışma (ve sömürü) rejimlerine giderek geri dönmelerinin kendileri açısından
geçerli bir nedeni olmalı. Zira ikincisine göre ilk yöntem emek-sermaye
karşıtlığını daha da görünür hale getiren, dolayısıyla çatışmaları artıran bir
yöntem. Nitekim bugün Avrupa’yı saran grev dalgasının nedenlerinden birinin
haftalık 45 saatlik çalışma düzeni olduğunu biliyoruz. Kapitalistlerse iş
durdurmaları ve grevlerden haz etmezler zira bunlar üretim ve kâr kaybı
demektir.
Verimlilik artışı
azalıyor, bu yönlü iktisadi büyüme yavaşlıyor…
Bu
sorunun temelinde kapitalizmin verimlilik artışı üzerinden büyümesinin giderek
zorlaştığı gerçeği yatıyor. Bir başka
deyimle, veriler, ABD, Japonya, AB, Çin, Rusya ve Türkiye örneklerinde olduğu
gibi, büyüğünden küçüğüne hemen tüm kapitalist ekonomilerde verimlilik
artışlarının giderek yavaşladığını ortaya koyuyor.
Nitekim
Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO)’ya göre, verimlilik artış hızı 2012 yılından
bu yana belirgin bir biçimde düşüyor. Keza Kasım 2015’te ABD’de verimlilik
konularının tartışıldığı bir sempozyumda (PIIE)
sunulan bildirilerin ortak noktasını verimliliklerin küresel çapta
yavaşladığı tespiti oluşturuyor. Dahası bu araştırmalardan birine göre; Türkiye, araştırmaya konu edilen
34 ülke içerisinde verimliliğin en fazla azaldığı 6. ülke. Zira verimlilik
artışı 1997-2007 arasında yıllık ortalama % 3’ün üzerinde iken, 2007-2014
arasında bu % 0’ın biraz üzerine çıktı. Aradaki fark % -3’e yakın. Bu aslında
son dönem AKP iktidarlarının ekonomiyi verimlilikler üzerinden değil, inşaat,
kentsel rant, finans üzerinden (dolayısıyla da daha çok tüketim sürümlü bir
biçimde) büyüttüğü tezini doğruluyor.
Kapitalizmin
19.yüzyılın sonlarından bu yana sahip olduğu verimlik büyümesi verileri ise
kapitalizmin dinamizmini nasıl yitirdiğinin adeta bir göstergesi niteliğinde.
Aynı sempozyumda Gordon tarafından sunulan verilere göre; 1890-1920 arasında
yılda ortalama % 1,5 artan verimlilik; 1920-1970 döneminde kapitalizm tarihinin
en yükseğine ulaşmış ve yılda ortalama % 2,8 olmuş. Buna karşılık 1970-2014
döneminde, yani 44 yılda ortalama yılda % 1,6’ya gerilemiş. Bu nedenle de artık bir
verimlilik krizinden söz ediliyor.
Verimlilik artışı
kapitalist birikim için önemli…
Verimlilik
kabaca, işçi başına ya da işçinin
çalıştığı saat başına çıktı miktarındaki artış ya da aynı çıktının daha az
sayıda işçi ya da çalışma saati ile üretilmesi anlamına geliyor.
Verimliliği
tanımlarken ana akım neo klasik iktisatçılar “toplam faktör verimliliği” (TFV)
kavramını/göstergesini kullanırlar. Bu kavramın yeniliklerin yol açtığı
verimlilik artışlarını ölçtüğü ileri sürülür ve kavram reel GSYH artışı ile
emek ve sermaye girdisi artışları arasındaki açıklığı anlatır. Gerçekte bu
kurmaca bir göstergedir. Çünkü bugün birçok ekonomide TFV büyümesi eksi
olmasına rağmen, bu ekonomiler büyüyebilmektedirler.
Bu
nedenle de ekonomik büyümeyi sağlayan verimlilik, yeni sermaye ve teknoloji
yatırımları ve inovasyonlarla (yeniliklerle) üretkenliği artan emek gücünün verimliliğidir.
Yani tek başına yeni fikirler, internet,
IT ve elektronik sektörlerindeki teknolojik yenilikler verimlilik artışını
sağlayamıyor. Yatırımların arttığı dönemde verimlilikler hızla artıyor.
Yatırımlar azaldığında emek gücü verimliliği de azalıyor.
Kısaca
verimlilik büyümesi hala büyük çapta sermaye yatırımlarının yapılması ile
gerçekleşebiliyor. Bugün küresel çapta verimlilik yavaşlamasının asıl nedenini
de, özellikle de emek gücü verimliliğinin artırılmasını mümkün kılan imalat
sanayi gibi sektörlerdeki, reel
yatırımların ve beşeri sermaye yatırımlarının azalması oluşturuyor. Ayrıca
eşitlikçi, adaletçi olmayan gelir bölüşümü, toplumsal gerginlikler, düşük ücret
düzeyleri, standartlaştırılan emek süreçleri ve sermayenin kontrolündeki
işbölümü emek gücü verimliliğini düşürüyor.
Verimlilik
artışının (ya da yavaşlamasının) önemi, bunun ekonomik büyümeyi sağlayan iki
temel faktörden biri olmasından geliyor (diğeri istihdam). İlkinde işçi başına
yeni yaratılan değerdeki değişim, ikincisinde ise istihdam edilen ilave işçi
miktarı ön plana çıkıyor. Böylece verimliliklerin arttığı bir kapitalist
ekonomide normal koşullarda yeni istihdam artış hızının yavaşlaması beklenir.
Ayrıca bu ekonomilerde istihdam artışı yıllar boyu yavaşlayabileceğinden bunu
hızlı verimlilik artışının telafi etmesi gerekir. Yani mutlak artık değerdeki
yavaşlama, nispi artı değerdeki artış ile dengelenmelidir.
Bir
başka anlatımla, iktisadi büyüme ve gelişmenin merkezinde verimlilik artışı yer
almaktadır. Çalışılan her saat başına hâsıla artmadığında, ekonomiler sadece
işçilerin daha sıkı ve daha uzun çalışmalarıyla ya da daha fazla insanın
istihdama katılmasıyla büyüyebiliyorlar. Teknoloji değiştiğinde, ekonomiler
iniş ve çıkış yaşayacaklarından, sadece bir yıllık bir verimlilik düşüşü çok
önemli olmasa da, kalıcı verimlilik düşüşleri kapitalizmin geleceği açısından
endişe vericidir. Nitekim bir diğer araştırmaya göre, verimlilik artışı küresel
çapta 1999-2006 arasında yıllık ortalama % 2,6 iken, şu an % 2,1’e geriledi.
Çin, L. Amerika, ABD ve Japonya ve Rusya’daki verimlilik düşüşleri bunun
nedenini oluşturuyor. Bundan böyle % 1 civarında bir sabitleme söz konusu olabilecektir.
Bu da ekonomik büyümeyi % 0’a kadar düşürecektir.
Bu
veriler kapitalizmin daha yüksek verimlilik üretme kapasitesinin azaldığını
ortaya koyuyor. Bu nedenle de kapitalistler kâr kaybı yaşamamak için yaratılan
yeni değerden emeğe ayrılan payı (ücretler) azaltıyorlar. Çalışma koşullarını
ağırlaştırıyorlar, işçileri esnek çalışma adı altında örgütsüzleştiriyorlar,
geçici, kısmi zamanlı istihdama yöneliyorlar. Tüm bunlara karşı direnci ise
gerektiğinde daha da otoriter rejimlere yönelerek bastırıyorlar.
Aynı
zamanda reel sermaye birikimi hızını düşürüyorlar ve finans ve emlak
spekülasyonları ve rantlar aracılığıyla ekstra kâr elde etmeye yöneliyorlar. Böyle
bir gelişim reel üretken yatırımların iyice azalmasına, ekonominin
kırılganlıklarının artmasına, işsizliğin artmasına, yoksulluğa ve gelir ve
servet bölüşümündeki eşitsizlik ve adaletsizliklerin görülmemiş boyutlara
ulaşmasına neden oluyor.
Kapitalist
üretim tarzının işleyiş biçiminden kaynaklı böyle bir verimlilik azalmasının
bedelinin, reel ücretlerinin düşürülmesi biçiminde işçi sınıfına ödettirildiği
uluslar arası örgütlerin raporları ile de kanıtlanmaktadır.
Öyle
ki ILO raporuna göre, 1999 yılı baz alındığında gelişkin ekonomilerde 100 olan
emek gücü verimliliği endeksi 2013 yılında 116 olurken, yine 1999’da 100 olan
azgelişmiş ülkeler reel ücret endeksi sadece 106’ya çıkabildi. 1990’lardan
bu yana ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı yaklaşık 13 puan
gerileyerek yüzde 66’lardan % 53’e geriledi. Türkiye’de ise durum daha vahim: Ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı
1999’da % 50 iken bugün % 30’a kadar geriledi.
Türkiye
ekonomisi ise, verimlilik düzeyi, buna karşılık yapılan çalışma rejimi düzenlemeleri
açısından bir paradoks ile karşı karşıya. Taşeron işçilik, esnek-güvencesiz
çalışma, kısmi zamanlı ya da uzaktan çalışma, özel istihdam bürolarının
kurulması ve kiralık işçilik, geçici işçiliğin yaygınlaştırılması gibi son
dönemde hayata geçirilen düzenlemelerin emek gücü verimliliğini yükseltmesi
beklenemez.
Tam
tersine bu düzenlemeler emek gücü verimliliğini düşürecektir. Patronlar
açısından, kâr artırımı için geriye ilk yol kalıyor: Daha ağırlaştırılmış
koşullarda, daha uzun saatler ve daha düşük ücretlerle örgütsüz işçi
çalıştırmak, mülteci emeğini yaygınlaştırmak, yani artı değeri mutlak anlamda
“ilkel” bir yöntemle artırmak (…devamı haftaya Türkiye’de sermaye örgütleri ne
istiyor, hangi düzenlemeler yapılıyor?).