21 Nisan 2020 Salı
BUYURUN CENAZE NAMAZINA
BUYURUN
CENAZE NAMAZINA
Mustafa
durmuş
21
Nisan 2020
Dün akşamın geç saatlerinde ham petrol vadeli
işlemler sözleşmelerinden (futures), Dow
Jones’tan ve petrole bağlı türev
piyasalardan gelen haberler (Korona
salgını sonrasında son 150 yılın toplam resesyonlarından daha fazla bir ekonomik
küçülme yaşanması öngörülen bir süreçte), piyasalarda tam da “buyurun cenaze namazına”
dedirtecek cinsten bir endişeye neden oldu.
TARİHTE
İLK KEZ HAM PETROL FİYATI EKSİDE
İlk haber ABD’deki bir petrol vadeli işlem
sözleşmesinin fiyatındaki keskin düşüşle ilgili. West Texas Intermediate
(Batı Teksas Petrolü (WTI) adlı şirketin Mayıs ayı
teslimat sözleşme fiyatı – 37,63 dolara kadar düştü (yüzde 100’den fazla bir
düşüş) . Böylece tarihte ilk kez petrolün fiyatı eksiye düştü.
Vadeli işlem sözleşmeleri (futures) aylık periyotlara göre düzenleniyor. Bu keskin
düşüş Mayıs sözleşmesiyle ilgili. Aynı şirketin Haziran teslimatlı sözleşmesi sadece
yüzde 18 düşerek 20 doların biraz üstüne kadar geriledi.
Vadeli İşlem Sözleşmeleri (Futures)
nedir?
Türev
araçların tipik örneklerinden olan bu sözleşmeler organize piyasalarda işlem
gören, belirli bir malın, dövizin veya menkul kıymetin önceden belirlenen bir
fiyattan belirli bir vadede el değiştirmesini içeren sözleşmelerdir. Vadeli
işlem sözleşmelerin organize piyasada işlem görmesi ve bu piyasalar bünyesinde
bir takas mekanizmasının bulunması nedeniyle, vade sonunda fiziki uzlaşıdan
ziyade nakdi uzlaşı geçerlidir. Yani vade sonunda taraflar sözleşmeye konu malı
(örneğin ham petrolü) ve belirlenen bedeli
takas etmez, bunun yerine önceden belirlenen fiyata göre oluşan fark bir
taraftan diğerine transfer edilir.
Kısaca, vadeli bir biçimde büyük çapta ham petrol alımı yapanlara varil başına ilave olarak 37,6 dolar para ödenecek.
Bunun nedeni petrol üretimi henüz azaltılmamışken Koronavirüs nedeniyle enerjiye (dolayısıyla da petrole) olan talebin bıçak gibi kesilmiş olması. OPEC’in 1 Mayıs’tan başlamak üzere günlük petrol üretimini 9,7 milyon varile düşürme kararının da fiyatlardaki düşüşü önlemeye yetmediği anlaşılıyor.
Üstelik çıkartılan petrolün depolanması için yeterli alan da yok. Öyle ki küresel petrol depolama alanlarının yüzde 70’inden fazlası doldurulmuş durumda. Böylece depolama alanları kıtlaşıp maliyetleri birden artınca, dev Amerikan petrol şirketleri vadeli petrol alan ve vadesi dün dolan sözleşmeler için alıcılara üstüne para vermeye başladılar.
Bir başka anlatımla, şirketin bugün sona erecek olan Mayıs vadeli sözleşmesini elinden çıkarmayan yatırımcıların (sözleşme gereği) Mayıs ayı başında bu petrolü teslim alması gerekiyor. Oysa petrol kullanımı çok düştüğünden çıkartılan petrolün ciddi depolama sorunu yaşanıyor. Depolamak için yer bulamayan yatırımcılar da bu petrolü teslim almamak için elindeki sözleşmeyi değerine değil; değerini altına yani üzerine para vermeyi göze alarak elinden çıkarmaya çalıştılar. Bu panik hali de ham petrol fiyatının maliyetinin çok altına düşmesine neden oldu.
Piyasadaki paniği anlatan bir diğer gösterge spot-vadeli fiyat farkının çok artmış olması. Öyle ki petrolün spot piyasa fiyatı ile 1 ay sonraki vadeli işlem fiyatı arasındaki fark normalde varil başına 0.40 - 0.50 doları geçmezken şu anda bu 8-10 dolara kadar çıkmış durumda.
Reuters ajansı dün konuyu şöyle bir espri ile ele
aldı: “Şu anda içi boş bir yüzme havuzunuz varsa, elinde Mayıs ayına ait vadeli
işlem sözleşmesi olan birine kiraya verebilirsiniz”.
TÜREV
ARAÇLAR ZARAR ETTİRİYOR
Petrolun fiyatı eksiye düşünce bunun üzerinden
çıkartılan menkul değerlerin fiyatları da düştü ve türev piyasalarda ticareti
yapılan türev araçlar da zarar etmeye başladılar.
Türev Araçlar (Derivatives) nedir?
Türev
araçlar getirileri (değerleri) başka bir türev araca veya menkul kıymete bağlı
olan finansal araçlardır. Faize, dövize, petrole, hisse senetlerine, emtia
fiyatlarına, kredi alacaklarına dayalı olarak düzenlenirler. Dayalı olduğu
varlığın değerindeki değişmeye bağlı olarak türev aracın değeri de değişir ve
bunun sonucunda kâr (ya da zarar) elde edilir.
Bu
araçlar dört ana kategori altında sınıflandırılıyor: (i) Future sözleşmeler
(ii) Forward sözleşmeler (iii) Opsiyonlar
(iv) Swap sözleşmeleri.
Türev
araçlarının kullanımının iki temel amacı; riskten korunmak (hedging) ve
spekülasyon sonucu kazanç elde etmektir. Riskten korunmak gelecekte ortaya
çıkacak beklenmeyen fiyat hareketlerine karşı bugünden önlem alınmasını,
spekülasyon ise farklı beklentiler sonucunda yüksek kaldıraç (yabancı kaynak) kullanarak kazanç elde edilmesinin
amaçlanmasını anlatır.
Türev
araçlar finansal krizin tetiklenmesinde önemli bir rol oynarlar zira spekülatörlere
yüksek kaldıraç kullanma imkânı verirler. Örneğin bir petrol şirketinin hisselerine
borsada yapılacak yatırımın onda biri ile aynı hisse senedine dayalı türev
araca (vadeli petrol sözleşmesine) yatırım yapılabilmekte ve bu hisse senedinin
değerindeki değişimden kaynaklanan kâr (ya da zarar) aynı tutarda elde
edilebilmektedir. Bu spekülasyon saiki ile işlem yapanların risk iştahını artırır
ve çok büyük riskler üstlenilmesine yol açar.
BORSALAR
DÜŞTÜ
Bu gelişmenin ardından borsalar sert düşüş yaşadı
(Dow Jones 500 puan düştü). Chevron, Exxon Mobil ve Conoco Phillips
Petrol gibi dev Amerikalı ham petrol üretim şirketlerini bünyesinde barındıran Energy Select
Sector SPDR Fund’un değeri yüzde 3 düştü.
Vadeli ham petrol fiyatlarının eksiye düşmesinden çıkartabileceğimiz bazı
önemli sonuçlar olmalı.
KAPİTALİZM HEM
EMEK, DOĞA KARŞITI, HEM DE ANARŞİK BİR SİSTEM
⁕Petrol üretimi küresel ısınma ve iklim krizinin ana nedeni. Kâr amaçlı
olarak bu fosil yakıtın çıkartılmaya devam edilmesi gezegeni ve onun bir
parçası olan insanlar başta olmak üzere, tüm canlıları yok olma tehlikesiyle
baş başa bırakıyor.
⁕Koronavirüsün küresel talep üzerindeki etkisi beklendiğinden çok daha sert
olacak gibi görünüyor. Kapitalist devletlerin trilyonlarca dolarlık talep
artırıcı teşvike yönelmelerinin nedeni talepte (dolayısıyla da kâr
realizasyonunda) yaşanacak bu büyük sıkıntı.
Diğer taraftan, bazı hükümetler bu sorunu hanelere doğrudan gelir transferi
yaparak aşmaya çalışırken, neo-liberalizme göbekte bağımlı hale gelmiş diğer
bazı hükümetler hanelere daha fazla kredi kullandırtma yoluna başvuruyorlar. Bu
hükümetler sorunu çözmek yerine, sorunu öteliyorlar, insanları daha da
borçlandırırken bankaları mutlu ediyorlar.
⁕Bu sorun kapitalist
krizlerin bir göstergesi olan aşırı
üretim
sorununu gün ışığına çıkarttı. Aşırı üretim piyasaya arz edilen ürüne olan talebin üzerinde bir üretimin var
olduğu bir durumdur. Bu durum fiyatların düşmesine ve stokların artmasına neden
olur. Yani, aşırı üretim satılamayan mal stoklarının birikmesi, tüketime
nazaran üretimdeki aşırılık demektir.
Ekonomik krizlere de neden olan aşırı üretim kapitalizme özgü bir durumdur. Çünkü
kapitalizm öncesi toplumlarda aşırı üretim bir refah, zenginlik artışı
göstergesidir. Buna karşılık kapitalist toplumda (üretimin kâr için yapılması nedeniyle), aşırı üretim
sonucunda bazı mallar satılamaz, dolayısıyla kâr realize edilemez, kriz çıkar. Yani zorunlu
olarak, üretim fazlalığı kârın oluşumunu sekteye uğratır, hatta petrol
örneğinde olduğu gibi zarara neden olur.
⁕Bu gelişme Klasik İktisat Kuramı içinde yer bulan
Say Kanunu’nun (18 -19.Yüzyıllar)
geçersizliğini bir kez daha doğrulatmıştır. Bu kanuna göre, talebi olan bir maldan daha fazla
üretim yapıldıkça, bu diğer mallar için daha fazla talep yaratır. Böylece her
arz kendi talebini yaratır. Bu bağlamda aşırı üretim biçiminde bir sorun
kapitalist piyasa ekonomilerinde doğmaz. Petroldeki son gelişme bu kanunun bu
çıkarımını bir kez daha çürütmüştür.
⁕Kapitalizmin temel kanunu olduğu varsayılan Arz-Talep Kanunu genel geçer
bir kanun değildir. Çünkü konut, altın ve döviz piyasalarında olduğu kadar
petrol ve petrol ürünleri piyasalarında da geçerli değildir. Öyle ki fiyatlar
düştüğünde petrole olan talep artmıyor, düşüyor. Bu gelişme bu kanunu da
sorgulatır niteliktedir.
⁕Kapitalizm (ileri sürüldüğü gibi) rasyonel bir sistem değil, irrasyonel
(akıl dışı) ve bir o kadar da anarşik bir sistemdir. Teoride sözü edilen makro
arz-talep dengesi gerçekte hiçbir zaman kurulamamaktadır.
⁕Petrol üzerinden yaratılan türev araçlar son 40 yıllık finansallaşmanın en
spekülatif araçlarıdır. Böyle bir finansallaşma
1970’lerin ortalarından itibaren kapitalizmin içine düştüğü kâr oranlarının
azalması şeklinde görülen krizlerine bir çözüm olarak getirilse de kendi bizzat
krizin tetikleyicisi olmuştur. Yani 2008 krizinde bu tetiği vadeli konut
kredisi çekerken, bugün özel sektör ve devlet borçları, öğrenci borçları bu tetikçiliğe adaydır. Yarın petrole ya da
başka ürünlere dayalı türev araçlar piyasası bu tetiği çekebilir.
⁕Bünyesinde kriz üreten mekanizmaları barındıran ve 1845 yılından bu yana
sürekli krizlere giren kapitalist sistem krizsiz, etkin- verimli,
eşitlikçi-adaletli, emek, doğa ve farklı kimliklere dost, toplumsal cinsiyet
eşitlikçi bir başka sistemle değiştirilmediği sürece iklim krizi, Koronavirüs
gibi biyolojik krizler, burjuva demokrasisinin krizi, sosyal krizler ve
ekonomik krizlerle yüzleşmeye devam edeceğiz.
KORONA GÜNLERİNDE IMF KİMLER İÇİN ÇARE OLABİLİR?
KORONA
GÜNLERİNDE IMF KİMLER İÇİN ÇARE OLABİLİR?
Mustafa
Durmuş
19
Nisan 2020
Koronavirüs
salgını neo-liberalizmin iflasını sergilerken, kapitalist sistemin kriz
dinamiklerini ve çelişkilerini de açığa çıkartarak dünyayı derin bir ekonomik
ve finansal krize doğru sürüklüyor.
Bir yandan
bazı devletler gümrüklerinde birbirlerinin maskelerine, solunum cihazlarına ve
tıbbi malzemelerine el koyuyor, diğer yandan da yaygın bir biçimde böyle bir
küresel salgınla ancak küresel çapta alınabilecek önlemlerle ve uluslar arası
kuruluşların koordinasyonu ile baş edilebileceği ileri sürülüyor.
Bu söylemde
kast edilen Dünya Sağlık Örgütü gibi örgütler değil. Çünkü bu örgüte yapılan
eleştirilerin ve ABD’nin bu örgüte yaptığı yardımı kesmesinin ardından salgınla
mücadelenin adeta “benden sonrası tufan” mantığıyla yürütülmekte olduğu
anlaşılıyor.
Nitekim
sınırlarını diğer ülkelerin insanlarına kapatan her ülke kendi önlemlerini
almaya çalışıyor. Uluslar arası dayanışma örnekleri ise Küba’nın bazı ülkelere
gönderdiği sağlık personeli ve sağlık hizmeti desteği ya da sembolik maske vs
sunumuyla sınırlı kalıyor. Bireyciliğin ve piyasacılığın bilinçli bir biçimde
bu denli yaygınlaştırıldığı, toplum olma fikrinin bu denli aşağılandığı bir
dünyada bu sonuçlar sürpriz olmamalı. Ektiğimizi biçiyoruz.
IMF tekrar devrede
Kapitalistlerin
aklı, önce insan ya da halk sağlığı korunmalı ve bu yönde uluslararası bir
dayanışma yapılmalı şeklinde düşünmüyor. Tersine, öncelikle üretimin,
ticaretin, kârların, sermayenin, servetin korunması hedefleniyor.
Bunun için
de Mayıs ortalarından itibaren başta Avrupa olmak üzere dünyada Korona
karantinası ya da kapanmaları gevşetilecek, aşamalı bir biçimde üretime,
ticarete ve sermaye birikimine kaldığı yerden devam edilecek. Üstelik bunun
ikinci bir salgın dalgasını tetiklemesi bir hayli muhtemel olsa da bu
yapılacak.
Ancak,
ülkelerin bir başına bu çapta bir ekonomik kriz ile baş edebilmeleri mümkün
değil. Çünkü kapitalist küreselleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak her
ekonomi artık birbirine 100 yıl öncesinden çok daha fazla bağımlı. Birinde olan
diğerlerini de etkiliyor. 1929 Büyük Depresyonunun ancak üç yılda tüm dünyaya
yayılırken, 2008 finansal krizinin yayılmasının sadece üç hafta aldığını
unutmamak gerekiyor.
Bu kriz daha derin, daha hızlı
Yani bu kez
ekonomik kriz çok daha hızlı ve çok daha derin ilerliyor, yayılıyor. Belki de
kapitalizmin tarihinde ilk kez hem talep, hem de arz, her ikisi de deyim
yerindeyse çöktü. Üstelik dünya böyle bir krize devletlerin, ama asıl olarak da
özel şirketlerin çok yüksek borçlarıyla yakalandı. Yani küresel bir finansal
kriz de sırasını bekliyor.
Türkiye
başta olmak üzere “Yükselen Ekonomiler” diye adlandırılarak gönülleri alınan
geri bıraktırılmış ülkeler ise bu krizi yüksek işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra,
ülkelerinden yüksek sermaye çıkışları, hızla yükselen döviz kurları, yüksek dış
borç stoklarıyla ve daha da artmış olan gelir eşitsizlikleriyle ve devasa
işsizlikle karşılamak zorundalar.
Fed ABD finans kapitali için çalışıyor
Finansal bir
çöküş tehlikesini önlemek gerekçesiyle ABD merkez bankası FED, yaptığı devasa
miktarsal kolaylaştırma ve faiz indiriminin yanı sıra, swap ve repo hatlarını
açtı. Ancak aralarında Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın da bulunduğu bazı
merkez bankalarına kullandırılan ulusal para / döviz swap ya da reposu ile
sağlanan böyle bir döviz likiditesi beklendiği gibi kullanan ülkelerin derdine
deva olmadı.
Çünkü
öncelikle bu operasyon Amerikan ekonomisinin ve finans kapitalinin çıkarlarını
korumaya dönük olarak işletiliyor. (1) İkinci olarak bu imkândan
yararlanabilmek için ülkelerin elinde teminat olarak gösterebileceği ABD devlet
tahvilinin olması gerekiyor. Bu nedenle de örneğin Türkiye elindeki ABD devlet
tahvili kadar, yani en fazla 2,8 -3 milyar dolar civarında bir döviz likiditesi
sağlayabiliyor. (2)
Oysa ülkede,
çok kısa vadede kapanması gereken onlarca milyar dolarlık bir döviz açığı var.
Buna karşılık turizm ve ihracat gibi döviz sağlayan sektörler krizde. Üstelik
de Merkez Bankası’nın net gerçek rezervleri 1 milyar doların altına inmiş.
Böyle olunca 2-3 milyar dolarlık bir kredi ihtiyacın onda birini bile
karşılamaya yetmiyor.
IMF imaj yeniliyor
Tam da bu
ihtiyaçtan dolayı, IMF bugünlerde, tekrardan yıldızı parlayan, en son
başvurulacak bir kurum ya da merci haline gelmeye başladı. Bir süredir, küresel
çaptaki gelir bölüşümü adaletsizliğini, kayıtdışı istihdam ve kötü çalışma
koşullarını ve kadınlara karşı ayrımcılığı eleştiren kadın başkanıyla imajı da
tazelenince, sağdan sola ana akım politikacılar IMF’ye yardım için başvurmanın
haklı gerekçelerini oluşturmaya ve bu konuda toplumu ikna etme çabalarına
girişmeye başladılar.
Örgütün
yayınladığı raporlar da IMF’ye başvurmanın kaçınılmaz hale geldiği fikrini
güçlendirmeye yarıyor. Öyle ki son raporu sermayedarların ve politikacıların
gelecek ile ilgili endişelenmeleri için yeterli. Böyle bir endişe ve korku da
hükümetleri (yerli sermaye gruplarının da teşvikleri ve baskılarıyla) örgüte
başvurmaya yöneltiyor.
Raporlar IMF’ye yönelimi güçlendiriyor
Bu
raporlardan birine göre (3); 2020 yılında dünya ekonomisi yüzde -3 oranında
daralacak (diğer taraftan örgüt 2021 yılında yüzde 5,8’lik bir pozitif bir
büyüme bekliyor). Merkez Ekonomiler adı da verilen gelişkin ekonomilerde bu
daralma yüzde - 6,1 olacak. Örgüt aynı zamanda karantina süresinin uzaması ya
da ikinci bir salgın dalgasının ortaya çıkması halinde 2020 daralmasının daha
da şiddetli olabileceğini de öngörüyor.
Örgüt ayrıca
2020 yılında görülecek olan resesyonun 1929 Büyük Depresyonundan bu yana
görülen en derin (2008 Büyük Resesyonundan daha şiddetli) olacağını ve küresel
ekonomideki toplam kaybın 9 trilyon doları bulacağını (mevcudun yaklaşık onda
biri, Japonya ve Almanya’nın milli gelirlerinin toplamı) öngörüyor.
ABD’de ekonomik genişlemenin sonu
Böylece dünya
ekonomisinin en önemli sürükleyicilerinden biri olan ve bu yıl yüzde – 5,9
küçülmesi beklenen ABD ekonomisindeki uzunca bir süredir yaşanmakta olan
genişlemenin sonuna gelindiği de anlaşılıyor. Sadece 4 haftada işsizlik
başvurusunda bulunanların sayısının 22 milyonu bulduğu bu ülkede (4) İkinci
Dünya Savaşından bu yana en büyük daralmanın yaşanması öngörülüyor. (5)
IMF,
salgının olumsuz ekonomik etkilerinin Yükselen Ekonomilerde çok daha fazla
olacağını ve bu ekonomilerin bazılarında (örneğin Meksika’da ) küçülmenin yüzde
- 7’ye yaklaşacağını ileri sürüyor. Türkiye ekonomisinin ise 2020 yılında yüzde
- 5 küçülmesini bekliyor.
Dünya
ekonomisinin diğer büyük sürücüsü konumundaki Çin ise bu yılın ilk çeyreğinde
yüzde - 6,8 küçüldü ve böylece 1992 yılından bu yana ilk ekonomik küçülmesini
yaşadı. (6) IMF raporuna göre Çin ekonomisi bu yıl sadece yüzde 1,2
büyüyebilecek.
1 trilyon dolarlık yardım paketi
IMF Korona
salgının ardından, öncelikli olarak uluslar arası bir işbirliği altında para
politikası ve regülasyonların yanı sıra, koordineli ve senkronize olmuş küresel
mali teşviklerin ve önlemlerin hayata geçirilmesi gerektiğinin altını çizdi.
Ardından bu
yönde alınacak mali önlemlerin uygulanabilmesi için de üye ülkeler tarafından
kullanılmak üzere 1 trilyon dolarlık bir kredi programı hazırladı. Bu paranın
50 milyar dolarının Yükselen Ekonomilere ve 10 milyar dolarının çok düşük
gelirli ülkelere; çok düşük faiz ve uygun ödeme koşullarına sahip krediler
biçiminde verileceğini açıkladı. (7)
Ayrıca
IMF’nin böyle zamanlarda devreye sokabileceği Hızlı Finansman Enstrümanı (RFI)
adlı bir aracı da var. Bu aracı Korona salgınının yarattığı sorunları çözmek
için biraz daha genişletmiş bir şekilde kullandırması bekleniyor.
Bu program
altında üye ülkeler normal zamanlardan daha fazla miktarda kredi
kullanabiliyorlar. Bu kredilerin koşullarının; hem ön ödemesiz dönemin ve geri
ödeme vadelerinin uzunluğu, hem de IMF standby şartlarına uymayı gerektirmemesi
nedeniyle, daha uygun bir finansman imkânı olduğu ileri sürülüyor.
IMF pratikte
bu imkândan yararlanma limitini ülke kotasının yüzde 150’siyle sınırlamış
bulunuyor. Bu anlamda Türkiye’nin 4.659 milyon SDR’lik kotasının 1,5 katı kadar
yani 6.346 milyar SDR ( yaklaşık 9,5 milyar dolar) kullanabileceği ve bunun
için başvurması öneriliyor. (8)
Özel Çekme Hakları (SDR)
Son olarak,
IMF’nin finansal kaynakları 790 milyar dolar ile sınırlı olsa da, üye ülkelerin
döviz rezervlerini artırabilecek Özel Çekme Hakları Hakları (SDR) gibi önemli
bir aracı var. Bir tür IMF parası olan ve beş büyük ülke ulusal para
birimlerinden oluşan bir sepete göre değer biçilen bu paranın büyük çapta
artırılarak üye ülkelere kullandırılması söz konusu.
Bu yönde,
önümüzdeki Mayıs ayı başında toplanacak olan G20 ülkelerinin liderlerinin,
IMF’nin üye ülkelere 500 milyar SDR’lik (yaklaşık 683 milyar dolarlık) bir
tahsis yapmasını sağlaması için öneride bulunması bekleniyor. Bu operasyondan
bekleneninse üye ülkelerin yetersiz döviz rezervlerinin güçlendirilmesi ve ülke
yönetimlerinin kendilerine olan güveninin artırılması olduğu ileri sürülüyor.
(9)
IMF’ye biçilen “yeni” rol
Hintli
iktisatçı Jayati Ghosh pandemi sonrası derinleşen ekonomik ve finansal krize
karşı IMF’ye önemli görevler düştüğünü ileri sürüyor. Ona göre IMF
kaynaklarının da kullanılarak onun koordinasyonu altında üç şey acilen hayata
geçirilmeli (10):
(i) IMF
üyelerine 1-2 trilyon SDR’lik (1,4 - 2,7 trilyon dolarlık) bir SDR tahsisatı
yapmalı. Bu tahsisat her hangi bir şarta bağlanmamalı, ülkeler kotalarının
büyüklüğüne göre bu döviz likiditesinden yararlanabilmeli (Ghosh bu çaptaki bir
likiditenin küresel bir enflasyona yol açmayacağını, tersine küresel arz
darboğazını genişleteceğini düşünüyor.
(ii) Dış
borçlar yeniden yapılandırılmalı ve bazı azgelişmiş ülkelerin borçları
silinmeli.
(iii)
Hükümetlerin daha sıkı sermaye kontrolleri yapabilmesine izin verilerek
yükselen ekonomilerde bir finansal krizin çıkması önlenmeli.
Böyle bir
imkânın rezervleri erimekte olan Türkiye ekonomisi ve Türkiye sermayesi
açısından ne denli önemli olduğunu tahmin edebiliriz. Nitekim liberal
iktisatçılar kadar, özel sektöre nakit akışı sağlanmasını ve desteklerin hayata
geçmesini isteyen iş insanları da, giderek artan bir biçimde (kontrollü para
basılmasının yanı sıra), IMF’den kredi kullanılmasının gerektiğini savunmaya
başladılar.(11)
Türkiye IMF’ye gidecek kadar zorda mı?
Bir yandan
kısa vadeli borç stoklarının yüksekliği, diğer yandan bu yıl için öngörülen 10
milyar dolar civarındaki cari açık; bir yandan ihracat, turizm ve yurt dışı
müteahhitlik hizmetleri sektörleri gibi döviz yaratan sektörlerin ciddi krizde
olması, diğer yandan özellikle de KOİ projeleri yüzünden büyük boyutlara ulaşan
döviz cinsinden dış borçlar ve Hazine üstlenimlerinin varlığı; bir yandan
yılbaşından 10 Nisan’a kadarki yaklaşık 3,5 aylık bir sürede ülkeden
yabancıların portföy satışları biçiminde 7,5 milyar doların çıkmış olması,
diğer yandan erime noktasına gelmiş olan Merkez Bankası’ndaki döviz rezervleri
gibi gerçekler ülkeyi yönetenlerin ve finans kapitalin ve döviz cinsinden borcu
olan irili ufaklı özel şirketlerin kabusunu oluşturuyor ve onların
perspektifinden neden IMF’ye gidilmesi gerektiğinin yanıtını oluşturuyor.
Dış borç
geri ödemelerinin hızlanacağı Mayıs ayı gelmeden dahi döviz kurundaki bu
yükseliş de bu gerçekliği yansıtıyor.
170 milyar dolar dış borç ödenecek
Resmi
veriler bu durumu net olarak gösteriyor: Merkez Bankası’nın (2020 Şubat sonu
itibarıyla) kısa vadeli borç verilerine göre; 2020-2021 yılını kapsayan dönemde
Türkiye’nin ödemesi gereken dış borç miktarı 168,5 milyarı doları aşıyor. Bunun
yüzde 61’i yani 102,8 milyar dolarlık kısmı kısa vadeli borç niteliğinde.
Toplam borçların yüzde 73,9’unun özel sektöre ait (12) olması dış borçlu
şirketlerin ve bankaların karşı karşıya bulunduğu tehlikeye işaret ediyor.
30 milyar dolarlık döviz açığı
Net gerçek
döviz rezervleri ise (net döviz rezervlerinden TL/döviz swapları düşüldükten
sonra geriye kalan kısım) erimiş durumda. Öyle ki Şubat sonu itibariyle Merkez
Bankası’nın net döviz rezervleri 38,7 milyar dolar, buna karşılık TL/döviz
swapları 25,8 milyar dolar. Buna 1,1 milyar dolarlık TL/altın swapları da dâhil
edildiğinde bu rakamdan indirilmesi gereken tutar 26,9 milyar doları buluyor.
10 Nisan itibarıyla net rezervlerinin 27 milyar dolara kadar düştüğü (13)
dikkate alındığında elde gerçek anlamda döviz rezervi kalmadığı anlaşılıyor.
Somut olarak, ülkenin 2020-2021 yılı için (borcu borçla çevirme imkânı da
kullanılarak) ortalama 30 milyar dolara yakın bir döviz açığı olduğu görülüyor.
(14)
Bu
nedenlerle, Türkiye’de bugünlerde IMF’nin neredeyse sosyal demokrat bir örgüte
dönüştüğünü ileri sürebilen ve buradan hareketle krizden kurtulabilmek için
IMF’den yardım almaktan başka çare olmadığını ileri süren bazı liberal
iktisatçılar ve siyasetçiler tekrar boy göstermeye başladılar.
Bu sadece
Türkiye ile sınırlı değil. Örneğin yukarıda sözü edilen Ghosh da (15) IMF’nin
“1945 yılındaki kuruluş amacına uygun işlevleri yerine getirmekte başarısız
kaldığını, oysa bugün Covid-19 salgınına karşı yürütülecek uluslar arası
koordineli bir mücadele programına ciddi katkı verebileceğini, böylece de bir
kefaret ödeme şansının doğduğunu ileri sürüyor. Bunun için örgütün gereksiz
kemer sıkma, sermaye akımlarının serbestleştirilmesi ve bazı ülkelere karşı
taraflı tutum alınması gibi eski kötü fikirlerinden ve alışkanlıklarından
vazgeçmesi gerektiğini” ileri sürüyor.
Venezüella’ya IMF engeli
Ghosh’un
kast ettiği taraflı tutum örgütün Venezüella’ya karşı takındığı tutum. Zira
geçen yıl örgüt Venezüella hükümetinin 400 milyon dolara denk düşen SDR
kullanım hakkını engellemişti. (16)
IMF bu yıl
da Venezüella Hükümetinin yardım talebini geri çevirdi. Ülkenin Korona
pandemisi sırasında IMF’den 5 milyar dolarlık kredi almak için yaptığı
başvuruyu (bu hükümeti meşru görmediği gerekçesiyle) (17) reddetti. Üstelik bu
ülke binde 78’lik bir kotaya sahip IMF üyesi bir ülke (18) olmasına rağmen bunu
yaptı.
Venezüella,
tarihte Küba’dan sonra ABD’nin en ağır ekonomik ve politik yasaklamalarına
uğrayan ikinci ülke konumunda. Ülkenin yurt dışındaki bankalardaki yaklaşık 7
milyar dolarlık bir dövizi uzunca bir süredir, ABD’nin koydurduğu blokaj
nedeniyle kullanılamıyor. Ülke yıllardır gıda ve ilaç başta olmak üzere birçok
temel malla ilgili olarak (bu ülkeye ihracatın yasaklanması nedeniyle) kıtlığa
ve açlığa mahkûm edilmiş durumda.
Bu iki
gerçek bir arada düşünüldüğünde IMF’nin uluslararası finansal istikrarı
sağlamak görüntüsü altında sağladığı yardımların bazı ülkeleri hizaya sokmak ya
da cezalandırmak için kullanıldığı görülüyor. Bu durum ortada iken IMF’nin değişmekte
olduğunu ileri sürerek, ona hiçbir zaman sahip olmadığı ya da olamayacağı
misyonlar yüklemek (iyi niyeti de olsa) dünya halklarını kandırmaya hizmet
eder.
Ya da
“IMF’nin Hızlı Finansman Aracı kapsamında bedavaya, hiçbir koşula
bağlanmaksızın alınabilecek 6 milyar dolar anlamına geldiği için çok aptalca
gözüküyor” (19) biçimindeki üstenci sözler emperyalist ikiyüzlülüğü yansıtıyor.
Koronavirüs ekonomik krizin nedeni değil
Burada
öncelikli olarak açığa çıkartılması gereken şöyle bir gerçek var: Türkiye
Korona salgını öncesinde hali hazırda çok ciddi bir dış borç krizi ve buradan
hareketle artan döviz kurları yüzünden ciddi bir finansal kriz ile karşı
karşıya idi.
17 yıldır
izlenen neo-liberal birikim stratejisi ve buna uygun politikalar emperyalizme bağımlı
Türkiye ekonomisinin kırılganlıklarını iyice ortaya çıkartmıştı. Son dönemlerde
döviz kurunun daha fazla yükselmesi ise, hem uluslar arası TL/döviz swap
piyasalarından kullanımlar, hem de Merkez Bankası’nın kamu bankaları ile arka
kapıdan yaptığı döviz alış ve satışları ile önlenmeye çalışılıyor, bu da Merkez
Bankası’nın döviz rezervlerinin erimesiyle sonuçlanıyordu.
Kısaca
bugünkü ekonomik ve finansal krizin nedeni Koronavirüs değil. Bu gerçekle
yüzleşmeden, ekonomik ve sosyal krizin gerçek sorumluları sorgulanmadan,
sonuçlar üzerinden “IMF’ye gitmekten başka çarenin olmadığını” ileri sürmek
ciddi bir yanlış.
IMF kimleri kurtaracak?
İkinci
olarak IMF’ye giderek kimler kurtarılacak? IMF’den sağlanacak olan likidite ile
kimlerin milyarlarca dolarlık dış borçları, hangi uluslararası bankalara
ödenecek? Kurtarılacak olan ekonomide açlık sınırının altında ücretlerle
işçiler işbaşı yapacaksa, bu işçiler kurtarılmış mı olacak? Kurtarılacak
sektörler ya da şirketlerde açlık sınırının altında, ağır bir sömürüye tabi
tutularak çalıştırılacak işçilere üzerinden yaratılacak kârlar ekonomiyi
büyüttüğünde tüm toplumun refahı artmış mı olacak?
Bu soruları
sormak sınıfsal bir perspektifi gerektiriyor. Bu perspektife sahip
bulunmayanlar ve toptancı bir bakış altında “hepimizin aynı gemide olduğu”
masalına inananlar; büyük çapta bir döviz likiditesi imkânından yararlanarak
kendilerini kurtarırken, bunun bedelini emekçilere ödetmek isteyen büyük
sermaye gruplarının sözcülüğünü yapmış olurlar.
20 inci kez
IMF kapısına gidilir (2001 krizi sonrasında olduğu gibi) ve alınan yardımla bir
kez daha krizden çıkılır ve yeni bir kriz patlayana kadar çark dönmeye devam
eder. Sonra bir kriz daha çıkar, makara başa sarılır. Bu arada örgütsüz
emekçiler, halklar, gençler, kadınlar, kısaca toplumun çok büyük bir kısmı bir
kez daha bedel öder.
İstediğimiz
bu mudur, yoksa krizsiz, sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi ve adaletli bir ülke
midir?
Dip notlar:
(1) Jayati Ghosh, “COVID-19 is the IMF’s Chance for
Redemption”, https://www.project-syndicate.org/…/how-imf-can-lead-global… (9 April 2020).
(2) Hilal Sarı, “Swap, repo, o da olmadı IMF şart”, https://www.dunya.com (9 Nisan 2020).
(3) IMF, World Economic Outlook, The Great Lockdown (April 2020), https://www.imf.org/…/…/WEO/Issues/2020/04/14/weo-april-2020.
(4) “U.S. now has 22 million unemployed, wiping out a decade of job gains”, https://www.washingtonpost.com (17 April 2020).
(5) Bu konuda hem dünya ekonomisinde, hem de ABD ekonomisinde beklenen küçülme ile ilgili olarak ayrıntılı bir analiz için bak: Michael Roberts, “The post-pandemic slump”, https://thenextrecession.wordpress.com (13 April 2020).
(6) https://www.wsj.com/…/china-set-to-report-plunge-in-first-q… (17 April 2020).
(7) Kristalina Georgieva, “Policy Action for a Healthy Global Economy”, https://blogs.imf.org (16 March 2020).
(8) “Covid - 19, Para Basımı ve IMF'nin Yeni İmkânı”, mahfiegilmez.com/…/covid-19-para-basm-ve-imfnin-yeni-imkan.….
(9) Christopher G. Collins and Edwin M. Truman, “IMF's special drawing rights to the rescue”, https://www.piie.com/…/r…/imfs-special-drawing-rights-rescue (10 April 2020).
(10) Ghosh, agm.
(11) https://www .dunya.com) / Haberler (https://www .dunya.com/ IMF alerjimizden vazgeçelim (10 Nisan 2020); https://www.dunya.com/…/mf-kaynag-ve-para-basma-seceneg-deg… (15 Nisan 2020).
(12) https://www.tcmb.gov .tr/wps/wcm (18 Nisan 2020).
(13) Alaattin Aktaş, ““IMF’ye ihtiyaç var mı?”, https://www.dunya.com (17 Nisan 2020).
(14) Agm.
(15) Ghosh, agm.
(16) https://www.bloomberg.com/…/imf-freezes-venezuela-funds-as-… (10 April 2019).
(17) Paul Dobson, “Venezuela announces 6-month rent suspension, guarantees workers’ wages, bans lay-offs”, https://www.globalresearch.ca (24 March 2020).
(18) IMF, “IMF Members' Quotas and Voting Power, and IMF Board of Governors”, https://www.imf.org (15 April 2020).
(19) https://ahvalnews.com/…/unlu-ingiliz-ekonomistten-albayraka… (18 Nisan 2020).
(2) Hilal Sarı, “Swap, repo, o da olmadı IMF şart”, https://www.dunya.com (9 Nisan 2020).
(3) IMF, World Economic Outlook, The Great Lockdown (April 2020), https://www.imf.org/…/…/WEO/Issues/2020/04/14/weo-april-2020.
(4) “U.S. now has 22 million unemployed, wiping out a decade of job gains”, https://www.washingtonpost.com (17 April 2020).
(5) Bu konuda hem dünya ekonomisinde, hem de ABD ekonomisinde beklenen küçülme ile ilgili olarak ayrıntılı bir analiz için bak: Michael Roberts, “The post-pandemic slump”, https://thenextrecession.wordpress.com (13 April 2020).
(6) https://www.wsj.com/…/china-set-to-report-plunge-in-first-q… (17 April 2020).
(7) Kristalina Georgieva, “Policy Action for a Healthy Global Economy”, https://blogs.imf.org (16 March 2020).
(8) “Covid - 19, Para Basımı ve IMF'nin Yeni İmkânı”, mahfiegilmez.com/…/covid-19-para-basm-ve-imfnin-yeni-imkan.….
(9) Christopher G. Collins and Edwin M. Truman, “IMF's special drawing rights to the rescue”, https://www.piie.com/…/r…/imfs-special-drawing-rights-rescue (10 April 2020).
(10) Ghosh, agm.
(11) https://www .dunya.com) / Haberler (https://www .dunya.com/ IMF alerjimizden vazgeçelim (10 Nisan 2020); https://www.dunya.com/…/mf-kaynag-ve-para-basma-seceneg-deg… (15 Nisan 2020).
(12) https://www.tcmb.gov .tr/wps/wcm (18 Nisan 2020).
(13) Alaattin Aktaş, ““IMF’ye ihtiyaç var mı?”, https://www.dunya.com (17 Nisan 2020).
(14) Agm.
(15) Ghosh, agm.
(16) https://www.bloomberg.com/…/imf-freezes-venezuela-funds-as-… (10 April 2019).
(17) Paul Dobson, “Venezuela announces 6-month rent suspension, guarantees workers’ wages, bans lay-offs”, https://www.globalresearch.ca (24 March 2020).
(18) IMF, “IMF Members' Quotas and Voting Power, and IMF Board of Governors”, https://www.imf.org (15 April 2020).
(19) https://ahvalnews.com/…/unlu-ingiliz-ekonomistten-albayraka… (18 Nisan 2020).
Etiketler:
Covid-19,
dış borç krizi,
finansal kriz,
IMF,
Jayati Ghosh,
Koronavirüs,
Özel Çekme Hakları,
SDR
14 Nisan 2020 Salı
KORONA GÜNLERİNDE OTORİTER SİYASET VE PİYASACILIK
KORONA GÜNLERİNDE
OTORİTER SİYASET VE PİYASACILIK
Mustafa Durmuş
13 Nisan 2020
Bir yandan Tekalif-i Milliye Emirleri tek tek
okunarak ülkenin adeta bir Kurtuluş Savaşı vermekte olduğu, yani bir savaş hali
içinde olduğu algısı yaratılıyor, diğer taraftan hem Korona salgınının kendi,
hem de ardından gelen büyük ekonomik kriz ve yıkımla mücadele, büyük sermayenin
ve piyasaların talepleri doğrultusunda (devletin de desteğiyle) “bırakınız
yapsınlarcı piyasa ekonomisine” (1) terk ediliyor.
MİLİTARİST DİL
Sadece Türkiye’de değil, Dünyadaki bazı diğer
ülkelerde de siyasal iktidarlar Koronavirüs salgınıyla mücadele sırasında
özellikle militarist bir dili, savaş dilini ve söylemini kullanıyorlar.
Büyük
medyada da “virüsle savaşıyoruz”, “virüs tüm dünyayı işgal etti”, “vücudumuzun
virüse karşı savunma mekanizması” ve
“ekonomik istikrar kalkanı” gibi savaş dönemlerini çağrıştıran sözcükler
ve ifadeler sıklıkla yer alıyor.
Böyle
bir dil ya da söylem politik alanda, militarizmi güçlendirmeyi ve toplumsal
dayanışmayı etkisiz kılmayı amaçlıyor.
Çünkü bu dil hem merkeziyetçi devlet yapısını, hem de militarist
hiyerarşiyi güçlendirmeye yarayan çağrışımları içeriyor. Ayrıca iktidarların
hem o ana kadarki militarist tutumlarını meşrulaştırmaya, hem de bundan sonrasında atacakları aynı
yöndeki adımlar için toplumu hazırlamaya hizmet ediyor. Böylece insanların
özgürlüklerinden kolayca vazgeçebilmelerini istiyorlar.(2)
OTORİTERLEŞME
YÖNELİMİ ARTTI
Sorun
sadece kullanılan dil ile sınırlı da değil çünkü Koronavirüs ile birlikte
otoriterleşmeye yönelim de arttı. Geçtiğimiz bir ay içinde 10’dan fazla ülkedeki
parlamentoların faaliyetleri geçici ya da tamamen durduruldu. Bazı rejimler
insan haklarını ve özgürlüklerini baskılamak için salgını bir fırsat olarak
kullanıyorlar.
Örnek
olarak; Macaristan devlet başkanına, ülkeyi kanun hükmündeki kararnamelerle yönetme
yetkisi verildi. Bu durum devlet başkanı eliyle yapılmış bir Koronavirüs darbesi
olarak nitelendiriliyor. Yolsuzluklarla suçlanan İsrail başbakanı virüsle
beraber tüm mahkemelerin faaliyetlerine ara vererek (geçici de olsa), bu
suçlamalardan ötürü yargılanmaktan kurtuldu. Filipinler devlet başkanı ise
sıkıyönetim dönemini aratmayacak yetkilere sahip oldu. Daha kötüsü sadece
otoriter rejimler değil, demokrasi olarak nitelendirilen birçok ülkede de güvenlikçi
gözetleme ve polisin sert davranışları alarm veriyor. Bu gelişmelerin sonucunda
dünyada 500 milyondan fazla insan temsil edilmez bir konuma düşerken, 1,7
milyar insan çok kısıtlı olarak temsil edilebiliyor. (3)
NEO-LİBERALİZM
ÇÖKÜYOR
Artık neo-liberalizmin (başta ideolojisi olmak
üzere) gözden düştüğü, hatta çöküş sürecine girdiği ileri sürülüyor. Çünkü
küresel kapitalizm son ekonomik krizi olan 2008 Büyük Resesyonundan çıkamadan, çok
daha derin bir ekonomi krize doğru hızla sürükleniyor.
Öyle ki uluslar arası raporlara göre, başta Merkez Ekonomiler
olmak üzere dünyanın birçok ekonomisinde faaliyetler en az üç ay boyunca yarı
yarıya azalacak. Üretim, tüketim,
ticaret ve yatırım faaliyetleri belirgin bir biçimde düşerken ulusal hâsıla
ortalama yüzde 20 oranında küçülecek.
Virüse karşı aşının bulunmasıyla ilgili henüz bir
olumlu gelişmenin olmadığı bir süreçte, bu gelişmeler özel yatırım ve tüketim
harcamalarının ciddi olarak azalmasıyla sonuçlanırken, devletler açısından
vergi gelirleri düşecek, bütçe açıkları ve borçlanmalar artacak. Bunların
topluma yansıması ise kemer sıkma politikaları biçiminde olacak.
Korona virüsün ekonomik etkileri
kontrol altına alınsa dahi, borç stoklarıyla ilgili sorunlar devam edecek.
Özellikle de Asya’nın Yükselen Ekonomilerinde olmak üzere azgelişmiş ülkelerde
bu sorunlar ciddi boyutlarda olacak.
Borç stoklarının milli hasılaya oranının ortalama yüzde 200’e eriştiği ve bu
borçların üçte ikisinin finans dışı özel şirketlere ait olduğu gerçeği dikkate
alındığında, bu ülkeleri uzak olmayan bir zamanda bu borçlardan kaynaklanan bir
finansal kriz bekliyor. (4)
Koronavirüsün etkileri özellikle gelir bölüşümü
adaletsizliğinin çok yüksek olduğu ülkelerde çok daha sert yaşanacak. Çünkü
buralarda sosyal koruma ve sağlık alt yapısı son derece yetersiz. Bu da en
zayıf durumdaki kesimleri en riske açık hale getiriyor. Yetersiz hijyen, içme
suyu imkanları, sağlık alt yapısı ve sistemleri hepsi bir araya gelince,
salgınla birlikte mevcut eşitsizlikler daha da artacak.
İlave olarak, iklim ve gıda krizi-açlık riski insanlığın başında “Demokles’in kılıcı” gibi
sallanırken, Koronavirüsle ortaya çıkan biyolojik kriz karşısında kapitalist
devletler tam bir çaresizlik örneği sergiliyorlar. Bu devletler insanlara, bir
yandan doğayı kâr ve rant için tahrip etmenin, diğer yandan sağlık hizmetlerini
kâr için özelleştirmenin bedelini hayatlarıyla ödettiriyorlar.
“ESKİ
ÖLÜYOR, YENİ HENÜZ DOĞABİLMİŞ DEĞİL”
Gramsci’nin
dediği gibi: “Eski ölüyor ama yenisi de henüz doğabilmiş değil. Bu ara dönemde bu ölümün çok değişik
semptomları kendini gösterir”. (5)
Bu sözü bugüne uyarlarsak, bu semptomlar arasında,
hepimizin birlikte yaşadığı bazılarını görebiliriz: Sosyal izolasyonlarla-karantinalarla,
sokağa çıkma yasaklarıyla neredeyse tüm dünya bir açık cezaevine dönüşmeye
başladı. İtalya, ABD ve İngiltere’de görüldüğü gibi günlük binleri aşan
ölümlerle kentler adeta birer ölüm kampına dönüşüyor. Başta sağlık emekçileri
olmak üzere, işçiler üretime devam ettirilerek birer kurbanlık koyun gibi
salgınla mücadelenin en ön saflarında (yeterli koruma önlemi de alınmaksızın)
istihdam ediliyorlar.
Süreci
yönetemeyen otoriter, neo-liberal yönetimlerse, salgınla ilgili olarak
beceriksizliklerini gizleyebilmek için bir yandan başka ülkeleri hedef gösterme
şeklinde sahte düşmanlar yaratıyorlar, diğer yandan topluma yalan söylemeyi
sürdürüyorlar.
Aynı zamanda da fırsatçı davranarak hem kamu kaynaklarını temsil
ettikleri sınıfların yararına kullanmayı sürdürüyorlar, hem de emek sömürüsünü
daha da artırmayı hedefleyen yeni kararlar almaktan çekinmiyorlar.
NEO-LİBERAL
SALDIRGANLIK TAM GAZ SÜRÜYOR
“Sürü
bağışıklığı” adı altında insanların sokaklara çıkmasının adeta teşvik edilmesi,
“üretime ara verilmemesi”, evlerde,
işyerlerinde yeterli önlem alınmamışken “herkesin kendi OHAL’ini yaratmasının”
istenmesi, yarıya düşürülmüş ücretlerle “ücretli izin” adı altında işçilerin
sefalete itilmesi, bazı fuar mekanlarının hızlıca ve düşük maliyetlerle hastanelerine
dönüştürülme imkanı varken, yeni kamu hastanelerinin özel yüklenici firmalara
yaptırılmak istenmesi, köprü ve oto yollar için yapılmakta olan ödemelerin
ertelenmemesi ve bunun gibi bir çok karar
Korona günlerinde de büyük sermaye gruplarının ve piyasaların çıkarlarının açıktan
kollandığını gösteriyor.
Çelişkili gibi görünen bu durum aslında çelişkili
değil. Çünkü özellikle de neo-liberal çağda artık devlet ile piyasaları
birbirinden kalın çizgilerle ayırabilmek mümkün değil. Uygulamada devletçi
(hatta halk yararına) gibi gözüken birçok politika ve bu yönde alınan önlem
piyasaların, büyük ve yandaş sermaye gruplarının ve onların adına hareket eden
siyasal iktidarların işine yarıyor.
SERVET VERGİSİ YERİNE BAĞIŞ
Örnek verelim: Korona ile mücadelede kamu
harcamalarının belirgin olarak artması bekleniyor. Bu artışı karşılayacak
geliri temin edebilmek için, şu ana kadar bu topraklarda ve bu ülke
emekçilerinin sırtından elde ettikleri servetlerle dünyadaki dolar
milyarderleri arasına giren büyük sermayedarlardan ve servet zenginlerinden bir
kereliğine de olsa bir servet vergisi almak yerine, halktan (adeta bir tür
zorunlu) bağış toplanmaya çalışılıyor. Böylece salgın ile mücadele halkın
sırtına yüklenmiş oluyor.
Ya da 4857 sayılı İş
Kanununa eklenen Geçici Madde 10 ile (sözüm ona) işten çıkartmalar üç ay süre
ile yasaklanırken, gerçekte 4447 sayılı
İşsizlik Sigortası Kanunu’na eklenen Geçici Madde 24 ile ücretsiz izin uygulaması yasallaştırılıyor, ücretsiz izne çıkartılan
işçiler günde 39,24 lira gibi (asgari ücretin yarısı) komik bir ücretle açlığa mahkûm
ediliyor.
Bu ücret düzeyinin Korona salgını bitip normal
üretime geçildiğinde işverenler tarafından ücret görüşmelerinde baz alınacağına
kuşku yok. İşin diğer bir adaletsiz yanı ise, bu düşürülmüş ücretlerin
işçilerden toplanan primlerden oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödenecek
olması.
Böylece işverenler bir taşla iki kuş vururken,
hükümet de kısa çalışma desteği gibi göreli olarak daha maliyetli bir işten
kendini kurtarmış oluyor. Bu durum işverenlerin becerikliliği mi, sarı sendikaların
marifeti mi, muhalefetin beceriksizliği mi ya da devlet-sermaye simbiyotik
işbirliğinin bir sonucu mu, kararı siz verin.
NEO-LİBERAL PİYASACILIĞIN FATURASI AĞIR
Neo-liberalizmin onlarca yıldır topluma ödettiği
fatura çok ağır. Bunlara şimdi hem Koronavirüsün neden olduğu sağlık faturası,
hem de çok yakında ekonomik alanda ve nihayetinde toplumsal alanda ortaya
çıkacak olan faturalar da eklenecek.
Salgınla ilgili uluslar arası veriler incelendiğinde,
hangi ülkelerin göreli olarak daha başarılı ya da başarısız olduğu da ortaya
çıkıyor. Öyle ki toplumun sağlığını piyasalara ve piyasacı neo-liberal ve neo-muhafazakâr
otoriter yönetimlere bırakmış İngiltere ve ABD gibi ülkelerde salgının hızlı
tırmanışı sürerken, salgına karşı daha hızlı, planlı ve devletçi önemler alan
Çin ve Güney Kore gibi ülkelerde vaka ve ölüm sayısı hızla inişe geçti. Bu iki
ülke salgını piyasalara bırakmadı ve bunu bir devlet sorumluluğu olarak görüp
önlemler aldı. Çin, salgını deyim yerindeyse hapsederken, Güney Kore daha
büyümeden önledi.
Türkiye ise ilk tanının konulduğu
günden itibaren geçen dört hafta sonunda toplam resmi 30,217 vaka ve son bir günde
yaşanan 3,000’den fazla vaka sayısı ile dünyada tanı koyulmuş vaka sayısının
artış hızında ilk sıraya oturdu.(6)
Skandal sokağa çıkma yasağı kararının sonucu
olarak vaka ve ölüm sayısının ne kadar artacağı ise en geç 14 gün sonra görülecek.
Bu skandalın ardından gelen istifa kararının kabul edilmemesi ise, ülkede
güvenlikçi politikaların halk sağlığı da dahil, her şeyin üstünde tutulduğunu
bir kez daha gösterdi.
Diğer yandan Türkiye’deki sağlık örgütlerinin
yöneticileri tarafından resmi verilerin gerçek vaka ve insani kayıp sayısının
çok altında olduğu ileri sürülüyor. Buna göre:
"Türkiye’de açıklanan hasta
sayısı pozitif test sonuçları üzerinden açıklanmaktadır. Oysaki alanda Covid-19
hastalığı tedavisi alan ancak ya test sonucu belli olmayan ya da test sonucu
negatif geldiği halde tedavi edilen hastaların çok fazla olduğunu biliyoruz.
Örneğin test yapılmamış veya test sonucu negatif gelmiş, ancak yüksek ateş,
öksürük ve radyolojik olarak bilgisayar tomografisinde hastalık lehine bulguları
olan birçok hastanın var olduğunu biliyoruz.” (7)
Dünya Sağlık Örgütü tarafından, “salgın ile
mücadelede en başarılı ülkeler arasında sayıldığımız” bilgisinin nesnelliği ise,
başta ABD olmak üzere bazı ülkelerin bu örgüte yönelttiği ve yanlış bilgi
verdiği, pandemiyi zamanında ilan etmediği yönündeki sert eleştiriler ve ABD’nin
bu örgüte mali yardımı kesme tehdidi ile tartışmalı bir hale dönüşüyor. (8)
Bu ülkelerin hepsi (Türkiye dâhil) Korona virüsü
sonrasında dahi neo-liberalizme sadık bir biçimde “bırakınız yapsınlarcı”
piyasacılığı sürdürdüler. ABD ve İngiltere, “sürü bağışıklığı” teorisine sığınarak önlem
almadı ve bugün resmi verilere göre bu ülkelerde günde sırasıyla: 2,000 ve
1,000 insan salgın yüzünden hayatını kaybediyor.
MİLİTARİST DİL- PİYASACI YÖNTEM BİRLİKTELİĞİ
ABD İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı gibi (otomobil
fabrikaları tank ve askeri uçak fabrikalarına dönüştürülmüştü) pandemi
sonrasında özel şirketlere talimat verip, mevcut üretim çizgilerini
değiştirerek medikal malzemeleri üretmesini sağlayabilirdi. Bunu yapmadı
(salgınla mücadelede militarist bir dil kullanmayı seçerken), özel sektörün, piyasaların gönüllü olarak
bunları üretmesini bekledi.
Üstelik (OECD verilerine göre), toplam (kamu ve
özel) sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı açısından ABD’deki sağlık
harcamaları Güney Kore’nin iki katından fazla. Bu pay ilkinde yüzde 17,
ikincisinde yüzde 8. İngiltere yüzde 10, İtalya ve İspanya yüzde 8. (9)
Böyle bir farka rağmen ABD’nin çok vahim durumda
olmasının nedeni sağlık sektörünün tam anlamıyla metalaştırılmış ve
özelleştirilmiş ve halk sağlığının büyük ilaç, özel medikal ve sigorta
şirketlerine teslim edilmiş olması. Bunca kaynağın çok büyük bir kısmı (ABD
sağlık sisteminin yapılanması gereği) kâr olarak bu kesimlere gidiyor, geriye
halk sağlığına çok az kaynak kalıyor. Bu da bu dünya devinin sağlık alt
yapısının (yapılan bunca harcamaya rağmen) bu denli çürük kalmasıyla
sonuçlanıyor.
İngiltere’nin başarısızlığı ise Thatcher’ın 40 yıl önce “toplum
diye bir şey yoktur” sözünün içi boş bir söz ve Ulusal Sağlık Sisteminin (NHS)
bu doğrultuda çökertilmesinin tarihsel bir hata olduğunu gösteriyor.
KAYIPLAR
AZALTILABİLİRDİ
Oysa eğer Koronavirüs ortaya çıktığında sağlık sistemleri
açısından bu ülkeler hazır olsalardı, bu
çapta bir insani kayıp yaşanmaz, büyük çapta karantinalara ve zorunlu evde
kalmalara da gerek kalmazdı. Dolayısıyla da 1930 Büyük Depresyonu sırasında
görülen hâsıla ve istihdam kayıpları gibi kayıplar yaşanmazdı.
Üstelik Koronavirüs bilinmeyen bir şey değildi. 2018
yılının başlarında Dünya Sağlık Örgütü’nün bir toplantısında bir grup uzman “Virüs
X” adını verdikleri bir virüsün varlığından söz etmişler ve bunun hayvanlardan
kaynaklandığını, ancak henüz insanlara geçmediğini ileri sürerek uyarılarda
bulunmuşlardı. Ayrıca geçen yıl Eylül ayında yayınlanan bir Birleşmiş Milletler
raporu gezegende 80 milyonu öldürebilecek güçte bir pandemi riskinden söz
ediyor ve liderlere önlem almaları için uyarılarda bulunuyordu. (10)
Neo-liberal iktidarlar hem bu iddiaları ciddiye almadılar, hem de bu
salgından korunmak için alınması gerekli (ilaç, tıbbi malzeme, test araçları, yatak,
solunum cihazı gibi maddelerin üretimi ve stoklanması gibi) önlemlerin çok
pahalı ve gereksiz olduğunu düşündüler. Dahası, salgınlar konusunda yapılmakta
olan bilimsel araştırmalara ayrılan fonları da kıstılar.
Oysa hükümetler herkese virüs testi uygulayabilecek
durumda olsalardı, koruyucu ekipman
tedarik etselerdi, testler yapmak için büyük bir sağlıkçı kitlesi
oluştursalardı, izlemeleri yapsalardı, enfekte olanları izole etselerdi
karantinaya gerek kalmazdı. Hastalar ve yaşlılar evde kalır, kalanlarınsa işlerine gitmeleri kolaylaşırdı.
İzlanda, Güney Kore ve Tayvan gibi sağlam bir sağlık alt yapısı olan ülkeler
bunu başardılar. Özelleştirilmiş sağlık sistemlerine sahip olanlarsa bu konuda başarısız
oldular. (11)
Kısaca kapitalist sistemde kaderimiz sağlık,
ekonomi, ekoloji, gıda temini anlamında da, piyasaların kâr yaratma gayretine
ve sermayedarların insafına bırakılmış durumda.
Böyle bir bakış açısı altında insanlara ya Teksas
Valisinin tanımladığı gibi “ekonominin ayakta
kalabilmesi için kendilerini feda etmeye hazır yurttaşlar” (12) olmak ya da bizdeki gibi “Korona Şehitleri” olarak
anılmak düşüyor.
Oysa piyasaların böyle salgınlar
karşısında yapabilecekleri bir şey yok zira bu yapılar salgınların olmadığı bir
dünyaya göre tasarlanmış yapılar. Salgınları popüler deyimle “fiyatlamak”, ya
da vergiler koyarak içselleştirmek mümkün değil. Çünkü bunlar her hangi bir
dışsallıktan çok farklı. (13)
GELECEĞE
OLAN UMUDUMUZU YİTİRMEMELİYİZ
Bu salgın yiten, yitip gidecek olanlar hayatlara, çok
ciddi ekonomik zorluklara, devasa işsizliğe, kısaca hayatımızın büsbütün alt
üst olmasına neden olabilir. Bu anlamda da tarihte görülmüş en büyük
trajedilerden biri olarak da nitelendiriliyor.
Ancak aynı zamanda bu salgın, kapitalizmin, serbest
piyasaların kâr ve rant hırsının ne tür felaketlere neden olabileceğini de
bizlere gösterdi. Öyle ki sağlık ve eğitim gibi ortaklaşa kullandığımız
hizmetlerin piyasalaştırılıp ortadan kaldırılmasının, işçileri sendikasızlaştırmanın
ve güvencesizleştirmenin, sermaye ve serveti büyütürken toplumu nasıl
çökerttiğini, böylece uzun dönemde ekonomik büyümeyi de riske attığını gözler
önüne serdi.
Böylece bu salgın bizim için bu sistemi sorgulamak
ve her alanda radikal reformlar yapmaktan başlayarak, sonuçta kapitalist sistemi
bütünüyle değiştirmek için haklı gerekçeler oluşturuyor, bu bağlamda çok önemli
tarihsel bir fırsatı da önümüze koyuyor.
Bu bağlamda, salgınla beraber eleştirilerimiz hükümetlerle,
sağlık sistemleriyle sınırlı kalmamalı, doğrudan kapitalizme yönelik olmalı.
Çünkü virüsler doğanın bir gerçeği ve gelecekte de görülecekler. Bizim yapmamız
gereken şey onlara karşı hazırlıklı olmak, bunun için de sağlam bir sağlık alt
yapısı olan bir üretim ve bölüşüm sistemi kurmak. (14)
Umalım ki 20. yüzyılın başlarında yaşanan Birinci Dünya
Savaşı aynı zamanda nasıl sosyal devrimler çağının da önünü açtıysa, yüzyıl
sonrasında ortaya çıkan bu salgın ve ardından gelen tarihi ekonomik ve sosyal kriz
de yeni bir sosyal devrimler çağının gelişini müjdelesin.
İnsanlık var olduğu sürece umut da var olacaktır. 19.
Yüzyılda Marx’ın dediği gibi: “Tarihte insanlık hiçbir zaman çözemeyeceği
sorunları gündemine almadı. Bir sorun ortaya çıktığında, eş anlı olarak çözümleri
de tomurcuklanmaya başlar”. (15)
Bu sefer de çözümün adresi öznenin özünü (üretimde
kalmaları ısrar edilen bu anlamda da patronsuz olur ama işçisiz olmaz denilen) oluşturan
işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları olacaktır.
Üstelik bu kez sadece dünyada nüfusu üç milyarı
bulan işçi sınıfı değil, işsizlerden,
sıfır saat sözleşmeli güvencesiz işçilere, kadınlardan gençlere, ezilen kimlik
ve inançlardan ezilen uluslara, ekolojistlerden hayvan severlere kadar,
salgının da, ekonomik krizin de en sert vurmakta olduğu çok daha büyük bir çoğunluk sahneye çıkacaktır.
DİP
NOTLAR:
(1) "laissez-faire,
laissez-passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler), 18.Yüzyılda ortaya atılmış ve günümüzde de
sermaye çevreleri tarafından savunulan, devletin özel mülkiyeti korumak dışında
piyasalara müdahale etmemesi gerektiğine bir burjuva ideolojinin ana sloganı.
(2) Alexandre Christoyannopoulos, “Stop calling coronavirus pandemic a ‘war’, https://theconversation.com (8 April 2020).
(3) https://www.opendemocracy.net/en/5050/alarm-two-billion-people-have-parliaments-suspended-or-limited-covid-19 (11
April 20202).
(4) Jayati Ghosh, “The COVID-19 Debt Deluge”, https://www.project-syndicate.org/commentary/coronavirus-debt-crisis-by-jayati-ghosh (16 March 2020).
(6) Bethan McKernan, “Turkey's Covid19
infection rate rising fastest in the world”, https://www.theguardian.com (7 April 2020).
(8) Stephen
Buranyi, “The WHO v Coronavirüs: why it can’t handle
the pandemic?”, https://www.theguardian.com (10 April
2020).
(9) https://rwer.wordpress.com/2020/04/03/health-expenditure-as-a-percentage-of-gdp
( 3 April 2020).
(10)
Michael Roberts, “Lives or livelihoods?”, https://thenextrecession.wordpress.com (6 April 2020).
(11)
Agm.
(12)
https://www.theguardian.com/world/2020/mar/24/older-people-would-rather-die-than-let-covid-19-lockdown-harm-us-economy-texas-official-dan-patrick (24 March 2020).
(14)
Richard Wolff, “COVID-19
and the Failures of Capitalism”, https://www.counterpunch.org (6 April 2020).
(15)
Karl Marx,
A Contribution to the Critique of Political Economy (1859), Progress Publishers, Moscow, 1977, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/preface.htm (13 Nisan
2020).
Etiketler:
Bırakınız Yapsınlar,
Covid-19,
Gramsci,
Koronavirüs,
Militarizm,
Neo-liberalizm,
Otoriterlik,
Pandemi,
servet vergisi,
Zorunlu Bağış
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)