26 Haziran 2018 Salı

SEÇİM SONUÇLARINI ‘AŞAĞIDAN’ VE ‘YUKARIDAN’ OKUMAK


SEÇİM SONUÇLARINI ‘AŞAĞIDAN’ VE ‘YUKARIDAN’ OKUMAK

Mustafa Durmuş

26 Haziran 2018

Devletin resmi haber ajansından servis edilen verilerle TV’lerde seçim sonuçlarının değerlendirildiği gecenin birçoğumuz açısından şoklarla dolu bir gece olduğunu düşünüyorum.

HANİ EKONOMİ KÖTÜYDÜ?

Çünkü o güne kadar ekonomideki göstergeler hızla kötüleşmekteydi. Bu yüzden de iktidar bloku seçimi erkene almak zorunluluğu hissetmiş ve muhalefeti de hazırlıksız yakalamak istemişti. Enflasyon, hayat pahalılığı, döviz kuru, cari açık, işsizlik, gelir bölüşümü adaletsizliği ve yoksulluk gibi ekonomik göstergelerdeki kötüleşme 4 dönem tek başına iktidar olmuş bir partinin 16 yıllık döneminde zirveye çıkmıştı. Patates ve soğanın kilo fiyatı bile 6 lirayı bulmuştu.
Üstelik ülke OHAL ile yönetiliyordu ve buna paralel bir biçimde hak ve özgürlükler iyice kısıtlanmıştı. İnsanlar tepkiliydi, dolayısıyla da daha fazla demokrasi talep ediyorlardı.

MEYDANLARI DOLDURAN MİLYONLAR SANDIĞA NEDEN GELMEDİ?

Muhalefetin yürüttüğü seçim kampanyası ise son dönemlerin en coşkulu kampanyasıydı. İnce’nin mitinglerini milyonlar dolduruyordu. Aynı gözlemi iktidar blokunun kampanyası için söylemek mümkün değildi. MHP her hangi bir kampanya yürütmezken, AKP’nin kampanyasında, uzun süreli iktidarda kalmanın yıpranmışlığından olsa gerek, heyecan veren yeni bir söz ya da  yeni bir proje yoktu.
Buna rağmen resmi seçim sonuçlarına göre Cumhurbaşkanlığında iktidar bloku seçimi 2-2,5 puanlık bir farkla kazandı ve yeni rejimin inşasında belki de son dönemeç dönüldü.

Mecliste ise durum daha farklı oldu. HDP ve İYİ Parti barajı aştılar, AKP ise tek başına iktidar olamadı ama MHP ile birlikte Meclis çoğunluğunu sağladı. Ortasından yarılarak içinden İYİ Parti’yi çıkartmasına, neredeyse hiçbir seçim faaliyeti yürütmemesine ve ciddi bir düşüşte olmasına rağmen MHP’nin yüzde 11’in üstünde oy alarak Meclis’te kalması ise, nasıl olduğunu hiç kimsenin izah edemediği bir durum oldu. Bazılarına göre bu durum AKP iktidarına verdikleri kayıtsız şartsız desteğin bir mükâfatı olarak sistem tarafından kendilerine sunulmuştu.

Tüm bu analiz ve değerlendirmelere rağmen hala, 16 yıldır iktidardaki bir partinin koalisyonla da olsa, hükümet kurarak, üstelik gücü daha fazla konsolide eden yeni bir başkanlık rejimi altında yoluna devam edebilmesini açıklayabilmiş değiliz.
Komplo teorisyenlerinin değerlendirmelerine dün bütün gece boyunca tanık olduk. Dikkatli olmayı da seçerek, açıkçası bu teorilere dayanarak da sonuçları açıklamanın doğru olmadığını düşünenlerdenim.

AKP VE ERDOĞAN 16 YIL SONRA NASIL TEKRAR KAZANABİLDİ?

O halde ekonomik, politik, uluslararası ilişkiler gibi neredeyse tüm alanlarda koşullar iktidar açısından kötüye giderken, iktidar bloku her iki seçimi de nasıl tekrar kazanabildi?

Bu soru iki düzlemde yanıtlanmalı.

İlkinde, soruyu kapitalizmin işleyiş biçimi, parlamenter demokrasinin kapitalizmin ile yaşadığı gerilimler gibi büyük yapısal ilişkiler açısından ele aldığımızda,  tekrar Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın yaptığı kısa seçim konuşmasında sarf ettiği şu sözler ne demek istediğimizi yeterince açıklar nitelikte: “ Artık bürokratik oligarşiyi tamamen etkisiz hale getiriyoruz. Bundan böyle işler çok daha hızlı yürüyecek”(mealen).

DAHA HIZLI BİR KARAR ALMA MEKANİZMASI DEVREYE GİRİYOR

Aslında bu söz büyük sermaye grupları açısından son derece anlamlı, önemli. Zira onlar da bürokrasiden şikâyetçiler. Şu soruyu soralım kendimize, milyarlarca dolarlık yatırım kararlarının ya da milyarlarca liralık vergi indirimlerinin ya da teşviklerin tek bir ağızdan ve hızlıca çıkmasını mı, yoksa parlamenter süreçlerden geçerek, tartışılarak (reddedilme riskini de taşıyarak) geçmesini mi seçerler? Elbette (karar verici ile iyi geçinerek)  ilkini seçerler.

Nitekim örneğin TÜSİAD seçim sonrasında yaptığı açıklamasında, siyasal reformların da yanı sıra, ekonomik  “yapısal reformların” ivedilikle hayata geçirilmesini talep etti. Yapısal reform denilen şeyin ne olduğu ve ne tür sınıfsal sonuçlar yaratacağı konusunda daha önce yazdığım bir makaleye göz atılmasını öneririm[1].

SERMAYE BİR SOSYAL İLİŞKİ, POLİTİK BİR GÜÇ

Ayrıca seçim döneminde başta TOBB ve TESK gibi işveren örgütleri ve devletin seçilmemiş organları da yeni rejimden yana desteklerini açıkça belirtip, aynı fotoğraf karesi içinde yer almışlardı. “Bunun ne önemi var” dememek gerekiyor.

Çünkü sermaye sadece bir üretim faktörü değil, aslında bir sosyal ilişki, bir güç-iktidar ilişkisi ve göstergesi. Bu bağlamda milyarlarca dolarlık inşaat yatırımı yapmakta olan ünlü inşaat firmalarının, bir bölgede ticari-sınai faaliyette bulunan işletmelerin, çalıştırdıkları işçilerinin, onların ailelerinin ve bölge esnafının siyasal tercihlerini belirlemediklerini ya da etkilemediklerini ileri sürmek mümkün değil. Aynı şekilde bu seçimler sırasında bazı yerlerde devletin yerel yöneticilerinin açıktan koydukları tavrın bölge insanının seçimlerini etkilemediği söylenemez.

Kaldı ki sermaye ve devlet arasındaki simbiyotik ilişkinin (devlet bütçesinin hem harcamalar, hem de vergiler yönünden asıl kaymağını yiyenlerin bu kesimler olduğundan hareketle) son iki yılda nasıl kuvvetlendiğine gün be gün tanık olduk.

POPÜLİZM, NEO LİBERAL POPÜLİZM, POST POPÜLİZM

Sorunun yanıtını aradığımız ikinci düzlem ise ekonominin ötesinde siyaset alanıyla, yönetme anlayışıyla ve ideoloji ile ilgili bir alan. Yani yukarıdan bir okumayı içeriyor. Bu alana bakmaksızın “yeni rejim ve bunun 16 yıllık liderinin, emekçi kitleleri, yoksulları kendisine yıllardır verdikleri desteği sürdürmeye nasıl ikna edebildiğini” anlayabilmemiz çok zor.

Bu noktada başvuracağımız kavram “popülizm”, “neo liberal popülizm” ya da “post-popülizm” olarak adlandırılan bir kavram. Yalnız bunun için bu alanda dünyadaki gelişmelere kısaca göz atmak gerekiyor.

1980’lerde siyaset bilimi araştırmalarından çıkartıp atılan “popülizm” terimi, müthiş bir geri dönüşle, 1990’larda dünyadaki değişik siyasal olguları karakterize etmeye başladı.

Bu Batı Avrupa’da “radikal sağ popülizm”, Doğu Avrupa’da “milliyetçi popülizm” ve Latin Amerika’nın bir özelliği olarak da bu coğrafyada, neo liberal proje ile bütünleşik, post popülizm olarak da adlandırılan bir “içermeci popülizm” ortaya çıktı.

Aynı zamanda dünya aşırı liberal ekonomi politikalarını popülizm ile birlikte yürüten ve ülkelere göre çeşitlilik arz eden partilere ve liderlere tanık oldu. Bu liderlerin kafa karıştırıcı en temel özelliği ise emek karşıtı neo liberal politikaları uygularken bu politikalardan en çok zarar gören bu emekçi kesimlerin desteğini alabilmeleriydi[2].

KÜRESELLEŞME, KRİZ POPÜLİST YÜKSELİŞİN NEDENİ OLDU

2008 küresel ekonomik krizinin ardından popülizmin tekrar yükselişinin nedenleri; küreselleşmenin yol açtığı dış ticaret şokları, bu şokların sonucunda ağırlıklı olarak ithalata dayalı bölgelerdeki işçiler başta olmak üzere halkın işlerini,  gelirlerini kaybetmeye başlaması, artan göçler, mülteci akımları, ücret düzeylerinin düşüklüğü, gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğinin ve yoksulluğun artması ve ekonomik krizler gibi nedenlerdi.

Çünkü daha öncesinde sahip oldukları güvenlik – koruma ağından mahrum kalan emekçiler  (özellikle de düşük eğitimliler),  düzen partilerinin ve kurumlarının ekonomik çıkarlarını artık koruyamayacağına kanaat getirdiler.[3] Bu da burjuva demokrasilerinin, İtalya’da olduğu gibi teknokrat hükümetlerle yönetilen yarı Bonapartist rejimlere ya da diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi  popülist, aşırı sağcı (örneğin Macaristan) yönetim biçimlerine dönüşmesi sürecini hızlandırdı.
Türkiye gibi ülkelerde ise rejim; savaş, göç, bölüşüm eşitsizlikleri ve ekonomik krizin yanı sıra Kürt sorunu ve giderek derinleşen politik kriz gibi ülkeye özgü faktörler; ülkenin hızlı bir biçimde önce bir askeri darbe denemesi, ardından da  “yeni rejim” adı altında popülizm ile destekli siyasal İslamcı otoriter bir rejime yönelmesiyle sonuçlandı.

İÇERMECİ-DIŞLAYICI POPÜLİZM

Dani Filc[4] isimli bir akademisyen ise, Arjantin’ de 1990’lardaki Menem ve günümüzde İsrail’ de Netenyahu uygulamalarından hareketle popülizmi yeniden tanımlıyor. Ona göre, popülizm olgusu bazı genel ideolojik önermelere ve politik bir biçime sahip bir politik proje ve bir olgular bütünü olarak ele alınmalı.

Bu bağlamda iki tür popülizm mevcut: “İçermeci” (inclusive) popülist hareketler ve “dışlayıcı” (exclusionary) popülizm[5]. Her iki tür de halk sınıflarının içerilmesi /dışlanması ile ilgili çatışmaların temel olduğu toplumlarda ortaya çıkıyor.

Ancak iki tür arasında ciddi farklılıklar da var. “İçermeci popülizm” dışlanmış kesimlerin politik özne olarak politik sistemle entegre olmasına, böylece de kısmen de olsa demokrasinin sınırlarının genişletilmesine izin verirken, “dışlayıcı popülizm” halk kavramını organik bir biçimde ele alıyor ve onu etnik- kültürel bir toplam olarak görüyor. Onu oluşturan kitlelerin öznelliklerini ve kimliklerini reddediyor. Bu bağlamda örneğin etnik azınlıklar ve göçmen işçiler gibi zayıf grupları dışlıyor[6].

Türkiye’de AKP dönemindeki popülizmin (özellikle de 2013 sonrası dönemi) böyle bir dışlayıcı popülist liderliğe örnek oluşturduğu ileri sürülebilir. 

POPÜLİST PARTİ VE HAREKETLERİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

Pratikteki deneyimlere bakılarak popülist partilerin ve hareketlerin en az üç önemli ortak özelliğinin olduğu ileri sürülebilir:

-Seçkinlere karşı sıradan insanların, halkın çıkarlarını savunduklarını ileri sürerler.

-İnsanların korkularını ve duygularını manipüle ederler.

-İnsanlara kısa dönemli koruma önerirler ama bunun uzun vadede ülkeye ne tür maliyetler getireceğini dikkate almazlar. Bu bağlamda uzun vadeli maliyetleri gündeme getirenleri, insanların seçkinlere olan kızgınlığını kullanarak, onları seçkinci davranmakla, seçkinlerin çıkarlarını savunmakla suçlayarak, itibarsızlaştırırlar. 

HALK POPÜLİST LİDERLERE NEDEN DESTEK VERİYOR?

Halkın, kendi çıkarlarına aykırı da olsa, neo liberal politikalar uygulayan popülist partilere ve post-popülist /otoriter politikacılara neden destek verdikleri gerçeği popülizm çalışmalarında kabaca beş sav ile açıklanıyor:

- Popülizm kitlelerin manipüle edilmesinin bir biçimidir.  Karizmatik bir popülist lider örgütsüz ve yeterince temsil edilmeyen kesimleri onların çıkarları aleyhine manipüle edebilir.

-Popülizm, neo liberalizm ve otoriterlik birlikteliği geniş halk yığınlarının irrasyonelliğinin ve eğitimsizliğinin bir sonucudur. Kitleler popülist liderleri mantıki olmayan, duygusal güdülerle desteklerler.

-Popülist liderler neo liberal politikaları toplumun en yoksul kesiminin ihtiyaçlarından hareketle bazı cazip sunumlarla bezeyerek kabul ettirirler. Böylece ekonominin neo liberal dönüşümü için yeterli desteği sağlarlar.

-Popülist neo liberal politikalar, toplumun en dışlanan kesimlerini tanımaya, onların sorunlarını ve varlıklarını kabullenmeye ve bu kesimleri kısmen de olsa içermeye dönük sembolik projeler sayesinde hayata geçirilir. Böylece de neo liberal politikalar onların çıkarlarına karşı olsalar da, tanınma ve kabul edilme karşılığında daha ağır bir bedel ödemeye razı olurlar.

- “Habitus”.  Filc post popülizme olan yoksul halk desteğini bu kavramla açıklar. Aslında Bourdieu’ya ait bir kavram olan habitus, “temsiliyet” ve “şeyleri yapma biçimleri”nden oluşan bir settir. Esnek olduğundan zamana göre biçim alabilir ama yok olmaz, dirençlidir. Gelecek kuşaklara aktarılabilir bir olgudur. 

POPÜLİST HABİTUS

Filc’e göre[7], bu kavramın temelinde “içermeci popülist” deneyimler yatar. Yani daha önce politik yaşamdan dışlanan, hatta toplumda görünür olmayan, sorunlarına ilgi duyulmayan toplumsal kesimlerin içerilmesi “Popülist Habitus”un oluşumunu sağlar.

Böyle bir habitus, popülist parti ve hareketlere verilen kalıcı desteğin nedenidir. Böylece de, böyle bir parti ya da hareket geleneğinden gelen ya da onun içinde doğan post popülist liderler ezilen halk sınıflarını neo liberal politikalara destek vermeye ikna ederler. Bu olgu içermeci popülizm geçmişine sahip ülkelerde gözükür. 

POST POPÜLİZM: YENİDEN BÖLÜŞTÜRÜCÜ AMAÇTAN UZAKLAŞMAK

Diğer yandan geleneksel yeniden bölüştürücü politikalara ters düştüğünden bu popülizmden bir kopuş anlamına da gelir. Bu yüzden Filc, bu olguyu “post-popülizm” olarak tanımlar ve bunun iki temel örneğinin Arjantin’de C. Menem (1990’lar) ve İsrail’de B. Netanyahu (2000’ler) olduğunu söyler. Erdoğan’ın da post popülist bir lider olduğu bu bağlamda ileri sürülebilir.

Post popülist liderler ve hareketler, neo liberal politikalarına halk yığınlarının desteğini sağlayabilmek için kendilerini bu “habitus” üzerine inşa ederler. Bu liderler popülist gelenekle olan devamlılıkları ve aynı zamanda da kırılmaları ya da kopmalarıyla vücut bulurlar. Kırılma ya da kopuşun nedeni neo liberal politikaların çalışan halk sınıflarını dışlamaları ya da marjinalize etme şeklindeki dışlayıcı karakteridir. 

MEDYA GÜCÜ

Devamlılığı sağlayan şey ise popülist söylem ve tarzın sürekli ve yaygın bir biçimde kullanılmasıdır. Ulusal ve yerel neredeyse tüm medya kurumlarının ele geçirilmesiyle tek merkezden aktarılan bu söylemler, kendilerini politik bir özne olarak oluşturan düşük gelirli, ezilen sınıfların kalıcı bir biçimde bağımlılığını ve itaatlerini sağlayabilmek için kullanılır.

Bu bağlamda popülist söylemini sürdürürken, aynı zamanda da neo liberal ekonomi ve sosyal politikalar uygulayan siyasal liderlere ezilen sınıfların verdiği desteğin nedeni bu kesimlerin akılsızlığı, ilkesizlikleri, etikten haberdar olmamaları ya da yozlaşmışlıkları nedeniyle kolayca benzer özelliklere sahip liderler tarafından manipüle edilmesinden ziyade, bu kesimlerin bir habitus olarak geçmişte uygulanmış olan ve kısmi içermeye dayanan popülizmin etkilerini hala hissetmeleri, buna karşılık muhalefet partilerinin ya da liderlerinin gerçek içermeci alternatifleri onlara sunmada yetersiz kalmalarıdır.

Türkiye’de yoksullar başta olmak üzere geniş halk kesimlerine yapılan ve özellikle de seçim dönemlerinde çok artan yardımların ve artık bir rutine dönüşen muhtarlarla bir araya gelişlerin, iktidarı sürdürebilmek anlamında ne kadar önemli olduğunu yukarıdaki tespitin çok iyi anlattığına şüphe yok.

Diğer yandan popülizmin ne 1970’lerdeki ne de günümüzdeki otoriterlikle güçlendirilmiş neo liberal popülist ya da post popülist biçiminin, kapitalizmin artık tamir edilemez düzeye gelen defolarını gidermeye yetmeyeceğini son 40 yıllık deneyimlerimizden biliyoruz.  

Popülizm doğası gereği sınıfsal çıkar çatışmasını hızlandırıyor. Nitekim BIS’in küresel toparlanma için yapısal reformların başlatılması çağrısı[8] ve bunun seçimden hemen sonra Türkiye’de sermaye örgütlerince yüksek sesten dillendirilmesi[9] bunu ortaya koyuyor.

Türkiye ise seçimle beraber, seçim öncesi ekonomik ve politik sorunlarını ortadan kaldırmadı, sadece zamana yaydı. Seçim sonrasında sağlandığı düşünülen siyasal istikrarın dahi yeterli olmadığı dolar kurunun tekrar yükselişiyle kendini gösterdi. Enflasyon, işsizlik, yoksulluk, cari açık, dış borç sorunu gibi her biri birer yapısal soruna işaret eden sorunlar çok daha net bir biçimde kendini dayatacaklar.
Bunun karşısında neo liberal popülizmin yeniden bölüştürücü politikalarından giderek daha çok vazgeçileceği, manipülatif ya da ikna etmeye dönük çabasından ziyade, otoriterlik yanının giderek daha fazla ön plana çıkacağı ve ekonomik hasarın faturasının her zaman olduğu gibi emekçiler tarafından karşılanacağı daha açık görülüyor.

















[1] Mustafa Durmuş, “24 Haziran sonrası: IMF’li ya da IMF’siz kemer sıkmaya hazır olun!”, http://sendika62.org/2018/06/24.
[2] Dani Filc, “Post-populism: Explaining neo-liberal populismt hrough the habitus”, Journal of Political Ideologies (2011), s. 223-224.
[3] Dalia Marin, “Germany’s Populism Amid Prosperity”, https://www.project-syndicate.org/onpoint/germany-s-populism-amid-prosperity-by-dalia-marin ( 1June 2018).
[4]Filc,  agm.
[5]Hanz Betz, “Exclusionary populism in Austria, Italy and Switzerland”, International Journal, 56 (2001),s. 393–420.
[6] Filc, agm.
[7] Filc, agm.
[8] Seize the day to secure sustained growth, BIS says, https://www.bis.org/press/p180624.htm.

21 Haziran 2018 Perşembe

BAZI MİLYONERLER ÜLKEDEN GİDERKEN…


BAZI MİLYONERLER ÜLKEDEN GİDERKEN…

Mustafa Durmuş

21 Haziran 2018

İki gün önce Bloomberg’de bir makale yayımlandı[1]. Buna göre, 2017 yılında Türkiye’den 1 milyon dolar ve üzerinde serveti olan 6 bin zengin yurttaş servetini yurt dışına çıkartarak göç etti. Bu sayı ülkedeki dolar milyonerlerinin yüzde 12’sine denk düşüyor.

Ülkelerini terk eden milyonerler sıralamasında ilk sırayı Çin (10 bin )ve Hindistan (7 bin) alıyor.  Türkiye bunların ardından üçüncü sırada yer alıyor. Oligarklar ülkesi Rusya ise ancak altıncı sırada yer bulabiliyor (3 bin).

Bu üç ülkenin nüfusları ve tasarruf düzeyleri dikkate alındığında Türkiye’deki sayının aslında efektif olarak ne denli yüksek olduğu anlaşılabilir. Zira üç ülkenin toplam nüfusları 3 milyarı buluyor. Bu nedenle de hem nüfusları, hem de ülkelerinde sayıları yüz binleri bulan dolar milyonerleri içindeki 7-10 bin kişinin önemi devede kulak gibi bir şey.

Ayrıca bu ülkelerde yerli tasarruf sorunu diye bir sorun yok. Örneğin yerli tasarrufların oranı Hindistan’da yüzde 40’ın, Çin’de yüzde 50’nin üzerinde. Dünyanın en otoriter rejimlerinden birine sahip olduğu bilinen Rusya’dan çıkışların bizdeki sayının yarısı kadar olması da bir hayli düşündürücü.

ÜLKEYE GELEN YABANCI SERMAYE
Bunlar ülkeden çıkan yerli bireyler. Peki ya gelen yabancı sermaye ve ülkeden çıkan yabancı sermaye akımları ne durumda?
Yine iki gün önce bu köşedeki bir yazımda (Kırk satır mı, kırk katır mı?) son UNCTAD raporunun bulgularını değerlendirmiştim. Örgütün bu yılın Mayıs ayında yayımlanan uluslararası yatırımlara ilişkin raporuna göre[2] doğrudan yabancı sermaye yatırımları açısından Türkiye ekonomisi alarm veriyor.
Çünkü özellikle 2015 yılından beri ülkeye gelen bu tür yatırımlarda ciddi bir düşüş var. Öyle ki 2015 yılında ülkeye gelen yabancı sermaye yatırımı yaklaşık 18 milyar dolar iken, 2016’da 13 milyar dolara ve 2017 yılı sonu itibariyle de 11 milyar dolara gerilemiş. Yani yüzde 39 oranında bir düşüş var.

ÜLKEDEN ÇIKAN YABANCI SERMAYE
Bu arada ülkeden doğrudan yabancı sermaye çıkışı sürüyor. Yani fabrikalarını, tesislerini kapatıp giden yabancı yatırımcılar var. Örnek olarak 2015 yılında çıkan sermaye yaklaşık 5 milyar dolar olmuş. Sonraki 2 yılda yaklaşık ortalama yılda 3 milyar dolar sermaye ülkeyi terk etmiş[3].
Stok anlamda, yabancı sermaye stoku ciddi olarak azalmış. Son 7 yılda ülkedeki doğrudan yabancı sermaye stoku yaklaşık 19 milyar dolar azalmış.

SICAK PARA: YÜZDE 75 DÜŞÜŞ 
Ülkeye yabancı sermaye sadece doğrudan yatırım sermayesi olarak gelmiyor. Adına halk dilinde “sıcak para “denilen, yani portföy yatırımları biçiminde de geliyor ki asıl ağırlık bu grupta toplanıyor.
Bloomberg’in TCMB verilerine dayanarak hazırladığı tabloya göre[4], 2017’den bu yana Türkiye’ye gelen portföy yatırımlarında da çok ciddi bir azalma gözlemleniyor.
Öyle ki FED’in faiz oranlarının henüz yeni yeni artırılmaya başlandığı 2017 yılının Ocak-Mayıs dönemini kapsayan ilk beş ayında Türkiye’ye gelen sıcak para 3,7 milyar dolar iken, bu yılın ilk 5 ayında gelen para miktarı sadece 795,6 milyon dolar olabildi (yüzde 75 azalma söz konusu).  Ayrıca 2016 yılından bu yana gelen bu sıcak paranın ortalama yüzde 70’i Hazine bonosuna geldi.
Kısaca, Türkiye’nin yüksek büyümesini sağlayan yüksek cari açığının finansmanında, finansman bileşenleri arasında yer alan banka kredileri yatay seyrederken (artmıyor anlamında) , doğrudan yabancı sermaye yatırımları ciddi miktarda ve oranda azalıyor ve bu açık asıl olarak sıcak para da denilen portföy yatırımları ile kapatılıyor. Bu yatırımlar ise yüzde 70 gibi yüksek bir oranda yüksek faiz getirili (yüzde 19-20 civarında) Hazine bonolarına yapılıyor. Yani artık cari açığı, yüksek faiz ödemek pahasına devlet kapatıyor.
Bu gelişmeler, siyaseten faiz indirmeleri yönünde bankalara telkin yapılırken, Hazine’nin piyasalardan neden yüksek faiz ile borçlandığını daha iyi  açıklıyor

VERGİ CENNETLERİNDEKİ 170 MİLYAR DOLARLIK SERVET
Buna Türkiyeli zenginlerin yurt dışındaki vergi cennetlerinde tuttukları yaklaşık 170 milyar dolarlık serveti de ekleyelim[5] ve olabildiğince önyargısız bir değerlendirme yaparak bu gelişmelerin neden ve sonuçlarını çözümleyelim.

Ülkede ciddi bir yatırım-tasarruf açığı var. Yılda ortalama yüzde 21 civarında yatırım yapılırken, ülkenin öz kaynaklarından oluşan yerli tasarruflarının oranı sadece yüzde 13-14 civarında. Yani her yıl milli gelirin yüzde 7’si kadar ilave tasarrufa ihtiyaç var. Bu da dışarıdan gelen sermaye ile karşılanıyor.

KİTLELER TASARRUF YAPAMAZ DURUMDA
Tasarruflar neden yetersiz? Çünkü bu ülkenin yüzde 80’inin tasarruf yapabilecek gücü yok. Asgari ücretin, hanelere giren ortalama gelirin düşüklüğü ve yoksulluğun ulaştığı düzey ortada. Bu geniş yığınlar bırakın tasarruf yapmayı, en zorunlu ihtiyaçlarını dahi karşılayabilmek için eksi tasarruf yapıyorlar, yani borçlanıyorlar. Bu yüzden de 2003 yılında ortalama bir hanenin geliri içinde borcunun payı yüzde 5 iken şimdi bu oran yüzde 60’a çıktı.

TASARRUFU ZENGİN YAPSIN!
O halde “zenginler tasarruf yapsın” denilebilir. Onlar yapıyor ama büyük bir kısmı bu tasarruflarını (servetlerini) vergi cennetlerine kaçırarak değerlendiriyorlar[6]. Bu yüzden de deyim yerindeyse bu yemlikte yemlenip başkasının folluğuna yumurtluyorlar.

O halde bunların üzerine gidilsin diyebilirsiniz. Ama siyasal iktidar ısrarla vergi cennetlerine ilişkin anlaşmaları yasalaştırmıyor (buna Man Adası tartışmaları sırasında tanık olduk).

TASARRUFU KAMU YAPSIN!
Geriye, teorik olarak, “kamusal tasarruflar artırılsın” çözümü kalıyor. Yani zenginlerden daha fazla vergi alıp, serveti vergilendirip, gereksiz kamu harcamaları da azaltılıp bu yolla tasarruf yapılıp bu açık kapatılsın denilebilir.

Nafile. Zira bu ülkede bırakın çok zenginlerin, büyük holdinglerin bankaların yeterince vergilendirilmesini, toplanması gereken KDV bile toplanamıyor.
Kaldı ki AKP iktidarının 2003 yılındaki ilk icraatlarından biri “nereden buldun” uygulamasına son vermekti. Artık kimseye servetini nasıl edindiği ya da nerede değerlendirildiği sorulamıyor ki bunlardan vergi alınabilsin.

Her yıl onlarca milyarlık verginin, muafiyet, istisna, indirim gibi adlar altında sermaye geliri elde edenlerden alınmadığını hatırlatalım (2018’de bu tutar 132 milyar lira).
Halkın vergi ödeme kapasitesi zaten fazlasıyla aşıldı. Daha fazla vergi ödeyebilecek gücü yok ki ödesin. Zaten bu kadar adaletsiz bir vergi sistemi varken, sırf tasarruflar artsın diye, halka daha fazla vergi koymanın adil bir yanı var mı? Üstelik vergi olarak toplananların nasıl harcandığı da ortadayken.

ZENGİNLER NEDEN ÜLKEYİ TERK EDERLER?
Ülkede kaynağa bu denli ihtiyaç varken ülkeden kaynak çıkışı artıyor ve gelen de azalıyorsa bunun nedenlerini sorgulamak gerekiyor.

Bu durumu “dış mihrakların işi” ya da tek başına ülkesini sevip- sevmemek gibi patriyotik duygusallıkla açıklamak doğru değil. İşinin, ailesinin, sermayesinin geleceği ile ilgili endişe duymak, otoriter bir rejim altında yaşamaktansa ekonomik ve siyasal olarak daha istikrarlı, burjuva demokrasilerinin kökleştiği ülkelerde yaşamak, iş yapmak tercihi gibi birçok faktör söz konusu olabilir.

Ülkeyi yönetmekle sorumlu olanların bu servet ve sermaye çıkışlarının ve gelişlerdeki azalmanın nedenlerini ön yargısız anlamaya çalışması gerekiyor. Bu nedenle de, ısrarla ekonomi yönetimini parlamentonun denetiminden kaçırarak dar bir grup seçkin sermayedar ve bürokratın eline bırakmak gibi otoriter eğilimlerden uzaklaşması ve topluma güven vermesi gerekiyor.

BAĞIMSIZ MERKEZ BANKASI ALGISI
Bu bağlamda (yeri gelmişken kısaca da olsa), Cumhurbaşkanının son sözleriyle tekrar gündeme gelen Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusuna değinelim.
Bu konuda (tamamen farklı nedenlerden dolayı) ben de Merkez Bankası’nın bağımsız olmaması gerektiğini düşünüyorum. Aslında mevcut haliyle dünyanın her yerinde olduğu gibi merkez bankaları uluslararası finans piyasalarına bağlıdır. Bizdeki gibi küçükler ise alacağı kararlarda başta FED gibi büyük merkez bankalarına ve LIBOR gibi finans piyasalarına bakıyorlar.

“Parasal istikrar” ve “enflasyon hedeflemesi” gibi asıl olarak finans piyasalarının talep ettiği hedeflere kilitlenmiş durumdalar. Bu hedeflerin önemini küçümsemiyorum ama emekçilerin, düşük gelirlilerin, toplumun büyük bir kesiminin ihtiyacı ile (yeterince yüksek gelirli istihdam, adil gelir ve servet bölüşümü, yoksullukla mücadele gibi) finans sermayenin ihtiyacının aynı olmadığının da altını çizmek gerekli.

Her ikisini ekonominin genel ihtiyacı kavramı altında toplamak ve öyle tanıtmak ise tam bir algı yönetimi. Bu nedenden dolayı yüksek faizi finans piyasaları talep edebilir ama bu yoksulların ve emek geliri elde edenlerin aleyhine bir durumdur. Bu yüzden de bağımsız, tarafsız bir merkez bankası yoktur.
Yapılacak şey çok önemli etkilere sahip bulunan böyle bir kurumun halkın, emekçilerin, toplumun bütününün ihtiyaçlarını karşılamayı ön planda tutmasını sağlamaktır.

Bu söylediklerimizden faizin, kurun belirlenmesi gibi önemli işlevleri olan bu kurumun, ekonomik ve politik gücün tamamen tek elde toplandığı bir sistem öngören yeni rejimde Saray’a bağlanmasını savunduğumuz biçiminde bir sonuç çıkartılmamalı.
Tam tersine böyle bir gelişme yurt dışına kaynak kaçışını hızlandırırken, ülkeye uzun vadeli sermaye girişlerini daha da azaltır.

KAYNAKÇA

Alstadsæter Annette, Johannesen Niels and Zucman Gabriel, Who Owns the Wealth in Tax Havens?, Macro Evidence and Implications for Global Inequality (27 December 2017).
https://www.bloomberg.com/news/articles/2018-06-19/turkey-s-capital-flight-problem-is-getting-worse-in-5-charts.
UNCTAD, World Investment Report 2018, Investment and New Industrial Policies (2018), s. 201-207.




[2] UNCTAD, World Investment Report 2018, Investment and New Industrial Policies (2018), s. 201-207.
[3] Agm.
[4] Bloomberg, agm.
[5] Annette Alstadsæter, Niels Johannesen and Gabriel Zucman, Who Owns the Wealth in Tax Havens?, Macro Evidence and Implications for Global Inequality (27 December 2017), s. 28.
[6] Agm.

20 Haziran 2018 Çarşamba

KIRK SATIR MI, KIRK KATIR MI?


KIRK SATIR MI, KIRK KATIR MI?

Mustafa Durmuş

19 Haziran 2018

Ekonomi literatüründe “trade off” olarak adlandırılan, “ödünleşim” olarak da dilimize çevrilen bir durumun halk dilinde en iyi karşılığı “kırk satır mı, kırk katır mı? olsa gerek.
Bir seçenekten vazgeçmenin ödülünün (aslında bedelinin) diğer seçenek olduğu gibi bir hali anlatıyor. Masalların sonunda dinleyenlere sorulan bir sorudur ve dinleyeni cezalandırmak için sorulur. Kırk satıra boynunu uzatmak istemeyen dinleyici, kırk katıra binip kurtulacağını zannederken aslında kırk katırın ardına bağlanarak cezasını çeker…
Yanlış anlaşılmasın “seçim sonrasında hangisi gelirse gelsin bizim durumumuz değişmez” demiyorum. Tam tersine durumumuz çok değişir. Umudu koruyarak, yurttaşlık görevimizi kararlılıkta yerine getirmek zorundayız bu Pazar.
Benim bu başlık altında anlatmak istediğim, seçim kampanyaları sırasında gerektiği kadar ele alınmayan iktisadi bir konu. Oysa bu konu büyüme, cari açık, döviz kurları ve istihdam gibi temel olayları doğrudan etkiliyor.
Ülkeye reel yatırımlar yapmak için (örneğin fabrika kurmak gibi) dışarıdan gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının (DYSY) durumundan söz ediyorum.

DOĞRUDAN YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI ALARM VERİYOR
Her ne kadar Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermayeli yatırımların önemli sayılabilecek bir kısmının emlak/konut sektörü ve özelleştirmeler gibi ülke ekonomisi için çok da faydalı olmayan alanlarına geldiğine ilişkin bilgimiz (ve bu anlamda bu yatırımlara ilişkin soru işaretlerimiz olsa da), bu yatırımlar verili durumdaki ülke ekonomisi için çok önemli.
Öncelikle bir tespitte bulunalım. UNCTAD tarafından bu yılın Mayıs ayında yayımlanan uluslararası yatırımlara ilişkin bir rapora göre[1] doğrudan yabancı sermaye yatırımları açısından Türkiye ekonomisi alarm veriyor.

YÜZDE 39 AZALMA!
Çünkü özellikle 2015 yılından beri ülkeye gelen bu tür yatırımlarda ciddi bir düşüş var. Şöyle ki 2015 yılında ülkeye gelen yabancı sermaye yatırımı 17,8 milyar dolar iken, 2016’da 12,9 milyar dolara ve 2017 yılı sonu itibariyle de 10,9 milyar dolara gerilemiş.
Bu arada ülkeden doğrudan yabancı sermaye çıkışı sürüyor. Yani fabrikalarını, tesislerini kapatıp giden yabancı yatırımcılar var. Örnek olarak 2015 yılında çıkan sermaye 4,8 milyar dolar olmuş. Sonraki 2 yılda yaklaşık ortalama yılda 3 milyar dolar sermaye ülkeyi terk etmiş.
Bunlar cari akım olarak adlandırdığımız akımlar. Bir de stok olarak rakamlara bakmak lazım. Aynı rapora göre, ülkede 2010 yılında toplam 190 milyar dolarlık bir yabancı sermaye stoku (birikmiş yatırım) varken, 2017 yılında bu 186 milyar dolara gerilemiş.
Stok anlamda ülkeden çıkan sermaye stokundaki gelişme ise çok daha çarpıcı: 2010 yılında 22,5 milyar dolar iken 2017 yılında 41,4 milyar dolar olmuş. Yani 7 yılda ülkedeki doğrudan yabancı sermaye stoku yaklaşık 19 milyar dolar azalmış.

ÜLKE YATIRIM YAPILABİLİR OLMAKTAN UZAKLAŞTI
Kısaca ülkeye artık daha az doğrudan yatırımcı gelirken, ülkeden gidenler artmış. İlave olarak son birkaç yıldır başta İngiltere’ye gitmek üzere ülkeden çıkan yerli yatırımcıları (örneğin Ülker gibi) sadece hatırlatmakla yetinelim.
Bu durum ülkenin bugünkü durum itibariyle uzun vadeli yatırım yapılabilir bir ülke olmaktan hızla uzaklaştığını gösteriyor. Zaten fiyat istikrarsızlığına (hem döviz kuru, hem de mal ve hizmet fiyatları artışı, yani enflasyon anlamında) ek olarak; kamu kurumlarının niteliği, hukukun üstünlüğü, demokratik hak ve özgürlükler, temel insan hakları ve mülkiyet hakları gibi konularda ciddi bir aşınma yaşamakta olan, bu nedenle de yurt dışında da sürekli olarak eleştirilen bir ülkenin uzun vadeli yabancı yatırımcı ile dolup taşması beklenemez.
Kaldı ki son dönemde ABD’nin başını çektiği uluslararası ticaret savaşları ve Trump’ın uyguladığı yeni vergiler Türkiye gibi ekonomiler açısından doğrudan yabancı yatırım kaynaklarının iyice kuruyacağının bir göstergesi.

İDEOLOJİK OLARAK SAVUNULAMAZ AMA VERİLİ DURUM FARKLI
Kuşkusuz bu tür yatırımlar asıl olarak bol, örgütsüz ve ucuz emek sömürüsü, dolayısıyla da yüksek kâr için bizim gibi ülkelere geliyor.
Öyle ki böyle yatırımların Merkez ekonomilerdeki getiri oranı (kârlılık) yüzde 5,7 iken, az gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 8, hatta eski Sovyet Cumhuriyetleri olarak bilinen geçiş ekonomilerinde yüzde 12’ye kadar çıkabiliyor[2].
Ayrıca bu yatırımların ülkenin kalkınması bir yana, emperyalist kapitalist sisteme olan bağımlılığı artırdığından iyice sömürgeleştirilmesine neden olduğunu 100 yılı aşan tarihsel örneklerden biliyoruz.
Diğer yandan, halk içinde karşılığı olan alternatif reel ekonomik-politik bir programı sunmamızın verili durum itibariyle mümkün olmadığı gerçeği ile yüzleştiğimizde bu yatırımların Türkiye ekonomisi gibi kapitalist sisteme entegre olmuş bir az gelişmiş ekonomi açısından yaşamsal öneminin olduğunu kabul etmek durumundayız.
YATIRIM-TASARRUF AÇIĞINI KAPATIYOR
Öncelikle, bu yatırımlar ekonomik büyüme için gerekli olan yatırım-tasarruf açığını kapatıyor. Yani ülkedeki yerli tasarruf oranı yüzde 13-14, ama yapılan yatırımların oranı yüzde 21 dolayında. İşte aradaki farkın önemli bir kısmı bu tür yabancı yatırımlarla kapatılıyor.

CARİ AÇIĞI FİNANSE EDİYOR
İkinci olarak, bu yatırımlar ülkenin bir başka büyük sorunu olan cari açığın finansmanında da önemli rol oynuyor. Bu yatırımlar azaldığında yıllık 57 milyar doları bulan yıllık cari açığın kapatılması ya çok yüksek faize ve borsa getirisine gelen portföy yatırımları ya da yine yüksek ticari faize gelen banka kredileri ile sağlanabiliyor.
Yüksek cari açık ise Türkiye ekonomisinin yüksek büyümesini sağlayan asıl faktör.Nitekim bu yılın ilk çeyreğinde ekonomi yüzde 7,4 oranında büyürken, cari açık da aynı oranda büyüdü ve yüzde 7’ye çıktı.

VERİMLİLİK ARTIŞI SAĞLIYOR
Üçüncü olarak, bu tür yatırımların asıl önemi bunların inovasyon /yenilik içermesinden ve emek gücü verimliliğini artırmasından geliyor. Yani kapitalist ekonomilerde, özellikle de finansallaşmanın bu denli artarak baskın bir hale geldiği bir dönemde ekonomiyi büyütebilmenin asıl yolu emek gücünü verimli çalıştırmaktan geçiyor.
Bir başka anlatımla, yeni sermaye ve teknoloji yatırımları ve inovasyonlarla (yeniliklerle) üretkenliği artan emek gücünün verimliliği ekonomik büyümeyi sağlıyor.
Bu arada tek başına yeni fikirlerin, internetin, enformasyon teknolojilerinin ve elektronik sektörlerindeki teknolojik yeniliklerin verimlilik artışını sağlayamaya yetmediğinin de altını çizelim.

ASIL İTİCİ GÜÇ EMEK GÜCÜ VERİMLİLİĞİ
Bu gelişmelerin emek gücü verimliliğini artırması gerekiyor. Yani işçiler yine ön planda çünkü işçilerin becerisi, buradan hareketle de yarattığı değerin artması gerekiyor.
Bu mutlaka işçilerin artan verimlilikleri ile orantılı ücretlerinin de artacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine, verimliliklerin artmasına rağmen reel ücretler ya sabit kalıyor ya da düşüyor. Ama üretim artıyor, kârlar artıyor, büyüme hızlanıyor. İşçilerin artan verimlilik artışından paylarını alabilmeleri ancak güçlü örgütlü mücadelelerinin varlığında mümkün oluyor.
İşte doğrudan yabancı yatırımların (teorik olarak en azından önemli bir kısmı) böyle yüksek teknoloji ve inovasyon ile donatılmış yatırımlar olduğundan, emek gücü verimliliğini, kârı (nispi artı değeri) artırıyor ve ekonomiyi büyütüyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİ HORMONLU BÜYÜYOR
Böylece bu tür yatırımlar arttığında verimlilikler (ve reel kârlar) artarken, azaldığı zamanlarda verimlilik de azalıyor. Böyle bir durumda da ekonomiyi verimli, sürdürülebilir bir büyüme yoluna sokmak zorlaşıyor. Bu kez Türkiye’de olduğu gibi ekonomi KGF kredileri başta olmak üzere her türlü para ve maliye politikası teşvikleriyle hormonlu olarak büyütülüyor.
Ancak böyle hormonlu bir büyümeyi sürdürülebilir kılmak mümkün değil. Yani böyle büyümeler, kâğıt üzerinde ve kısa dönemler için sağlanabiliyor. Ardından da büyüme oranı sert bir biçimde düşüyor.
Nitekim tüm uluslararası kuruluşlar Türkiye’nin ilk çeyrek yüzde 7,4 büyümüş olduğuna itibar etmeksizin, bu yıl ve gelecek yılki büyüme oranı tahminlerini yüzde 4’e kadar düşürdüler[3]. Böylece kırk katır mı, kırk satır mı döngüsü sürüyor.

DIŞ GÜÇLER, KOMPLO TEORİLERİ
Meseleyi bu ayrıntıları ile bilmeyenler ya da hakim medya kanallarının tek yönlü propagandası altında olanlar, ekonominin yüzde 7 gibi büyürken, sonraki dönemlerde çakılmasını “faiz lobisi”, “döviz lobisi”, “dış güçlerin karanlık oyunları”, kısacası son dönemde pek tutulan komplo teorileri ile açıklıyorlar.
Böyle olunca da, bir tür terör olarak nitelendirilen böyle faaliyetleri de içeren geniş bir terörle mücadele söylemi, işsizliği de, yoksulluğu da, hayat pahalılığını gölgeleyebiliyor.
Sonuç olarak, asıl meselemiz, doğrudan yabancı sermaye yatırımları örneğinde olduğu gibi, neden ülkenin “kırk satır mı, kırk katır mı” kıskacına sokulduğunun, son 16 yıldır bu kıskaçtan kurtulmak için neden bir çaba gösterilmediğinin, bu işin asıl sorumlularının kimler olduğunun, olabildiğince en yalın biçimde halka anlatılması ve bu kıskaçtan kurtulmanın yollarının da gösterilmesi olmalı.
Özcesi, ülkenin komplo teorileri ile açıklanamayacak boyutlarda çok ciddi sorunları var. Bu ciddi sorunlara karşı reel politikada karşılık bulan ciddi çözümler üretmemiz gerekiyor.
Bu da yeterli olmayacaktır. Ayrıca bu sorunların devam etmesi halinde, bundan sadece bu sorunların gerçek nedenlerini bilenlerin değil, örneğin böyle komplo teorilerine inananların da zarar göreceğine insanımızı ikna etmemiz gerekiyor. 


Formun Üstü



[1] UNCTAD, World Investment Report 2018, Investment and New Industrial Policies (2018), s. 201-207.
[2] Agr.
[3] World Bank, Global Economic Prospects, The Turning Of The Tide? (June 2018), s. 123; Fitch 2019 için büyüme hızı tahminini yüzde 3,6’ye düşürdü. Bkz: http://www.bloomberght.com/…/2130658-fitch-turkiye-de-ic-ve….