https://drive.google.com/open?id=1GPHKaVWDXHEtdonPgk2zWfVEH6kNVzdI
27 Şubat 2018 Salı
25 Şubat 2018 Pazar
İKİ KONU BİR SONUÇ
İKİ KONU BİR SONUÇ
Mustafa Durmuş
25 Şubat 2018
Bu haftayı
kendi adıma verimli (bir o kadar da yorucu) geçirdiğimi düşünüyorum. İki önemli
konunun birinde panelist, diğerinde ise tek konuşmacı oldum. 150 civarında
dinleyici ile tanıştım. İlk kez dinleyicilerimin arasında farklı mesleklerden
olduğu kadar farklı yaşlardan insanlar vardı. Toplumun içine kapandığı, geri
çekildiği böyle bir dönemde insanlarımızın heyecanını ve enerjisini görmek beni
cesaretlendirdi. Üniversitelerin de sessizliğe büründüğü bir dönemde belki de
yüzümüzü doğrudan toplumun kendine döndürmek daha doğru.
İlk konu
Büro Emekçileri Sendikası'nın düzenlediği ve Tüketici Haklarını Koruma
Derneği’nin tam destek verdiği "Türkiye’deki vergi adaletsizliği ve buna
karşı mücadele", diğeri ise İstanbul Yüksek Ticaret ve Marmara
Üniversitesi İİBF Mezunları Derneği Ankara Şubesi’nin düzenlediği
"özelleştirmelerin sosyal ve ekonomik etkileri" ile ilgiliydi.
İlki
bilinçli olarak ‘vergi haftası’na denk düşürülmüşken, diğeri 14 şeker
fabrikasının özelleştirilmesi kararı ile tesadüfen çakıştı. Dolayısıyla her
ikisine de ilgi büyüktü diyebilirim. Hele ikincisinde yaş ortalamasının
(öğrencilerimin haricinde) 60’ın üzerinde olmasına rağmen yaklaşık 2,5 saat
boyunca canlılıklarını koruması muhteşem bir gözlem oldu benim için. Sanıldığı
gibi insanlar önlerine kader gibi konulana pek de rıza göstermiyorlar.
Anlattıklarımı
(zaman yetersizliği nedeniyle anlatamadıklarımla da birleştirerek) sizler için
aşağıda özetliyorum.
Türkiye’de ciddi bir bölüşüm adaletsizliği
ve yığınsal yoksulluk dönemi yaşanıyor!
Bugün ülkede
en zengin yüzde1’lik nüfus milli gelirin yüzde 23’ünden fazlasını alıyor ve
toplam servetin de yüzde 54’ünden fazlasına el koyuyor. En zengin yüzde 20’lik
nüfus ise milli gelirin yüzde 47’sine, en zengin yüzde 10’luk nüfus servetin
yüzde 78’ine sahip.
Diğer
yandan, net asgari ücret aylık, 1,603 lira, açlık sınırı 1,615 lira ve 4
kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 5,300 liranın üstünde. Asgari ücret
karşılığında kayıtlı ve kayıt dışı olmak üzere toplam 10 milyona yakın işçi
çalışıyor. Bu arada ülkede 6 milyon işsiz var.
Bu durum
yoksulluğun da asıl nedenini oluşturuyor. Öyle ki en yoksul yüzde 60 haneye
ayda ortalama sadece 842 lira giriyor. Bu bazı bölgelerde 740 liraya kadar
düşüyor.
AB standartlarına
göre ülkede 41 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Toplam
tüketimin sadece yüzde 11’i Kuzey-Güney ve Doğu Anadolu’da yapılabiliyor. Bu
haneler bütçelerinin sadece yüzde 1’ini çocuklarının eğitimi için
ayırabiliyorlar. Böylece Türkiye, 34 OECD üyesi ülke arasında yoksulluk
oranının en yüksek olduğu ikinci ülke konumuna yükseliyor.
Diğer yandan
Credit Swiss’e göre ülkede 29, Forbes’e göre 40 dolar milyarderi ve küresel
çapta 40’ın üzerinde dev inşaat şirketi var (dünyada toplam 250 tane var).
İşçi üzerindeki mali yükün en yüksek
olduğu ülkeler arasında ön sıralarda yer alıyoruz!
Türkiye 2016
yılında 35 OECD ülkesi içinde yüzde 36,4 ile vergi ve prim gibi ödemelerinin
brüt ücreti içindeki payı (mali yük) en yüksek ülkeler arasında yer alıyor.
Öyle ki iki çocuklu bir işçi için bu oran OECD’de ortalama yüzde 26,6 iken,
Türkiye’de yüzde 36,4. Yani yaklaşık 10 puan daha yüksek.
Keza iki
çocuklu bir işçinin vergi yükü OECD’de ortalama yüzde 14,3 iken Türkiye’de
yüzde 25,3 (OECD’de ikinci en yüksek ülke). Bu farkın nedeni Türkiye’de diğer
ülkelerdeki gibi aile yardımlarının neredeyse hiç olmaması.
Tepeden tırnağa vergi: Yat ve kotrada
sıfıra yakın vergi ama vatandaşın kullandığı benzin ve mazotta vergi yüzde 66!
Gündelik
hayatlarımızda (birçoğumuz farkında olmasak da) tepeden tırnağa
vergilendiriliyoruz. Örneğin kullandığımız elektrik üzerinden: Belediyeler için
yüzde 5 Tüketim Vergisi, yüzde 2 TRT payı, yüzde 18 KDV; yaktığımız doğal gaz
için: Yüzde 18 KDV ve ÖTV (faturada gösterilmiyor) ve içtiğimiz su için: Atık
su bedeline ilave olarak, % ı8 KDV ve Çevre Temizlik Vergisi (m3 başına 24-32
kuruş) ödüyoruz.
Et, süt,
eğitim, sağlık gibi halk için zorunlu nitelikteki mal hizmetlerde KDV oranı
yüzde 8.
Zorunlu
olarak tükettiğimiz bu mallar için böyle yüksek vergiler öderken, lüks tüketim
malları olan sırasıyla: Pırlanta ve külçe altında KDV ve ÖTV sıfır.
Sıradan bir
binek otosunun alım satımından yüzde 45 -50, köylü dâhil herkesin kullandığı
benzin ve mazottan yüzde 66 civarında vergi alınırken, yat ve kotraların alım
satımında ödenecek olan KDV yüzde 1, ÖTV ve MTV (motorlu taşıtlar vergisi) ise
sıfır.
Daha da
kötüsü faiz, kâr payı gibi sermaye gelirlerinden ya hiç ya da asgari ücretliden
alınan kadar vergi alınmıyor.
Yoksullaştıran bir vergi sistemi
Vergilerin
içinde dolaylı vergilerin payı yüzde 70’e vardı. KDV ve ÖTV gibi bu vergileri
asıl olarak başta emekçiler olmak üzere tüm halk ödüyor. Bu vergiler düşük
gelirlilerde daha ağır bir yük olarak hissedilen vergi türleri.
Toplam vergi
gelirleri içindeki payı yüzde 18 olan Gelir Vergisi’nin üçte ikisini de yine bu
emekçiler ödüyor.
Adaletsiz bölüşümün iki nedeni
Hem gelir ve
servet bölüşümündeki adaletsizlikler, hem bir dönem sonrasındaki vergiler
anlamına gelen borç yükündeki artış, hem sermayeden yana birinci bölüşüm
ilişkilerinden, hem de devletin izlediği ekonomi ve sosyal politikalardan
(ikinci bölüşüm ilişkileri) kaynaklanıyor.
Kapitalist bir toplumda vergi adaleti
sağlanabilir mi?
Bu soruya
doğru yanıtı verebilmek için öncelikle şu soruların yanıtını aramamız
gerekiyor:
İlk olarak, vergiyi asıl olarak hangi
sosyal sınıflar ve kesimler ödüyor, bu vergilerle finanse edilen kamu
harcamaları hangi sosyal sınıflara hizmet ediyor? Toplanan vergiler nereye
harcanıyor?
Bu sorununun
doğru yanıtını vermek için örneğin vergi sistemine bakmak yetiyor. Öyle ki
dolaylı vergilerin tamamına yakınını ve dolaysız vergilerin üçte ikisini
emekçiler, halk öderken; 750,000’e yakın şirketin ödediği kurumlar vergisi
emekçilerin ödediği gelir vergisinin sadece yarısı (yüzde 6), sermaye geliri
elde eden 2 milyon civarındaki beyannameli mükellefin ödediği gelir vergisinin
toplam vergiler içindeki payı sadece yüzde1 ve dolmuş ve taksiciler gibi basit
usule tabi mükelleflerin (850,000 civarında) ödediği vergilerin payı binde1.
İkinci olarak, sermayedarlar kendi
yarattıkları değerden mi vergi ödeyerek bu fedakârlığa ya da yüke katlanıyor?
Ana akım
vergi teorileri (Faydalanma ve Ödeme Gücü Yaklaşımları) vergilerin emek gücü
tarafından yaratılan artı değer üzerinden alındığı ve vergilemenin gerçekte
emek üzerinden gerçekleştirilen bir tür el koyma olduğu gerçeğini gizliyor.
Diğer yandan
kâr üzerinden alınan kurumlar vergisi ve / veya kâr dağıtımı üzerinden alınan
gelir vergisi aslında, kapitalistin işçinin emeğinin ürünü üzerinden el koyduğu
kısmın (kâr) devlet ile paylaşılmış bölümünden başka bir şey değil.
Böylece,
‘adil vergileme’ söyleminin bir yanıyla böyle bir artı değer sömürüsünü
gizlemeye yaradığı ileri sürülebilir. Örneğin Ödeme Gücü Yaklaşımı toplumda
işçi ya da kapitalist herkesin kişisel geliriyle orantılı olarak vergi
ödemesini öngörür.
Bu
yaklaşımın zımnen ileri sürdüğü şey kamu harcamalarının tüm vergi
mükelleflerine eşit fayda sağladığıdır. Oysa bu sav doğru değil. Özce, vergi
sömürüsü “eşit durumda olanlardan eşit vergi almak” önerisi altında gizleniyor.
Pragmatik
nedenlerden dolayı ödeme gücü yaklaşımının daha adil olduğu savunulsa da,
gerçekte bu yaklaşımın da tıpkı diğeri gibi işçi sınıfına karşı önyargılı
olduğunun altı çizilmeli.
Çünkü
kapitalist toplum eşitsizlerin bir arada var olduğu bir toplum. Yani “mülk
sahipleri ve mülksüzler, tekeller ve küçük şirketler, örgütlü işçiler ve
örgütsüz işçiler, baskıcı cinsler ve kimlikler ve baskı altındaki cinsler ve
kimlikler, baskıcı sosyal gruplar ve baskılananlar, zenginler ve yoksullar”
gibi çok sayıda eşitsizlik biçimi mevcut.
Bu nedenle
de “eşitlere eşit muamele yapan” bir vergi sistemi sadece mevcut eşitsizlikleri
daha da güçlendiriyor.
Kısa dönemde vergilemeyle ilgili olarak
nasıl bir tutum izlenmeli?
Diğer yandan
kapitalist sistem içinde yaşıyoruz. Vergilemede adalet kapitalist sistemde
sağlanamaz ama emekçilerin vergi yükünü kısmen de olsa azaltabilmek mümkün. Bu
nedenle de vergilemeye ilişkin en azından kısa dönemde bir tutum belirlemek
gerekiyor.
Bu, halkın,
emekçilerin üzerindeki yükü arttıran her türlü düzenlemeye karşı çıkmak ve bu
yükü azaltan düzenlemeleri desteklemek, savunmak biçiminde olmalı.
Bu bağlamda,
özellikle de zorunlu mallar üzerinden alınan ÖTV, KDV gibi vergilerin
kaldırılması ve bunlardan doğacak olan vergi kaybının zenginler üzerine
konulacak bir servet vergisi ile giderilmesi, Kurumlar Vergisi oranının
yükseltilmesi ve üst gelir gruplarının daha ağır vergilendirilmesi talep
edilmeli.
Ayrıca bütçe
hakkının bir gereği olarak bu toplanan vergilerin nereye harcandığı kontrol
edilmeli ve toplumsal yarar sağlamayan harcamalar için kaynak ayrılmasına izin
verilmemeli.
Vergi ve harcama politikalarıyla bölüşüm
adaletsizlikleri ortadan kaldırılabilir mi?
Bu yönde bir
öneriyi en son Piketty yazdığı “21.Yüzyılda Sermaye” adlı çok ses getiren
kitabında yaptı. Ona göre kapitalist sistemin devamını ancak servet ve gelir
eşitsizliklerinin azaltılması sağlayabilir. Bunun için de servetin ve üst gelir
gruplarının artan oranlı tarifelerle daha ağır vergilendirilmesi, böylece düşük
gelirliden yana bir yeniden bölüşüm politikasının uygulanması gerekiyor.
Ancak öz
olarak ana akım neo klasik iktisattan kopamayan Piketty’nin çözümleri arasında
ekonomik-politik kurumlara ya da sosyal güç dengesine ya da sınıf mücadelesine
ilişkin her hangi bir şey bulunmuyor. Çünkü bu tür belirlemeler neo klasik
iktisadın kapsamı dışında tutuluyor.
Günümüzde
sermayenin ekonomi ve siyasetteki gücünün ne denli belirleyici olduğu dikkate
alındığında Piketty’nin vergilemeye dayalı yeniden bölüşüm politikaları ile
artık sürdürülemez boyutlara yaklaşan eşitsizliklerin ortadan
kaldırılabileceğini yönündeki iddiasının ve bu yöndeki önerilerinin ne kadar
naif olduğu görülebilir.
Yeniden bölüşümün açmazları
Tarih bize
yeniden bölüşümün önünde en az üç engelin olduğunu gösteriyor. Sırasıyla;
(i) Yeniden bölüşüm mekanizmaları uzun ömürlü olmuyor.
Kapitalizmin son 40 yıllık tarihinde sosyal devletlerin yok oluşu bunun en
güzel örneği.
(ii) Vergilerin yeniden bölüşüm amaçlı olarak kullanılmasına
başta büyük sermayedarlardan gelmek üzere bir tepki söz konusu. Bu tepkiler
ekonomik koşullar kötüleştiğinde artıyor ve işler tersine dönüyor, dar gelirli
emekçiler tembel asalaklar olarak yaftalanıyor, ırkçılık, şovenizm ve göçmen
düşmanlığı artıyor.
(iii) Son olarak yeniden bölüşüm de maliyetli bir iş.
Vergileme, kamu harcaması ve düzenleme/ denetleme işleri büyük bürokrasi
gerektiriyor.
Bu yüzden
sorunu asıl kaynağında çözmek ve ilk bölüşümün adil ve eşitlikçi olmasını
sağlamak daha doğru bir strateji gibi duruyor. Böyle yapıldığında da yeniden
bölüşüme olan ihtiyaç azalıyor.
Bu nedenle
de “iyi bir toplum oluşturmanın başlangıç noktası, gelir ya da servetin eşit ya
da adil dağılımını belirlemek mi olmalı” sorusunun sorulması gerekiyor. Çünkü
eşitsizlik sadece bir sonuç. Asıl neden bu eşitsizliği üreten üretim tarzı ve
onun işleyiş ve toplumsal olarak denetlenme biçimi.
“Adil bir toplum” mu, “sınıfsız bir
toplum” mu?
Bu yüzden
nihai varış noktası “eşit-adil bir toplum”dan ziyade, “sınıfsız bir toplum”
olmalı. Bu da toplumun bütünü tarafından sahiplenilen, kontrol edilen bir
üretim tarzı; herkesin yeteneğine göre katkıda bulunduğu ve ihtiyacına göre pay
aldığı sosyal bir kurulum anlamına geliyor. Adil bir toplum teorik olarak
sınıfların ortadan kalktığı böyle bir sosyal düzenin ardından gelecektir.
Bunun yolu
ise ekonomik alt yapıda hiyerarşik bir kapitalist girişimci örgütlenmesinden
vazgeçip örneğin kooperatifleşme türü bir yatay örgütlenmeye yönelmekten
geçiyor.
Yeniden devletleştirme değil,
toplumsallaştırma!
Bu noktada
özelleştirmeler karşısındaki doğru tutum da netleşiyor. Emekçilerden kesilen
vergilerle yaratılan bir sosyal mirasın onlara da sorulmaksızın adeta gasp
edilir bir biçimde, üstelik de yok pahasına sermayeye satılması anlamına gelen
özelleştirmeye karşı çıkarken, şu ana kadar ki devlet işletmelerinin hiyerarşik
işleyiş biçimine, yani geçmişteki kamu işletmeciliğine de karşı çıkılmalı.
Bunun için
önerdiğimiz kavram yeniden devletleştirme değil, gerçek anlamda bir
toplumsallaştırmayı içeren bir yeni kamulaştırmadır. Bunun için yeni bir kamu
ve yeni bir kamu işletmeciliği tanımının da yapılması gerekiyor.
Kapitalist
işletmelerde büyük hissedarlar ve onların yönettiği icra kurulları eşitsizliğin
temel kaynağını oluştururken, geleneksel kamu işletmelerinde bu işlev
politikacılar ve onların emrindeki bürokratlarca yerine getiriliyor ve toplumun
geri kalanı, kısmen istihdam sahibi olmak ve göreli olarak daha düşük maliyetli
mal (ya da üretimde ara malı ve hammadde gibi) temin edebilmek dışında bir
fayda sağlayamıyor. Bir süre sonra (dünyada ve Türkiye’de olduğu gibi) bu
kuruluşlar etkin bir şekilde işletilemeyince kamu işletmeleri bir kambur olarak
ortaya çıkıyor.
İşçi-Çiftçi-Tüketici Kooperatifleri
Diğer yandan
toplumun bütün kesimlerini yatay ve eşitlikçi bir biçimde örgütlenmesinin bir
örneği olarak işçi kooperatifi biçiminde şirketlerde işçiler demokrasiye uygun
bir işbölümü içinde kendi işlerini yaparken, demokratik karar alma
mekanizmaları ile yapılacak üretim, fiyat ve ücret belirleme ve artı değer
kullanımı gibi kararlara da katılırlar.
Yani bu tür
işletmelerdeki iş bölümü kapitalist işletmelerdekinden bütünüyle farklıdır. Bu
kararlara öz yönetimci, demokratik bir koordinasyonu içeren bir planlama modeli
ile toplumun geri kalan kısımları, örneğin tüketici kooperatifleri de
katılırlar.
Böylece
yerinden, bir tür doğrudan demokrasi altında hayata geçirilecek bir özyönetimci
ekonomi modelinde, reel sosyalizm deneyiminin mülkiyeti kolektif hale getirerek
ve merkezi bir planlamayı esas alarak aşmaya çalışıp aşamadığı sorunların
aşılabilmesi de mümkün olabilir.
Daha özgür
ve adil bir toplum yerelde, işçilerin işletmeleri kesintisiz bir şekilde ve
eşitlik, paylaşım, rotasyon ve kolektif karar almaya dayalı olarak yeniden
örgütlemeleriyle, öncelikle bu işletmelerde yerinden demokrasiyi hayata
geçirmeleriyle kurulabilir.
Yani emekçiler yaşam boyu bir öz dönüştürme sürecine aktif bir
biçimde dâhil olmalıdırlar. Bunun sonucunda emekçiler ekonomide olduğu kadar
kültürel ve politik yaşamda da tam bir katılım sağlayabilecek bir donanım ve
güdülemeye sahip olabilirler.
21 Şubat 2018 Çarşamba
16 Şubat 2018 Cuma
CARİ AÇIK: TÜRKİYE EKONOMİSİNİN AMOK KOŞUCUSU MU?
CARİ AÇIK: TÜRKİYE EKONOMİSİNİN AMOK
KOŞUCUSU MU? *
Mustafa Durmuş
15 Şubat 2018
Derslerimde öğrencilerime sıklıkla
hatırlattığım aşağıda yer alan bir denklem var. Bu denklem cari açıkla, bunun
finansman biçimleri ve sonuç olarak kamu ve özel sektör açığını ilişkilendiren
bir formül:
(X-M) = FDI + BL + PF = (S-I) – (G-T).
Yani;
Cari açık ≡ (Doğrudan yabancı sermaye
yatırımları + Banka kredileri + Portföy yatırımları) ≡ (Özel sektör
yatırım-tasarruf açığı /borçları + Kamu sektörü açığı/borçları).
Bu denklem Türkiye ekonomisinde son iki
yıldır olup biteni açıklamada giderek çok yararlı olmaya başladı. Çünkü Türkiye
bir süredir (tartışmalı) yüksek ekonomik büyümesini büyük ölçüde yüksek cari
açıkla gerçekleştiriyor. Yani ağırlıklı olarak yabancı kaynak kullanarak
büyümesini sürdürebiliyor.
Cari açık yüzde 42 oranında arttı !
Bunun ilk çarpıcı göstergesi dün Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından açıklanan ödemeler dengesi verileri
oldu (1).
Buna göre 2017 yılında yüzde 6-7
civarında büyümesi beklenen ekonomide cari açık uzun süreden sonra ilk kez 47
milyar doların üzerine çıktı ve GSYH’nin yüzde 5,5’ine kadar yükseldi (2016
yılında yüzde 3,8 idi).
Bu artışın nedeni ithalatın ihracattan
çok daha fazla artmış olması (dış ticaret açığı).Böylece cari açık son Orta
Vadeli Plan’daki öngörüye göre yüzde 8 civarında bir sapma gösteriyor. Bu
durumda ya OVP’yi hazırlayanlar yanıldılar ya da işin başında cari açıktaki
artışı düşük gösterdiler.
Açığı finanse etmek artık kamunun işi oldu
Denklemde yer alan cari açığın finansman
biçimi önemli şeyler söylüyor. Sırasıyla;
Merkez Bankası rezervlerini kullanarak
bu açığın yüzde 17’sinden fazlasını kapatmış (8 milyar dolar civarında). Yani
bankanın giderek rezervleri eriyor.
Ekonomide daha kalıcı ve daha yararlı
olduğuna inanılan doğrudan yabancı sermaye yatımları sadece yüzde 17’nin biraz
üzerinde bir katkı sağlamış (8,1 milyar dolar).
Asıl katkıyı yüzde 52’ye yakın bir oran
ile portföy yatırımları (borsaya ve devlet tahvillerine yapılan yabancı
yatırımlar) sağlamış. Bunun yüzde 70’inin devlet tahviline gelen yatırımlar
olduğunu hatırlatalım.
Ve en küçük katkıyı ( yüzde 14’ün
altında- 6,5 milyar dolar) bankalara gelen yabancı para cinsinden mevduatlar ve
yabancı krediler sunmuş.
Kısaca cari açık bir önceki yıla göre
yüzde 42’den fazla büyürken, bu açığın finansman şekli de değişmiş ve neredeyse
yüzde 80’i sıcak para biçiminde karşılanmış.
Sıcak paranın en önemli bölümünü ABD
tahvillerinin sağladığı ortalama getirinin (faiz) dört-beş katı getiri sunan
T.C. devlet tahvili satışları oluşturuyor.
Bankalara gelen döviz cinsinden mevduat
ve yabancı kredilerin fonlamadaki payı en geride kalırken, fonlamada Merkez
Bankasının rezervleri kullanılmış.
Bazı ekonomi - politik çıkarımlar
▪Ekonominin ve buradan
hareketle siyasetin dışa bağımlılığı uzun vadede daha da artmış.
Böylece yüksek faize gelen sıcak parayı
getirebilmek ve içeride tutabilmek için faiz oranlarını yükseltmek gerekecek.
Nitekim ABD’de tüketici fiyatlarının bu
yılın Ocak ayında beklenin çok üstünde bir biçimde (binde 5 oranında) artmış
olması (yani enflasyonun artması) FED’in
bu yıl yapmayı planladığı faiz artışını, hem artırım sayısı, hem de artış oranı
anlamında etkileyecektir (2). Böylece ABD’de faiz oranları arttığında Türkiye
gibi ülkelerden sermaye çıkışı hızlanacaktır.
▪Yüksek büyüme
pahasına göze alınan böyle bir yüksek cari açık riski siyasal iktidarın
sıkıntılarının ve buradan hareketle ihtiyaçlarının ne denli derin ve çatışmalı
olduğunu gösteriyor.
▪Bu gelişmeler
ekonominin büyümesinin (gerçekte sermaye ve servetin) piyasalar ya da özel
sektörden ziyade, artık devlet eliyle sürdürülebildiğini gösteriyor. Zira cari
açık büyük ölçüde devlet tahvili satışı ve Merkez Bankasının döviz
rezervleriyle karşılanıyor.
Bu durum dövize olan ihtiyacı sürekli
olarak artıracağından döviz kurunun yükselmesi de kaçınılmaz olacak.
▪Bu gelişmeler devlet
ve özel sermaye ilişkilerinde çok çarpıcı bir dönemin de başladığının bir
işareti. Yani sermayenin büyütülmesinde devlet bu denli rol aldığında onun özel
sermaye grupları üzerindeki etkisi ya da bu grupların devlete olan bağımlılığı
daha da artıyor. Bu da ülkedeki siyasal gelişmeler konusunda sermaye
gruplarının neden sessiz kaldığını da kısmen açıklar nitelikte.
▪Bankaların, hem çok
borçlu olmalarından ve bilançoları çok büyüdüğünden, hem de ülke kredi puanının
giderek düşmesi nedeniyle uluslararası piyasalardan borçlanmalarının giderek
zorlaşmasından dolayı artık cari açığın ağırlıklı olarak banka kredileri
aracılığıyla kapatılması dönemi bitiyor.
▪Küresel likiditenin
bu denli bol olduğu bir dönemde doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki
azalma ise yabancı reel yatırımcının ülkeyi uzun vadeli yatırım yapılabilir
görmediğinin bir göstergesi.
Bütçe açığı arttıkça cari açık artacak
Cari açıktaki bu gelişmelerin asıl
olarak dış ticaret açığından kaynaklandığını biliniyor. Çünkü geçen yıl ihracat
sadece yüzde 10’un biraz üzerinde, buna karşılık ithalat yüzde 17’den fazla
artmış.
Cari açığı etkileyen diğer bir faktör
bütçe açığı. Bu açığın bu yıl iki katına çıkarak yüzde 2’yi aşması bekleniyor
(bunun içinde koşullu ve doğrudan yükümlülüklerden gelecek olan riskler dâhil
değil. Bunar dâhil edildiğinde gerçek açık daha da büyüyor).
Ama asıl bundan sonrası önemli. Çünkü
siyasal geleceğini ve bu yöndeki rejim değişikliğini temel öncelik olarak kabul
etmiş siyasal iktidar bütçe içi ve dışı bütün kaynakları ekonominin büyütülmesini
sağlayabilmek için bir yandan sermayeye sunmaya devam ederken, diğer yandan
savaşın getirdiği ve daha da getireceği mali yüklerden dolayı kaçınılmaz olarak
bütçe açığını büyütüyor.
Bu da bir süre sonra bütçe açıklarının
kapatılması için de yabancı kaynağa yüklenmek gereğini ortaya çıkartıyor.
Tarihsel olayların ekoları: Avro Bölgesi deneyimi
Bu gelişmeleri (savaş dışında) 2010
yılından bu yana avro bölgesi ülkeleri neredeyse bire bir yaşadı.
Hem 2008 krizinden çıkabilmek için
teşvik adı altında büyük çapta uyguladıkları sermayeye destek politikaları
(öyle ki Avrupa Merkez Bankası’nın bilançosu 3 trilyon dolardan fazla büyüdü),
hem de Alman ekonomisinin gücü karşısında rekabet edemedikleri için, kendi
büyümelerini Almanya ve Holanda gibi ülkelerden sağladıkları sıcak para ile
destekledikleri inşaat-emlak, turizm gibi sektörlerdeki büyüme ile telafi
etmeye çalışmaları sonucunda avro bölgesinin çeperdeki bazı ülkelerinde cari
açıklar hızla büyüdü.
Bunun sonucunda hem özel sektör
borçları, hem de kamu sektörü borçları devasa bir biçimde arttı. Bu durum başta
Yunanistan olmak üzere, Portekiz, İrlanda, İspanyol ve İtalyan ekonomilerini
vurdu. Bu ekonomiler uzun süredir uyguladıkları halka kemer sıktırma
politikalarıyla bu borçlarını ödemeye ve toparlanmaya çalışıyorlar.
Kısaca tarih tekerrür etmese de, her
ülkenin kendine özgü koşulları olsa da, tarihte, geçmişte ortaya çıkan
olayların bugüne yankıları ya da yansımaları her zaman söz konusu olabiliyor.
Benzer koşullar oluştuğunda benzer sonuçlar ortaya çıkıyor.
………..
(*) Stefan Zweig’in 1922 yılında yazdığı bir kitabın adı. Amok Koşucusu bugün dünyanın her yerinde cinnet olaylarında faili tanımlamak için kullanılıyor.
(1) http://www.tcmb.gov.tr/…/Od…/Odemeler+Dengesi+Istatistikleri.
(*) Stefan Zweig’in 1922 yılında yazdığı bir kitabın adı. Amok Koşucusu bugün dünyanın her yerinde cinnet olaylarında faili tanımlamak için kullanılıyor.
(1) http://www.tcmb.gov.tr/…/Od…/Odemeler+Dengesi+Istatistikleri.
Formun Üstü
6 Şubat 2018 Salı
HER ÇIKIŞIN BİR İNİŞİ VAR
HER ÇIKIŞIN BİR İNİŞİ VAR…
Mustafa Durmuş
5 Şubat 2018
Bu sabah (Dow Jones’in Cuma günü 666 puan kaybetmesinin ardından) ABD
vadeli işlem borsaları uzun zaman aradan sonra ciddi değer kaybetti.
Bu 2016 Haziran ayındaki Brexit
oylamasından bu yana borsaların gördüğü en büyük düşüş. Böylece hem Dow Jones
hem de S&P Ocak’ta yaşadıklarının zirvenin yüzde 5 gerisine düştüler (1).
Bugün, benzer (aslında daha dramatik)
bir düşüş de kripto para piyasalarında görüldü. Öyle ki öğlen saatlerinde
bitcoinin değeri 7,289 dolara kadar geriledi. Bu bir günde yüzde 10’luk bir
düşüş anlamına geliyor. Böylece bitcoinin yeni yılda yaşadığı değer kaybı yüzde
40’ı buldu. Bitcoin geçen yıl yüzde 1300 değer kazanmıştı. Böylece şu ana kadar
bunun yarısını geri vermiş oldu.
Bitcoindeki düşüşün ardındaki temel
etken, bir önceki yazımızda da vurguladığımı bir gerçek (2): Ulus devletler ve
büyük bankalar bu paralara karşı bir süredir başlattıkları savaşı daha da
yoğunlaştırdılar, saldırılarını artırdılar.
Örnek olarak, Britanya’nın büyük
bankacılık gruplarından olan Llyds Banking Group, müşterilerinin bankanın kredi
kartlarını kullanarak bitcoin satın almalarını yasakladığını açıkladı. Aynı
günlerde, ABD’li iki dev bankacılık grubu JPMorgan ve Citigroup da benzer
yasaklar koyduklarını ilan etmişlerdi. Bank of America ise kredi kartları ile
kripto para alımını kısıtladı. Yani uluslararası finans kapitalin koordineli
bir biçimde saldırılarını yoğunlaştırdığı ve bu saldırıların devam edeceği
anlaşılıyor.
Nitekim dünyanın en büyük kripto alım
satım merkezi Bitfinex and Tether bugünlerde ABD Vadeli İşlem Piyasaları
Komisyonu’nca (CFTC) denetlenirken, Facebook,
kripto paraların ve bu paralarla ticareti yapılan finansal ürrünlerin
reklamını hem Facebook’ta hem de Instagram
ve Audience Network’te yaskladığını
açıkladı (3).
Sonuç olarak, borsalardaki yüzde 5 düşüş
piyasa deyimiyle bir “düzeltme” mi yoksa toparlanma içinde olduğu ilan edilen
dünya ekonomisinde bir süredir aşırı değerlenmiş bulunan finansal varlık
fiyatlarının neden olduğu borsa balonunun sönmeye başladığının bir işareti mi,
buradan hareketle dünya ekonomisindeki kırılgan finansal fay hattının daha da
derinleşmesi mi, bu konuda kesin bir yargıya varabilmek için henüz işin çok
başındayız.
Bitcoindeki gelişmeler ise, uluslararası
finans kapitalin ve ulus devletlerin yoğun saldırıları karşısında alternatif
bir para birimi (ya da birimlerinin) ayakta kalmasının zor olduğunu; geçen
yılki yükselişiyle hali hazırda kapitalizme içkin bir durum olan finansal
spekülasyonun kazandırdığı gibi bir gün kaybettirdiğini ve daha da
kaybettireceğini gösteriyor.
Diğer yandan kripto paraların (özellikle
de bitcoin ve ethereumun) ardındaki teknoloji olan blockchain teknolojisinin
gelecek açısından yabana atılamayacak kadar değerli bir teknoloji olduğunun
altını bir kez daha çizelim (bu konudaki düşüncelerimizi bağımsız bir yazıda
paylaşmayı vaat ederek).
Yani küresel borsaları değil, ardındaki
krize eğilimli kapitalizmi, kripto paraları değil ardındaki, teknolojiyi ve
sosyal ilişkileri masaya yatırmak gerekiyor.
…….
…….
(1) “Bitcoin extends slide with a more than 10 percent fall”, https://www.reuters.com, 5 February 2018.
(2) Mustafa Durmuş, Quo vadis bitcoin, 2 Şubat 2018.
3 Şubat 2018 Cumartesi
BİTCOİN (5): QUO VADİS BİTCOİN?
BİTCOİN (5):
QUO VADİS BİTCOİN?
QUO VADİS BİTCOİN?
Mustafa Durmuş
2 Şubat 2018
Bu haftayı kripto paralar ciddi değer
kaybıyla kapattılar. Bu paraların en büyüğü olan bitcoinin fiyatı son 24 saatte
yüzde 20 ve bu haftanın bütününde yüzde 30 düştü ve bugün itibariyle 7,910 dolardan
işlem gördü (1).
Bitcoinin fiyatı Aralık ayının sonunda
neredeyse 20,000 dolara kadar çıkmıştı. Fiyatının o günlerde 40,000 dolara,
hatta 50,000 dolara kadar yükseleceği beklentisi vardı. Bu da ona olan talebi
artırıyor ve fiyatını geçen yılbaşındaki 1,000 dolardan, yılsonunda yaklaşık
20,000 dolara kadar yükseltiyordu. Oysa bugün itibariyle (bu zirveden bu yana
sadece 6 hafta içinde) yaklaşık yüzde 60’lık bir kayıp yaşadı.
Ethereum ve Ripple da çöktü…
İkinci en büyük kripto para olan
Ethereum son 24 saatte yüzde 23 ve üçüncü sıradaki Ripple yüzde 30 değer
kaybederek düşüşün bitcoin ile sınırlı kalmasını önledi. Kripto paralardaki bu
düşüş ilk değil, son da olmayacak gibi.
Böylece sayıları 1000’i aşan kripto
paraların piyasa değerleri birden 700 milyar dolar dolayından 385 milyar dolara
kadar geriledi.
Hızlı düşüş nasıl açıklanabilir?
Böyle hızlı yükseliş ve çöküşlere
ilişkin ilk açıklama, bu piyasalarda özellikle de son 1 yıldır yürütülmekte
olan finansal spekülasyon ve beraberinde şişirilmekte olan balonun artık
sönmekte olduğu biçiminde.
Borsalardakine benzer bir biçimde, tıpkı
şirket hisselerin fiyatlarının gerçek değerlerinden çok ayrışarak çok artması
(ya da düşüşü) gibi, kripto piyasalarda da bu paraların değerleri hızlı ve ani
yükseliş ve çöküşler yaşadığında, bu durum bu paraların finansal spekülasyon
araçlarından başka bir şey olmadıklarını düşündürüyor ki ana akım
iktisatçıların büyük çoğunluğu, hatta bazı Marksist iktisatçılar da olaya böyle
yaklaşıyorlar.
O halde bu son düşüşün nedenine bakmak
gerekiyor. Çünkü sorunun yanıtı orada yatıyor.
Düşüşü tetikleyen etken: Hükümetlerin yasaklama ve kısıtlamaları
Bu son düşüşü tetikleyen etken, Japonya
bitcoini değişim aracı bir yasal para olarak kabul ederken, bir süredir ABD,
Çin ve G. Kore’nin ardından Hindistan Hükümetinin de bu paraların kullanımıyla
ilgili sert yasaklar getirmesiyle paniğe kapılan yatırımcıların bu paraları
elden çıkarmaya başlaması. Bunun sonucunda bu paraların fiyatları çakılarak
değerleri sert bir biçimde düşmeye başladı.
Öyle ki, ABD’de örneğin, Gelir İdaresi
(IRS) ICO’ları 4 Eylül 2017’de yasaklamakla işe başlarken, SEC (Sermaye
Piyasası Kurulu) kripto para cinsinden her hangi bir ETF’yi ya da kripto ile
ilgili diğer varlıkları listelemeye onay vermedi, ticaretini yasakladı. Ayrıca
bitcoin aracılığıyla ticareti durdurması için yerel yönetimleri uyardı.
AB ülkeleri ise, halkı kripto paraların
riski konusunda uyarırken, bunlara “para aklama ve terörizmin finansmanı”
olarak yaklaşacağını açıkladı (2).
Çin’de bitcoinin yasaklanması kararı
geçen yıl Eylül ayında alınmıştı. Bunun ardından Çin’deki en büyük bitcoin
platformu Huobi faaliyetlerini durdurdu ve Singapur’a kaydırdı (3).
Son olarak, 11 Ocak 2018’de G. Kore
Adalet Bakanlığı ülkede kripto para ile ticaretin yasaklanmasını planladığını
duyurdu ve eş anlı olarak ülkenin en büyük iki kripto parasının ticaretinin
(Coinone ve Bithumb) yapıldığı merkezlere polis ve vergi müfettişleri, vergi
kaçakçılığı yaptıkları gerekçesiyle baskın yapınca 12’den fazla dijital paranın
ticaretinin yapıldığı ülkede kripto para piyasaları alt üst oldu. Üstelik bu
sadece bir açıklamanın ardından gerçekleşti. Gün içinde bitcoin yüzde 21 değer
kaybederek 17,064 dolar karşılığı olan 18,3 milyon wona düştü. Kripto paralarla
ilişkili hisselerin değerleri de sert biçimde düştü (4).
Spekülasyon kapitalizme içkin bir olgu!
Konuyu spekülasyon olarak ele alan bir
Marksist iktisatçının değerlendirmesi şöyle (5): “Artık kripto para dünyasında
bu tür düzensiz davranışların normal olduğu bir süreç yaşanıyor. 2017’de
bitcoinin değerinde altı kez yüzde 30 ya da daha fazla düşüş yaşandı. 2017
yılının sonlarında yaşadığı değer artışı da aslında bunun bir spekülasyon
olduğunu gösteriyor...
Marx kapitalistlerin nihai amacının
paradan para kazanmak olduğunu yazmıştı. Bu bağlamda kapitalizmin olmazsa
olmazı bankaların ve kredi mekanizmasının görevi parayı sermayeye
dönüştürmektir. Böylece para kâr yaratır. Birçok küçük yatırımcının bireysel
tasarrufları bankalarda toplanır. Borsa ve diğer finansal araçlar ise bu parayı
reel ekonomiye döndürmenin ana kanallarıdır. Bu para hanelere, iş âlemine ya da
devlete de kanalize edilir...
Bu süreçte kurgusal sermaye yaratılır:
Kâr reel üretimden değil, bir finansal alaşımdan türetilir. Asalak olsa da
finansal faaliyetin büyük bir kısmı en azından fiilen ekonomiyle bazı
bağlantılara sahiptir. Örneğin borsalar, şirketlerin gelecekteki kârları
üzerindeki, devlet tahvilleri ise gelecekteki vergi gelirleri üzerindeki alacak
iddialarıdır. Kripto paralarda ise böyle bir çıpa yoktur. Bitcoinin fiyatını
yükselten şey ise yatırımcıların fiyatın gelecekte daha da yükseleceğine olan
inançlarıdır. Bu da bir balonun temel karakteristiğidir”.
Hedge fonların yüksek spekülatif kârları
Kripto paralarla ile ilgili spekülatif
kârlara verilebilecek iyi bir örnek hedge fonları.
Öyle ki bitcoin geçen yıl iki en yüksek
performansa sahip Ark Investment Management’a ait ETF’nin (exchange traded
fund) getirilerini katlamalarını sağladı. Bu da bazı ETF şirketlerinin ABD
Hükümetinden bitcoin ile işlem yapma konusunda onay beklemediklerini
gösteriyor. Her iki fonun 2016 yılı itibariyle sağladıkları getirinin oranı
yüzde 97 olmuş (her iki fonun varlıklarının ortalama yüzde 6’sı bitcoin
cinsinden tutuluyor) (6).
Tetikleyici faktörler ortaya çıktığında
bu şişirilen balonların sönmesi son derece normal. Örneğin 118,000 ‘in üzerine
çıkan İstanbul Borsası’na vergi konulacağı açıklansa acaba endeks yükselmeye
devam eder miydi, yoksa hızla düşer miydi?
Çünkü şu an Türkiye’de borsa
kazançlarından hiç vergi alınmıyor (Gelir Vergisi oranı yüzde 0). Bu kazançlara
vergi konulmasını bir kenara bırakın, dedikodusu bile ciddi satışları getirip,
kâğıtların değerinin çakılmasıyla sonuçlanabilir.
Müesses nizamın direnişi
Diğer yandan bitcoin gibi paraların
ardındaki blockchain teknolojisinin geleceğin teknolojilerinden biri olduğu da
yaygın olarak kabul edilen bir gerçek. Üstelik bu teknoloji sadece para ve
finans piyasalarıyla da sınırlı değil. Tarımdan, hizmetlere, kooperatiflerden
işçi şirketlerine kadar bir çok alanda teorik olarak ödemelere aracı olarak
dijital para geliştirmede kullanılabilir.
Ayrıca geleneksel yöntemlerle ortaya
çıkan yüksek finansal işlem maliyetleri, bankaların yüksek düzeydeki aracı
kârları (komisyonları) ve harcanan zaman gibi nedenlerle merkez bankaları da bu
teknolojiye soğuk bakmıyor, hatta ödemeler için bu teknolojiyi kullanarak kendi
kripto/dijital paralarını yaratmayı düşünüyorlar.
Ancak merkez bankaları bu paraların
kendi kontrolleri dışında, de santralize bir biçimde uygulanmalarına şiddetle
karşı çıkıyorlar. Ulus devletlerin en önemli gücünün ulusal paralarını
basabilmeleri ve bu paralarla vergi toplayabilmeleri olduğu dikkate alındığında
bu yapıların bu konudaki hassasiyetleri de anlaşılabiliyor. Yani merkez
bankaları gelecekte kendi dijital paralarını piyasaya sürerlerse buna
şaşırmamak gerekiyor.
Dolayısıyla kripto paraların değer kaybı
onların tamamen spekülatif olmalarından ya da temel bir değere sahip
olmamalarından mı, yoksa ulus devletlerin, merkez bankalarının bu alanı onlara
terk etmemek için bu paralara karşı devletin ve finans kapitalin gücünü
kullanmalarından mı kaynaklanıyor?
Bu soru artık bir spekülasyona
dönüşmekte olan bu paralardan ziyade arkasındaki teknolojinin tartışmaya
açılmasını gerektiriyor. Bunu yaparken kuşkusuz üretim tarzının ve üretim
ilişkilerinin kendinden kopuk bir teknoloji tartışmasından uzak durmak
gerekiyor. Çünkü kapitalizmde teknoloji de sermayenin hizmetinden kurtulamıyor,
kapitalizme, büyük sermayeye hizmet edecekse, sermaye birikimini
hızlandıracaksa yeni teknolojilere izin veriliyor (benzer bir kaderi maalesef
bilim de paylaşıyor).
Kısaca söz konusu teknoloji (ya da
üretici güçlerdeki benzer gelişmeler) sermaye birikimini hızlandırmaya,
kapitalizmin ömrünü daha da uzatmaya hizmet edebileceği gibi, farklı bir üretim
tarzı altında insanlığın kurtuluşuna hizmet de edebilir. Örneğin, eşit ve adil
bir toplumda insanların daha az çalışarak daha fazla refah elde etmesini
sağlayabilir. Tıpkı mevcut teknolojinin insanlığın uçmasını mümkün kılabildiği
gibi, insansız hava araçlarıyla insanları yok edebildiği gerçeği gibi.
……………
(1) https://www.reuters.com/…/bitcoin-set-for-worst-week-since-….
(2) Phil Glazer, “State of Global Cryptocurrency Regulation”,https://hackernoon.com, 21 Ocak 2018.
(3) Kenneth Rapoza , “Cryptocurrency Exchanges Officially Dead In China”,https://www.forbes.com/, 2 Kasım 2017 .
(4) Cynthia Kim, Dahee Kim, “South Korea plans to ban cryptocurrency trading, rattles market”, https://www.reuters.com, 11 Ocak 2018.
(5) Adam Booth, “The Bitcoin bubble and cryptocurrency craze” ,https://plus.google.com/+MarxistDotCom, 18 Ocak 2018.
(6) https://www.wsj.com/…/bitcoin-powers-big-returns-for-a-pair…, 10 Ocak 2018.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)