SEÇİM
SONUÇLARINI ‘AŞAĞIDAN’ VE ‘YUKARIDAN’ OKUMAK
Mustafa
Durmuş
26 Haziran 2018
Devletin resmi haber ajansından servis edilen
verilerle TV’lerde seçim sonuçlarının değerlendirildiği gecenin birçoğumuz
açısından şoklarla dolu bir gece olduğunu düşünüyorum.
HANİ EKONOMİ KÖTÜYDÜ?
Çünkü o güne kadar ekonomideki göstergeler hızla
kötüleşmekteydi. Bu yüzden de iktidar bloku seçimi erkene almak zorunluluğu
hissetmiş ve muhalefeti de hazırlıksız yakalamak istemişti. Enflasyon, hayat
pahalılığı, döviz kuru, cari açık, işsizlik, gelir bölüşümü adaletsizliği ve
yoksulluk gibi ekonomik göstergelerdeki kötüleşme 4 dönem tek başına iktidar
olmuş bir partinin 16 yıllık döneminde zirveye çıkmıştı. Patates ve soğanın
kilo fiyatı bile 6 lirayı bulmuştu.
Üstelik ülke OHAL ile yönetiliyordu ve buna paralel
bir biçimde hak ve özgürlükler iyice kısıtlanmıştı. İnsanlar tepkiliydi,
dolayısıyla da daha fazla demokrasi talep ediyorlardı.
MEYDANLARI DOLDURAN MİLYONLAR SANDIĞA NEDEN GELMEDİ?
Muhalefetin yürüttüğü seçim kampanyası ise son
dönemlerin en coşkulu kampanyasıydı. İnce’nin mitinglerini milyonlar
dolduruyordu. Aynı gözlemi iktidar blokunun kampanyası için söylemek mümkün
değildi. MHP her hangi bir kampanya yürütmezken, AKP’nin kampanyasında, uzun
süreli iktidarda kalmanın yıpranmışlığından olsa gerek, heyecan veren yeni bir söz
ya da yeni bir proje yoktu.
Buna rağmen resmi seçim sonuçlarına göre
Cumhurbaşkanlığında iktidar bloku seçimi 2-2,5 puanlık bir farkla kazandı ve
yeni rejimin inşasında belki de son dönemeç dönüldü.
Mecliste ise durum daha farklı oldu. HDP ve İYİ Parti
barajı aştılar, AKP ise tek başına iktidar olamadı ama MHP ile birlikte Meclis
çoğunluğunu sağladı. Ortasından yarılarak içinden İYİ Parti’yi çıkartmasına,
neredeyse hiçbir seçim faaliyeti yürütmemesine ve ciddi bir düşüşte olmasına
rağmen MHP’nin yüzde 11’in üstünde oy alarak Meclis’te kalması ise, nasıl
olduğunu hiç kimsenin izah edemediği bir durum oldu. Bazılarına göre bu durum
AKP iktidarına verdikleri kayıtsız şartsız desteğin bir mükâfatı olarak sistem
tarafından kendilerine sunulmuştu.
Tüm bu analiz ve değerlendirmelere rağmen hala, 16
yıldır iktidardaki bir partinin koalisyonla da olsa, hükümet kurarak, üstelik
gücü daha fazla konsolide eden yeni bir başkanlık rejimi altında yoluna devam
edebilmesini açıklayabilmiş değiliz.
Komplo teorisyenlerinin değerlendirmelerine dün bütün
gece boyunca tanık olduk. Dikkatli olmayı da seçerek, açıkçası bu teorilere
dayanarak da sonuçları açıklamanın doğru olmadığını düşünenlerdenim.
AKP VE ERDOĞAN 16 YIL SONRA NASIL TEKRAR KAZANABİLDİ?
O halde ekonomik, politik, uluslararası ilişkiler gibi
neredeyse tüm alanlarda koşullar iktidar açısından kötüye giderken, iktidar
bloku her iki seçimi de nasıl tekrar kazanabildi?
Bu soru iki düzlemde yanıtlanmalı.
İlkinde, soruyu kapitalizmin işleyiş biçimi,
parlamenter demokrasinin kapitalizmin ile yaşadığı gerilimler gibi büyük
yapısal ilişkiler açısından ele aldığımızda,
tekrar Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın yaptığı kısa seçim konuşmasında
sarf ettiği şu sözler ne demek istediğimizi yeterince açıklar nitelikte: “
Artık bürokratik oligarşiyi tamamen etkisiz hale getiriyoruz. Bundan böyle
işler çok daha hızlı yürüyecek”(mealen).
DAHA HIZLI BİR KARAR ALMA MEKANİZMASI DEVREYE GİRİYOR
Aslında bu söz büyük sermaye grupları açısından son
derece anlamlı, önemli. Zira onlar da bürokrasiden şikâyetçiler. Şu soruyu
soralım kendimize, milyarlarca dolarlık yatırım kararlarının ya da milyarlarca
liralık vergi indirimlerinin ya da teşviklerin tek bir ağızdan ve hızlıca
çıkmasını mı, yoksa parlamenter süreçlerden geçerek, tartışılarak (reddedilme
riskini de taşıyarak) geçmesini mi seçerler? Elbette (karar verici ile iyi
geçinerek) ilkini seçerler.
Nitekim örneğin TÜSİAD seçim sonrasında yaptığı
açıklamasında, siyasal reformların da yanı sıra, ekonomik “yapısal reformların” ivedilikle hayata
geçirilmesini talep etti. Yapısal reform denilen şeyin ne olduğu ve ne tür
sınıfsal sonuçlar yaratacağı konusunda daha önce yazdığım bir makaleye göz atılmasını
öneririm[1].
SERMAYE BİR SOSYAL İLİŞKİ, POLİTİK BİR GÜÇ
Ayrıca seçim döneminde başta TOBB ve TESK gibi işveren
örgütleri ve devletin seçilmemiş organları da yeni rejimden yana desteklerini
açıkça belirtip, aynı fotoğraf karesi içinde yer almışlardı. “Bunun ne önemi
var” dememek gerekiyor.
Çünkü sermaye sadece bir üretim faktörü değil, aslında
bir sosyal ilişki, bir güç-iktidar ilişkisi ve göstergesi. Bu bağlamda
milyarlarca dolarlık inşaat yatırımı yapmakta olan ünlü inşaat firmalarının, bir
bölgede ticari-sınai faaliyette bulunan işletmelerin, çalıştırdıkları işçilerinin,
onların ailelerinin ve bölge esnafının siyasal tercihlerini belirlemediklerini
ya da etkilemediklerini ileri sürmek mümkün değil. Aynı şekilde bu seçimler
sırasında bazı yerlerde devletin yerel yöneticilerinin açıktan koydukları
tavrın bölge insanının seçimlerini etkilemediği söylenemez.
Kaldı ki sermaye ve devlet arasındaki simbiyotik
ilişkinin (devlet bütçesinin hem harcamalar, hem de vergiler yönünden asıl
kaymağını yiyenlerin bu kesimler olduğundan hareketle) son iki yılda nasıl
kuvvetlendiğine gün be gün tanık olduk.
POPÜLİZM, NEO LİBERAL POPÜLİZM, POST POPÜLİZM
Sorunun yanıtını aradığımız ikinci düzlem ise
ekonominin ötesinde siyaset alanıyla, yönetme anlayışıyla ve ideoloji ile
ilgili bir alan. Yani yukarıdan bir okumayı içeriyor. Bu alana bakmaksızın “yeni
rejim ve bunun 16 yıllık liderinin, emekçi kitleleri, yoksulları kendisine yıllardır
verdikleri desteği sürdürmeye nasıl ikna edebildiğini” anlayabilmemiz çok zor.
Bu noktada başvuracağımız kavram “popülizm”, “neo
liberal popülizm” ya da “post-popülizm” olarak adlandırılan bir kavram. Yalnız
bunun için bu alanda dünyadaki gelişmelere kısaca göz atmak gerekiyor.
1980’lerde siyaset bilimi araştırmalarından çıkartıp
atılan “popülizm” terimi, müthiş bir geri dönüşle, 1990’larda dünyadaki değişik
siyasal olguları karakterize etmeye başladı.
Bu Batı Avrupa’da “radikal sağ popülizm”, Doğu
Avrupa’da “milliyetçi popülizm” ve Latin Amerika’nın bir özelliği olarak da bu
coğrafyada, neo liberal proje ile bütünleşik, post popülizm olarak da
adlandırılan bir “içermeci popülizm” ortaya çıktı.
Aynı zamanda dünya aşırı liberal ekonomi
politikalarını popülizm ile birlikte yürüten ve ülkelere göre çeşitlilik arz
eden partilere ve liderlere tanık oldu. Bu liderlerin kafa karıştırıcı en temel
özelliği ise emek karşıtı neo liberal politikaları uygularken bu politikalardan
en çok zarar gören bu emekçi kesimlerin desteğini alabilmeleriydi[2].
KÜRESELLEŞME, KRİZ POPÜLİST YÜKSELİŞİN NEDENİ OLDU
2008 küresel ekonomik krizinin ardından popülizmin tekrar
yükselişinin nedenleri; küreselleşmenin yol açtığı dış ticaret şokları, bu
şokların sonucunda ağırlıklı olarak ithalata dayalı bölgelerdeki işçiler başta
olmak üzere halkın işlerini, gelirlerini
kaybetmeye başlaması, artan göçler, mülteci akımları, ücret düzeylerinin
düşüklüğü, gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğinin ve yoksulluğun artması ve
ekonomik krizler gibi nedenlerdi.
Çünkü daha öncesinde sahip oldukları güvenlik – koruma
ağından mahrum kalan emekçiler
(özellikle de düşük eğitimliler), düzen partilerinin ve kurumlarının ekonomik
çıkarlarını artık koruyamayacağına kanaat getirdiler.[3] Bu da burjuva
demokrasilerinin, İtalya’da olduğu gibi teknokrat hükümetlerle yönetilen yarı
Bonapartist rejimlere ya da diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi popülist, aşırı sağcı (örneğin Macaristan)
yönetim biçimlerine dönüşmesi sürecini hızlandırdı.
Türkiye gibi ülkelerde ise rejim; savaş, göç, bölüşüm
eşitsizlikleri ve ekonomik krizin yanı sıra Kürt sorunu ve giderek derinleşen
politik kriz gibi ülkeye özgü faktörler; ülkenin hızlı bir biçimde önce bir
askeri darbe denemesi, ardından da “yeni
rejim” adı altında popülizm ile destekli siyasal İslamcı otoriter bir rejime
yönelmesiyle sonuçlandı.
İÇERMECİ-DIŞLAYICI POPÜLİZM
Dani Filc[4] isimli bir akademisyen
ise, Arjantin’ de 1990’lardaki Menem ve günümüzde İsrail’ de Netenyahu
uygulamalarından hareketle popülizmi yeniden tanımlıyor. Ona göre, popülizm
olgusu bazı genel ideolojik önermelere ve politik bir biçime sahip bir politik
proje ve bir olgular bütünü olarak ele alınmalı.
Bu bağlamda iki tür popülizm
mevcut: “İçermeci” (inclusive) popülist hareketler ve “dışlayıcı”
(exclusionary) popülizm[5].
Her iki tür de halk sınıflarının içerilmesi /dışlanması ile ilgili çatışmaların
temel olduğu toplumlarda ortaya çıkıyor.
Ancak iki tür arasında ciddi farklılıklar
da var. “İçermeci popülizm” dışlanmış kesimlerin politik özne olarak politik
sistemle entegre olmasına, böylece de kısmen de olsa demokrasinin sınırlarının
genişletilmesine izin verirken, “dışlayıcı popülizm” halk kavramını organik bir
biçimde ele alıyor ve onu etnik- kültürel bir toplam olarak görüyor. Onu
oluşturan kitlelerin öznelliklerini ve kimliklerini reddediyor. Bu bağlamda
örneğin etnik azınlıklar ve göçmen işçiler gibi zayıf grupları dışlıyor[6].
Türkiye’de AKP dönemindeki
popülizmin (özellikle de 2013 sonrası dönemi) böyle bir dışlayıcı popülist liderliğe
örnek oluşturduğu ileri sürülebilir.
POPÜLİST PARTİ VE HAREKETLERİN
TEMEL ÖZELLİKLERİ
Pratikteki deneyimlere bakılarak
popülist partilerin ve hareketlerin en az üç önemli ortak özelliğinin olduğu
ileri sürülebilir:
-Seçkinlere karşı sıradan
insanların, halkın çıkarlarını savunduklarını ileri sürerler.
-İnsanların korkularını ve
duygularını manipüle ederler.
-İnsanlara kısa dönemli koruma önerirler
ama bunun uzun vadede ülkeye ne tür maliyetler getireceğini dikkate almazlar.
Bu bağlamda uzun vadeli maliyetleri gündeme getirenleri, insanların seçkinlere
olan kızgınlığını kullanarak, onları seçkinci davranmakla, seçkinlerin
çıkarlarını savunmakla suçlayarak, itibarsızlaştırırlar.
HALK POPÜLİST LİDERLERE NEDEN
DESTEK VERİYOR?
Halkın, kendi çıkarlarına aykırı da
olsa, neo liberal politikalar uygulayan popülist partilere ve post-popülist /otoriter
politikacılara neden destek verdikleri gerçeği popülizm çalışmalarında kabaca
beş sav ile açıklanıyor:
- Popülizm kitlelerin manipüle
edilmesinin bir biçimidir. Karizmatik
bir popülist lider örgütsüz ve yeterince temsil edilmeyen kesimleri onların
çıkarları aleyhine manipüle edebilir.
-Popülizm, neo liberalizm ve
otoriterlik birlikteliği geniş halk yığınlarının irrasyonelliğinin ve
eğitimsizliğinin bir sonucudur. Kitleler popülist liderleri mantıki olmayan,
duygusal güdülerle desteklerler.
-Popülist liderler neo liberal
politikaları toplumun en yoksul kesiminin ihtiyaçlarından hareketle bazı cazip
sunumlarla bezeyerek kabul ettirirler. Böylece ekonominin neo liberal dönüşümü
için yeterli desteği sağlarlar.
-Popülist neo liberal politikalar,
toplumun en dışlanan kesimlerini tanımaya, onların sorunlarını ve varlıklarını
kabullenmeye ve bu kesimleri kısmen de olsa içermeye dönük sembolik projeler
sayesinde hayata geçirilir. Böylece de neo liberal politikalar onların
çıkarlarına karşı olsalar da, tanınma ve kabul edilme karşılığında daha ağır
bir bedel ödemeye razı olurlar.
- “Habitus”. Filc post popülizme olan yoksul halk
desteğini bu kavramla açıklar. Aslında Bourdieu’ya ait bir kavram olan habitus,
“temsiliyet” ve “şeyleri yapma biçimleri”nden oluşan bir settir. Esnek
olduğundan zamana göre biçim alabilir ama yok olmaz, dirençlidir. Gelecek
kuşaklara aktarılabilir bir olgudur.
POPÜLİST HABİTUS
Filc’e göre[7], bu kavramın temelinde
“içermeci popülist” deneyimler yatar. Yani daha önce politik yaşamdan dışlanan,
hatta toplumda görünür olmayan, sorunlarına ilgi duyulmayan toplumsal
kesimlerin içerilmesi “Popülist Habitus”un oluşumunu sağlar.
Böyle bir habitus, popülist parti
ve hareketlere verilen kalıcı desteğin nedenidir. Böylece de, böyle bir parti
ya da hareket geleneğinden gelen ya da onun içinde doğan post popülist liderler
ezilen halk sınıflarını neo liberal politikalara destek vermeye ikna ederler.
Bu olgu içermeci popülizm geçmişine sahip ülkelerde gözükür.
POST POPÜLİZM: YENİDEN BÖLÜŞTÜRÜCÜ
AMAÇTAN UZAKLAŞMAK
Diğer yandan geleneksel yeniden
bölüştürücü politikalara ters düştüğünden bu popülizmden bir kopuş anlamına da
gelir. Bu yüzden Filc, bu olguyu “post-popülizm” olarak tanımlar ve bunun iki
temel örneğinin Arjantin’de C. Menem (1990’lar) ve İsrail’de B. Netanyahu
(2000’ler) olduğunu söyler. Erdoğan’ın da post popülist bir lider olduğu bu
bağlamda ileri sürülebilir.
Post popülist liderler ve
hareketler, neo liberal politikalarına halk yığınlarının desteğini
sağlayabilmek için kendilerini bu “habitus” üzerine inşa ederler. Bu liderler
popülist gelenekle olan devamlılıkları ve aynı zamanda da kırılmaları ya da
kopmalarıyla vücut bulurlar. Kırılma ya da kopuşun nedeni neo liberal
politikaların çalışan halk sınıflarını dışlamaları ya da marjinalize etme
şeklindeki dışlayıcı karakteridir.
MEDYA GÜCÜ
Devamlılığı sağlayan şey ise
popülist söylem ve tarzın sürekli ve yaygın bir biçimde kullanılmasıdır. Ulusal
ve yerel neredeyse tüm medya kurumlarının ele geçirilmesiyle tek merkezden
aktarılan bu söylemler, kendilerini politik bir özne olarak oluşturan düşük
gelirli, ezilen sınıfların kalıcı bir biçimde bağımlılığını ve itaatlerini
sağlayabilmek için kullanılır.
Bu bağlamda popülist söylemini
sürdürürken, aynı zamanda da neo liberal ekonomi ve sosyal politikalar
uygulayan siyasal liderlere ezilen sınıfların verdiği desteğin nedeni bu
kesimlerin akılsızlığı, ilkesizlikleri, etikten haberdar olmamaları ya da
yozlaşmışlıkları nedeniyle kolayca benzer özelliklere sahip liderler tarafından
manipüle edilmesinden ziyade, bu kesimlerin bir habitus olarak geçmişte
uygulanmış olan ve kısmi içermeye dayanan popülizmin etkilerini hala
hissetmeleri, buna karşılık muhalefet partilerinin ya da liderlerinin gerçek
içermeci alternatifleri onlara sunmada yetersiz kalmalarıdır.
Türkiye’de yoksullar başta olmak
üzere geniş halk kesimlerine yapılan ve özellikle de seçim dönemlerinde çok
artan yardımların ve artık bir rutine dönüşen muhtarlarla bir araya gelişlerin,
iktidarı sürdürebilmek anlamında ne kadar önemli olduğunu yukarıdaki tespitin
çok iyi anlattığına şüphe yok.
Diğer yandan popülizmin ne 1970’lerdeki ne de
günümüzdeki otoriterlikle güçlendirilmiş neo liberal popülist ya da post popülist
biçiminin, kapitalizmin artık tamir edilemez düzeye gelen defolarını gidermeye
yetmeyeceğini son 40 yıllık deneyimlerimizden biliyoruz.
Popülizm doğası gereği sınıfsal çıkar çatışmasını
hızlandırıyor. Nitekim BIS’in küresel toparlanma için yapısal reformların
başlatılması çağrısı[8] ve bunun seçimden hemen
sonra Türkiye’de sermaye örgütlerince yüksek sesten dillendirilmesi[9] bunu ortaya koyuyor.
Türkiye ise seçimle beraber, seçim öncesi ekonomik ve
politik sorunlarını ortadan kaldırmadı, sadece zamana yaydı. Seçim sonrasında
sağlandığı düşünülen siyasal istikrarın dahi yeterli olmadığı dolar kurunun
tekrar yükselişiyle kendini gösterdi. Enflasyon, işsizlik, yoksulluk, cari
açık, dış borç sorunu gibi her biri birer yapısal soruna işaret eden sorunlar
çok daha net bir biçimde kendini dayatacaklar.
Bunun karşısında neo liberal popülizmin yeniden
bölüştürücü politikalarından giderek daha çok vazgeçileceği, manipülatif ya da
ikna etmeye dönük çabasından ziyade, otoriterlik yanının giderek daha fazla ön
plana çıkacağı ve ekonomik hasarın faturasının her zaman olduğu gibi emekçiler
tarafından karşılanacağı daha açık görülüyor.
[1] Mustafa
Durmuş, “24 Haziran sonrası: IMF’li ya da IMF’siz kemer sıkmaya hazır olun!”, http://sendika62.org/2018/06/24.
[2] Dani
Filc, “Post-populism: Explaining neo-liberal populismt hrough the habitus”,
Journal of Political Ideologies (2011), s. 223-224.
[3] Dalia
Marin, “Germany’s Populism Amid Prosperity”,
https://www.project-syndicate.org/onpoint/germany-s-populism-amid-prosperity-by-dalia-marin
( 1June 2018).
[4]Filc, agm.
[5]Hanz Betz,
“Exclusionary populism in Austria, Italy and Switzerland”, International
Journal, 56 (2001),s. 393–420.
[6] Filc,
agm.
[7] Filc,
agm.