Muhalefetin
halka anlatacak yeni bir hikâyesi var mı?
Mustafa
Durmuş
23
Eylül 2024
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ekonomisiyle, ekolojisiyle,
insanıyla, toplumuyla topyekûn bir çürümüşlük ve çöküş yaşıyoruz. Kapitalizmin
sistemik krizlerine ilave olarak, yaklaşık 22 yıldır iktidarda olan neo liberal
siyasal İslamcı iktidar bu toplumsal çöküşten birinci dereceden sorumludur.
AKP
efsanesi çöktü!
Öncelikle,
emek ve doğa sömürüsü sistematik bir biçimde sürüyor ve gelir bölüşümü
adaletsizliği tarihte görülmemiş ölçüde arttı. İşçi sınıfı başta olmak üzere,
emekçi sınıf ve katmanların, halkın yoksulluğu derinleşiyor, yüksek enflasyon
sürerken, işsizlik, özellikle de kadın ve genç işsizliği artıyor. Neredeyse her
üç gençten biri ne istihdamda ne de eğitimde bulunuyor. Çocuklarsa, esnek
çalışma ve MESEM gibi uygulamalarla bu yüzyılın modern kölelerine
dönüştürülüyorlar. Tüm bunların sonucunda toplumun büyük çoğunluğunun yaşam kalitesi
giderek daha da kötüleşiyor.
İkinci olarak,
toplumsal cinsiyet eşitsizliği büyüyor. İş cinayetlerine ilave olarak kadın cinayetleri
de artıyor. Eve kapatılan, ev içi üretimlerinin karşılığı ödenmeyen, aşağılanan,
şiddete, cinayetlere, ayrımcılığa, tacizlere ve istismara uğrayan kadınlar aynı
zamanda istihdam ve sosyal yaşamın dışına itiliyorlar.
Üçüncü olarak,
farklı kimlikler, etnisiteler, inançlar üzerindeki devlet ve egemen kültürün baskısı
daha da arttı. Bu kimlikler iktidarlarca birbirlerine karşı olarak da
kullanılıyorlar. Laiklikse yerle bir edildi.
Dördüncü olarak,
siyasal İslamcılık, milliyetçilik ve militarizm arttı ve bölgesel savaşlar
yoğunlaştı. Bununla birlikte görülmemiş ölçüde bir mülteci, sığınmacı sorunu ve
bunun da körüklediği ırkçılık artışı yaşanıyor.
Son olarak,
küresel çapta olmak üzere, kapitalizmin burjuva demokrasisi ile evliliğini bitirdiği
görülüyor. Gelişmiş ülkelerde dahi despotik, otoriter, pro-faşist yönetimler
işbaşına geliyorlar. Bunun sonucunda demokratik hak ve özgürlükler ortadan
kaldırılıyor ya da iyice sınırlandırılıyor. Bu durum özellikle de bizim gibi
burjuva demokrasisinin bir zamanlar sadece kırıntılarının olduğu ülkelerde işçiler
ve emekçi halklar için çok büyük bir tehlike arz ediyor.
AKP’nin
hikâyesi: 3Y
Oysa AKP iktidar olduğunda 3Y olarak özetlenen bir
hikâyeye sahipti. Bu hikâye basit ve sade bir hikâye idi: Yoksullukla,
yasaklarla ve yolsuzlukla mücadele!
Daha önceki iktidarlardan çok çekmiş olan halk
tarafından bu hikâye kolayca benimsendi ve diğer başka faktörlerin de katkısıyla
AKP tek başına iktidar oldu. Hatta liberal solun bir kısmı dahi bu
beklentilerle bugünkü rejimin önünü açan anayasa değişikliklerine onay verdi.
Ancak geçen bu 22 yılda bu hikâye tamamen tersine
sonuçlar üretti: Ülkede yoksulluk yerini derin yoksulluğa bırakırken, hukuk devleti despotik bir otoriter rejimle
yer değiştirdi ve ülkenin her yanında cerahat gibi patlayan yolsuzluklar bir
norma dönüştü.
Teşhir
yeterli değil, direnç ve örgütlü mücadele gerekiyor!
Kısaca AKP efsanesi çöktü. Kuşkusuz tüm bu kötü gidişi,
toplumsal çöküş ve parçalanmayı, çürümeyi ve bunun sorumlusu siyasal
yapılanmaları, iktidarları olduğu kadar, bu kötülüklerin içinde yeşerdiği
kapitalist-emperyalist sistemi de teşhir etmek gerekiyor. Ancak tek başına
teşhir etmek de yeterli değil. Düzene karşı bilinçli bir mücadeleyi ve direnişi
de örgütlemek gerekiyor. Yani teşhir ve mücadele eşanlı olmak zorunda: Ne tek
başına teşhir etmek yeterli ne de yeterli bir teşhir olmadan mücadeleye
girişmek.
Yeni
bir hikâyemiz olmalı
Eğer sözünü ettiğimiz toplumsal çöküş ve çürümenin insanlığını
sonunu getirecek olan yeni savaşlarla ve barbarlıkla sonuçlanmasını
istemiyorsak, bu düzenin yerine neyi koymak istediğimizi, insanlığı ve doğayı
yok olmaktan kurtaracak hangi politikaları hayata geçirmemiz gerektiğini içeren
yeni bir hikâyeye ihtiyacımız olduğu çok açıktır.
Marx’ın “bir sorun ortaya çıktığında, çözümü de hali
hazırda kendini var etmeye başlamıştır” biçimindeki insanlığın çözümsüz
olmadığını vurgulayan ünlü sözünü hatırlamanın tam da zamanıdır.
Ya da “günün eskinin ölmekte olduğu ama yeninin de
henüz doğamadığı bir gün olduğunun ve bunun insanlık için çok büyük tehlikeler de
içerdiğinin bilincinde olarak”, bu çöküşü, bu düzeni değiştirmek için elimize
geçen önemli bir fırsat olarak da görebiliriz.
Yani “artık bizim zamanımızın geldiği”ne inanmalıyız. Mevcut
kötücül düzenin çöküşünden adil ve eşitlikçi bir toplumun inşa edilebilmesi ise
ancak anlatabileceğimiz gerçekçi bir hikâyenin varlığıyla mümkündür.
Özetle, yeni bir hikâyemiz yoksa eskisini etkisiz
kılamayız. Eskisi ne kadar kötü olursa olsun, onu ne denli teşhir edersek
edelim, yerine yenisini koymadan onu yenemeyiz. Meydan okuma sadece ve sadece mevcut
“kötünün” yerine yeni “iyiyi” koyduğumuzda gerçekleşebilir.
Basit bir hikâye
Yeni hikâyemiz son derece sade ve basit bir hikâye
olmalıdır. Bu hikâyenin ana teması ise: “Yaşadıklarımız kaderimiz değildir,
yeni bir dünya yaratmak ve buna uygun yeni bir toplum inşa etmek mümkün ve
gereklidir” olmalıdır. Yani sınıfsız, sınırsız, engelsiz, sömürüsüz, ezen ve
ezilenlerin olmadığı, eşitlikçi ve doğanın haklarının korunduğu bir toplum inşa
etmeyi hedeflemeliyiz.
Bu temanın temel değerleri ya da ilkeleri, emekten
yana, doğa dostu, kadını güçlendirici ve özgürleştirici, farklı kimlikler,
etnisiteler ve inanç gruplarının haklarına ve özgürlüklerine saygılı, barıştan
yana ve çoğulcu-katılımcı-yerinden demokratik olma ilkeleri olabilir.
Ülkede izlenecek ekonomik ve sosyal kalkınma ve
gelişme stratejileri de bu temaya ve değer ve ilkelere uygun olarak
tasarlanmalıdır. Yani “nasıl bir toplum ve dünya istiyorsak ona uygun bir
gelişim stratejisi kurgulanmalıdır”.
Anlaşılır
ve pozitif dil gerekiyor
Bu hikâyenin başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm
kesimleriyle buluşturulabilmesi ise bu hikâyenin dilinin kolay anlaşılır,
pozitif ve esin verici, cesaretlendirici, umutlandırıcı olmasıyla mümkündür. Hikâye
kısa ve öz ve tekrarlanabilir olmalı, akılda kolayca tutulabilmeli ve içsel
tutarlılığa sahip olmalıdır. Bu, toplumun en başta tüm ezilenlerini içeren bir
hikâye olmalı ve başından sona kadar gelişmeyi, ilerlemeyi, kurtuluşu anlatmalıdır.
Bugünü tanımlayan ve geleceğe yön veren hikâyelerimiz
yoksa umut da yoktur. Kaçınılmaz olarak, politik yenilgimiz hayal etme, yeni
hikâye yaratma konusundaki başarısızlığımızdan kaynaklanır. Çünkü teorik olarak
ne denli güçlü ya da bilimsel olursa olsun, insanlar eğer bu söylenenin
arkasında iyi bir hikâye varsa ve bu hikâye yeterince sıklıkla anlatılıyorsa
ona inanmayı sürdürürler. Bilimsel verilerle ve gerçeklerle yalanları her zaman
etkisiz kılmak mümkün değildir. Hatta insanlar anlamsız bir biçimde daha da
kemikleşmiş olarak iktidar sahiplerinin anlattıkları hikâyelere inanmayı
sürdürebilirler. Önyargıların çok zor terk edildiği unutulmamalıdır.
Mikro alanlarda bu hikâyeler her yanlış hikâyenin
karşısına doğrusunu koymakla yazılabilir. Örneğin, “yerli ve milli otomobil”
projesi söylemine sadece gerçek anlamda yerli ve milli olmadığı için karşı
çıkmak, bunu teşhir etmek bu projeye verilen desteği ortadan kaldırmaz, hatta
sorgulamaktan uzak kitlelerin buna daha fazla sahip çıkmasıyla sonuçlanabilir.
Buna karşı bizim doğa ile uyumlu, istihdam yaratan,
eşitsizlikleri azaltan, insanlara boş zaman bırakan, tamamıyla ücretsiz, demir
yolları ulaştırması ve hafif raylı sistemler gibi kamusal toplu ulaştırma
sistemleri kurmayı esas alan bir hikâyemiz olmalı ve bu hikâyeyi bıkıp
usanmadan anlatmalıyız.
Özcesi pozitif ve gerçekçi öneriler içeren yeni bir
hikâyemiz olmalıdır. Bu karşıtlık biçiminde ya da reaktif (tepkisel) olmamalıdır.
Eğer böyle bir hikâyemiz yoksa hiçbir şey değişmez. Makro düzeyde “yeni bir
yaşamı ve bunun ekonomisini ve siyasetini” anlatan yeni bir hikâye değişim ve
dönüşümün başlangıç adımı olabilir.
Önce
eleştirel düşünceye sahip olmak gerekiyor
Diğer yandan böyle bir hikâye anlatısı eleştirel
düşünceyi gerekli kılar (eleştirel terimi Yunanca “kritikos” kelimesinden gelir
ve yargılamak ya da ayırt etmek anlamına gelir). Eleştirel düşünme, okuduğumuz,
duyduğumuz, söylediğimiz veya yazdığımız şeyleri sorguladığımız, analiz
ettiğimiz, yorumladığımız, değerlendirdiğimiz ve bunlar hakkında bir yargıya
vardığımız bir düşünme türüdür. İyi bir eleştirel düşünme güvenilir bilgilere
dayanarak güvenilir yargılarda bulunmakla ilgilidir.
Düşünme amacımızı ve bağlamını netleştirmemiz,
ardından bilgi kaynaklarınızı sorgulamamız ve sonra argümanları belirlememiz,
daha sonra da bu argümanlar için kaynakları analiz etmemiz gerekir. Daha sonra,
alternatif olabilecek argümanları değerlendirip son olarak da, sunulan tüm görüşlere
dayanarak kendi argümanımızı oluşturmamız gerekir.
CHP’nin
anlatacak gerçekçi bir hikâyesi var mı?
Yaşam, siyasi yaşam da dâhil olmak üzere, sınıfı, kimliği,
inançları ve arzuları tanımlayan bir hikâye anlatımı etrafında döner. Bir bütün
olarak muhalefet partileri şu anda anlatı eksikliği yaşıyorlar ve bu da onları
yönsüz ve kaotik bir hale getiriyor.
Örneğin ana muhalefet partisi CHP ülkede devasa bir
gelir ve servet eşitsizliği ve yoksulluk söz konusu iken, büyük servetlerin
adil bir şekilde vergilendirilmesi aracılığıyla yeniden bölüştürücü
politikaları gündeme getirmediği gibi, sosyal adalete yönelik taahhütlerini de
net olarak ifade edemiyor.
Tutarlı bir alternatif hikâyeye sahip olmayan CHP,
bugün birinci parti konumuna yükselmiş olmasına rağmen, emek ve sermaye çelişkisi
konusunda takınacağı tutum konusunda yaşadığı kafa karışıklığı nedeniyle,
bırakın erken seçimi zorlamayı, çelişkili söylemleriyle 2028’de yapılacak olan
seçimlerde iktidar olabilme imkânını da giderek zayıflatıyor. Yeterince
yıpratıcı muhalefet yapmadığı için, iktidarın dış finansmanla ilgili olarak
ortaya çıkması muhtemel imkanlarla, iktidara bu süre içinde yabancı kaynak
temin ederek enflasyonu düşürme ve ekonomiyi toparlama ve böylece seçmen
kitlesini konsolide etme şansı tanıyor.
Tutarlı bir sol-sosyal demokrat ideolojiden de yoksun olduğundan,
kendisini temsil siyasetinin bürokratik mekanizmalarından ve kişisel hırsların
dağıtıcı etkilerinden kurtaramıyor. Halkın önüne somut ekonomik, sosyal ve
siyasal hedefler koyamıyor, bu hedefleri içeren hikâyeler anlatamıyor. Oysa siyasi
yaşam da dâhil olmak üzere tüm yaşam, kim olduğumuz, ne olduğumuz, ne
düşündüğümüz ve ne umduğumuz hakkında hikâyeler anlatma becerimize bağlıdır.
Görebildiğimiz kadarıyla bir bütün olarak muhalefetin ama
daha da önemlisi ana muhalefetin ne olduğu, neye inandığı ve ne için var olduğu
konusunda anlatacak tutarlı bir hikâyesi ya da hikâyeleri mevcut değil.
DEM
Parti “Üçüncü Yol” un hikâyesini anlatabildi mi?
Muhalefetin önemli bir parçası konumundaki ve
kurulduğu zamandan bu yana demokrasi, eşit yurttaşlık, barış, toplumsal
cinsiyet eşitliği, halkların kardeşliği ekoloji ve barış gibi çok önemli
talepleri dillendiren ve programına alan ve bunlar için mücadele eden DEM Parti
ise, son seçimlerden bu yana Kuzey Irak ve Suriye’deki devam etmekte olan operasyonların
da etkisi altında “Türkiyelileşme” projesini ikincil plana itmiş gibi
görünüyor.
Emek, işçi sınıfının durumu, yoksulluk ve sınıf
mücadelesi gibi, aslında bu döneme damgasını vurmaya başlayan sınıfsal
meselelere yeterli ilgiyi göstermediği gibi, bu tür konuları tartışmaktan ya da
bu konularda sol seçenekler sunmaktan uzak bir görünüm sergiliyor. Örneğin ilk
ortaya atıldığında büyük heyecan uyandıran “Üçüncü Yol” siyaseti ete kemiğe
büründürülemedi.
Neo
liberalizm tehlikesi sürüyor
Oysa Güney Afrika ve İrlanda’da yaşananlar, sol ile
bağını zayıflatan ya da koparan, sol kadroları tasfiye eden ulusal kurtuluş
hareketlerinin iktidar olduklarında nasıl sonuçta neo liberalizme teslim
olduklarının ve bu durumun “radikal demokrasi” ve “antikapitalist demokratik
ekonomi” uygulamalarıyla ilgili olarak yarattığı hayal kırıklıklarının
örnekleriyle doludur. Kısaca, sadece ana muhalefetin değil, DEM’in de anlatacak
elle tutulur bir hikâyesi yok gibi görünüyor.
Ayrıca her iki parti de eleştirel düşünceye sahip,
dolayısıyla da ana akıma karşı alternatifler üretebilecek kapasitedeki sol
sosyalist entelektüelleri barındırma açısından tarihlerinin en kısır dönemlerini
yaşıyorlar. Bu partiler bu kesimlere yeterince yer vermedikleri gibi, bu
kesimler de çeşitli gerekçelerden hareketle bu partilerde yer almak
istemiyorlar. Bu da alternatif hikâyelerin oluşturulmasını zorlaştırıyor,
iktidara karşı ideolojik hegemonyanın yaratılmasını zorlaştırıyor.
Kuşkusuz muhalefet partileri ve hareketleri CHP ve DEM
ile sınırlı değil. Ancak İYİP, Yeniden Refah, DEVA, Gelecek Partisi, Saadet
Partisi ve Zafer Partisi gibi kendilerini muhalefette bulan siyasal partiler de
mevcut. Ancak bunların ortak özelliği sağcı ve statükocu olmaları. Yani toplumu
ilerici bir hikâye doğrultusunda dönüştürebilecek ideolojiye ve amaca sahip
değiller. Zafer Partisi ise daha ziyade mülteci-sığınmacı düşmanlığı üzerinden
siyaset yapan pro-faşist bir parti görünümünde.
Teoride toplumu emekten, doğadan ve eşitlikten yana
dönüştürme misyonunu üstlenen, ancak darmadağınık bir durumda bulunan sosyalist
partilerse, tamamının oyu yüzde 3’ü aşamadığından, bu hikâyenin yazımı ve
anlatımında söz sahibi değiller.
Sonuç
yerine
“Ne abartılmış kötümserlik, ne de abartılmış
iyimserlik” içine düşmemek gerekiyor. Çünkü aşırı kötümser analizler bizi
pasifizme, aşırı iyimser analizlerse maceracılığa götürür ki bu da uzun vadede
hayal kırıklığı ve ardından da pasifizmle sonuçlanır. “İhtiyatlı iyimserlik”
bugün korumamız gereken asıl duygudur. Bunun koşulları da ülkede mevcuttur.
Nitekim AKP’nin 22 yıldır ülkeyi toplumsal bir çöküşün
içine sürüklediğini yaşayarak görüyoruz. Ekonomik sıkıntılar başta olmak üzere
toplumun büyük bir kesimi, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi zaruri hizmet
alanlarına dahi erişimde ciddi sorunlar yaşıyor. Ancak tek başına bu durum
mevcut iktidarın gönderilmesi için yeterli değil. Bunu demokratik yollardan
yapabilecek bir siyasal irade öncülüğünde bütünleşik bir sınıf ve halk
hareketine de ihtiyaç var.
Yani sosyalist sol jargon ile “objektif koşullar
sağlanmış gibi görünüyor. Mesele “sübjektif koşullar”ın hızla yaratılmasıdır. Ancak
ortada böyle bir siyasal özne ve onun geniş kitleleri yanına alabileceği bir
hikâyesi hala yok. Bu olmadığı sürece, son kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği
gibi, CHP’nin birinci parti ve DEM Partinin barajı aşan parti konumunda
olmasına rağmen, kararsız seçmen oranının yüzde 35’i bulması hiç şaşırtıcı
değil.
İçinde bulunduğumuz bu durumdan emekten, ezilenlerden,
ekolojiden yana çıkış alternatiflerini ortaya koyabilecek ve bu alternatifleri
hayata geçirebilecek, aynı zamanda ideolojik, örgütsel ve politik olmak üzere
üçayaklı bir yenilenme sağlamaya niyetli sol, sosyalist, sosyal-demokrat, yurtsever
politik örgütlenmelerin, siyasal partilerin, sendikaların ve diğer emek ve
meslek örgütlerinin kendilerine bir çeki düzen vermeleri gerekiyor.