30 Aralık 2017 Cumartesi

ASGARİ ÜCRET: DAĞ FARE DOĞURDU!

ASGARİ ÜCRET: DAĞ FARE DOĞURDU!

Mustafa Durmuş

30 Aralık 2017

Yeni yılda geçerli olmak üzere asgari ücret (aylık 199 lira, günlük 6,6 lira artırılarak), net 1603 lira olarak belirlendi.
İşçilerin beklentisinin çok altında kalan bu rakam, resmi verilere göre 5,5 milyon civarında, gayrı resmi olarak kayıt dışı çalışanlarla birlikte 10 milyona yakın asgari ücretlinin yaşam standardı üzerindeki etkisi kadar, kalan yaklaşık 9 milyon civarındaki işçinin yeni yılda alacakları zam miktarını etkilemesi açısından da çok önemli olacak.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Asgari Ücret Belirleme Anlaşması’nda (1970-No. 131 Madde 3/a) asgari ücretin nasıl belirleneceğine ilişkin şöyle bir hüküm var:
“Asgari ücret belirlenirken işçilerin ve ailelerinin ihtiyaçları, ülkedeki genel ücretlerin düzeyi, yaşam maliyetleri, sosyal güvenlik/yardım ödemeleri ve diğer sosyal grupların göreli yaşam standartları dikkate alınır” (1).
Bu çerçevede yeni asgari ücreti sorgulayalım:
Öncelikle rakam sendikaların belirlediği açlık sınırının dahi altında kaldı. 2018 yılı gibi enflasyonun yüzde 13’ün altına inmeyeceği, gıda enflasyonunun bundan çok daha yüksek olacağı, yeni zamlar (örneğin elektriğe yapılan yüzde 8,8’lik zam) vergiler ve yükselen döviz kuru nedeniyle hayatın çok daha pahalı bir hale geleceği açık olan bir yıl için böyle bir rakam kabul edilebilir bir rakam mıdır?
İkinci olarak, gelirin en altına böyle gerçek ihtiyacı yansıtmayan bir sınır konulurken, neden diğer gelirlere (faiz, rant, kâr gibi) bir üst sınır getirilmez de emekçiler ile sermayedarlar arasındaki yaşam standardı farkı iyice artırılır? Neden böyle bir gelir ve servet farklılığının hem sosyal hem de politik olarak geniş yığınları yoksullaştırıp güçsüz bırakırken, bir avuç zenginin gücünü daha da artırmasına izin verilir?

Avrupa ülkeleriyle yapılan kıyaslamalar gerçeğin sadece bir kısmını yansıtıyor!
Sosyal medyada bazı Avrupa ülkelerindeki asgari ücret düzeyleri ile yapılan kıyaslamalarda Türkiye’deki ücretin nasıl trajikomik bir biçimde düşük kaldığı sergileniyor ve haklı olarak buna tepki gösteriliyor. Diğer yandan bu kıyaslamalar aradaki farkın tamamını göstermiyor.
Şöyle ki, sözü edilen Avrupa ülkelerinde işçiler Türkiye’deki kadar uzun saat çalışmıyorlar. Örnek olarak Türkiye’de haftalık çalışma saati 51 saatin üzerinde iken İskandinav ülkelerinde 36 saate kadar inebiliyor. Yani ülkemizde işçiler o çok düşük asgari ücret için ortalama Avrupalı bir işçiden yüzde 30 daha fazla saat çalışmak zorunda.

Vergi ve prim yükü çok ağır!
İkinci kıyaslama işçilerden yapılan vergi ve prim gibi kesintiler açısından yapılmalı. Bu açıdan da Türkiye’de işçiler OECD ortalamasının çok üstünde vergi ve prim ödüyorlar (bunun karşılığında devletten aldıkları sağlık, sosyal güvenlik ya da koruma hizmetlerinin niteliğini tartışmaya gerek yok).
Örnek olarak iki çocuklu bir işçinin net vergi yükü OECD’de ortalama yüzde 14,3 iken, Türkiye’de yüzde 25,3 (OECD içinde ikinci en yüksek ülke. Bu farkın nedeni Türkiye’de aile yardımlarının yok denecek kadar az olması).
Buna SGK kesintileri gibi kesintileri eklediğimizde yük daha da artıyor. Öyle ki iki çocuklu bir işçiden yapılan vergi ve benzeri kesintilerin oranı OECD’de yüzde 26,6 iken, Türkiye’de bunun yaklaşık 10 puan üzerinde: Yüzde 36,4 (2).
Böylece Kurumlar Vergisinin resmi oranının yüzde 22 olduğu, ama efektif oranın yüzde 10’u dahi bulmadığı ülkemizde, işçinin sadece düşük asgari ücret altında değil, aynı zamanda yüksek vergi ve prim yükü altında ezildiği çok açık.
Devlet bunu işçilere devlet bütçesinden yapabileceği sosyal yardımlar ile azaltabilir. Ama bunu yeterince yapmıyor, ya da yapamıyor. Öyle ki OECD ülkelerinde bütçesini emekçiler için yeniden bölüştürücü olarak kullanmayan ilk üç ülke şöyle sıralanıyor: Meksika (yüzde 3), Şili (yüzde 4) ve Türkiye ( yüzde 5). OECD ortalamasında devlet bütçesinin emek lehine kullanılması ile gelir adaletsizliği yüzde 27 azaltılırken, Türkiye’de bu sadece yüzde 5 ile sınırlı kalıyor.

Düzenleme sermayedara yarıyor
Meseleye asgari ücret düzenlemesindeki taraflar açısından bakıldığında, devleti ilgilendiren kısmın (bünyesinde çalıştırdığı az sayıda asgari ücretliye yapılan zammın neden olacağı belli miktardaki yük ve sermayeye verdiği destek dışında) gelen ilave bir yük yok. Tersine asgari ücret vergilendirildiği için devlet vergisini alıyor (üstelik artık yüzde 20 gibi yüksek bir orandan).
Sermaye açısından da durum gayet iyi. Zira işverene 2017 yılında verilen ve 2018 yılında da devam edeceği açıklanan 100 liralık asgari ücret desteği ve yeni istihdamda 773 liralık vergi ve prim desteği dışında, yeni yılda “1 maaş işverenden- 1 maaş devletten” uygulamasına geçilecek.
Üstelik 2018 yılında sermaye kesiminden alınacak vergilerin 132 milyar lirasının alınmayacağı yönündeki düzenleme yeni bütçede “vergi harcaması” adı altında yer aldı. Buna sermaye lehine uygulanmakta olan maliye politikası teşvikleri, Kredi Garanti Fonu garantili 250 milyarlık kredi ve faiz-kur arbitrajı biçimindeki para politikası teşviklerini ilave ettiğimizde yeni yılın sermaye açısından altın bir yıl olabileceğini söyleyebiliriz.

TÜRK-İŞ Başkanının timsah gözyaşları
Bu düzenlemenin kaybedeninin işçi sınıfı olduğu açık. Üstelik bu duruma kendi sarı sendikaları aracılığıyla düşürüldüler. Öyle ki timsah gözyaşı döken TÜRK-İŞ Başkanı “asgari ücretin düşük olduğunu ama yapabilecekleri bir şeyleri de olmadığını” açıkladı.
Bunun karşısında işçilerin ne yaptığı ya da yapmadığı da sorgulanmalı. Bırakın yaygın protestoyu, TÜRK-İŞ ya da HAK-İŞ’in önüne gidip sarı sendikacıları protesto dahi etmediler.

Sınıf kavgasının bir sonucu!
Asgari ücretin bu şekilde belirlenmesi aslında sınıf savaşımının doğal sonucu. Bu savaşı şu ana kadar kazanan hep sermaye oldu ve bu düzenlemelerden hep o kârlı çıktı. Ekonominin üçüncü çeyrekte süper yüksek bir oranda (yüzde 11,1) büyüdüğü ve bu yılın ortalama olarak yüzde 6,5 civarında büyüyeceği açıklandıktan hemen sonra böyle düşük bir ücret zammının verilmesi sadece sınıf savaşı ile ve siyasal iktidarın tercihleri ile açıklanabilir.
Bu savaşın izlerini ya da sonuçlarını aynı zamanda bölüşüm verilerinden de görebilmek mümkün. TÜİK’in son büyüme bültenindeki bir ayrıntı çok önemliydi. Buna göre 2016 yılında milli gelirin sadece yüzde 29,9’unu işçiler (ücret), buna karşılık yüzde 60,5’ini sermaye çevreleri (kar, rant ve faiz) ve kalan yüzde 10’unu da vergi, prim ve diğer kamu fiyatlaması biçiminde devlet alıyor.
Daha da önemlisi işçilerin bir yıl öncesinde payları daha yüksekmiş (yüzde 36’ya yakın). Yani bir yılda yüzde 5’ten fazla gelir kaybetmiş işçi sınıfı. Aralık ayında yapılan bir uluslararası çalışmada ise (3) Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik nüfusun milli gelirin yüzde 23,4’üne el koyduğu ortaya çıkmıştı. Keza en zengin yüzde 10' luk bir kesimin toplam servetin yüzde 78'ine sahip olduğu belirlenmişti.
Böyle bir bölüşüm adaletsizliği ortada iken, asgari ücrete yapılan bu denli düşük bir zam sınıf savaşı, siyasal iktidarın bu konudaki tercihi ile değil de, hangi ekonomik gerekçeyle ile açıklanabilir ki?
Yani asgari ücret artışının ihtiyacın ve toplumun beklentisinin çok gerisinde kalması ne “ekonominin gerekleri”, ne “işsizliğin azaltılması”, ne “aynı gemidekilerin fedakârlık yapması gerekliliği”, ne de “kaynak yetersizliği” ile açıklanabilir.
Bu durum OHAL gibi koşullarda eli daha da güçlenen sermaye sınıfının yürütmekte olduğu sınıf savaşının, siyasal iktidarın tercihlerinin, diğer boyutuyla da işçilerin gerçek anlamda sınıf sendikalarından yoksunluğunun bir sonucudur.

…………………..
(1) 
http://www.ilo.org.
(2) OECD, Taxing Wages, 2017.
(3) Ünlü iktisatçı Piketty’den çarpıcı rapor: Türkiye’de en zengin yüzde 1 ile en yoksul yüzde 50 arasındaki gelir payı makası artıyor, Politik Yol, (18.12.2017).




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder