21 Nisan 2020 Salı

İktisadi Gelişme ve Vergilendirme Öğrenci Slaytları 2020 - 5

İktisadi Gelişme ve Vergilendirme Öğrenci Slaytları 2020 - 5

Kamu Ekonomisi Öğrenci Slaytları 2020 - 6

Kamu Ekonomisi Öğrenci Slaytları 2020 - 6

BUYURUN CENAZE NAMAZINA



BUYURUN CENAZE NAMAZINA

Mustafa durmuş

21 Nisan 2020

Dün akşamın geç saatlerinde ham petrol vadeli işlemler sözleşmelerinden (futures),  Dow Jones’tan   ve petrole bağlı türev piyasalardan gelen haberler  (Korona salgını sonrasında son 150 yılın toplam resesyonlarından daha fazla bir ekonomik küçülme yaşanması öngörülen bir süreçte),  piyasalarda tam da “buyurun cenaze namazına” dedirtecek cinsten bir endişeye neden oldu.

TARİHTE İLK KEZ HAM PETROL FİYATI EKSİDE

İlk haber ABD’deki bir petrol vadeli işlem sözleşmesinin fiyatındaki keskin düşüşle ilgili. West Texas Intermediate (Batı Teksas Petrolü (WTI) adlı şirketin Mayıs ayı teslimat sözleşme fiyatı – 37,63 dolara kadar düştü (yüzde 100’den fazla bir düşüş) . Böylece tarihte ilk kez petrolün fiyatı eksiye düştü.

Vadeli işlem sözleşmeleri (futures)  aylık periyotlara göre düzenleniyor. Bu keskin düşüş Mayıs sözleşmesiyle ilgili. Aynı şirketin Haziran teslimatlı sözleşmesi sadece yüzde 18 düşerek 20 doların biraz üstüne kadar geriledi.

Piyasaların bu sabahki açılışında Mayıs vadeli ham petrolün varil fiyatı 1,5 doların üzerine çıksa da, yeniden  -5 dolar düzeyine indi. Uluslar arası gösterge fiyat olan  Brent Crude Petrolünün Haziran sözleşme fiyatı da yüzde 9 civarında düşerek önce 25,57 dolar, ardından da yüzde 10'u aşan kayıpla 23 doların altında kaldı.

Vadeli İşlem Sözleşmeleri (Futures) nedir?
Türev araçların tipik örneklerinden olan bu sözleşmeler organize piyasalarda işlem gören, belirli bir malın, dövizin veya menkul kıymetin önceden belirlenen bir fiyattan belirli bir vadede el değiştirmesini içeren sözleşmelerdir. Vadeli işlem sözleşmelerin organize piyasada işlem görmesi ve bu piyasalar bünyesinde bir takas mekanizmasının bulunması nedeniyle, vade sonunda fiziki uzlaşıdan ziyade nakdi uzlaşı geçerlidir. Yani vade sonunda taraflar sözleşmeye konu malı (örneğin ham petrolü)  ve belirlenen bedeli takas etmez, bunun yerine önceden belirlenen fiyata göre oluşan fark bir taraftan diğerine transfer edilir.

ÜSTÜNE 37,6 DOLAR VERİLECEK!

Kısaca, vadeli bir biçimde büyük çapta ham petrol alımı yapanlara varil başına ilave olarak 37,6 dolar para ödenecek.

Bunun nedeni petrol üretimi henüz azaltılmamışken Koronavirüs nedeniyle enerjiye (dolayısıyla da petrole) olan talebin bıçak gibi kesilmiş olması.  OPEC’in 1 Mayıs’tan başlamak üzere günlük petrol üretimini 9,7 milyon varile düşürme kararının da fiyatlardaki düşüşü önlemeye yetmediği anlaşılıyor.

Üstelik çıkartılan petrolün depolanması için yeterli alan da yok. Öyle ki küresel petrol depolama alanlarının yüzde 70’inden fazlası doldurulmuş durumda. Böylece depolama alanları kıtlaşıp maliyetleri birden artınca, dev Amerikan petrol şirketleri vadeli petrol alan ve vadesi dün dolan sözleşmeler için alıcılara üstüne para vermeye başladılar.

Bir başka anlatımla, şirketin bugün sona erecek olan Mayıs vadeli sözleşmesini elinden çıkarmayan yatırımcıların (sözleşme gereği) Mayıs ayı başında bu petrolü teslim alması gerekiyor. Oysa petrol kullanımı çok düştüğünden çıkartılan petrolün ciddi depolama sorunu yaşanıyor. Depolamak için yer bulamayan yatırımcılar da bu petrolü teslim almamak için elindeki sözleşmeyi değerine değil; değerini altına yani üzerine para vermeyi göze alarak elinden çıkarmaya çalıştılar. Bu panik hali de ham petrol fiyatının maliyetinin çok altına düşmesine neden oldu.

Piyasadaki paniği anlatan bir diğer gösterge spot-vadeli fiyat farkının çok artmış olması. Öyle ki petrolün spot piyasa fiyatı ile 1 ay sonraki vadeli işlem fiyatı arasındaki fark normalde varil başına 0.40 - 0.50 doları geçmezken şu anda bu 8-10 dolara kadar çıkmış durumda.
Reuters ajansı dün konuyu şöyle bir espri ile ele aldı: “Şu anda içi boş bir yüzme havuzunuz varsa, elinde Mayıs ayına ait vadeli işlem sözleşmesi olan birine kiraya verebilirsiniz”.

TÜREV ARAÇLAR ZARAR ETTİRİYOR

Petrolun fiyatı eksiye düşünce bunun üzerinden çıkartılan menkul değerlerin fiyatları da düştü ve türev piyasalarda ticareti yapılan türev araçlar da zarar etmeye başladılar.

Türev Araçlar (Derivatives) nedir?
Türev araçlar getirileri (değerleri) başka bir türev araca veya menkul kıymete bağlı olan finansal araçlardır. Faize, dövize, petrole, hisse senetlerine, emtia fiyatlarına, kredi alacaklarına dayalı olarak düzenlenirler. Dayalı olduğu varlığın değerindeki değişmeye bağlı olarak türev aracın değeri de değişir ve bunun sonucunda kâr (ya da zarar) elde edilir.
Bu araçlar dört ana kategori altında sınıflandırılıyor: (i) Future sözleşmeler (ii) Forward sözleşmeler (iii) Opsiyonlar  (iv) Swap sözleşmeleri.
Türev araçlarının kullanımının iki temel amacı; riskten korunmak (hedging) ve spekülasyon sonucu kazanç elde etmektir. Riskten korunmak gelecekte ortaya çıkacak beklenmeyen fiyat hareketlerine karşı bugünden önlem alınmasını, spekülasyon ise farklı beklentiler sonucunda yüksek kaldıraç (yabancı kaynak)  kullanarak kazanç elde edilmesinin amaçlanmasını anlatır.
Türev araçlar finansal krizin tetiklenmesinde önemli bir rol oynarlar zira spekülatörlere yüksek kaldıraç kullanma imkânı verirler. Örneğin bir petrol şirketinin hisselerine borsada yapılacak yatırımın onda biri ile aynı hisse senedine dayalı türev araca (vadeli petrol sözleşmesine) yatırım yapılabilmekte ve bu hisse senedinin değerindeki değişimden kaynaklanan kâr (ya da zarar) aynı tutarda elde edilebilmektedir. Bu spekülasyon saiki ile işlem yapanların risk iştahını artırır ve çok büyük riskler üstlenilmesine yol açar.

BORSALAR DÜŞTÜ

Bu gelişmenin ardından borsalar sert düşüş yaşadı (Dow Jones 500 puan düştü). Chevron, Exxon Mobil ve Conoco Phillips Petrol gibi dev Amerikalı ham petrol üretim şirketlerini bünyesinde barındıran Energy Select Sector SPDR Fund’un değeri yüzde 3 düştü.

Vadeli ham petrol fiyatlarının eksiye düşmesinden çıkartabileceğimiz bazı önemli sonuçlar olmalı.

KAPİTALİZM HEM EMEK, DOĞA KARŞITI, HEM DE ANARŞİK BİR SİSTEM

⁕Petrol üretimi küresel ısınma ve iklim krizinin ana nedeni. Kâr amaçlı olarak bu fosil yakıtın çıkartılmaya devam edilmesi gezegeni ve onun bir parçası olan insanlar başta olmak üzere, tüm canlıları yok olma tehlikesiyle baş başa bırakıyor.
⁕Koronavirüsün küresel talep üzerindeki etkisi beklendiğinden çok daha sert olacak gibi görünüyor. Kapitalist devletlerin trilyonlarca dolarlık talep artırıcı teşvike yönelmelerinin nedeni talepte (dolayısıyla da kâr realizasyonunda) yaşanacak bu büyük sıkıntı.
Diğer taraftan, bazı hükümetler bu sorunu hanelere doğrudan gelir transferi yaparak aşmaya çalışırken, neo-liberalizme göbekte bağımlı hale gelmiş diğer bazı hükümetler hanelere daha fazla kredi kullandırtma yoluna başvuruyorlar. Bu hükümetler sorunu çözmek yerine, sorunu öteliyorlar, insanları daha da borçlandırırken bankaları mutlu ediyorlar.
⁕Bu sorun kapitalist krizlerin bir göstergesi olan aşırı üretim sorununu gün ışığına çıkarttı. Aşırı üretim piyasaya arz edilen ürüne olan talebin üzerinde bir üretimin var olduğu bir durumdur. Bu durum fiyatların düşmesine ve stokların artmasına neden olur. Yani, aşırı üretim satılamayan mal stoklarının birikmesi, tüketime nazaran üretimdeki aşırılık demektir.
Ekonomik krizlere de neden olan aşırı üretim kapitalizme özgü bir durumdur. Çünkü kapitalizm öncesi toplumlarda aşırı üretim bir refah, zenginlik artışı göstergesidir. Buna karşılık kapitalist toplumda (üretimin kâr için yapılması nedeniyle), aşırı üretim sonucunda bazı mallar satılamaz, dolayısıyla kâr realize edilemez, kriz çıkar. Yani zorunlu olarak, üretim fazlalığı kârın oluşumunu sekteye uğratır, hatta petrol örneğinde olduğu gibi zarara neden olur.
⁕Bu gelişme Klasik İktisat Kuramı içinde yer bulan Say Kanunu’nun (18 -19.Yüzyıllar) geçersizliğini bir kez daha doğrulatmıştır. Bu kanuna göre, talebi olan bir maldan daha fazla üretim yapıldıkça, bu diğer mallar için daha fazla talep yaratır. Böylece her arz kendi talebini yaratır. Bu bağlamda aşırı üretim biçiminde bir sorun kapitalist piyasa ekonomilerinde doğmaz. Petroldeki son gelişme bu kanunun bu çıkarımını bir kez daha çürütmüştür.
⁕Kapitalizmin temel kanunu olduğu varsayılan Arz-Talep Kanunu genel geçer bir kanun değildir. Çünkü konut, altın ve döviz piyasalarında olduğu kadar petrol ve petrol ürünleri piyasalarında da geçerli değildir. Öyle ki fiyatlar düştüğünde petrole olan talep artmıyor, düşüyor. Bu gelişme bu kanunu da sorgulatır niteliktedir.
⁕Kapitalizm (ileri sürüldüğü gibi) rasyonel bir sistem değil, irrasyonel (akıl dışı) ve bir o kadar da anarşik bir sistemdir. Teoride sözü edilen makro arz-talep dengesi gerçekte hiçbir zaman kurulamamaktadır.
⁕Petrol üzerinden yaratılan türev araçlar son 40 yıllık finansallaşmanın en spekülatif araçlarıdır.  Böyle bir finansallaşma 1970’lerin ortalarından itibaren kapitalizmin içine düştüğü kâr oranlarının azalması şeklinde görülen krizlerine bir çözüm olarak getirilse de kendi bizzat krizin tetikleyicisi olmuştur. Yani 2008 krizinde bu tetiği vadeli konut kredisi çekerken, bugün özel sektör ve devlet borçları, öğrenci borçları  bu tetikçiliğe adaydır. Yarın petrole ya da başka ürünlere dayalı türev araçlar piyasası bu tetiği çekebilir.
⁕Bünyesinde kriz üreten mekanizmaları barındıran ve 1845 yılından bu yana sürekli krizlere giren kapitalist sistem krizsiz, etkin- verimli, eşitlikçi-adaletli, emek, doğa ve farklı kimliklere dost, toplumsal cinsiyet eşitlikçi bir başka sistemle değiştirilmediği sürece iklim krizi, Koronavirüs gibi biyolojik krizler, burjuva demokrasisinin krizi, sosyal krizler  ve  ekonomik krizlerle yüzleşmeye devam edeceğiz.







KORONA GÜNLERİNDE IMF KİMLER İÇİN ÇARE OLABİLİR?




KORONA GÜNLERİNDE IMF KİMLER İÇİN ÇARE OLABİLİR?

Mustafa Durmuş

19 Nisan 2020

Koronavirüs salgını neo-liberalizmin iflasını sergilerken, kapitalist sistemin kriz dinamiklerini ve çelişkilerini de açığa çıkartarak dünyayı derin bir ekonomik ve finansal krize doğru sürüklüyor.
Bir yandan bazı devletler gümrüklerinde birbirlerinin maskelerine, solunum cihazlarına ve tıbbi malzemelerine el koyuyor, diğer yandan da yaygın bir biçimde böyle bir küresel salgınla ancak küresel çapta alınabilecek önlemlerle ve uluslar arası kuruluşların koordinasyonu ile baş edilebileceği ileri sürülüyor.
Bu söylemde kast edilen Dünya Sağlık Örgütü gibi örgütler değil. Çünkü bu örgüte yapılan eleştirilerin ve ABD’nin bu örgüte yaptığı yardımı kesmesinin ardından salgınla mücadelenin adeta “benden sonrası tufan” mantığıyla yürütülmekte olduğu anlaşılıyor.
Nitekim sınırlarını diğer ülkelerin insanlarına kapatan her ülke kendi önlemlerini almaya çalışıyor. Uluslar arası dayanışma örnekleri ise Küba’nın bazı ülkelere gönderdiği sağlık personeli ve sağlık hizmeti desteği ya da sembolik maske vs sunumuyla sınırlı kalıyor. Bireyciliğin ve piyasacılığın bilinçli bir biçimde bu denli yaygınlaştırıldığı, toplum olma fikrinin bu denli aşağılandığı bir dünyada bu sonuçlar sürpriz olmamalı. Ektiğimizi biçiyoruz.

IMF tekrar devrede
Kapitalistlerin aklı, önce insan ya da halk sağlığı korunmalı ve bu yönde uluslararası bir dayanışma yapılmalı şeklinde düşünmüyor. Tersine, öncelikle üretimin, ticaretin, kârların, sermayenin, servetin korunması hedefleniyor.
Bunun için de Mayıs ortalarından itibaren başta Avrupa olmak üzere dünyada Korona karantinası ya da kapanmaları gevşetilecek, aşamalı bir biçimde üretime, ticarete ve sermaye birikimine kaldığı yerden devam edilecek. Üstelik bunun ikinci bir salgın dalgasını tetiklemesi bir hayli muhtemel olsa da bu yapılacak.
Ancak, ülkelerin bir başına bu çapta bir ekonomik kriz ile baş edebilmeleri mümkün değil. Çünkü kapitalist küreselleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak her ekonomi artık birbirine 100 yıl öncesinden çok daha fazla bağımlı. Birinde olan diğerlerini de etkiliyor. 1929 Büyük Depresyonunun ancak üç yılda tüm dünyaya yayılırken, 2008 finansal krizinin yayılmasının sadece üç hafta aldığını unutmamak gerekiyor.

Bu kriz daha derin, daha hızlı
Yani bu kez ekonomik kriz çok daha hızlı ve çok daha derin ilerliyor, yayılıyor. Belki de kapitalizmin tarihinde ilk kez hem talep, hem de arz, her ikisi de deyim yerindeyse çöktü. Üstelik dünya böyle bir krize devletlerin, ama asıl olarak da özel şirketlerin çok yüksek borçlarıyla yakalandı. Yani küresel bir finansal kriz de sırasını bekliyor.
Türkiye başta olmak üzere “Yükselen Ekonomiler” diye adlandırılarak gönülleri alınan geri bıraktırılmış ülkeler ise bu krizi yüksek işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra, ülkelerinden yüksek sermaye çıkışları, hızla yükselen döviz kurları, yüksek dış borç stoklarıyla ve daha da artmış olan gelir eşitsizlikleriyle ve devasa işsizlikle karşılamak zorundalar.

Fed ABD finans kapitali için çalışıyor
Finansal bir çöküş tehlikesini önlemek gerekçesiyle ABD merkez bankası FED, yaptığı devasa miktarsal kolaylaştırma ve faiz indiriminin yanı sıra, swap ve repo hatlarını açtı. Ancak aralarında Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın da bulunduğu bazı merkez bankalarına kullandırılan ulusal para / döviz swap ya da reposu ile sağlanan böyle bir döviz likiditesi beklendiği gibi kullanan ülkelerin derdine deva olmadı.
Çünkü öncelikle bu operasyon Amerikan ekonomisinin ve finans kapitalinin çıkarlarını korumaya dönük olarak işletiliyor. (1) İkinci olarak bu imkândan yararlanabilmek için ülkelerin elinde teminat olarak gösterebileceği ABD devlet tahvilinin olması gerekiyor. Bu nedenle de örneğin Türkiye elindeki ABD devlet tahvili kadar, yani en fazla 2,8 -3 milyar dolar civarında bir döviz likiditesi sağlayabiliyor. (2)
Oysa ülkede, çok kısa vadede kapanması gereken onlarca milyar dolarlık bir döviz açığı var. Buna karşılık turizm ve ihracat gibi döviz sağlayan sektörler krizde. Üstelik de Merkez Bankası’nın net gerçek rezervleri 1 milyar doların altına inmiş. Böyle olunca 2-3 milyar dolarlık bir kredi ihtiyacın onda birini bile karşılamaya yetmiyor.

IMF imaj yeniliyor
Tam da bu ihtiyaçtan dolayı, IMF bugünlerde, tekrardan yıldızı parlayan, en son başvurulacak bir kurum ya da merci haline gelmeye başladı. Bir süredir, küresel çaptaki gelir bölüşümü adaletsizliğini, kayıtdışı istihdam ve kötü çalışma koşullarını ve kadınlara karşı ayrımcılığı eleştiren kadın başkanıyla imajı da tazelenince, sağdan sola ana akım politikacılar IMF’ye yardım için başvurmanın haklı gerekçelerini oluşturmaya ve bu konuda toplumu ikna etme çabalarına girişmeye başladılar.
Örgütün yayınladığı raporlar da IMF’ye başvurmanın kaçınılmaz hale geldiği fikrini güçlendirmeye yarıyor. Öyle ki son raporu sermayedarların ve politikacıların gelecek ile ilgili endişelenmeleri için yeterli. Böyle bir endişe ve korku da hükümetleri (yerli sermaye gruplarının da teşvikleri ve baskılarıyla) örgüte başvurmaya yöneltiyor.

Raporlar IMF’ye yönelimi güçlendiriyor
Bu raporlardan birine göre (3); 2020 yılında dünya ekonomisi yüzde -3 oranında daralacak (diğer taraftan örgüt 2021 yılında yüzde 5,8’lik bir pozitif bir büyüme bekliyor). Merkez Ekonomiler adı da verilen gelişkin ekonomilerde bu daralma yüzde - 6,1 olacak. Örgüt aynı zamanda karantina süresinin uzaması ya da ikinci bir salgın dalgasının ortaya çıkması halinde 2020 daralmasının daha da şiddetli olabileceğini de öngörüyor.
Örgüt ayrıca 2020 yılında görülecek olan resesyonun 1929 Büyük Depresyonundan bu yana görülen en derin (2008 Büyük Resesyonundan daha şiddetli) olacağını ve küresel ekonomideki toplam kaybın 9 trilyon doları bulacağını (mevcudun yaklaşık onda biri, Japonya ve Almanya’nın milli gelirlerinin toplamı) öngörüyor.

ABD’de ekonomik genişlemenin sonu
Böylece dünya ekonomisinin en önemli sürükleyicilerinden biri olan ve bu yıl yüzde – 5,9 küçülmesi beklenen ABD ekonomisindeki uzunca bir süredir yaşanmakta olan genişlemenin sonuna gelindiği de anlaşılıyor. Sadece 4 haftada işsizlik başvurusunda bulunanların sayısının 22 milyonu bulduğu bu ülkede (4) İkinci Dünya Savaşından bu yana en büyük daralmanın yaşanması öngörülüyor. (5)
IMF, salgının olumsuz ekonomik etkilerinin Yükselen Ekonomilerde çok daha fazla olacağını ve bu ekonomilerin bazılarında (örneğin Meksika’da ) küçülmenin yüzde - 7’ye yaklaşacağını ileri sürüyor. Türkiye ekonomisinin ise 2020 yılında yüzde - 5 küçülmesini bekliyor.
Dünya ekonomisinin diğer büyük sürücüsü konumundaki Çin ise bu yılın ilk çeyreğinde yüzde - 6,8 küçüldü ve böylece 1992 yılından bu yana ilk ekonomik küçülmesini yaşadı. (6) IMF raporuna göre Çin ekonomisi bu yıl sadece yüzde 1,2 büyüyebilecek.

1 trilyon dolarlık yardım paketi
IMF Korona salgının ardından, öncelikli olarak uluslar arası bir işbirliği altında para politikası ve regülasyonların yanı sıra, koordineli ve senkronize olmuş küresel mali teşviklerin ve önlemlerin hayata geçirilmesi gerektiğinin altını çizdi.
Ardından bu yönde alınacak mali önlemlerin uygulanabilmesi için de üye ülkeler tarafından kullanılmak üzere 1 trilyon dolarlık bir kredi programı hazırladı. Bu paranın 50 milyar dolarının Yükselen Ekonomilere ve 10 milyar dolarının çok düşük gelirli ülkelere; çok düşük faiz ve uygun ödeme koşullarına sahip krediler biçiminde verileceğini açıkladı. (7)
Ayrıca IMF’nin böyle zamanlarda devreye sokabileceği Hızlı Finansman Enstrümanı (RFI) adlı bir aracı da var. Bu aracı Korona salgınının yarattığı sorunları çözmek için biraz daha genişletmiş bir şekilde kullandırması bekleniyor.
Bu program altında üye ülkeler normal zamanlardan daha fazla miktarda kredi kullanabiliyorlar. Bu kredilerin koşullarının; hem ön ödemesiz dönemin ve geri ödeme vadelerinin uzunluğu, hem de IMF standby şartlarına uymayı gerektirmemesi nedeniyle, daha uygun bir finansman imkânı olduğu ileri sürülüyor.
IMF pratikte bu imkândan yararlanma limitini ülke kotasının yüzde 150’siyle sınırlamış bulunuyor. Bu anlamda Türkiye’nin 4.659 milyon SDR’lik kotasının 1,5 katı kadar yani 6.346 milyar SDR ( yaklaşık 9,5 milyar dolar) kullanabileceği ve bunun için başvurması öneriliyor. (8)

Özel Çekme Hakları (SDR)
Son olarak, IMF’nin finansal kaynakları 790 milyar dolar ile sınırlı olsa da, üye ülkelerin döviz rezervlerini artırabilecek Özel Çekme Hakları Hakları (SDR) gibi önemli bir aracı var. Bir tür IMF parası olan ve beş büyük ülke ulusal para birimlerinden oluşan bir sepete göre değer biçilen bu paranın büyük çapta artırılarak üye ülkelere kullandırılması söz konusu.
Bu yönde, önümüzdeki Mayıs ayı başında toplanacak olan G20 ülkelerinin liderlerinin, IMF’nin üye ülkelere 500 milyar SDR’lik (yaklaşık 683 milyar dolarlık) bir tahsis yapmasını sağlaması için öneride bulunması bekleniyor. Bu operasyondan bekleneninse üye ülkelerin yetersiz döviz rezervlerinin güçlendirilmesi ve ülke yönetimlerinin kendilerine olan güveninin artırılması olduğu ileri sürülüyor. (9)

IMF’ye biçilen “yeni” rol
Hintli iktisatçı Jayati Ghosh pandemi sonrası derinleşen ekonomik ve finansal krize karşı IMF’ye önemli görevler düştüğünü ileri sürüyor. Ona göre IMF kaynaklarının da kullanılarak onun koordinasyonu altında üç şey acilen hayata geçirilmeli (10):
(i) IMF üyelerine 1-2 trilyon SDR’lik (1,4 - 2,7 trilyon dolarlık) bir SDR tahsisatı yapmalı. Bu tahsisat her hangi bir şarta bağlanmamalı, ülkeler kotalarının büyüklüğüne göre bu döviz likiditesinden yararlanabilmeli (Ghosh bu çaptaki bir likiditenin küresel bir enflasyona yol açmayacağını, tersine küresel arz darboğazını genişleteceğini düşünüyor.
(ii) Dış borçlar yeniden yapılandırılmalı ve bazı azgelişmiş ülkelerin borçları silinmeli.
(iii) Hükümetlerin daha sıkı sermaye kontrolleri yapabilmesine izin verilerek yükselen ekonomilerde bir finansal krizin çıkması önlenmeli.
Böyle bir imkânın rezervleri erimekte olan Türkiye ekonomisi ve Türkiye sermayesi açısından ne denli önemli olduğunu tahmin edebiliriz. Nitekim liberal iktisatçılar kadar, özel sektöre nakit akışı sağlanmasını ve desteklerin hayata geçmesini isteyen iş insanları da, giderek artan bir biçimde (kontrollü para basılmasının yanı sıra), IMF’den kredi kullanılmasının gerektiğini savunmaya başladılar.(11)

Türkiye IMF’ye gidecek kadar zorda mı?
Bir yandan kısa vadeli borç stoklarının yüksekliği, diğer yandan bu yıl için öngörülen 10 milyar dolar civarındaki cari açık; bir yandan ihracat, turizm ve yurt dışı müteahhitlik hizmetleri sektörleri gibi döviz yaratan sektörlerin ciddi krizde olması, diğer yandan özellikle de KOİ projeleri yüzünden büyük boyutlara ulaşan döviz cinsinden dış borçlar ve Hazine üstlenimlerinin varlığı; bir yandan yılbaşından 10 Nisan’a kadarki yaklaşık 3,5 aylık bir sürede ülkeden yabancıların portföy satışları biçiminde 7,5 milyar doların çıkmış olması, diğer yandan erime noktasına gelmiş olan Merkez Bankası’ndaki döviz rezervleri gibi gerçekler ülkeyi yönetenlerin ve finans kapitalin ve döviz cinsinden borcu olan irili ufaklı özel şirketlerin kabusunu oluşturuyor ve onların perspektifinden neden IMF’ye gidilmesi gerektiğinin yanıtını oluşturuyor.
Dış borç geri ödemelerinin hızlanacağı Mayıs ayı gelmeden dahi döviz kurundaki bu yükseliş de bu gerçekliği yansıtıyor.

170 milyar dolar dış borç ödenecek
Resmi veriler bu durumu net olarak gösteriyor: Merkez Bankası’nın (2020 Şubat sonu itibarıyla) kısa vadeli borç verilerine göre; 2020-2021 yılını kapsayan dönemde Türkiye’nin ödemesi gereken dış borç miktarı 168,5 milyarı doları aşıyor. Bunun yüzde 61’i yani 102,8 milyar dolarlık kısmı kısa vadeli borç niteliğinde. Toplam borçların yüzde 73,9’unun özel sektöre ait (12) olması dış borçlu şirketlerin ve bankaların karşı karşıya bulunduğu tehlikeye işaret ediyor.

30 milyar dolarlık döviz açığı
Net gerçek döviz rezervleri ise (net döviz rezervlerinden TL/döviz swapları düşüldükten sonra geriye kalan kısım) erimiş durumda. Öyle ki Şubat sonu itibariyle Merkez Bankası’nın net döviz rezervleri 38,7 milyar dolar, buna karşılık TL/döviz swapları 25,8 milyar dolar. Buna 1,1 milyar dolarlık TL/altın swapları da dâhil edildiğinde bu rakamdan indirilmesi gereken tutar 26,9 milyar doları buluyor. 10 Nisan itibarıyla net rezervlerinin 27 milyar dolara kadar düştüğü (13) dikkate alındığında elde gerçek anlamda döviz rezervi kalmadığı anlaşılıyor. Somut olarak, ülkenin 2020-2021 yılı için (borcu borçla çevirme imkânı da kullanılarak) ortalama 30 milyar dolara yakın bir döviz açığı olduğu görülüyor. (14)
Bu nedenlerle, Türkiye’de bugünlerde IMF’nin neredeyse sosyal demokrat bir örgüte dönüştüğünü ileri sürebilen ve buradan hareketle krizden kurtulabilmek için IMF’den yardım almaktan başka çare olmadığını ileri süren bazı liberal iktisatçılar ve siyasetçiler tekrar boy göstermeye başladılar.
Bu sadece Türkiye ile sınırlı değil. Örneğin yukarıda sözü edilen Ghosh da (15) IMF’nin “1945 yılındaki kuruluş amacına uygun işlevleri yerine getirmekte başarısız kaldığını, oysa bugün Covid-19 salgınına karşı yürütülecek uluslar arası koordineli bir mücadele programına ciddi katkı verebileceğini, böylece de bir kefaret ödeme şansının doğduğunu ileri sürüyor. Bunun için örgütün gereksiz kemer sıkma, sermaye akımlarının serbestleştirilmesi ve bazı ülkelere karşı taraflı tutum alınması gibi eski kötü fikirlerinden ve alışkanlıklarından vazgeçmesi gerektiğini” ileri sürüyor.

Venezüella’ya IMF engeli
Ghosh’un kast ettiği taraflı tutum örgütün Venezüella’ya karşı takındığı tutum. Zira geçen yıl örgüt Venezüella hükümetinin 400 milyon dolara denk düşen SDR kullanım hakkını engellemişti. (16)
IMF bu yıl da Venezüella Hükümetinin yardım talebini geri çevirdi. Ülkenin Korona pandemisi sırasında IMF’den 5 milyar dolarlık kredi almak için yaptığı başvuruyu (bu hükümeti meşru görmediği gerekçesiyle) (17) reddetti. Üstelik bu ülke binde 78’lik bir kotaya sahip IMF üyesi bir ülke (18) olmasına rağmen bunu yaptı.
Venezüella, tarihte Küba’dan sonra ABD’nin en ağır ekonomik ve politik yasaklamalarına uğrayan ikinci ülke konumunda. Ülkenin yurt dışındaki bankalardaki yaklaşık 7 milyar dolarlık bir dövizi uzunca bir süredir, ABD’nin koydurduğu blokaj nedeniyle kullanılamıyor. Ülke yıllardır gıda ve ilaç başta olmak üzere birçok temel malla ilgili olarak (bu ülkeye ihracatın yasaklanması nedeniyle) kıtlığa ve açlığa mahkûm edilmiş durumda.
Bu iki gerçek bir arada düşünüldüğünde IMF’nin uluslararası finansal istikrarı sağlamak görüntüsü altında sağladığı yardımların bazı ülkeleri hizaya sokmak ya da cezalandırmak için kullanıldığı görülüyor. Bu durum ortada iken IMF’nin değişmekte olduğunu ileri sürerek, ona hiçbir zaman sahip olmadığı ya da olamayacağı misyonlar yüklemek (iyi niyeti de olsa) dünya halklarını kandırmaya hizmet eder.
Ya da “IMF’nin Hızlı Finansman Aracı kapsamında bedavaya, hiçbir koşula bağlanmaksızın alınabilecek 6 milyar dolar anlamına geldiği için çok aptalca gözüküyor” (19) biçimindeki üstenci sözler emperyalist ikiyüzlülüğü yansıtıyor.

Koronavirüs ekonomik krizin nedeni değil
Burada öncelikli olarak açığa çıkartılması gereken şöyle bir gerçek var: Türkiye Korona salgını öncesinde hali hazırda çok ciddi bir dış borç krizi ve buradan hareketle artan döviz kurları yüzünden ciddi bir finansal kriz ile karşı karşıya idi.
17 yıldır izlenen neo-liberal birikim stratejisi ve buna uygun politikalar emperyalizme bağımlı Türkiye ekonomisinin kırılganlıklarını iyice ortaya çıkartmıştı. Son dönemlerde döviz kurunun daha fazla yükselmesi ise, hem uluslar arası TL/döviz swap piyasalarından kullanımlar, hem de Merkez Bankası’nın kamu bankaları ile arka kapıdan yaptığı döviz alış ve satışları ile önlenmeye çalışılıyor, bu da Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin erimesiyle sonuçlanıyordu.
Kısaca bugünkü ekonomik ve finansal krizin nedeni Koronavirüs değil. Bu gerçekle yüzleşmeden, ekonomik ve sosyal krizin gerçek sorumluları sorgulanmadan, sonuçlar üzerinden “IMF’ye gitmekten başka çarenin olmadığını” ileri sürmek ciddi bir yanlış.

IMF kimleri kurtaracak?
İkinci olarak IMF’ye giderek kimler kurtarılacak? IMF’den sağlanacak olan likidite ile kimlerin milyarlarca dolarlık dış borçları, hangi uluslararası bankalara ödenecek? Kurtarılacak olan ekonomide açlık sınırının altında ücretlerle işçiler işbaşı yapacaksa, bu işçiler kurtarılmış mı olacak? Kurtarılacak sektörler ya da şirketlerde açlık sınırının altında, ağır bir sömürüye tabi tutularak çalıştırılacak işçilere üzerinden yaratılacak kârlar ekonomiyi büyüttüğünde tüm toplumun refahı artmış mı olacak?
Bu soruları sormak sınıfsal bir perspektifi gerektiriyor. Bu perspektife sahip bulunmayanlar ve toptancı bir bakış altında “hepimizin aynı gemide olduğu” masalına inananlar; büyük çapta bir döviz likiditesi imkânından yararlanarak kendilerini kurtarırken, bunun bedelini emekçilere ödetmek isteyen büyük sermaye gruplarının sözcülüğünü yapmış olurlar.
20 inci kez IMF kapısına gidilir (2001 krizi sonrasında olduğu gibi) ve alınan yardımla bir kez daha krizden çıkılır ve yeni bir kriz patlayana kadar çark dönmeye devam eder. Sonra bir kriz daha çıkar, makara başa sarılır. Bu arada örgütsüz emekçiler, halklar, gençler, kadınlar, kısaca toplumun çok büyük bir kısmı bir kez daha bedel öder.
İstediğimiz bu mudur, yoksa krizsiz, sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi ve adaletli bir ülke midir?

Dip notlar:
(1) Jayati Ghosh, “COVID-19 is the IMF’s Chance for Redemption”, https://www.project-syndicate.org/…/how-imf-can-lead-global… (9 April 2020).
(2) Hilal Sarı, “Swap, repo, o da olmadı IMF şart”, 
https://www.dunya.com (9 Nisan 2020).
(3) IMF, World Economic Outlook, The Great Lockdown (April 2020), 
https://www.imf.org/…/…/WEO/Issues/2020/04/14/weo-april-2020.
(4) “U.S. now has 22 million unemployed, wiping out a decade of job gains”, 
https://www.washingtonpost.com (17 April 2020).
(5) Bu konuda hem dünya ekonomisinde, hem de ABD ekonomisinde beklenen küçülme ile ilgili olarak ayrıntılı bir analiz için bak: Michael Roberts, “The post-pandemic slump”, 
https://thenextrecession.wordpress.com (13 April 2020).
(6) 
https://www.wsj.com/…/china-set-to-report-plunge-in-first-q… (17 April 2020).
(7) Kristalina Georgieva, “Policy Action for a Healthy Global Economy”, 
https://blogs.imf.org (16 March 2020).
(8) “Covid - 19, Para Basımı ve IMF'nin Yeni İmkânı”, 
mahfiegilmez.com/…/covid-19-para-basm-ve-imfnin-yeni-imkan.….
(9) Christopher G. Collins and Edwin M. Truman, “IMF's special drawing rights to the rescue”, 
https://www.piie.com/…/r…/imfs-special-drawing-rights-rescue (10 April 2020).
(10) Ghosh, agm.
(11) https://www .
dunya.com) / Haberler (https://www .dunya.com/ IMF alerjimizden vazgeçelim (10 Nisan 2020); https://www.dunya.com/…/mf-kaynag-ve-para-basma-seceneg-deg… (15 Nisan 2020).
(12) 
https://www.tcmb.gov .tr/wps/wcm (18 Nisan 2020).
(13) Alaattin Aktaş, ““IMF’ye ihtiyaç var mı?”, 
https://www.dunya.com (17 Nisan 2020).
(14) Agm.
(15) Ghosh, agm.
(16) 
https://www.bloomberg.com/…/imf-freezes-venezuela-funds-as-… (10 April 2019).
(17) Paul Dobson, “Venezuela announces 6-month rent suspension, guarantees workers’ wages, bans lay-offs”, 
https://www.globalresearch.ca (24 March 2020).
(18) IMF, “IMF Members' Quotas and Voting Power, and IMF Board of Governors”, 
https://www.imf.org (15 April 2020).
(19) 
https://ahvalnews.com/…/unlu-ingiliz-ekonomistten-albayraka… (18 Nisan 2020).


14 Nisan 2020 Salı

KORONA GÜNLERİNDE OTORİTER SİYASET VE PİYASACILIK




KORONA GÜNLERİNDE OTORİTER SİYASET VE PİYASACILIK

Mustafa Durmuş

13 Nisan 2020

Bir yandan Tekalif-i Milliye Emirleri tek tek okunarak ülkenin adeta bir Kurtuluş Savaşı vermekte olduğu, yani bir savaş hali içinde olduğu algısı yaratılıyor, diğer taraftan hem Korona salgınının kendi, hem de ardından gelen büyük ekonomik kriz ve yıkımla mücadele, büyük sermayenin ve piyasaların talepleri doğrultusunda (devletin de desteğiyle) “bırakınız yapsınlarcı piyasa ekonomisine” (1) terk ediliyor.

MİLİTARİST DİL

Sadece Türkiye’de değil, Dünyadaki bazı diğer ülkelerde de siyasal iktidarlar Koronavirüs salgınıyla mücadele sırasında özellikle militarist bir dili, savaş dilini ve söylemini kullanıyorlar.

Büyük medyada da “virüsle savaşıyoruz”, “virüs tüm dünyayı işgal etti”, “vücudumuzun virüse karşı savunma mekanizması” ve  “ekonomik istikrar kalkanı” gibi savaş dönemlerini çağrıştıran sözcükler ve ifadeler sıklıkla yer alıyor.

Böyle bir dil ya da söylem politik alanda, militarizmi güçlendirmeyi ve toplumsal dayanışmayı etkisiz kılmayı amaçlıyor.  Çünkü bu dil hem merkeziyetçi devlet yapısını, hem de militarist hiyerarşiyi güçlendirmeye yarayan çağrışımları içeriyor. Ayrıca iktidarların hem o ana kadarki militarist tutumlarını meşrulaştırmaya,  hem de bundan sonrasında atacakları aynı yöndeki adımlar için toplumu hazırlamaya hizmet ediyor. Böylece insanların özgürlüklerinden kolayca vazgeçebilmelerini istiyorlar.(2)

OTORİTERLEŞME YÖNELİMİ ARTTI

Sorun sadece kullanılan dil ile sınırlı da değil çünkü Koronavirüs ile birlikte otoriterleşmeye yönelim de arttı. Geçtiğimiz bir ay içinde 10’dan fazla ülkedeki parlamentoların faaliyetleri geçici ya da tamamen durduruldu. Bazı rejimler insan haklarını ve özgürlüklerini baskılamak için salgını bir fırsat olarak kullanıyorlar.

Örnek olarak; Macaristan devlet başkanına, ülkeyi kanun hükmündeki kararnamelerle yönetme yetkisi verildi. Bu durum devlet başkanı eliyle yapılmış bir Koronavirüs darbesi olarak nitelendiriliyor. Yolsuzluklarla suçlanan İsrail başbakanı virüsle beraber tüm mahkemelerin faaliyetlerine ara vererek (geçici de olsa), bu suçlamalardan ötürü yargılanmaktan kurtuldu. Filipinler devlet başkanı ise sıkıyönetim dönemini aratmayacak yetkilere sahip oldu. Daha kötüsü sadece otoriter rejimler değil, demokrasi olarak nitelendirilen birçok ülkede de güvenlikçi gözetleme ve polisin sert davranışları alarm veriyor. Bu gelişmelerin sonucunda dünyada 500 milyondan fazla insan temsil edilmez bir konuma düşerken, 1,7 milyar insan çok kısıtlı olarak temsil edilebiliyor. (3)

NEO-LİBERALİZM ÇÖKÜYOR

Artık neo-liberalizmin (başta ideolojisi olmak üzere) gözden düştüğü, hatta çöküş sürecine girdiği ileri sürülüyor. Çünkü küresel kapitalizm son ekonomik krizi olan 2008 Büyük Resesyonundan çıkamadan, çok daha derin bir ekonomi krize doğru hızla sürükleniyor.

Öyle ki uluslar arası raporlara göre, başta Merkez Ekonomiler olmak üzere dünyanın birçok ekonomisinde faaliyetler en az üç ay boyunca yarı yarıya azalacak.  Üretim, tüketim, ticaret ve yatırım faaliyetleri belirgin bir biçimde düşerken ulusal hâsıla ortalama yüzde 20 oranında küçülecek.

Virüse karşı aşının bulunmasıyla ilgili henüz bir olumlu gelişmenin olmadığı bir süreçte, bu gelişmeler özel yatırım ve tüketim harcamalarının ciddi olarak azalmasıyla sonuçlanırken, devletler açısından vergi gelirleri düşecek, bütçe açıkları ve borçlanmalar artacak. Bunların topluma yansıması ise kemer sıkma politikaları biçiminde olacak.

Korona virüsün ekonomik etkileri kontrol altına alınsa dahi, borç stoklarıyla ilgili sorunlar devam edecek. Özellikle de Asya’nın Yükselen Ekonomilerinde olmak üzere azgelişmiş ülkelerde bu sorunlar ciddi boyutlarda olacak. Borç stoklarının milli hasılaya oranının ortalama yüzde 200’e eriştiği ve bu borçların üçte ikisinin finans dışı özel şirketlere ait olduğu gerçeği dikkate alındığında, bu ülkeleri uzak olmayan bir zamanda bu borçlardan kaynaklanan bir finansal kriz bekliyor. (4)

Koronavirüsün etkileri özellikle gelir bölüşümü adaletsizliğinin çok yüksek olduğu ülkelerde çok daha sert yaşanacak. Çünkü buralarda sosyal koruma ve sağlık alt yapısı son derece yetersiz. Bu da en zayıf durumdaki kesimleri en riske açık hale getiriyor. Yetersiz hijyen, içme suyu imkanları, sağlık alt yapısı ve sistemleri hepsi bir araya gelince, salgınla birlikte mevcut eşitsizlikler daha da artacak.

İlave olarak, iklim ve gıda krizi-açlık riski  insanlığın başında “Demokles’in kılıcı” gibi sallanırken, Koronavirüsle ortaya çıkan biyolojik kriz karşısında kapitalist devletler tam bir çaresizlik örneği sergiliyorlar. Bu devletler insanlara, bir yandan doğayı kâr ve rant için tahrip etmenin, diğer yandan sağlık hizmetlerini kâr için özelleştirmenin bedelini hayatlarıyla ödettiriyorlar.

“ESKİ ÖLÜYOR, YENİ HENÜZ DOĞABİLMİŞ DEĞİL”

 Gramsci’nin dediği gibi: “Eski ölüyor ama yenisi de henüz doğabilmiş değil.  Bu ara dönemde bu ölümün çok değişik semptomları kendini gösterir”. (5)

Bu sözü bugüne uyarlarsak, bu semptomlar arasında, hepimizin birlikte yaşadığı bazılarını görebiliriz: Sosyal izolasyonlarla-karantinalarla, sokağa çıkma yasaklarıyla neredeyse tüm dünya bir açık cezaevine dönüşmeye başladı. İtalya, ABD ve İngiltere’de görüldüğü gibi günlük binleri aşan ölümlerle kentler adeta birer ölüm kampına dönüşüyor. Başta sağlık emekçileri olmak üzere, işçiler üretime devam ettirilerek birer kurbanlık koyun gibi salgınla mücadelenin en ön saflarında (yeterli koruma önlemi de alınmaksızın) istihdam ediliyorlar.

Süreci yönetemeyen otoriter, neo-liberal yönetimlerse, salgınla ilgili olarak beceriksizliklerini gizleyebilmek için bir yandan başka ülkeleri hedef gösterme şeklinde sahte düşmanlar yaratıyorlar, diğer yandan topluma yalan söylemeyi sürdürüyorlar.

Aynı zamanda da fırsatçı davranarak hem kamu kaynaklarını temsil ettikleri sınıfların yararına kullanmayı sürdürüyorlar, hem de emek sömürüsünü daha da artırmayı hedefleyen yeni kararlar almaktan çekinmiyorlar.

NEO-LİBERAL SALDIRGANLIK TAM GAZ SÜRÜYOR

“Sürü bağışıklığı” adı altında insanların sokaklara çıkmasının adeta teşvik edilmesi, “üretime ara verilmemesi”,  evlerde, işyerlerinde yeterli önlem alınmamışken “herkesin kendi OHAL’ini yaratmasının” istenmesi, yarıya düşürülmüş ücretlerle “ücretli izin” adı altında işçilerin sefalete itilmesi, bazı fuar mekanlarının hızlıca ve düşük maliyetlerle hastanelerine dönüştürülme imkanı varken, yeni kamu hastanelerinin özel yüklenici firmalara yaptırılmak istenmesi, köprü ve oto yollar için yapılmakta olan ödemelerin ertelenmemesi  ve bunun gibi bir çok karar Korona günlerinde de büyük sermaye gruplarının ve piyasaların çıkarlarının açıktan kollandığını gösteriyor.

Çelişkili gibi görünen bu durum aslında çelişkili değil. Çünkü özellikle de neo-liberal çağda artık devlet ile piyasaları birbirinden kalın çizgilerle ayırabilmek mümkün değil. Uygulamada devletçi (hatta halk yararına) gibi gözüken birçok politika ve bu yönde alınan önlem piyasaların, büyük ve yandaş sermaye gruplarının ve onların adına hareket eden siyasal iktidarların işine yarıyor.

SERVET VERGİSİ YERİNE BAĞIŞ

Örnek verelim: Korona ile mücadelede kamu harcamalarının belirgin olarak artması bekleniyor. Bu artışı karşılayacak geliri temin edebilmek için, şu ana kadar bu topraklarda ve bu ülke emekçilerinin sırtından elde ettikleri servetlerle dünyadaki dolar milyarderleri arasına giren büyük sermayedarlardan ve servet zenginlerinden bir kereliğine de olsa bir servet vergisi almak yerine, halktan (adeta bir tür zorunlu) bağış toplanmaya çalışılıyor. Böylece salgın ile mücadele halkın sırtına yüklenmiş oluyor.
Ya da 4857 sayılı İş Kanununa eklenen Geçici Madde 10 ile (sözüm ona) işten çıkartmalar üç ay süre ile yasaklanırken,  gerçekte 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu’na eklenen Geçici Madde 24 ile ücretsiz izin uygulaması yasallaştırılıyor, ücretsiz izne çıkartılan işçiler günde 39,24 lira gibi (asgari ücretin yarısı) komik bir ücretle açlığa mahkûm ediliyor.

Bu ücret düzeyinin Korona salgını bitip normal üretime geçildiğinde işverenler tarafından ücret görüşmelerinde baz alınacağına kuşku yok. İşin diğer bir adaletsiz yanı ise, bu düşürülmüş ücretlerin işçilerden toplanan primlerden oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödenecek olması.

Böylece işverenler bir taşla iki kuş vururken, hükümet de kısa çalışma desteği gibi göreli olarak daha maliyetli bir işten kendini kurtarmış oluyor. Bu durum işverenlerin becerikliliği mi, sarı sendikaların marifeti mi, muhalefetin beceriksizliği mi ya da devlet-sermaye simbiyotik işbirliğinin bir sonucu mu, kararı siz verin.

NEO-LİBERAL PİYASACILIĞIN FATURASI AĞIR

Neo-liberalizmin onlarca yıldır topluma ödettiği fatura çok ağır. Bunlara şimdi hem Koronavirüsün neden olduğu sağlık faturası, hem de çok yakında ekonomik alanda ve nihayetinde toplumsal alanda ortaya çıkacak olan faturalar da eklenecek.

Salgınla ilgili uluslar arası veriler incelendiğinde, hangi ülkelerin göreli olarak daha başarılı ya da başarısız olduğu da ortaya çıkıyor. Öyle ki toplumun sağlığını piyasalara ve piyasacı neo-liberal ve neo-muhafazakâr otoriter yönetimlere bırakmış İngiltere ve ABD gibi ülkelerde salgının hızlı tırmanışı sürerken, salgına karşı daha hızlı, planlı ve devletçi önemler alan Çin ve Güney Kore gibi ülkelerde vaka ve ölüm sayısı hızla inişe geçti. Bu iki ülke salgını piyasalara bırakmadı ve bunu bir devlet sorumluluğu olarak görüp önlemler aldı. Çin, salgını deyim yerindeyse hapsederken, Güney Kore daha büyümeden önledi.

Türkiye ise ilk tanının konulduğu günden itibaren geçen dört hafta sonunda toplam resmi 30,217 vaka ve son bir günde yaşanan 3,000’den fazla vaka sayısı ile dünyada tanı koyulmuş vaka sayısının artış hızında ilk sıraya oturdu.(6)

Skandal sokağa çıkma yasağı kararının sonucu olarak vaka ve ölüm sayısının ne kadar artacağı ise en geç 14 gün sonra görülecek. Bu skandalın ardından gelen istifa kararının kabul edilmemesi ise, ülkede güvenlikçi politikaların halk sağlığı da dahil, her şeyin üstünde tutulduğunu bir kez daha gösterdi.

Diğer yandan Türkiye’deki sağlık örgütlerinin yöneticileri tarafından resmi verilerin gerçek vaka ve insani kayıp sayısının çok altında olduğu ileri sürülüyor. Buna göre: 

"Türkiye’de açıklanan hasta sayısı pozitif test sonuçları üzerinden açıklanmaktadır. Oysaki alanda Covid-19 hastalığı tedavisi alan ancak ya test sonucu belli olmayan ya da test sonucu negatif geldiği halde tedavi edilen hastaların çok fazla olduğunu biliyoruz. Örneğin test yapılmamış veya test sonucu negatif gelmiş, ancak yüksek ateş, öksürük ve radyolojik olarak bilgisayar tomografisinde hastalık lehine bulguları olan birçok hastanın var olduğunu biliyoruz.” (7)
Dünya Sağlık Örgütü tarafından, “salgın ile mücadelede en başarılı ülkeler arasında sayıldığımız” bilgisinin nesnelliği ise, başta ABD olmak üzere bazı ülkelerin bu örgüte yönelttiği ve yanlış bilgi verdiği, pandemiyi zamanında ilan etmediği yönündeki sert eleştiriler ve ABD’nin bu örgüte mali yardımı kesme tehdidi ile tartışmalı bir hale dönüşüyor. (8)

Bu ülkelerin hepsi (Türkiye dâhil) Korona virüsü sonrasında dahi neo-liberalizme sadık bir biçimde “bırakınız yapsınlarcı” piyasacılığı sürdürdüler. ABD ve İngiltere,  “sürü bağışıklığı” teorisine sığınarak önlem almadı ve bugün resmi verilere göre bu ülkelerde günde sırasıyla: 2,000 ve 1,000 insan salgın yüzünden hayatını kaybediyor.

MİLİTARİST DİL- PİYASACI YÖNTEM BİRLİKTELİĞİ

ABD İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı gibi (otomobil fabrikaları tank ve askeri uçak fabrikalarına dönüştürülmüştü) pandemi sonrasında özel şirketlere talimat verip, mevcut üretim çizgilerini değiştirerek medikal malzemeleri üretmesini sağlayabilirdi. Bunu yapmadı (salgınla mücadelede militarist bir dil kullanmayı seçerken),  özel sektörün, piyasaların gönüllü olarak bunları üretmesini bekledi.

Üstelik (OECD verilerine göre), toplam (kamu ve özel) sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı açısından ABD’deki sağlık harcamaları Güney Kore’nin iki katından fazla. Bu pay ilkinde yüzde 17, ikincisinde yüzde 8. İngiltere yüzde 10, İtalya ve İspanya yüzde 8. (9)

Böyle bir farka rağmen ABD’nin çok vahim durumda olmasının nedeni sağlık sektörünün tam anlamıyla metalaştırılmış ve özelleştirilmiş ve halk sağlığının büyük ilaç, özel medikal ve sigorta şirketlerine teslim edilmiş olması. Bunca kaynağın çok büyük bir kısmı (ABD sağlık sisteminin yapılanması gereği) kâr olarak bu kesimlere gidiyor, geriye halk sağlığına çok az kaynak kalıyor. Bu da bu dünya devinin sağlık alt yapısının (yapılan bunca harcamaya rağmen) bu denli çürük kalmasıyla sonuçlanıyor.

İngiltere’nin başarısızlığı ise Thatcher’ın 40 yıl önce “toplum diye bir şey yoktur” sözünün içi boş bir söz ve Ulusal Sağlık Sisteminin (NHS) bu doğrultuda çökertilmesinin tarihsel bir hata olduğunu gösteriyor.

KAYIPLAR AZALTILABİLİRDİ

Oysa eğer Koronavirüs ortaya çıktığında sağlık sistemleri açısından bu ülkeler hazır olsalardı,  bu çapta bir insani kayıp yaşanmaz, büyük çapta karantinalara ve zorunlu evde kalmalara da gerek kalmazdı. Dolayısıyla da 1930 Büyük Depresyonu sırasında görülen hâsıla ve istihdam kayıpları gibi kayıplar yaşanmazdı.

Üstelik Koronavirüs bilinmeyen bir şey değildi. 2018 yılının başlarında Dünya Sağlık Örgütü’nün bir toplantısında bir grup uzman “Virüs X” adını verdikleri bir virüsün varlığından söz etmişler ve bunun hayvanlardan kaynaklandığını, ancak henüz insanlara geçmediğini ileri sürerek uyarılarda bulunmuşlardı. Ayrıca geçen yıl Eylül ayında yayınlanan bir Birleşmiş Milletler raporu gezegende 80 milyonu öldürebilecek güçte bir pandemi riskinden söz ediyor ve liderlere önlem almaları için uyarılarda bulunuyordu. (10)
Neo-liberal iktidarlar hem bu iddiaları ciddiye almadılar, hem de bu salgından korunmak için alınması gerekli (ilaç, tıbbi malzeme, test araçları, yatak, solunum cihazı gibi maddelerin üretimi ve stoklanması gibi) önlemlerin çok pahalı ve gereksiz olduğunu düşündüler. Dahası, salgınlar konusunda yapılmakta olan bilimsel araştırmalara ayrılan fonları da kıstılar.

Oysa hükümetler herkese virüs testi uygulayabilecek durumda olsalardı,  koruyucu ekipman tedarik etselerdi, testler yapmak için büyük bir sağlıkçı kitlesi oluştursalardı, izlemeleri yapsalardı, enfekte olanları izole etselerdi karantinaya gerek kalmazdı. Hastalar ve yaşlılar evde kalır,  kalanlarınsa işlerine gitmeleri kolaylaşırdı. İzlanda, Güney Kore ve Tayvan gibi sağlam bir sağlık alt yapısı olan ülkeler bunu başardılar. Özelleştirilmiş sağlık sistemlerine sahip olanlarsa bu konuda başarısız oldular. (11)

Kısaca kapitalist sistemde kaderimiz sağlık, ekonomi, ekoloji, gıda temini anlamında da, piyasaların kâr yaratma gayretine ve sermayedarların insafına bırakılmış durumda.

Böyle bir bakış açısı altında insanlara ya Teksas Valisinin tanımladığı gibi  “ekonominin ayakta kalabilmesi için kendilerini feda etmeye hazır yurttaşlar” (12)  olmak ya da bizdeki gibi “Korona Şehitleri” olarak anılmak düşüyor.

Oysa piyasaların böyle salgınlar karşısında yapabilecekleri bir şey yok zira bu yapılar salgınların olmadığı bir dünyaya göre tasarlanmış yapılar. Salgınları popüler deyimle “fiyatlamak”, ya da vergiler koyarak içselleştirmek mümkün değil. Çünkü bunlar her hangi bir dışsallıktan çok farklı. (13)

GELECEĞE OLAN UMUDUMUZU YİTİRMEMELİYİZ

Bu salgın yiten, yitip gidecek olanlar hayatlara, çok ciddi ekonomik zorluklara, devasa işsizliğe, kısaca hayatımızın büsbütün alt üst olmasına neden olabilir. Bu anlamda da tarihte görülmüş en büyük trajedilerden biri olarak da nitelendiriliyor.

Ancak aynı zamanda bu salgın, kapitalizmin, serbest piyasaların kâr ve rant hırsının ne tür felaketlere neden olabileceğini de bizlere gösterdi. Öyle ki sağlık ve eğitim gibi ortaklaşa kullandığımız hizmetlerin piyasalaştırılıp ortadan kaldırılmasının, işçileri sendikasızlaştırmanın ve güvencesizleştirmenin, sermaye ve serveti büyütürken toplumu nasıl çökerttiğini, böylece uzun dönemde ekonomik büyümeyi de riske attığını gözler önüne serdi.

Böylece bu salgın bizim için bu sistemi sorgulamak ve her alanda radikal reformlar yapmaktan başlayarak, sonuçta kapitalist sistemi bütünüyle değiştirmek için haklı gerekçeler oluşturuyor, bu bağlamda çok önemli tarihsel bir fırsatı da önümüze koyuyor.

Bu bağlamda, salgınla beraber eleştirilerimiz hükümetlerle, sağlık sistemleriyle sınırlı kalmamalı, doğrudan kapitalizme yönelik olmalı. Çünkü virüsler doğanın bir gerçeği ve gelecekte de görülecekler. Bizim yapmamız gereken şey onlara karşı hazırlıklı olmak, bunun için de sağlam bir sağlık alt yapısı olan bir üretim ve bölüşüm sistemi kurmak. (14)

Umalım ki 20. yüzyılın başlarında yaşanan Birinci Dünya Savaşı aynı zamanda nasıl sosyal devrimler çağının da önünü açtıysa, yüzyıl sonrasında ortaya çıkan bu salgın ve ardından gelen tarihi ekonomik ve sosyal kriz de yeni bir sosyal devrimler çağının gelişini müjdelesin.

İnsanlık var olduğu sürece umut da var olacaktır. 19. Yüzyılda Marx’ın dediği gibi: “Tarihte insanlık hiçbir zaman çözemeyeceği sorunları gündemine almadı. Bir sorun ortaya çıktığında, eş anlı olarak çözümleri de tomurcuklanmaya başlar”. (15)

Bu sefer de çözümün adresi öznenin özünü (üretimde kalmaları ısrar edilen bu anlamda da patronsuz olur ama işçisiz olmaz denilen) oluşturan işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları olacaktır.

Üstelik bu kez sadece dünyada nüfusu üç milyarı bulan işçi sınıfı değil,  işsizlerden, sıfır saat sözleşmeli güvencesiz işçilere, kadınlardan gençlere, ezilen kimlik ve inançlardan ezilen uluslara, ekolojistlerden hayvan severlere kadar, salgının da, ekonomik krizin de en sert vurmakta olduğu çok daha büyük bir  çoğunluk sahneye çıkacaktır.

DİP NOTLAR:


(1)  "laissez-faire, laissez-passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler),  18.Yüzyılda ortaya atılmış ve günümüzde de sermaye çevreleri tarafından savunulan, devletin özel mülkiyeti korumak dışında piyasalara müdahale etmemesi gerektiğine bir burjuva ideolojinin ana sloganı. 

 

(2)  Alexandre Christoyannopoulos, “Stop calling coronavirus pandemic a ‘war’, https://theconversation.com (8 April 2020).

(6)  Bethan McKernan, Turkey's Covid19 infection rate rising fastest in the world”, https://www.theguardian.com (7 April 2020).
(8)  Stephen Buranyi,  “The WHO v Coronavirüs: why it can’t handle the pandemic?”, https://www.theguardian.com (10 April 2020).

(10)                Michael Roberts, “Lives or livelihoods?”, https://thenextrecession.wordpress.com (6 April 2020).

(11)                Agm.
(13)                          Jacob Assa, “Laissez-Faire, Laissez Mourir”, https://developingeconomics.org  (31 March 2020)
(14)                Richard Wolff, “COVID-19 and the Failures of Capitalism”, https://www.counterpunch.org (6 April 2020).
(15)                Karl Marx,  A Contribution to the Critique of Political Economy (1859), Progress Publishers, Moscow, 1977, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/preface.htm (13 Nisan 2020).