ücretler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ücretler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2018 Pazar

GELİRDEN ALINAN PAY VERİMLİLİĞE GÖRE BELİRLENMİYOR


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (3):
GELİRDEN ALINAN PAY VERİMLİLİĞE GÖRE BELİRLENMİYOR
Mustafa Durmuş
26 Temmuz 2018
19.yüzyılın son çeyreği ekonomi bilimindeki gelişmeler açısından son derece önemlidir. Çünkü bu dönemde, A. Smith ile bir yüzyıl önce başlayan Klasik burjuva iktisadında önemli bir paradigma kırılması yaşandı ve Neo Klasik İktisat Okulu ortaya çıktı.
1890 yılında ise bu okulun önde gelen temsilcilerinden Clark, kapitalist bir piyasa ekonomisinde sadece emek ve sermaye gibi iki üretim faktörünün var olduğunu ve arz ve talep kanunu ile bu faktörlerin en verimli üretimlerinin gerçekleştiğini temel alan bir üretim ve bölüşüm modeli ortaya attı (1).
Clark’ın asıl derdi o dönem işçi sınıfı içinde çok etkili olan Marx’ın artı değer sömürüsünü esas alan kapitalizm eleştirisi karşısında, karşı savlar geliştirmekti.
Bu modelinde Clark kapitalist piyasalarda üretimin son derece etkin gerçekleştirildiğini ve bunun sonucunda ortaya çıkan bölüşümün de son derece adil olduğunu ileri sürdü.  Böylece işçilerin sömürülmesi gibi bir olgu mevcut değildi. Çünkü her iki faktör de marjinal verimliliklerine eşit bir pay almaktaydı.
Hangi faktörün marjinal verimliliği daha fazlaysa, hasıladan  o daha fazla pay alıyordu.
İşte o zamandan beri ana akım burjuva iktisat okulları, bölüşüm meselesini daha sonra Neo Klasik Faktör Donanımı Teorisi olarak adlandırılan bu teoriye göre ele alırlar.
Örnek olarak 20. Yüzyılın ikinci yarısında, iktisatçı Fama’nın  “Etkin Piyasa Teorisi” de benzer biçimde piyasaların kaynakları etkin tahsis ettiğini, buna ücretlerin de dâhil olduğunu ileri sürerek, ortaya çıkan emek-sermaye bölüşümünün adil olduğunu vurguladı.
Son olarak bu kervana Keynesyen iktisatçılar da katıldılar. Öyle ki 2000’li yıllarda yıldızı bir anda parlayan Keynesyen iktisatçılardan birisi olan T. Piketty de asıl olarak bölüşüm konusunda bu teoriden kopmadı ve bölüşüm analizleri için bu teoriyi kullandı (2).
O halde bu bölüşüm teorisinin temel çıkarımı nedir?
Özetle, bu teoriye göre, verili bir andaki gelir dağılımı her bir üretim faktörünün sunduğu hizmetin değeri ve miktarınca belirlenir. Bu bağlamda öncelikle üretim faktörünün sahip olduğu donanımın niteliği çok belirleyicidir.
NE KADAR DONANIM O KADAR GELİR!
Donanımı bir örnekle açıklarsak, bir emekçinin donanımı onun becerilerinden, aldığı eğitimden, beden ve ruh sağlığından ve para kazanma arzusundan (çok çalışma anlamında) oluştuğundan, onun ücretinin düzeyini bu donanımın yüksekliği ya da düşüklüğü belirler.
Diğer taraftan bir sermayedarın donanımı (yukarıdaki faktörler olsun ya da olmasın); kendisine para-sermaye ve ticaret kültürü biçiminde kalan miras,  yakaladığı fırsat ve şanslar ve biriktirdiği servet ve güç ilişkileri gibi emek sarf edilerek kazanılacak gelirlerden ziyade, kendisine sunulmuş imkânlardan oluşur. Böylece onu verimli kılan bu donanımın büyüklüğüne bağlı olarak, elde edeceği gelir daha yüksek ya da daha düşük olabilecektir.
ÜRETİM FAKTÖRÜNÜN MARJİNAL VERİMLİLİĞİ
Böylece teoriye göre, her hangi bir üretim faktörünün sahip olduğu donanım adil (!) bölüşüm için veri olarak kabul edildiğinde, piyasa ekonomilerinde gelir dağılımı, bu donanıma sahip faktörün piyasa değerince (fiyatınca) belirlenir. Bu değer ya da fiyat da tam rekabetçi piyasalarda bu faktörün marjinal verimliliğine eşittir.
Yani bir işçi çalışması sırasındaki harcadığı son birim emeğin verimliliği, üretkenliği ölçüsünde ücretini artıracak ya da düşürecektir. Bu emek ne kadar verimli ise ücreti o denli yüksek olacaktır. Bu anlamda da emek gücü verimliliğinin sürekli olarak artması gereklidir.
Bu yaklaşımın doğal çıkarımı üretimden adil pay alabilmek için sınıf mücadelesine, sendikalara, toplu iş sözleşmelerine ya da grev hakkına ihtiyaç olmadığıdır. Çünkü işçiler daha verimli çalışarak daha çok ücret geliri, sermayedarlar da daha verimli çalışarak daha fazla kâr elde ettiklerinde adil bir bölüşüm sağlanmış olacaktır.
VERİMLİLİK VE ÜCRET VERİLERİ TEORİYİ ÇÜRÜTÜYOR
Oysa önceki bölümlerde kısaca sunduğumuz OECD ve ILO’nun verileri (3) örneğin son 10 yıldır küresel çapta, emek gücü verimliliğinin artmasına rağmen ücret artışlarının bunun çok gerisinde kaldığını gösteriyor. Yani pratikte gelir bölüşümü bu teoriye uygun olarak gerçekleşmiyor, işçiler daha verimli ve daha çok çalışsalar da bu üretkenliklerinin karşılığını alamıyorlar.
Buna karşılık borsa, tahvil piyasalarından sağlanan süper kârlar örneklerinde olduğu gibi sermayedarlar oturdukları yerden (verimli her hangi bir çabaya gerek olmaksızın)  kârlarını katlayabiliyorlar. Ya da ülkede olduğu gibi ahbap-çavuş kapitalist ilişkileri içinde devletten aldıkları ihale ve teşviklerle kârlarını çok verimli (!) bir biçimde artırıp daha da zenginleşebiliyorlar.
PATRONLARIN GÜCÜ ATTIKÇA ÜCRET DÜZEYİ DÜŞÜYOR
Bu teoriyi boşa düşüren bir diğer gerçeklik dünyada tam rekabet piyasalarının olmadığı (belki de hiç olmadılar ve “görünmez el” hiç yoktu), bunun yerine devletin açık elinin, eksik rekabet ya da tekelci piyasaların hâkim olduğudur.

Çünkü A. Smith tam rekabet piyasalarını yüceltirken : “ Zenginler tüm gelişmelerin nemasını yoksullarla paylaşırlar. Bunu yaparken görünmez el onlara yardımcı olur. Şöyle ki dünya, üzerinde yaşayanlar arasında eşit paylaşılsaydı ve tüm toplumun çıkarlarını geliştirme amacı ve niyetiyle türlerin çoğalmasını sağlayabilmek için gerekli olan malların nasıl paylaştırılması gerekiyorsa, görünmez el de hemen hemen aynı bir bölüşümü sağlar” (4) demişti.

Oysa günümüzde eksik rekabet ya da monopol piyasalarının hakim olduğu bir kapitalizm hüküm sürüyor. Bunlardan eksik(ya da aksak)  rekabet piyasaları rekabetin sınırlı sayıda firmaya kadar daraldığı (bu anlamda tam rekabetin koşullarının geçerliliğini kaybettiği)  durumu, tekelcilik ise rekabetin bütünüyle ortadan kalktığı ve bir mal ya da hizmetin tek sunucusunun bulunduğu bir durumu anlatır.

Ancak tekelcilik sadece tek sunucu ya da tek satıcı olduğunda değil, tek bir faktör (emek) alıcısı olduğunda da ortaya çıkar. Bu duruma monopson emek gücü piyasası (tek emek gücü alıcı piyasası) denilir. Diğer taraftan tek alıcılığı tek bir firma olarak değil, çok az sayıda firma olarak algılamak günümüz gerçeğine daha uygundur.

SOSYAL STATÜ, POLİTİK İLİŞKİLER, IRK, CİNS, ETNİSİTE?

Böylece eksik rekabet piyasaları söz konusu olduğunda, emek dahil üretim faktörlerinin getirisini (ücret düzeyi) belirleyen unsur,  faktörün marjinal verimliliğinden ziyade; sosyal statü, ilişkiler, aile bağlantıları, ırk, cins, etnisite, emek gücü piyasalarının örgütlenme düzeyi, sendikalaşma ve toplu sözleşme haklarının varlığı / yokluğu ya da işçi sınıfının örgütlenme düzeyi gibi etkenler oluyor.
Çünkü teoriye göre, tam rekabet piyasalarının aksine bu tür piyasalar işçilerin yeterince verimli çalışmalarını sağlayamıyor, dolayısıyla da verimlilik-ücret ilişkisi zayıflıyor.
Örnek olarak Migros ile bir mahalle bakkalının mücadelesi adil midir? Ya da sınıfsal konumunuz, nerede doğduğunuz, cinsiyetiniz, etnik kimliğiniz, inancınız, ideolojiniz, hangi okullara gittiğiniz ya da arkadaşlarınızın kimler olduğu ya da geçmişinizin nasıl olduğu toplumsal hasıladan pay alırken gerçekten fark etmez mi?

MONOPSON PİYASALAR ÜCRETLERİ BASKILIYOR

Özellikle de emek gücünün alınıp satıldığı piyasalarda eğer tek alıcılık (monopson) durumu söz konusuysa bu reel ücretleri ciddi olarak baskılıyor.

İlk kez Keynesyen iktisatçı J. Robinson’un kullandığı (1933) ama sonrasında Alan Manning tarafından geliştirilen bu yaklaşıma göre, monopson piyasası reel ücretlerin durgun seyretmesine ve istihdam olanaklarının azalmasına neden oluyor.
Yani monopson emek gücü piyasası işçilerin ücretlerdeki değişikliklere her hangi bir tepki veremeyecekleri (düşük emek gücü arz esnekliği)  bir durumdur. Nitekim uygulamada da işçi alımının tek elden yapıldığı durumlarda işçi ücretlerinde yüzde 17 dolayında bir azalmanın ortaya çıktığı görülüyor (5).
Kaldı ki Marx’ın altını çizdiği gibi sermaye sadece bir üretim faktörü değil, aynı zamanda sosyal, siyasal ve yönetsel bir kategoridir. Egemen sınıfın üretim araçlarını olduğu kadar toplumu da denetleme aracıdır. Para veya makine biçiminde ya da sabit veya değişken olabilir. Özü itibariyle ne fizikseldir ne de finansaldır. Özü güçtür. Yani kapitalistlere, karar alma ve işçilerden artı değer yaratma, çıkartma yetkisi veren bir güçtür.

Sermaye aynı zamanda da işçilerin hangi yönde siyasal tercihlerini belirtmeleri gerektiğini dayatan bir güçtür. Bu yüzden de az sayıda büyük işletmenin bulunduğu bir yörede işçilerin patronun isteği dışında bir siyasal partiye oy vermeleri ya da siyasal eylemde bulunmaları çok güçtür. Bu gerçek son yıllarda Türkiye’de yapılan seçimlerde işçilerin neden kendilerine karşı sınıfsal bir mücadele içinde olan partilere oy vermekte olduklarının da bir açıklamasıdır.

……devam edecek: “Adil bir toplumda ücretlendirme nasıl olmalı?
………
(1) Polly Cleveland, Piketty’s Model of Inequality and Growth in Historical Context, Pt 1,www.dollarsandsense.org, JULY 15, 2014.
(2) Agm.
(3) OECD Employment Outlook (Wageless Growth) 2018;           ILO, Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace,www.ilo.org, 2016.
(4) David Orrell, Economyths, Ten Ways Economics Get it Wrong, 2010.
(5) Understanding the importance of monopsony power in the U.S.labor market, https://equitablegrowth.org/understanding-the-importance-of-monopsony-power-in-the-u-s-labor-market.







27 Mayıs 2016 Cuma

KRİZ, SAVAŞ VE FAŞİZM KOŞULLARINDA VERİMLİLİK VE ÜCRETLER



KRİZ, SAVAŞ VE FAŞİZM KOŞULLARINDA VERİMLİLİK VE ÜCRETLER (Tarihsel Deneyimler)

Siyasal İktidarın Otoriterleşmesi İle Ekonominin Durumunun Kötüleşmesi Arasında Bir İlişki Var mı? (4)

Mustafa Durmuş
26 Mayıs 2016
 
Tarihsel deneyimler derin ekonomik krizler, savaşlar ve faşizm üçlüsünün aynı zaman diliminde bir ülkede yaşanabildiğini gösteriyor. Bunun nedeni kapitalizmin her üçüne ait tohumları bünyesinde barındırması.

Bir başka deyimle, iktisadi krizler gibi, savaşlar ve faşizm de kapitalizme içkin olgular. Bu nedenle de koşullar olgunlaştığında, bu tohumlar yeşeriyor ve örneğin liberal gibi gözüken bir yönetimin otoriterliğin zirvesi demek olan faşist devlet biçimine yol vermesi ya da emek ve sermaye arasındaki denge üzerine varlığını sürdüren sosyal demokratların, ekonominin ve devletin krizi derinleştiğinde, benzer bir biçimde faşizmin önünü açması mümkün olabiliyor.

Diğer yandan bu üçlünün varlığı başta işçi sınıfı olmak üzere en geniş toplumsal kesimlerde ağır tahribatlara yol açıyor. Bu dönemlerde emperyalist ülkelerde istihdam artışı yaşansa da istihdamdaki bu artışın askerileştirilmiş-zora dayalı bir istihdam olduğu görülüyor. Çalışma saatleri uzatılıyor, sendikal örgütlenmeler etkisizleştiriliyor, işçiler tüm sektörlerde, daha sıkı bir disiplin altında çok daha verimli çalıştırılıyor ve enflasyon artışlarıyla reel ücretler düşürülüyor. Bunlara ilave olarak kadınlar savaş üretimi sektörlerinde daha çok kullanılıyor, buna rağmen ücretleri erkek işçilerin ücretlerine kıyasla düşük tutuluyor. Savaş üretimi koşullarında iş kazaları ve meslek hastalıklarında ise patlama yaşanıyor.

İşçi ücretleri?

Böyle savaş ve faşizm dönemlerinde işçi ücretleri ülke ekonomilerinin büyüklüğüne ve savaşların niteliğine göre farklılıklar gösterse de, tüm ülkelerde yaşanan şey reel ücretlerin düşürülmesi.
Özellikle zorunlu çalıştırma pratikleri ve savaşın finansmanının daha ziyade para basma yolu ile karşılanması sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon, nominal ücretlerde artış söz konusu olsa dahi, reel ücretleri düşürüyor. Bunun dışında sendikaların fiilen etkisiz hale getirilmesi ya da olağanüstü hal koşulları ücret artışı taleplerinin yeterince güçlü olmasını önlüyor. Örneğin 1. Paylaşım Savaşı (1914-1918) sırasında ve sonrasında Almanya’da tüm sektörlerdeki reel ücretler erkek işçilerde % 35, kadın işçilerde ise % 27 civarında düştü.

Enflasyon

Savaşlar yeni vergiler ya da artırılan vergilerle, borçlanma ve para basma ile finanse edildiğinden bu üç finansman biçimi de başta ücretli işçiler olmak üzere tüm halkları yoksullaştırdı.

İspanya’da, 1936 yılında General Franko’nun faşist darbe girişiminin başarısız kalmasıyla ile başlayan iç savaş ağırlıklı olarak para basma ile finanse edildi. Ancak taraflar öncelikle ‘el koyma’ya yöneldiler. Özellikle de Franko, Cumhuriyetçileri destekleyenlerin, otomobilden, maden ocaklarına tüm mal ve mülklerine, ayrıca “gönüllü bağış” adı altında mücevher ve altın gibi kıymetli varlıklarına el koydu. Her iki tarafın da savaşın finansmanında temel aracı para basma oldu. Bu durum enflasyonu azdırdı. Ancak enflasyon Cumhuriyetçi bölgede % 100 artarken, diğerinde artış % 15 ile sınırlı kaldı. 1937’den sonra Franko pesetası Fransız frangına karşı % 33 ve ABD dolarına karşı % 51 değer kaybetti. Böylece enflasyon ve ulusal paranın değer yitimi işçilerin reel ücretlerini düşürdü, genel olarak yoksulluğu artırdı.

Vergi

Savaşlar ile vergi yükü artışı arasında bir paralellik söz konusu. Zira vergilemenin savaşın maliyetlerini karşılama konusunda başat bir rolü var. Keza savaş sırasında konulan ya da oranları artırılan vergilere savaş bittikten sonra da devam ediliyor. Bu da halkın vergiler yüzünden yoksullaşmasına neden oluyor. Örneğin 2. Paylaşım Savaşının galiplerinden olan ABD’de, federal vergi mükellefi sayısı 1939 -1945 arasında 10 kattan fazla arttı. Ayrıca Amerikalılar 1942 yılında ücretlerinin onda birini savaş tahvillerine yatırmak zorunda kaldılar. 1943’te ise bu kez “zafer vergisi” adı altında stopaja tabi tutuldular. Benzer bir uygulama İngiltere ve Almanya’da da oldu. İngiltere’de ilk kez 7 milyon işçi Gelir Vergisi (PAYE) ile tanıştı.

Gıda fiyatları ve yoksulluk

2. Paylaşım Savaşı sırasında tarımsal üretimin ciddi olarak azalması gıda fiyatlarının hızla yükselmesine neden oldu. Tarımsal üretim Almanya’da % 50-70, Fransa’da % 40-50, Rusya’da % 50 düştü ve Almanya’da görülen açlık ve kıtlık karne uygulamasına geçiş ile sonuçlandı.
İngiltere’de gıda fiyatları % 70 ve ücretler % 18 artarken, bu artışlar Fransa’da sırasıyla % 74 ve % 30; İtalya’da % 84 ve % 38 oldu. Bu veriler reel ücretlerin bu savaş sırasında en az yarı yarıya düştüğünü ve işçi sınıfının hızla yoksullaştığını gösteriyor.

Almanya-ABD: Ücretler ve kârlar

Almanya’da faşizm döneminde istihdam % 160 artarken, nominal ücretler değişmedi, hatta 1933-35 arasında nominal ücretler % 25’ten fazla düşürüldü. Nazizmin ilk yılında Nazileri destekleyen sermaye grubu Krupp A.G.’nin ücret faturası 2 milyon RM azalmıştı. Bu, işçi sayısının 7,762 artmasına rağmen gerçekleşti. Savaşa kadar ücretler arttı, ama savaş çıkınca tekrar düştü (İngiltere’de işçiler daha fazla ücret alıyorlardı ama çok daha fazla çalışıyorlardı. Benzer bir durum ABD için geçerliydi. 1938 yılında % 25 daha fazla çalışıyorlardı).

2. Paylaşım Savaşının ABD işçi sınıfı üzerindeki net etkisi daha fazla çalışma karşılığında daha az ücret alma biçiminde oldu. Savaş sırasında işçi ücretleri düşük tutulurken, sermaye ciddi kârlar elde etti. 1942-45 arasında en büyük 2,230 ABD’li firmanın kârı % 41 oranında arttı (Almanya’da da zora dayalı aşırı sömürü oranları savaş sonrasında da yaklaşık 10 yıl devam etti). Daha fazla işçi, daha fazla saat ve daha ucuza çalıştırılarak kârlar artırıldı. Haftalık ücretler nakit olarak arttı, ama saatlik ücretler fiilen düşürüldü. İşçiler artık daha fazla ve daha verimli çalışıyordu. Mesailer ödenmiyordu. Ücret artışları hâsıla artışının gerisinde kaldı.

Hitler, Alman ekonomisini bir savaş ekonomisi haline savaş çıkmadan önce dönüştürdü (1935). Kamu harcamaları savaşa yönlendirildi. Çelik ve kömür madenleri gibi sektörler savaşı besleyen sektörler olarak ciddi bir atılım yaptılar. Böylece 1933 yılında Krupp’un kârı bir yılda ikiye katlandı.
ABD’de Irak Savaşı ile başlayan süreçte, 2003-2011 arasında ortanca reel ücretler durgun seyretti, buna karşılık emek gücü verimliliği arttı ( 2002-2011’de iki kat). Yoksulluk oranı 1999’da % 11’den, 2003’te % 13 ve 2009’da % 14’ün üzerine çıktı.

İç Savaşlar: Peru, Uganda, Sri Lanka

İç savaşların işçi ücretleri üzerindeki etkilerini Peru, Uganda ve Sri Lanka iç savaşları üzerine yapılan bazı araştırmalar ortaya koyuyor.

Bunlara göre, diğer şeylerin yanı sıra, iç savaşlardan eğitim ve sağlık hizmetleri de olumsuz etkileniyor. Bu da “beşeri sermaye modeli” açısından gelecekte ücret-gelir kayıpları anlamına geliyor.
Örneğin Peru’da 1980-85 arasında yaşanan iç savaş işçilerin aylık ücretlerinde % 4’lük bir düşüşe neden oldu. Cinsel saldırılar kadın işçilerin ücretlerini, işkence ve zorunlu göçe tabi tutulma erkek işçilerin ücretini olumsuz etkiledi. Ölümler ve tutuklulukların yol açtığı zararın yanı sıra iç savaşın neden olduğu psikolojik şiddet de emek gücü üzerinde uzun dönemde negatif bir beşeri sermaye etkisi yarattı.

Uganda’daki iç savaş 20 yıl devam etti. 2005 yılına gelindiğinde nüfusun % 20’si sığınmacı olarak kamplara yerleştirilmişti. Silahlı çatışmalar ekonomik büyüme ve hane halkı refahını olumsuz etkiledi. Bu etkilerin en sertleri de emek gücü açısından kendini gösterdi. Şiddet ortamında kalmış çocukların yetersiz beslenmesi onların ömür boyu verimliliğini düşürdü. Savaş halindeki toplumlarda daha az yatırım yapıldığından bu istihdam imkânını azalttı. Zorunlu olarak askere alınanların savaş sonrası ücretleri daha düşük kaldı, iç savaştan çıkmış insanların emek gücü piyasasına aktif katılımları zorlaştı. Şiddet bir bütün olarak kalkınmayı geriletti (iç savaş boyunca Kuzey Uganda’da hane halkı ekonomisi büyük ölçüde çocuk emeğine dayanıyordu).

Son olarak, Sri Lanka’da iç savaşın ücretler üzerindeki etkilerini doğrudan anlatan çalışmalara rastlanmamışsa da diğer bazı çalışmalardaki verilerden iç savaşın işçi ücretleri üzerindeki azaltıcı yönde etkiler tahmin edilebilir.

Buna göre, Sri Lanka’da iç savaşın büyük bir kısmında (1983-1996 arasında) toplam iktisadi kayıp 1996 milli gelirinin % 160’ından fazlaydı. Bu özel tüketim harcamalarındaki düşüş, alt yapı tahribatı, vazgeçilen yatırım gelirleri, azalan turizm gelirleri ve ölüm ve yaralanmaların neden olduğu beşeri sermaye kayıpları ve savaş bölgesinde vazgeçilen üretim kayıpları biçiminde kendini gösterdi. Savaş sonucunda kişi başına düşen gelir 850 dolara kadar düştü (Kuzeyde, azınlık etnik grup Tamil Bölgesinde 250 dolara kadar geriledi). Bu gelişmeler emek gücüne olan talebi azaltarak ücretleri düşürdü (…devam edecek: Türkiye sermayesinin talepleri: Verimlilik artışı -yapısal reformlar, esnek çalışma düzeni).