30 Eylül 2019 Pazartesi

KAPİTALİZMİN KRİZLERİ: DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDA MIYIZ?


KAPİTALİZMİN KRİZLERİ: DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDA MIYIZ?

Mustafa Durmuş

30 Eylül 2019


2008 yılında patlak veren küresel finansal krizin üzerinden 10 yıl geçti. Kapitalizm (krizinden tam olarak çıkamamışken), dünya yeni bir küresel resesyonla karşı karşıya kaldı.

Gelişkin kapitalist ekonomilerde bir yandan durgunluk hali sürüyor, diğer yandan finansal piyasalarda yeni balonlar şişiriliyor. Bu gelişmeler yeni bir finansal krizin ayak sesleri olarak algılanırken, yeni bir borç krizinin patlamasının an meselesi olduğu ileri sürülüyor.

KAPİTALİST BÜYÜME YAVAŞLIYOR, KRİZ RİSKİ ARTIYOR
Uluslararası örgütler bu yıla ait ekonomik büyüme öngörülerini düşürmeye devam ediyorlar. Örneğin OECD 4 ay önce küresel büyümeyi yüzde 4 olarak öngörmüşken, bu ayki raporunda bu öngörüsünü yüzde 2,9’a düşürdü (1).

Negatif faizli devlet tahvili tutarı 19 trilyon doları buluyor (2). Yani ABD ekonomisinin büyüklüğünden daha fazla büyüklükte bir servetin faiz getirisi sıfırın altında. Bu servetin hangi kanallara akacağı ve bunun ne tür etkilere neden olabileceği belirsiz kalırken, bu durum uluslararası finans kapitalin kendi iç çatışmalarını da gün ışığına çıkartıyor.

Bu gelişmeler karşısında etkinliğini iyice yitiren küresel merkez bankaları düşük (hatta negatif) faiz politikalarını sürdürürken, yeni miktarsal kolaylaştırma politikaları aracılığıyla (3) milyarlarca doları piyasalara pompalayarak yaklaşan resesyonu önlemeye, ötelemeye çalışıyorlar.

Küresel borç stokları tüm zamanların en yükseğine çıkmış durumda. Yani küresel kapitalizm yeni krizine çok yüksek borç stokları ve bir önceki krizin altında kalmayı sürdüren düşük kâr oranları ve düşük yatırım düzeyleriyle yakalandı. Bu nedenle de yüksek borçlu firmaların bu krizden sağlam çıkmaları zor görünüyor (4).

DEVASA BOYUTLARDAKİ EŞİTSİZLİK, YOKSULLUK VE AÇLIK

Madalyonun diğer yüzünde devasa boyutlara erişen gelir ve servet eşitsizlikleri,  işsizlik, yoksulluk ve açlık var. Öyle ki dünyanın en zengin 26 kişisinin toplam serveti dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sinin, yani yaklaşık 3,8 milyar insanın servetinin toplamına eşit (5).  Toplamda 4,3 milyar civarında insan (dünya nüfusunun yüzde 60’ından fazlası) yoksulluk sınırında yaşıyor. Bunların yarısının yeterli yiyeceği yok, yeterince beslenemiyorlar. FAO verilerine göre, dünyada en az 1,5- 2,5 milyar insan aç (6).
Kapitalizmin krizleri sadece ekonomik alanda değil, politik ve ekolojik alanlarda da yeni zirveler yapıyor. Kapitalizmin burjuva demokrasisi ile evliliği sona ermiş görünüyor, zira başta ABD olmak üzere, gelişkin ve az gelişmiş dünyanın önemli bir kısmında aşırı sağcı otoriter rejimler kuruldu.  Bu ülkeleri demokrasiye inanmayan liderler ve yönetimler yönetiyor.

KRİZDEKİ EKONOMİ İÇİN EN “YENİ EKONOMİ PROGRAMI” !

Türkiye ise çoklu krizleri en derin yaşayan ülkelerin başında geliyor. İşsizlik, enflasyon ve yoksulluk içindeki ekonomisi 9 aydır küçülmeyi sürdürürken, kurulan yeni otoriter rejim ciddi bir meşruiyet krizi yaşıyor. Bir süredir peş peşe seçimlere gitmek durumunda kalan ülkede yeni bir erken seçim olasılığı artıyor.

Bugün açıklanan (bir kez daha) “Yeni Ekonomi Programı” ile ülke ekonomisinin bu yıl en iyi ihtimalle binde 5 büyüyeceği ileri sürülürken, bunun sulama ve sera yatırımları ve Hal ve Perakende Yasası’nın çıkartılması (7) gibi önlemlerle sağlanacağı ileri sürülüyor. Ama ekonomideki bu sürünme halinin asıl olarak özel tüketim harcamalarındaki artışla sağlanmasının hedeflendiği anlaşılıyor.

HANE BORCUNA DAYALI BÜYÜME MODELİNE DÖNÜŞ

Böylece ekonomiyi büyütmek için bir kez daha halkın borçlanması üzerinden sağlanacak tüketim artışına güveniliyor. Faizlerin indirilme nedenlerinden biri daha böylece ortaya çıkmış oluyor.

Diğer yandan bu yolla sağlanan 2107 yılı büyümesinin ardından gelen hızlı çakılma unutuluyor. Böyle bir tüketime dayalı büyüme altında enflasyonun nasıl 3 yıllık sürede yüzde 5’in altına düşürüleceğini ise programı yazanlardan başka bilen yok.

İKLİM KRİZİ: EKO-SİSTEM YOK OLMA YOLUNDA

3 milyon yıldan beri ilk kez (18 Temmuz 2019’de) atmosferdeki karbondioksit miktarı 411,84 ppm olarak ölçüldü (8). Bu durum,  kritik eşiğin fazlasıyla aşıldığı anlamına geliyor. 2018 yılı 1800’lerin ortalarından bu yana görülen en sıcak 4. yıl oldu. 120.000 yıl önceki küresel sıcaklık derecesine ve deniz seviyesinin bugünkünden 6-9 metre yüksek olduğu dünyaya geri dönmüş olduk (9).

Ünlü sosyal bilimci Chomsky’e göre (10), 65 milyon yıl önce bir astroid dünyaya çarpıp dinozorlar çağını bitirmiş ve küçük memeli hayvanlar çağını başlatmıştı.  Küresel iklim değişikliği buna benzer etki yaratacak bir gelişme olacak.

IPCC ise son raporunda (11), bu yüzyılın yarısına kadar küresel çapta tüm emisyonları net olarak sıfıra düşüremezsek (ki fosil yakıta dayalı sanayilerin büyüme hızı bunu imkânsız kılıyor)  küresel ısınmayı 1,5 C’nin altında tutamayacağımızı ileri sürüyor.

MAHŞER GÜNÜ TABLOSU

Gezegen 3,7 - 4,0 derece arasında ısınırsa şunlar olacak (12): Gezegen 5 milyon yıldır görülmemiş ölçüde ısınacak. Devasa boyutta ve daha sık hortumlar görülecek. İtalya, İspanya, Yunanistan çöle dönüşecek. 2100 yılına kadar deniz seviyesi 1.24 metre yükselecek ve Amsterdam, New York (ve İstanbul) sular altında kalacak, Güney ülkelerinde kuraklık yaşanacak. Yağmur ormanları yok olacak, bitki ve hayvan canlı türlerinin yüzde 40’ı yok olacak. Tahıl üretimi üçte bir oranında azalacak, ciddi bir gıda ve açlık sorunu yaşanacak. 2030 yılına kadar iklim değişikliği yüzünden yılda 530,000 kişi hayatını kaybedecek. 4 derece ısınma söz konusu olduğunda ise, Grönland bütünüyle eriyecek ve bu deniz seviyesinin 6 metre kadar yükselmesiyle, bu da yüzlerce milyon insanın yerlerinden olmasıyla sonuçlanacak. Bu kitlesel göçlere ve uluslararası çatışmalara neden olacak.

Kısaca eğer bütünüyle yok olmazsak, soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz besinler, günlük rutinimiz hemen her şey değişecek.

GENÇLİĞİN SİSTEMİN EGEMENLERİNE DİRENİŞİNİN SEMBOLÜ GRETA THUNBERG

 “Benim burada olmamam gerek, okyanusun ötesinde okulda olmam gerek. Sizler ne cesaretle bizden umut bekliyorsunuz. Boş sözlerinizle çocukluğumu ve hayallerimi çaldınız. Ben yine de şanslı çocuklardan biriyim. İnsanlar ölüyor, ekosistemimiz çöküyor, kitlesel yok oluşla karşı karşıyayız ama siz para ve sonsuz ekonomik büyüme masallarından bahsediyorsunuz. Bu ne cüret! Buraya gelip her şeyi yaptığınızı söylüyorsunuz. Gerçekten durumun ciddiyetini anlıyorsanız ve halen harekete geçmiyorsanız bu şeytan olduğunuzu gösterir ama buna inanmak istemiyorum… Bizi hayal kırıklığına uğratıyorsunuz ama gençler artık sizin ihanetinizin farkına vardı. Gelecek nesillerin gözü sizin üstünüzde olacak”(13).

Yukarıdaki, sistemin muktedirlerinin yüzüne tokat gibi inen sözler, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Zirvesi’nde konuşan 16 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg’e ait.
MİLYONLAR SOKAKLARA ÇIKTI

Başta gençlik olmak üzere, insanların iklim değişikliği sorununu ne kadar ciddiye aldıklarını bu yıl üçüncüsü düzenlenen grev/protesto eylemlerine katılanların sayısından görebilmek mümkün.

20 Eylül tarihinden itibaren bir hafta boyunca 6 milyondan fazla insan 150’den fazla ülkede kitlesel grevlere ve protesto eylemlerine başvurdu (14) . Bu da kapitalizmin ve onun son sürümü olan neo-liberalizmin neden olduğu krizlere insanların sessiz kalmayacağını gösterdi.

Sistemin krizlerine karşı sistemin egemenlerinin bulabildiği çözümler (!) ise ekonomi politikaları anlamında, 90 yılı aşkın bir süredir uygulanmakta olan bildik ( krizin faturasını emekçi halklara kesen) para ve maliye politikalarından öteye gitmiyor.
İklim krizi anlamında ise karar alıp üstüne yatıp uyutmayı tercih ediyorlar. Öyle ki devletler yangına körükle gidercesine her yıl fosil yakıt üreticisi dev şirketlere 5,3 trilyon dolar teşvik veriyorlar (15). 

ÖZGÜRLEŞME İÇİN YENİ BİR FIRSAT YAKALADIK

Buna rağmen umutsuz olmamak gerekiyor. Çünkü gelinen nokta itibariyle, kapitalizmin krizinin ve neo-liberalizmin iflası, dünya işçi sınıfının ve emekçi halklarına sömürüden ve her türden baskıdan kurtarabilecek emek, doğa ve toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana gerçek kurtuluş stratejilerini ve politikalarını topluma sunma ve bunları hayata geçirme fırsatı veriyor.

Yeterince hazır olmasa da, dünya işçi sınıfı belki de yüzyıldır ilk kez böyle önemli bir fırsatı yakaladı. Bu fırsat emek ve demokrasi güçleri tarafından toplumsal bir kurtuluşu gerçekleştirmek için kullanılmalı. Aksi takdirde bu gelişmeler yeni bir barbarlık döneminin önünü açacaktır.

Bu nedenle de emek, demokrasi ve özgürlük hareketleri, siyasal partiler, işçi sendikaları toplumun önüne kısa ve uzun vadeli programlarını koymalı ve öncelikle kapitalizm içinde devlet ve sermayeden alınabilecek tüm tavizleri alma mücadelesini vermelidirler.

Ancak bunun yetmeyeceğinin de bilincinde olarak kapitalizme meydan okumanın, onu yerinden etmenin gerekliliğini de,  potansiyel olarak değişime hazır kitlelere anlatmalıdırlar.

Programlarının ekonomik olarak verimli- etkin ve toplumsal olarak adil ve emek ve doğa dostu ve toplumsal cinsiyet eşitleyici olduğuna, böylece tüm emekçi sınıflar ve kimlikler için gerçek özgürleşmeyi sağlayacağına tüm toplumu ikna etmelidirler.

YANITI ARANMASI GEREKEN SORULAR

Bu bağlamda aşağıdaki soruların yanıtlarını hep birlikte aramamız ve tartışmamız gerekiyor (bu sorular bundan sonraki yazılarımın da konularını oluşturacak):
▪ Kapitalist ekonomik büyüme eko-sistemimiz ile uyumlu mudur? Üretim tarzımızı değiştirmeli miyiz?

▪İklim değişikliği krizi yapılacak bazı idari ve mali reformlarla ya da uygulanacak Karbon Vergisi gibi vergilerle önlenebilir mi?

▪Yeni teknolojik gelişmeler ve inovasyonlar ekonomileri hem büyütürken, hem de doğaya verilen zararı en azda tutabilir mi? Teknoloji bizi kurtarabilir mi?

▪İnsanlığı ve doğayı koruyabilmek için ekonomik büyümeden vazgeçmeli miyiz (sıfır büyüme)  ve/veya küçülmeli miyiz?

▪Hangi ülkelerde hangi sektörler ya da ekonomik faaliyetler azaltılmalıdır, hangileri genişletilmelidir?

▪ Küçülürsek, kalkınma hedeflerimiz ne olacak, istihdam, gelir nasıl yaratılacak, sosyal refah artışı nasıl sağlanacaktır?

▪Ekonomileri küçültürken, “Devlet Garantili İstihdam Programları”, “Herkese Temel Yurttaşlık Geliri”, “Ücretsiz Kamusal Hizmet Sunumunun Genişletilmesi” ve Yeşil Yeni Sözleşme gibi programlarla iklim değişikliği, gıda güvensizliği, işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlarımızı kalıcı olarak çözebilecek miyiz?

▪Özü kâr ve sermaye birikimi olan küresel kapitalist sistem böyle bir radikal değişime izin verecek midir, bu sorun nasıl aşılacaktır?

DİP NOTLAR:

(1)  Laurence Boone, “Growth is taking a dangerous downward turn”, https://oecdecoscope.blog (19 September 2019).
(3)  “The ECB cuts interest rates and restarts quantitative easing”,  https://www.economist.com (2 September 2019).
(4)  http://www.cadtm.org/The-mountain-of-corporate-debt-will-be-the-seed-of-the-next-financial-crisis (13 April 2019).
(5)  Oxfam, “Public Good or Private Wealth”, www.oxfam.org (January 2019).
(6)  Jason Hickel, The Divide,- A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 2, 46.
(7)  “İşte ekonomide 3 yıllık hedefler”, https://www.dunya.com (30 Eylül 2019).
(8)  Joan Martinez Alier, Nick Meynen, “ Never-Ending Growth?”,  https://www.commondreams.org (29 July 2019).
(9)  C.J. Polychroniou, Noam Chomsky and Robert Pollin: “If We Want a Future, Green New Deal Is Key”, https://truthout.org (18 September 2019).
(10)               Agm.
(11)               The Intergovernmental Panel On Climate Change (IPCC), “Global Warming of 1.5 ºC, Special Report” (October 2018),  https://www.ipcc.ch/sr15/ , Summary for Policymakers, s. 4-5.
(12)               Hickel, agk., s. 248.
(13)               İklim aktivisti Greta Thunberg BM Zirvesi’nde hesap sordu: “Gençler ihanetinizin farkında, gözümüz üstünüzde olacak”, http://sendika63.org (24 Eylül 2019).
(14)               Eoin Higgins, “With Over 6 Million People Worldwide, Climate Strikes Largest Coordinated Global Uprising Since Iraq War Protests”, https://www.commondreams.org/news (27 September 2019).
(15)               Hickel, agk., s. 248.



24 Eylül 2019 Salı

“VERGİ MÜKELLEFİNİN PARASI” MI, “KAMUNUN PARASI” MI?


“VERGİ MÜKELLEFİNİN PARASI” MI, “KAMUNUN PARASI” MI?

Mustafa Durmuş
23 Eylül 2019

Vergileme alanında çok sık kullanılan bir kavram var: “Vergi mükellefinin parası”.
Amerikan filmlerinde de sıklıkla bu söz kullanılır. Devletle karşı karşıya kaldığında Amerikalı söze genelde : “I am a taxpayer” yani “ben bir vergi mükellefiyim” diye başlar ve haklarını ve taleplerini bu zemin üzerinden sıralar. Yani vergi ödeyen bir yurttaş olarak ekonomik ve demokratik haklarının, taleplerinin olduğunu ve örneğin “ödediği vergilerin nerelere harcandığını” sorar. Özetle parasının hesabını sorar.

Bu sözde her hangi bir sorun olmadığı düşünülebilir. Vergi ödeyen bir yurttaşın ödediği bu vergilerin nereye harcandığını (örneğin sermayeye ya da belli cemaatlere mi aktarıldığını) sorması, bu vergilerle finanse edilen harcamaların verimli olup olmadığını sorgulaması ve kamu hizmetlerinden yararlanmak istemesi kadar doğal bir şey olamaz.

SADECE VERGİLER DEĞİL
Ancak hükümetler sadece topladıkları vergileri harcamazlar. Sosyal güvenlik katkı payları ve İşsizlik Sigortası Fonu için yapılan kesintiler başta olmak üzere çeşitli fonlar için çalışanların ücretlerinden yaptıkları kesintilerden, devlet borçlanmasından, emisyondan (para basma), elektrikten doğal gaza, petrolden internete kadar temel hizmetlere yaptıkları zamlardan, özelleştirmelerden elde ettikleri parayı da (özellikle de yeterli vergi toplayamadıklarında ya da harcamaları aşırı arttığında) harcamaları için kullanırlar.
Diğer yandan vergileme dışında yaratılan bu gelirlerin ve bu paranın hesabını sormak aklımıza gelmez.

ÖNCE “TİNA”, SONRA VERGİ MÜKELLEFİNİN PARASI
“Vergi mükellefinin parası” kavramı, tıpkı TİNA (Türkçe açılımı: Piyasadan başka bir alternatif yok) gibi, neo-liberal dönemde ilk olarak Britanya Başbakanı “demir lady” ünvanlı emekçi düşmanı M. Thatcher tarafından kullanıldı.
Thatcher 1983 yılında “kamu parası diye bir şey yoktur, vergi mükellefinin parası vardır” sözünü sarf etti. Bunu söylerken sermayenin, patronların ödediği vergileri sosyal harcamalar biçiminde “asalak” emekçiler için harcamayacağını anlatıyordu.
Nitekim bu sözün ardından, iktidarda kaldığı sürece aşamalı olarak devlet bütçesinin kaynakları emekçilere kapatıldı.
Bu söylem, Thatcher sonrasında iktidara gelen Blair’ci Yeni İşçi Partisi’nce yaygın olarak kullanılmaya başladı. Bu kavramı sahiplenip kullanan bazı sol çevreler ise, böylece “vergi mükelleflerinin parasını harcayan” ikiyüzlü burjuva politikacıları teşhir ettiklerine inanıyorlardı.

IRKÇI, CİNSİYETÇİ, SINIFSAL FARKLILIKLARI ÖRTEN BİR KAVRAM
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda eşitsizlik sadece emek-sermaye eşitsizliği ile sınırlı olsaydı, bu kavramın kullanılması sorunlu olmazdı. Ama bilindiği gibi kapitalizmde ayrıca; ırkçılık, cinsiyetçilik, yabancı düşmanlığı gibi çok sayıda başka sorun da var.
Tekçi ve erkek egemen kimliğe sahip devlet yapılanmasının dışında kalan ırklara, kimliklere, cinsiyetlere, inançlara, dinlere, mensup insanlara, kadınlara, sığınmacılara ve göçmenlere sistematik ayrımcılık yapılıyor.
Böylece vergi mükellefinin vergisine sahip çıkmak biçiminde yorumlanan “vergi mükellefinin parası” kavramı (niyetten bağımsız olarak) toplumdaki böyle önemli sorunların üstünü örtmeye hizmet edebilir.
Dahası kendini sınıf indirgemeci bakış açısıyla sınırlandıranlar bu kavram altında (farkında olmadan da olsa) aslında ırkçı, cinsiyetçi ve sınıfsal bir efsaneyi yaygınlaştırabiliyor olabilirler.
Çünkü bu kavramsallaştırma altında “toplum olarak böyle iyi-cömert mükellefler ya da hâkim kimliklere sahip yurttaşların ödedikleri vergiler sayesinde kamu hizmetlerinden yararlanabiliyoruz” şeklinde bir yanılsama ortaya çıkar.
Ayrıca (her ne kadar her birimiz en azından KDV, ÖTV gibi dolaylı vergileri ödeyerek vergi mükellefi konumunda olsak da), bir kısmımız yukarıdaki vergi mükellefi tanıma tam olarak girmeyebiliriz.
Bu durumu ve kavramın böyle sorunlu boyutunu Türkiye’de değişik illerden toplanan vergilerin dağılımından yola çıkarak görebilmek mümkün.
Yani toplam vergi gelirleri içinde illerden gelen vergilerin payına bakıldığında, Türkiye’deki vergi ödeme gücü olmayan, vergi ödeyemeyen ve sayıları milyonları bulan; yoksul köylülerin, yoksul Kürtlerin, üniversite öğrencilerinin, çocukların, evde çalışan kadınların, mültecilerin, Suriyeli göçmenlerin, engellilerin ve kayıt dışı çalışanların yukarıdaki gibi bir vergi mükellefi tanımına girmeleri zorlaşır.

VERGİ GELİRLERİNİN SADECE YÜZDE 5’İ KAMU HİZMETİNE EN ÇOK İHTİYAÇ DUYAN İLLERDEN SAĞLANIYOR
Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın resmi verilerine göre (1), 2018 yılında tahsil edilen vergi gelirlerinin yüzde 79,5’i 5 ilden ve yüzde 85’i 10 ilden sağlandı. Tahakkuk edilen vergilerin tahsil edilme oranı ise ortalama yüzde 81 civarında oldu. Bu en yüksek paya sahip ilk 5 il ise şunlar: İstanbul: Yüzde 43,9; Ankara: Yüzde 11,3; İzmir: Yüzde 10,9; Kocaeli: Yüzde 10,5 ve Bursa: Yüzde 2,9.
Kürt nüfusun ağırlıklı yaşadığı 19 ilde toplanan vergiler ise toplam vergilerin sadece yüzde 5,3’ünü oluşturuyor (hesaplama zorluğundan dolayı bunlara İstanbul, İzmir, Konya gibi illerde yaşayan Kürt nüfus dâhil edilmedi). Bu illerde toplanan vergilerin paylarının dağılımı ise şöyle:
Adana: Binde 94; Adıyaman: Binde 10; Ağrı: On binde 7; Antep: Binde 83; Ardahan: On binde 2; Batman: Binde 13; Bingöl: On binde 4; Bitlis: On binde 6; Diyarbakır: Binde 33; Hakkâri: On binde 4; Iğdır: On binde 4; Mardin: Binde13; Mersin: Yüzde1,95; Muş: On binde 5; Siirt: On binde 5; Şırnak: On binde 8; Tunceli: On binde 2; Urfa: Binde 28; Van: Binde 11.
Aslında diğer yoksul illerde de benzer bir durum söz konusu: Amasya: On binde 8; Çankırı: On binde 4; Erzincan: On binde 5; Gümüşhane: On binde 2; Kırşehir: On binde 6; Nevşehir: On binde 8; Sinop: On binde 4; Kırıkkale: On binde 5; Kilis: On binde 4 ve Yozgat: On binde 8 (2).
Tahakkuk eden verginin tahsil edilme oranının en yüksek olduğu illerin başında ise Tunceli geliyor. Türkiye ortalamasının yüzde 81 civarında olduğu ülkede en yüksek orana sahip ilk 10 il şöyle sıralanıyor: Tunceli: Yüzde 91,0; Hatay: Yüzde 86,9; İzmir: Yüzde 86,2; Zonguldak: Yüzde 84,5; Mersin: Yüzde 85,9; Tekirdağ: Yüzde 85,6; İstanbul: Yüzde 83,2; Ardahan: Yüzde 82,4; Edirne: Yüzde 81,0; Maraş: Yüzde 80,7.
En düşük 10 il ise şunlar: Kilis: Yüzde 29,4; Mardin: Yüzde 46,0; Hakkâri: Yüzde 47,8; Düzce: Yüzde 52,4; Diyarbakır: Yüzde 55,9; Bilecik: Yüzde 57,6; Kırklareli: Yüzde 59,3; Urfa: Yüzde 61,3; Şırnak: Yüzde 62,1; Amasya: Yüzde 63,0.
Söz konusu illerdeki vergi payının düşüklüğünün tarihten gelen ve halen sürmekte olan ekonomik, politik ve sosyal nedenlerinin olduğu biliniyor. Tahsilat oranlarının farklılığı ise bölgesel olarak vergi toplama gayretinin farklı olmasıyla açıklanabilir.

KAVRAM DAR ANLAMDA YORUMLANDIĞINDA MİLYONLARCA İNSAN KAMU HİZMETLERİNDEN YARARLANAMAZ
Bu verilerden de görüleceği gibi, “vergi mükellefinin parası” kavramına uygun olarak eğer ekonomik ve demokratik haklar vergi ödeme temelinde kullandırılırsa, başta Güneydoğu ve Doğuda yaşayan Kürt ve Arap nüfus olmak üzere, İç Anadolu’nun yoksul Türk köylüleri de bu haklardan yararlanamazlar (hali hazırda hangi kamusal hizmetlerden ne kadar yararlanabildikleri de tartışılır).
Keza bu tanım altında başta bu bölgelerde yaşayanlar olmak üzere; ev kadınlarının, çocukların, üniversite öğrencilerinin, mültecilerin ve sığınmacıların kamusal hizmetlerden yararlanmaları mümkün olmaz. Nitekim bazı sahil belediyelerinin bu yaz Suriyelilere koydukları yasaklar bu durumu somut olarak anlatıyor. Bunun ırkçılık, cinsiyetçilik, ayrımcılık ve yoksulu ezen bir bakış açısı olduğu çok açık.
Durum böyleyken ödeme gücü olmayanların da kamusal hizmetlerden yararlanmasını öngören, bu anlamda böyle bir yararlanmayı zenginlerin verecekleri vergilere bağlayan klasik “ödeme gücü ilkesine göre vergilendirme” ile bu sorunu çözebilmek mümkün değil.
“Vergi mükellefi parası” kavramını kullandığımızda ve bunu ödeme gücü ile ilişkilendirdiğimizde aslında, 1960-1970’lerin popülizmini de sürdürmüş oluruz.
Zira bu popülizm büyük çoğunluğun azınlık bir grup zengin tarafından ödenen vergiler ile fonlandığı ya da fonlanacağı fikrini temel alıyor. Tersini düşünmüyor. Yani “büyük çoğunluğun azınlığın zenginliğini yarattığı” gerçeğini inkâr ediyor.

VERGİ SAYILMAYAN ÇOK SAYIDA MALİ YÜKÜMLÜLÜK MEVCUT
O halde kavramı genişletmek gerekiyor. Kaldı ki bunun maddi temeli de mevcut. Çünkü ekonomi sadece vergilerle dönmüyor.
Vergi mükelleflerinin yanı sıra toplumda; örneğin her hangi bir geliri olmayan ev kadınları, çocuklarına bakan anneler, konut kredisi, ihtiyaç kredisi ya da kredi kartı borcunu ve faizlerini ödeyen borçlular, kira ödeyen kiracılar, doğrudan fiyatlama yani ücretlendirme yoluyla yol-köprü geçiş ücreti, ilaca katılım payı, harç, elektrik, su faturası ödeyen tüketiciler ve emeğini karşılıksız olarak sunan askerler ve piyasadaki ücretlerin üçte biri fiyatına, sosyal güvenceden yoksun bir biçimde ve çok daha uzun saatler çalıştırılan Suriyeliler gibi sayıları milyonları bulan kesimler de ekonomiye katkı veriyor.
Ayrıca devlet faaliyetleri, önce vergi gelirlerine bakıp, sonra kamu harcaması yapmak biçimde yürütülmüyor. Tersine önce kamu harcaması planlanıyor ve bu harcamalar; vergileme başta olmak üzere, para basma, kamusal hizmet fiyatlaması, borçlanma ya da özelleştirme gibi faaliyetlerle finanse ediliyor.
Kısaca kamu finansmanında asıl olan kamunun parasıdır. Yani bir ülkenin ulusal parası (toplanan vergiden bağımsız bir biçimde) devletin elindeki kullanabileceği bir imkândır, kamunun parasıdır. Nitekim ulusal paranın üzerinde hiçbir zaman bir vergi mükellefinin imzası yer almazken, devleti temsilen politikacıların ya da bürokratların imzası olur.
Ayrıca para zenginlerin ağaçlarında yetişen bir şey olmadığından, devlet parayı “zenginlerin ağaçlarından toplamaz”. Devlet parayı basar. Kendi parasını basma yetkisi olmayan bir devletten de söz edilemez. Kısaca kamu harcaması yapmak için devletin özel sermayeye mutlak bir bağımlılığı da yoktur.

VERGİ MÜKELLEFİNİN PARASI YERİNE KAMUNUN PARASI
Bu nedenle de belki de, Thatcher’in sözünü tersine çevirmek gerekiyor: “Vergi mükellefinin parası diye bir şey yoktur, kamunun parası vardır” ve bu para sadece vergi mükellefleri için değil, tüm toplum, yani kamu için ve adilce harcanmalıdır. Çünkü hepimiz kamunun birer parçasıyız ve onun hizmetlerinden adaletli bir biçimde yararlanmayı hak ediyoruz.
Özcesi, kamusal hizmetlerden faydalanmayı vergi ödeme koşuluna bağlamak büyük haksızlık ve adaletsizliğe neden olabilir. Bu yüzden de ödediğimiz ya da ödeyemediğimiz vergiden ya da vergi mükellefiyetinden bağımsız olarak, ekonomik ve demokratik haklarımızı talep etmeliyiz ve bu haklarımızı sonuna kadar savunmalıyız.
Kamusal hizmetlerin finansmanına böyle, geniş kapsamlı “kamunun parası” perspektifinden bakmak; emek ve özgürlüklerden yana olası bir iktidara işsizlik, yoksulluk gibi çok önemli sorunlarla baş etmede kullanabileceği çok sayıda yeni politika aracını da sunabilir.

DİP NOTLAR:
(1) Gelir idaresi Başkanlığı Faaliyet Raporu 2018, s. 156-157.
(2) Agr.


Formun Üstü
Formun Altı



15 Eylül 2019 Pazar

KÜRESEL LİKİDİTE BOLLUĞU TÜRKİYE İÇİN NE ANLAMA GELİYOR? (2)- Delikli kova dolar mı?


KÜRESEL LİKİDİTE BOLLUĞU TÜRKİYE İÇİN NE ANLAMA GELİYOR? (2)- Delikli kova dolar mı?

Mustafa Durmuş

16 Eylül 2019

PARASAL BOLLAŞMA SERMAYE AKIMLARINI NASIL ETKİLER?

Düşük faizler borç almaya niyetli ülkeler için teşvik edici olduğu kadar, yüksek borçlu ülkeler için de (geçici de olsa) rahatlatıcıdır. Ama bu kaçınılmaz olarak hali hazırda çok yüksek düzeylere erişen borç stoklarının daha da artmasıyla sonuçlanır.
Ayrıca bu yüksek borçlu ülkeler uluslararası ticaret savaşlarının sonuçlarına ve yavaşlayan küresel ekonomik büyümenin neden olacağı şoklara diğerlerine nazaran daha duyarlıdırlar.

Böyle durumlar ortaya çıktığında ise bu ekonomilerdeki sermaye güvenli limanlarına geri döner, bu ekonomiler ani duruş tehlikesi yaşarlar, bu da ulusal paralarının değer yitimi ve ekonomilerinin daha fazla zarar görmesiyle sonuçlanır.

Yani bol likidite ve düşük faizden yararlanmak ancak bunun sürekli olabilmesiyle mümkündür. Bu da orta vadede dahi sürdürülebilir bir şey değildir. Bir süre sonra faiz politikası tersine dönebilir.

TARİHTEN DERS ALMAK LAZIM

1973-1974 İsrail-Arap Savaşı petrolün varilinin fiyatının 3 dolardan yaklaşık 12 dolara çıkmasıyla, yani 4 kat fiyat artışıyla sonuçlanmış ve Arap zenginlerinin elindeki petro- dolar gelirlerini artırmıştı. Batılı bankalar bu parayı Güney ülkelerine borç /kredi olarak sattılar. ABD’nin desteklediği azgelişmiş ülke diktatörleri bu riskli kredileri kullanmakta tereddüt etmediler. Ancak 1982 yılına gelindiğinde (1970-1982 arasında) Güney’in dış borçları 4 kat artarak 400 milyar dolardan 1,6 trilyon dolara yükseldi, birçok ülkede dış borç / GSYH oranı yüzde 50’yi aştı. 1981 yılında FED faiz oranını yüzde 21’e çıkartınca bu ülkelerden Meksika ve Arjantin borç krizine girdi. Bu da tarihe “Üçüncü Dünyanın Borç Krizi” olarak geçti (1).

IMF devreye sokuldu ve borç tahsilatlarında zorlayıcı son hakem konumuna getirildi. IMF’nin borçların çevrilebilmesi karşılığında borçlu ülkelere uygulattığı Yapısal Uyarlama Programları (YUP) ise; ülkenin tüm kaynaklarının borç geri ödemesi için kullanılmasını, devalüasyon, özelleştirme ve serbestleştirme yapılmasını ve kemer sıkmayı gerekli kılıyordu. Bu programların krizleri ortadan kaldırmak gibi bir hedefi yoktu. Çünkü kriz faiz oranlarının yüksekliği ve ticaret hadlerinin kötüleşmesi ile ilgiliydi.

IMF açısından kriz Washington Uzlaşması hükümlerinin uygulattırılması için bir bahaneydi. Sonuçta YUP’lar 20 yıl içinde azgelişmiş ülkelerin bağımsızlık ve kalkınma ile ilgili sağladığı kazanımları ortadan kaldırdı. Bu dönemde Dünya Bankası da benzer kredilendirme koşullarını borçlu ülkelere dayattı. Öyle ki sözde kalkınma kredileri bu ülkelerin insanlarını modern köleler haline getiren koşulları yarattı (2).

TEK BAŞINA DÜŞÜK FAİZ NEDEN YETERLİ DEĞİL?

İlk soruya geri dönelim. Neden yüksek faiz getirisi sunmak tek başına yabancı finansal yatırımcıyı bir ülkeye çekmek için yeterli değildir?

Çünkü yabancı finansal yatırımcı açısından da piyasaların, ülke ekonomisinin, siyasetinin istikrarlı ve güven verici olması gerekiyor.

Oysa ülkede piyasalarda istikrar yok. Döviz kurunun yükselişi ekonominin küçülmesi sayesinde ve kamu otoritelerinin geçici müdahaleleriyle sağlanabiliyor. Yani piyasaların kendi dinamiklerinden oluşan bir dengeden söz edebilmek mümkün değil.

Ülke derin bir ekonomik durgunluk içinde çoklu krizler yaşıyor. İşsizlik, enflasyon ve ekonomik küçülmeye ilişkin olarak açıklanan veriler kimseyi tatmin etmiyor. Bu rakamların olduğundan daha düşük gösterildiği yönünde bir yaygın bir inanış söz konusu.

NEO-LİBERALİZMİN AMENTÜSÜ

Neo-liberalizmin amentüsü anlamına gelen ‘Merkez Bankası Bağımsızlığı’nın ruhuna ise Fatiha okundu.

Oysa bu, neo-liberal ideolojinin ve uygulamaların temel ayaklarından biridir. Çünkü iktidarlara göre para ve faiz politikalarının değiştirilmesini önleyen temel bir kuraldır ve finans kapital bunu çok önemser. Ne kadar güçlü olursa olsun finans kapitalin tek bir siyasi figüre sonuna kadar güvenmesi ise söz konusu olamaz ve tarihte olmadı da. Onun güvencelerinden biri bu anlamda bağımsız davranabilen merkez bankalarının varlığıdır.

Bunun dışında ülkeye ilişkin olarak, derecelendirme kuruluşlarının kredi notları zayıf ve giderek de bu karne kötüleşiyor. CDS’leri (risk primleri) ise hala çok yüksek (370 puan).

DEMOKRASİ VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ?

Genel olarak insan hakları ve hukukun üstünlüğü konusunda yeterince duyarlı olmasa da, yabancı yatırımcılar temel liberal haklardan sayılan özel mülkiyet ve sözleşme hakkı konusunda oldukça duyarlılar ve bu konuda kaygı duyuyorlar.

Ülkenin dış borç düzeyi öyle bir hale geldi ki milli gelirin yüzde 61’ini aştı. Borçların bileşimi ise doların sahibi olan ülkeyle olan ilişkilerin hassasiyetini artırıyor. ABD ve genel olarak batı ile ilişkilerin kötüleştiği bir dönemde bunun ülkeye gelebilecek potansiyel para ve sermaye akımlarını olumsuz etkilememesi beklenebilir mi?

DEVLETİN BORÇ KRİZİ YENİ BİR GENEL MÜDÜRLÜK DOĞURDU

Ayrıca bu borçlar bir süredir dillendirdiğimiz ‘devlet borcu krizinin’ gerçek olduğunu ortaya koyuyor çünkü iktidar bu borçları yönetebilmek için ayrı bir Borçlanma Genel Müdürlüğü kurmak zorunda kaldı.

Kuşkusuz bu noktada bu dış borçların nasıl bu kadar büyüdüğü bir yana, alınan bu borçların toplumun bütünü için faydalı olan sosyal ve ekonomik projeler için mi kullanıldığı, yoksa maliyetleri dünya standartlarının üzerinde faiz oranlarından alınıp, ekolojiyi de tahrip eden, toplumun refahını artırmaktan ziyade, belli sermaye gruplarını mı zengin eden projeler olduğu da son derece önemli.

Köprü, yol, havalimanı, HES ve RES biçiminde enerji santralleri projelerinde ortaya çıkan zarar (3) kamu zararı haline getirilip, yeni genel müdürlüğün de bu zararın toplumsallaştırılması işini yapıp yapmayacağı merak konusu.

Neden (Arjantin’de bir zaman yapıldığı gibi), dış kredilerle yapılan büyük KÖİ projeleriyle bağlantılı yolsuzlukları araştıran ve bu yolsuzluklarla mücadele etmeyi hedefleyen bir Yolsuzluklarla Mücadele Ofisi (4) kurulmaz?

Oysa bu yapılırsa, reel sektörün 180 milyar doları bulduğu tahmin edilen ve sadece havalimanı ve bazı büyük otoyolu projelerinde devletin bu borçlara verdiği borç üstlenim taahhüdünün 15,4 milyar doları bulduğu bu dış kredilerin (5) ne kadarının gerçekte bu ülke için sosyal olarak gerekli ve faydalı işlerde kullanıldığı, ne kadarının ise bazı sermaye gruplarını zengin ettiği ya da yeni büyük zenginler yarattığı da ortaya konulabilir.

Sonuçta ekonomik krizden çıkış, toparlanma bol küresel paranın varlığına bağlanmışsa, bu paranın ne denli bol olacağı ve bu paranın bir kısmının ülkeye gelip gelmeyeceği önemli.

Önemli bir diğer şey de, bu tür çözümlerin gerçekte çözümsüzlük olduğu. Bunlar siyasal iktidarların ömrünü uzatabilir ama çok daha derin ekonomik, sosyal ve politik hasarlar vererek.

DİP NOTLAR:

(1)    Jason Hickel, Divide- A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 150-157.
(2)  Agk.
(3)  KÖİ projelerindeki zararın büyüklüğü ile ilgili olarak bak: Bahadır Özgür, “Hesap vakti: Sahipleri varlıklarını çağırıyor”, https://www.gazeteduvar.com.tr (13 Eylül 2019).
(4)  Laura Alonso, “The Poverty-Corruption Nexus”, https://www.imf.org/…/laura-alonso-of-argentina-on-fighting… (September 2018).
(5)  Özgür, agm.



KÜRESEL LİKİDİTE BOLLUĞU TÜRKİYE İÇİN NE ANLAMA GELİYOR? (1)- Su hep akar mı?


KÜRESEL LİKİDİTE BOLLUĞU TÜRKİYE İÇİN NE ANLAMA GELİYOR? (1)- Su hep akar mı?

Mustafa Durmuş

15 Eylül 2019

Ekonominin gündemi bugünlerde son derece yoğun. Temmuz ayı cari hesap dengesi (+) 1,158 milyar dolar oldu (1). Yani ekonomi 1,2 milyar dolara yakın bir cari fazla verdi. Yıllıkta bu fazla 4,4 milyar dolara ulaştı. Bu gelişmede küçülen ekonominin ve bunun paralelinde iyice azalan ithalatın etkisi büyük.

Hükümet faizde bir adım daha attı ve politika faizini yüzde 3, 25 puan daha düşürdü (2). Böylece bir ayda toplamda faizde yüzde 7,50 puanlık bir indirim yapmış oldu. Bunun ardından TOKİ vadesinden önce borcunu kapatmak isteyen konut alıcılarına yüzde 22 oranında indirim yapacağını duyurdu (3). Doların kuru ise (iniş çıkışlara rağmen) 5,60 - 5,80 aralığında istikrarlı seyrediyor.

Son olarak Hükümet, 45 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Borçlanma Genel Müdürlüğü adı altında yeni bir genel müdürlük kurdu ve başına da piyasalardan (Hazine’den değil) birini genel müdür olarak oturttu.

Beklendiği gibi tüm bu gelişmeler Hazine ve Maliye Bakanı tarafından müjdeli haber tadında verildi. Bakan ayrıca enflasyonun tek haneye ineceğini de müjdeledi.

Ekim başında açıklanacak Eylül ayı enflasyon verisinin geçen yılın aynı ayına göre çok düşük çıkması bekleniyor. Bu da (baz etkisinden dolayı) yıllık enflasyonu yüzde 10’a kadar düşürebilir. Bu aynı zamanda döviz kurunun da neden yükselmediğini (hatta (10-20 kuruş bandında inip-çıktığını) kısmen açıklıyor. Enflasyon beklentisi düştüğünde dövize yönelim azalıyor. Bu da kuru düşürüyor.

BAZ ETKİSİYLE DÜŞEN ENFLASYON KURU BASKILIYOR YA SONRA?

Ancak burada da atlanmaması gereken iki husus var. İlk olarak baz etkisi Eylül’den sonra ortadan kalktığında, böylece enflasyon tekrar yükseldiğinde döviz kuru de yükselecektir. İkinci olarak döviz kurunu baskılayan asıl faktör ekonomideki küçülme, ithalat ihtiyacının azalması gibi ekonominin yapısal dışa bağımlılık hali. Ekonomi tekrar büyümeye başladığında mekanizma tersinden işleyecek ve kur da yükselecektir.

Keza bu yılın son çeyreğinde vadesi gelen dış borç ödemeleri de dövizi yükseltecektir.
Bu nedenle de Merkez Bankası 2019 yılsonu döviz kuru (ABD Doları/TL) beklentisi bir önceki anket döneminde 5,90 TL iken, bu anket döneminde 6,00 TL'ye yükseldi. 12 ay sonrası döviz kuru beklentisi ise aynı anket dönemlerinde sırasıyla 6,27 TL ve 6,35 TL olarak gerçekleşti (4). 

KÜRESEL FİNANSAL GENİŞLEME MÜJDESİ (!)

Bu gelişmelere paralel olarak, AKP’nin bir kez daha küresel finansal genişlemeden yaralanarak birkaç yıl daha idare edebileceği, en azından ekonomik krizin hafifleyebileceği ve krizden çıkışın hızlanabileceği yönünde yorumlar yapılmaya başladı.

Tüm bunlar ne anlama geliyor? 17 yıllık siyasal iktidar bir kez daha uluslararası ekonomik konjonktürdeki olumlu (!) gelişmeler sayesinde inişini durdurabilecek, kendinden kopmalara son vererek dağılmasını önleyebilecek mi? Umutlarını ekonomik krize bağlamış bazı çevrelerin hevesi bir kez daha kursağında mı kalacak? Bu ve benzeri sorular muhtemelen siyaset ve ekonomi ile ilgilenenlerin aklındaki sorular bugünlerde. Bu nedenle de yanıtlanmaları gerekiyor.

KRİZ TEK BAŞINA OLUMLU YÖNDE POLİTİK DEĞİŞİMİ SAĞLAMAYA YETMEZ

Öncelikle hiçbir ekonomik krizin, örgütlü, bilinçli bir toplumsal muhalefet ve bu muhalefetin güçlü bir işçi sınıfı hareketiyle desteklenmiş demokratik mücadelesi olmadığı sürece, tek başına bir siyasal iktidarı yerinden etmeye gücünün yetmeyeceğinin altını çizmek gerekiyor. Bu yüzden de değişimin tek başına ekonomik krize bel bağlanarak gerçekleşeceğini ileri sürmek tam anlamıyla politik bir körlüktür.

Diğer yandan uluslararası ekonomik konjonktürün mevcut iktidardan yana olduğunu söylemek (en hafif söylemle) için de çok erken. Buna rağmen bu yönde değerlendirmeler yapılıyor.

Bu değerlendirmeleri yapanlar  gerekçe olarak; dünyadaki faiz oranlarının çok düşük düzeyde olmasını, FED başta olmak üzere büyük ülke merkez bankalarının faiz oranlarını düşürmelerini ve trilyonlarca dolarlık negatif faizli devlet tahvillerinin varlığını öne sürüyorlar.

ÖNCE FED, ŞİMDİ ECB

Bu görüşlerin sahipleri küresel faiz oranları ile ilgili söylediklerinde haksız değiller. Dahası FED ’in ardından dün Avrupa Merkez Bankası’nın da (ECB)  faiz oranlarını düşüreceğini ve yeni bir ‘miktarsal kolaylaştırma’ programını hayata geçireceğini açıklaması paranın bollaşacağının işareti.

The Economist’in haberine göre (5), daha önce 2020 yılının ortasına kadar faizleri yükseltmeyeceğini açıklayan ECB, bu sefer faizleri düşürmenin yanı sıra, bankalara verilecek borcun koşullarının da iyileştirileceğini, vadeyi 2 yıldan 3 yıla çıkartacağını ve Kasım ayından itibaren piyasadan ayda 20 milyar avroluk tahvil satın alacağını (böylece piyasaya para sürüleceğini) açıkladı.

Kısaca görünen o ki, küresel çapta para bollaşacak. Beklenti ise bu bol paranın (Merkez Ekonomilerdeki faiz oranları çok düşük ya da negatif olduğundan) doğallıkla faiz oranlarının, dolayısıyla da paranın getirisinin daha yüksek olduğu ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelere akmaya başlaması. Çünkü bu ülkelerdeki faiz getirisi Merkez Ekonomilerdekindekiyle kıyaslanamayacak kadar yüksek (6).

Bu tarihsel bir gerçeklikle tam örtüşüyor: Emperyalist sömürünün tarihsel olarak en belirgin ve en acımasız biçimlerinden biri az gelişmiş ülkelere verdiği yüksek faizli borçlar.

Ancak bu parasal bollaşma nereye kadar sürer ve daha önemlisi sadece faiz getirisi yüksek olduğu için bu paranın en azından bir miktarı Türkiye’ye yönelir mi?
Bu ancak diğer koşullar sabitken ya da kötüleşmemişken (ceteris paribus) belki mümkün olabilir. Oysa diğer koşullar sabit olmadığı gibi, bir hayli kötüleştiler. Küresel finansal yatırımcı risk iştahı artıyor ama bu iştah yatırımcının ülke risklerini önemsemediği anlamına gelmez.

PARASAL BOLLAŞMANIN NEDENİ?

Bu soruya tekrar geleceğiz ama onun kadar önemli bir diğer soruyu öncelikli olarak ele alalım: Merkez Ekonomilerdeki faiz indirimleri bu ülkelerin ekonomilerinin ve genel olarak küresel ekonominin yeterince toparlandığı ve daha iyi bir durumda olduğu için mi yapılıyor?

Yani küresel Merkez Bankalarının yetkilileri ve bu kurumların ardındaki güç olan finans kapitalin sözcüleri bir araya gelip şöyle bir değerlendirme mi yaptılar:  “Ekonomilerimiz yeterince büyüyor, bizler de yeterince kazanıyoruz. Artık yüksek faizle azgelişmiş ülkeleri daha fazla bunaltmayalım, gelişmelerini önlemeyelim, yeni bir finansal krizi tetiklemekten kaçınalım”. Böyle bir vicdan muhasebesi nedeniyle mi faizleri düşürüyorlar ve parayı bollaştırıyorlar?

Bu soruya verilecek yanıtlar safça olmamalı. Çünkü kapitalist dünyanın yöneticilerinin böyle düşünmediklerini, düşünemeyeceklerini hem teoriden, hem de yaşayarak öğrendik. O halde bilimsel analizlerle ve teorilerle bunun nedenlerini açıklamak gerekiyor.
  
YENİ BİR RESESYON BEKLENİYOR

Hem ABD ve AB gibi Merkez Ekonomilerin, hem de dünyanın genel olarak yeni bir resesyon riskiyle karşı karşıya olduğunu, faizlerin indirilerek sağlanacak bir parasal genişlemeyle bu resesyondan kaçınılmaya çalışıldığını görebiliyoruz. Bir süredir bir çok iktisatçı gibi ben de bu resesyon olasılığı üzerine yazıyorum (7).

Yani tıpkı 2001 yılından itibaren ABD’de yaklaşan resesyonu öngörerek, onu ötelemek için faiz oranlarının üçte iki oranında düşürülmesi (hatta reel faizlerin 2002-2005 döneminde negatif olması), böylece finansal genişlemeye gidilmesi gibi bir durumla (8) karşı karşıyayız. Ama bu kez durum biraz daha ciddi olabilir zira hem ticaret savaşları sürüyor, hem artan gelir ve servet adaletsizliği nedeniyle belli merkezlerde öbeklenen ciddi bir tasarruf fazlası ver, hem de dünya hiç olmadığı kadar borçlu.

Reel ekonomide kârlılığını koruyamayan kapitalizm bunu finansallaşma yoluyla, yani finansal balonlar şişirerek yapıyor. ABD’de de bu yapıldı. Balon uzun vadeli konut kredisi sektöründe şişirildi. Ama hatırlayalım bu balon 2007 yazında patladı ve 1929 Büyük Depresyonunun ardından kapitalizmin gördüğü en derin kriz yaşandı ve bu Uzun Depresyon (9) yıllarca sürdü.

Düşük faizler, negatif faizli trilyonlarca dolarlık tahvil gibi olgular, kökleri 1980’lere (özellikle de 2000’li yıllara) kadar giden böyle bir finansallaşma olgusu ile bağlantılı.

YAPISAL FAKTÖRLER

Britanya Merkez Bankası’ndan iki iktisatçı (10)  faizlerdeki düşüşleri; demografik faktörlere, artan küresel çaptaki eşitsizliklere, yükselen ekonomilerdeki ihtiyatlı tasarruflardan kaynaklanan tasarruf fazlasına, yatırım harcamalarının ve kamusal harcamaların azalmasına bağlıyor ve bu yapısal faktörlerin büyük bir kısmının devam edeceğini ileri sürüyor.

L. Rachel ve L.Summers ise gelişmiş ekonomilerdeki düşük faizleri kalıcı durgunluğa bağlıyorlar. Mevcut düşük faiz oranlarının yüksek kamu borç düzeyini yansıttığını, aslında sadece özel sektör borcu söz konusu olsaydı bu oranların çok daha düşük olacağını ileri sürüyorlar (11).

Bank of International Settlements (BIS) ise (12), tarihsel olarak en düşük düzeydeki uzun vadeli faiz oranlarının bankaların kârlarını düşürdüğünü, böylece üretken bir ekonomi için gerekli olan sermaye birikiminin yavaşladığını ileri sürüyor. Finansal koşulların daha da gevşetilmesi kısa vadede büyümeyi hızlandırsa da bunun hassasiyetleri artıracağının, kaynak etkinliğini ve verimliliği olumsuz etkileyeceğinin ve nihayetinde artık para politikalarının sürdürülebilir bir büyümenin motoru olmaktan çıkacağının altını çiziyor.

Yani faiz oranlarındaki bu düşüklük, sadece Merkez Bankalarının küresel yavaş büyümeye verdiği tepkiden değil, temel başka faktörlerden dolayı da ortaya çıkıyor.  
Kârlılığın düştüğü, küresel borç stoklarının arttığı, dış ticaretin yavaşladığı, küresel eşitsizliklerin, işsizlik ve yoksulluğun arttığı, verimlilik artışının yavaşladığı bir dönemde tek başına parasal bollaşma küresel ekonomide bir iyileşme belirtisi olamaz. 

Olsa olsa bu sorunların neden olacağı bir küresel resesyonu öteleme çabasıdır.
Kısaca bu parasal bollaşma küresel kapitalizmin rahat bir döneme girmesinin değil, yeni bir daralma dönemine girmesinin bir sonucu. Sürdürülebilir bir şey değil. Yakın tarihte bunun örnekleri mevcut. Bu nedenle de bu bollaşma üzerinden az gelişmiş ekonomilerin yeni kaynak sağlama hayalleri suya düşebilir.

…devam edecek: Delikli kova dolar mı?

DİP NOTLAR:

(1)  TCMB, Ödemeler Dengesi Gelişmeleri, Temmuz 2019.
(2)  TCMB, Faiz Oranlarına İlişkin Basın Duyurusu (2019/36, 12 Eylül 2019).
(3)  “TOKİ'den ikinci indirim kampanyası”, http://www.hurriyet.com.tr (13 Eylül 2019).
(4)  TCMB, Beklenti Anketi İstatistikleri, Eylül 2019, s. 5 (14 Eylül 2019).
(5)  “The ECB cuts interest rates and restarts quantitative easing”,  https://www.economist.com (2 September 2019).
(6)  Wolf Richter, “Financial World Gone Nuts: $15 Trillion Negative Yielding Debt”, https://wolfstreet.com (6 August 2019). 
(7)  Mustafa Durmuş, “Dünya ekonomisi yeni bir resesyona giriyor”, http://sendika63.org (28 Ağustos 2019).
(8)  Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, 2013, s. 135.
(9)  Michael Roberts, The Long Depression, Haymarket Books, 2016, s.113-130.
(10)               Lukasz Rachel and Thomas D Smith, “Secular drivers of the global real interest rate”, Bank of England Staff Working Paper No. 571 (December 2015).
(11)               Łukasz Rachel and Lawrence H. Summers, “On Falling Neutral Real Rates, Fiscal Policy, and the Risk of Secular Stagnation”, BPEA Conference Drafts, March 7–8, 2019 , https://www.brookings.edu (14 Eylül 2019).
(12)               Augustin Carstens,  “Time to ignite all engines”, BIS, Press Release, https://www.bis.org/events (30 June 2019).