23 Eylül 2024 Pazartesi

Muhalefet programı

 

Muhalefetin halka anlatacak yeni bir hikâyesi var mı?

Mustafa Durmuş

23 Eylül 2024


Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ekonomisiyle, ekolojisiyle, insanıyla, toplumuyla topyekûn bir çürümüşlük ve çöküş yaşıyoruz. Kapitalizmin sistemik krizlerine ilave olarak, yaklaşık 22 yıldır iktidarda olan neo liberal siyasal İslamcı iktidar bu toplumsal çöküşten birinci dereceden sorumludur.

AKP efsanesi çöktü!

Öncelikle, emek ve doğa sömürüsü sistematik bir biçimde sürüyor ve gelir bölüşümü adaletsizliği tarihte görülmemiş ölçüde arttı. İşçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıf ve katmanların, halkın yoksulluğu derinleşiyor, yüksek enflasyon sürerken, işsizlik, özellikle de kadın ve genç işsizliği artıyor. Neredeyse her üç gençten biri ne istihdamda ne de eğitimde bulunuyor. Çocuklarsa, esnek çalışma ve MESEM gibi uygulamalarla bu yüzyılın modern kölelerine dönüştürülüyorlar. Tüm bunların sonucunda toplumun büyük çoğunluğunun yaşam kalitesi giderek daha da kötüleşiyor.   

İkinci olarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliği büyüyor. İş cinayetlerine ilave olarak kadın cinayetleri de artıyor. Eve kapatılan, ev içi üretimlerinin karşılığı ödenmeyen, aşağılanan, şiddete, cinayetlere, ayrımcılığa, tacizlere ve istismara uğrayan kadınlar aynı zamanda istihdam ve sosyal yaşamın dışına itiliyorlar.

Üçüncü olarak, farklı kimlikler, etnisiteler, inançlar üzerindeki devlet ve egemen kültürün baskısı daha da arttı. Bu kimlikler iktidarlarca birbirlerine karşı olarak da kullanılıyorlar. Laiklikse yerle bir edildi.

Dördüncü olarak, siyasal İslamcılık, milliyetçilik ve militarizm arttı ve bölgesel savaşlar yoğunlaştı. Bununla birlikte görülmemiş ölçüde bir mülteci, sığınmacı sorunu ve bunun da körüklediği ırkçılık artışı yaşanıyor.

Son olarak, küresel çapta olmak üzere, kapitalizmin burjuva demokrasisi ile evliliğini bitirdiği görülüyor. Gelişmiş ülkelerde dahi despotik, otoriter, pro-faşist yönetimler işbaşına geliyorlar. Bunun sonucunda demokratik hak ve özgürlükler ortadan kaldırılıyor ya da iyice sınırlandırılıyor. Bu durum özellikle de bizim gibi burjuva demokrasisinin bir zamanlar sadece kırıntılarının olduğu ülkelerde işçiler ve emekçi halklar için çok büyük bir tehlike arz ediyor.

AKP’nin hikâyesi: 3Y

Oysa AKP iktidar olduğunda 3Y olarak özetlenen bir hikâyeye sahipti. Bu hikâye basit ve sade bir hikâye idi: Yoksullukla, yasaklarla ve yolsuzlukla mücadele!

Daha önceki iktidarlardan çok çekmiş olan halk tarafından bu hikâye kolayca benimsendi ve diğer başka faktörlerin de katkısıyla AKP tek başına iktidar oldu. Hatta liberal solun bir kısmı dahi bu beklentilerle bugünkü rejimin önünü açan anayasa değişikliklerine onay verdi.

Ancak geçen bu 22 yılda bu hikâye tamamen tersine sonuçlar üretti: Ülkede yoksulluk yerini derin yoksulluğa bırakırken,  hukuk devleti despotik bir otoriter rejimle yer değiştirdi ve ülkenin her yanında cerahat gibi patlayan yolsuzluklar bir norma dönüştü.

Teşhir yeterli değil, direnç ve örgütlü mücadele gerekiyor!

Kısaca AKP efsanesi çöktü. Kuşkusuz tüm bu kötü gidişi, toplumsal çöküş ve parçalanmayı, çürümeyi ve bunun sorumlusu siyasal yapılanmaları, iktidarları olduğu kadar, bu kötülüklerin içinde yeşerdiği kapitalist-emperyalist sistemi de teşhir etmek gerekiyor. Ancak tek başına teşhir etmek de yeterli değil. Düzene karşı bilinçli bir mücadeleyi ve direnişi de örgütlemek gerekiyor. Yani teşhir ve mücadele eşanlı olmak zorunda: Ne tek başına teşhir etmek yeterli ne de yeterli bir teşhir olmadan mücadeleye girişmek.

Yeni bir hikâyemiz olmalı

Eğer sözünü ettiğimiz toplumsal çöküş ve çürümenin insanlığını sonunu getirecek olan yeni savaşlarla ve barbarlıkla sonuçlanmasını istemiyorsak, bu düzenin yerine neyi koymak istediğimizi, insanlığı ve doğayı yok olmaktan kurtaracak hangi politikaları hayata geçirmemiz gerektiğini içeren yeni bir hikâyeye ihtiyacımız olduğu çok açıktır.

Marx’ın “bir sorun ortaya çıktığında, çözümü de hali hazırda kendini var etmeye başlamıştır” biçimindeki insanlığın çözümsüz olmadığını vurgulayan ünlü sözünü hatırlamanın tam da zamanıdır.

Ya da “günün eskinin ölmekte olduğu ama yeninin de henüz doğamadığı bir gün olduğunun ve bunun insanlık için çok büyük tehlikeler de içerdiğinin bilincinde olarak”, bu çöküşü, bu düzeni değiştirmek için elimize geçen önemli bir fırsat olarak da görebiliriz.

Yani “artık bizim zamanımızın geldiği”ne inanmalıyız. Mevcut kötücül düzenin çöküşünden adil ve eşitlikçi bir toplumun inşa edilebilmesi ise ancak anlatabileceğimiz gerçekçi bir hikâyenin varlığıyla mümkündür.

Özetle, yeni bir hikâyemiz yoksa eskisini etkisiz kılamayız. Eskisi ne kadar kötü olursa olsun, onu ne denli teşhir edersek edelim, yerine yenisini koymadan onu yenemeyiz. Meydan okuma sadece ve sadece mevcut “kötünün” yerine yeni “iyiyi” koyduğumuzda gerçekleşebilir.


Basit bir hikâye

Yeni hikâyemiz son derece sade ve basit bir hikâye olmalıdır. Bu hikâyenin ana teması ise: “Yaşadıklarımız kaderimiz değildir, yeni bir dünya yaratmak ve buna uygun yeni bir toplum inşa etmek mümkün ve gereklidir” olmalıdır. Yani sınıfsız, sınırsız, engelsiz, sömürüsüz, ezen ve ezilenlerin olmadığı, eşitlikçi ve doğanın haklarının korunduğu bir toplum inşa etmeyi hedeflemeliyiz.

Bu temanın temel değerleri ya da ilkeleri, emekten yana, doğa dostu, kadını güçlendirici ve özgürleştirici, farklı kimlikler, etnisiteler ve inanç gruplarının haklarına ve özgürlüklerine saygılı, barıştan yana ve çoğulcu-katılımcı-yerinden demokratik olma ilkeleri olabilir.

Ülkede izlenecek ekonomik ve sosyal kalkınma ve gelişme stratejileri de bu temaya ve değer ve ilkelere uygun olarak tasarlanmalıdır. Yani “nasıl bir toplum ve dünya istiyorsak ona uygun bir gelişim stratejisi kurgulanmalıdır”.

Anlaşılır ve pozitif dil gerekiyor

Bu hikâyenin başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm kesimleriyle buluşturulabilmesi ise bu hikâyenin dilinin kolay anlaşılır, pozitif ve esin verici, cesaretlendirici, umutlandırıcı olmasıyla mümkündür. Hikâye kısa ve öz ve tekrarlanabilir olmalı, akılda kolayca tutulabilmeli ve içsel tutarlılığa sahip olmalıdır. Bu, toplumun en başta tüm ezilenlerini içeren bir hikâye olmalı ve başından sona kadar gelişmeyi, ilerlemeyi, kurtuluşu anlatmalıdır.

Bugünü tanımlayan ve geleceğe yön veren hikâyelerimiz yoksa umut da yoktur. Kaçınılmaz olarak, politik yenilgimiz hayal etme, yeni hikâye yaratma konusundaki başarısızlığımızdan kaynaklanır. Çünkü teorik olarak ne denli güçlü ya da bilimsel olursa olsun, insanlar eğer bu söylenenin arkasında iyi bir hikâye varsa ve bu hikâye yeterince sıklıkla anlatılıyorsa ona inanmayı sürdürürler. Bilimsel verilerle ve gerçeklerle yalanları her zaman etkisiz kılmak mümkün değildir. Hatta insanlar anlamsız bir biçimde daha da kemikleşmiş olarak iktidar sahiplerinin anlattıkları hikâyelere inanmayı sürdürebilirler. Önyargıların çok zor terk edildiği unutulmamalıdır.

Mikro alanlarda bu hikâyeler her yanlış hikâyenin karşısına doğrusunu koymakla yazılabilir. Örneğin, “yerli ve milli otomobil” projesi söylemine sadece gerçek anlamda yerli ve milli olmadığı için karşı çıkmak, bunu teşhir etmek bu projeye verilen desteği ortadan kaldırmaz, hatta sorgulamaktan uzak kitlelerin buna daha fazla sahip çıkmasıyla sonuçlanabilir.

Buna karşı bizim doğa ile uyumlu, istihdam yaratan, eşitsizlikleri azaltan, insanlara boş zaman bırakan, tamamıyla ücretsiz, demir yolları ulaştırması ve hafif raylı sistemler gibi kamusal toplu ulaştırma sistemleri kurmayı esas alan bir hikâyemiz olmalı ve bu hikâyeyi bıkıp usanmadan anlatmalıyız.

Özcesi pozitif ve gerçekçi öneriler içeren yeni bir hikâyemiz olmalıdır. Bu karşıtlık biçiminde ya da reaktif (tepkisel) olmamalıdır. Eğer böyle bir hikâyemiz yoksa hiçbir şey değişmez. Makro düzeyde “yeni bir yaşamı ve bunun ekonomisini ve siyasetini” anlatan yeni bir hikâye değişim ve dönüşümün başlangıç adımı olabilir.

Önce eleştirel düşünceye sahip olmak gerekiyor

Diğer yandan böyle bir hikâye anlatısı eleştirel düşünceyi gerekli kılar (eleştirel terimi Yunanca “kritikos” kelimesinden gelir ve yargılamak ya da ayırt etmek anlamına gelir). Eleştirel düşünme, okuduğumuz, duyduğumuz, söylediğimiz veya yazdığımız şeyleri sorguladığımız, analiz ettiğimiz, yorumladığımız, değerlendirdiğimiz ve bunlar hakkında bir yargıya vardığımız bir düşünme türüdür. İyi bir eleştirel düşünme güvenilir bilgilere dayanarak güvenilir yargılarda bulunmakla ilgilidir.

Düşünme amacımızı ve bağlamını netleştirmemiz, ardından bilgi kaynaklarınızı sorgulamamız ve sonra argümanları belirlememiz, daha sonra da bu argümanlar için kaynakları analiz etmemiz gerekir. Daha sonra, alternatif olabilecek argümanları değerlendirip son olarak da, sunulan tüm görüşlere dayanarak kendi argümanımızı oluşturmamız gerekir.

CHP’nin anlatacak gerçekçi bir hikâyesi var mı?

Yaşam, siyasi yaşam da dâhil olmak üzere, sınıfı, kimliği, inançları ve arzuları tanımlayan bir hikâye anlatımı etrafında döner. Bir bütün olarak muhalefet partileri şu anda anlatı eksikliği yaşıyorlar ve bu da onları yönsüz ve kaotik bir hale getiriyor.

Örneğin ana muhalefet partisi CHP ülkede devasa bir gelir ve servet eşitsizliği ve yoksulluk söz konusu iken, büyük servetlerin adil bir şekilde vergilendirilmesi aracılığıyla yeniden bölüştürücü politikaları gündeme getirmediği gibi, sosyal adalete yönelik taahhütlerini de net olarak ifade edemiyor.

Tutarlı bir alternatif hikâyeye sahip olmayan CHP, bugün birinci parti konumuna yükselmiş olmasına rağmen, emek ve sermaye çelişkisi konusunda takınacağı tutum konusunda yaşadığı kafa karışıklığı nedeniyle, bırakın erken seçimi zorlamayı, çelişkili söylemleriyle 2028’de yapılacak olan seçimlerde iktidar olabilme imkânını da giderek zayıflatıyor. Yeterince yıpratıcı muhalefet yapmadığı için, iktidarın dış finansmanla ilgili olarak ortaya çıkması muhtemel imkanlarla, iktidara bu süre içinde yabancı kaynak temin ederek enflasyonu düşürme ve ekonomiyi toparlama ve böylece seçmen kitlesini konsolide etme şansı tanıyor.

Tutarlı bir sol-sosyal demokrat ideolojiden de yoksun olduğundan, kendisini temsil siyasetinin bürokratik mekanizmalarından ve kişisel hırsların dağıtıcı etkilerinden kurtaramıyor. Halkın önüne somut ekonomik, sosyal ve siyasal hedefler koyamıyor, bu hedefleri içeren hikâyeler anlatamıyor. Oysa siyasi yaşam da dâhil olmak üzere tüm yaşam, kim olduğumuz, ne olduğumuz, ne düşündüğümüz ve ne umduğumuz hakkında hikâyeler anlatma becerimize bağlıdır.

Görebildiğimiz kadarıyla bir bütün olarak muhalefetin ama daha da önemlisi ana muhalefetin ne olduğu, neye inandığı ve ne için var olduğu konusunda anlatacak tutarlı bir hikâyesi ya da hikâyeleri mevcut değil.

DEM Parti “Üçüncü Yol” un hikâyesini anlatabildi mi?

Muhalefetin önemli bir parçası konumundaki ve kurulduğu zamandan bu yana demokrasi, eşit yurttaşlık, barış, toplumsal cinsiyet eşitliği, halkların kardeşliği ekoloji ve barış gibi çok önemli talepleri dillendiren ve programına alan ve bunlar için mücadele eden DEM Parti ise, son seçimlerden bu yana Kuzey Irak ve Suriye’deki devam etmekte olan operasyonların da etkisi altında “Türkiyelileşme” projesini ikincil plana itmiş gibi görünüyor.

Emek, işçi sınıfının durumu, yoksulluk ve sınıf mücadelesi gibi, aslında bu döneme damgasını vurmaya başlayan sınıfsal meselelere yeterli ilgiyi göstermediği gibi, bu tür konuları tartışmaktan ya da bu konularda sol seçenekler sunmaktan uzak bir görünüm sergiliyor. Örneğin ilk ortaya atıldığında büyük heyecan uyandıran “Üçüncü Yol” siyaseti ete kemiğe büründürülemedi.

Neo liberalizm tehlikesi sürüyor

Oysa Güney Afrika ve İrlanda’da yaşananlar, sol ile bağını zayıflatan ya da koparan, sol kadroları tasfiye eden ulusal kurtuluş hareketlerinin iktidar olduklarında nasıl sonuçta neo liberalizme teslim olduklarının ve bu durumun “radikal demokrasi” ve “antikapitalist demokratik ekonomi” uygulamalarıyla ilgili olarak yarattığı hayal kırıklıklarının örnekleriyle doludur. Kısaca, sadece ana muhalefetin değil, DEM’in de anlatacak elle tutulur bir hikâyesi yok gibi görünüyor.

Ayrıca her iki parti de eleştirel düşünceye sahip, dolayısıyla da ana akıma karşı alternatifler üretebilecek kapasitedeki sol sosyalist entelektüelleri barındırma  açısından tarihlerinin en kısır dönemlerini yaşıyorlar. Bu partiler bu kesimlere yeterince yer vermedikleri gibi, bu kesimler de çeşitli gerekçelerden hareketle bu partilerde yer almak istemiyorlar. Bu da alternatif hikâyelerin oluşturulmasını zorlaştırıyor, iktidara karşı ideolojik hegemonyanın yaratılmasını zorlaştırıyor.

Kuşkusuz muhalefet partileri ve hareketleri CHP ve DEM ile sınırlı değil. Ancak İYİP, Yeniden Refah, DEVA, Gelecek Partisi, Saadet Partisi ve Zafer Partisi gibi kendilerini muhalefette bulan siyasal partiler de mevcut. Ancak bunların ortak özelliği sağcı ve statükocu olmaları. Yani toplumu ilerici bir hikâye doğrultusunda dönüştürebilecek ideolojiye ve amaca sahip değiller. Zafer Partisi ise daha ziyade mülteci-sığınmacı düşmanlığı üzerinden siyaset yapan pro-faşist bir parti görünümünde.

Teoride toplumu emekten, doğadan ve eşitlikten yana dönüştürme misyonunu üstlenen, ancak darmadağınık bir durumda bulunan sosyalist partilerse, tamamının oyu yüzde 3’ü aşamadığından, bu hikâyenin yazımı ve anlatımında söz sahibi değiller.

Sonuç yerine

“Ne abartılmış kötümserlik, ne de abartılmış iyimserlik” içine düşmemek gerekiyor. Çünkü aşırı kötümser analizler bizi pasifizme, aşırı iyimser analizlerse maceracılığa götürür ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve ardından da pasifizmle sonuçlanır. “İhtiyatlı iyimserlik” bugün korumamız gereken asıl duygudur. Bunun koşulları da ülkede mevcuttur.

Nitekim AKP’nin 22 yıldır ülkeyi toplumsal bir çöküşün içine sürüklediğini yaşayarak görüyoruz. Ekonomik sıkıntılar başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimi, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi zaruri hizmet alanlarına dahi erişimde ciddi sorunlar yaşıyor. Ancak tek başına bu durum mevcut iktidarın gönderilmesi için yeterli değil. Bunu demokratik yollardan yapabilecek bir siyasal irade öncülüğünde bütünleşik bir sınıf ve halk hareketine de ihtiyaç var.

Yani sosyalist sol jargon ile “objektif koşullar sağlanmış gibi görünüyor. Mesele “sübjektif koşullar”ın hızla yaratılmasıdır. Ancak ortada böyle bir siyasal özne ve onun geniş kitleleri yanına alabileceği bir hikâyesi hala yok. Bu olmadığı sürece, son kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği gibi, CHP’nin birinci parti ve DEM Partinin barajı aşan parti konumunda olmasına rağmen, kararsız seçmen oranının yüzde 35’i bulması hiç şaşırtıcı değil.

İçinde bulunduğumuz bu durumdan emekten, ezilenlerden, ekolojiden yana çıkış alternatiflerini ortaya koyabilecek ve bu alternatifleri hayata geçirebilecek, aynı zamanda ideolojik, örgütsel ve politik olmak üzere üçayaklı bir yenilenme sağlamaya niyetli sol, sosyalist, sosyal-demokrat, yurtsever politik örgütlenmelerin, siyasal partilerin, sendikaların ve diğer emek ve meslek örgütlerinin kendilerine bir çeki düzen vermeleri gerekiyor.


17 Eylül 2024 Salı

Çocuk cinayetleri-Narin Güran

 

Narin’in öldürülmesinin nedeni güvenlik ve ahlak yetersizliği mi, yoksa demokrasi ve insan hakları yetersizliği mi?

Mustafa Durmuş

18 Eylül 2024


(Çizgi:Ercan Akyol)

Türkiye’de kadın, çocuk ve iş cinayetleri bir türlü önlenemiyor, hatta böyle cinayetler giderek artıyor. En son 8 yaşındaki Narin’in hunharca katledilmesi ve 2 yaşında cinsel istismara uğrayan Sıla Bebek’in hastanede yaşam mücadelesi veriyor olması toplumda çok büyük bir infiale yol açtı.

İktidarınsa, başlangıçta Narin cinayetiyle ilgili olarak, “tüm sorumlulardan en ağır biçimde hesap sorulacağı” biçimindeki açıklamaları, yine aynı ağızlardan “aile kurumunun ve dini değerlerin yıpratıldığı” biçimindeki mesnetsiz ve daha ziyade dikkatleri başka yönlere çekmeye hedeflenmiş suçlamalarla giderek inandırıcılığını kaybediyor. Ne yazık ki toplumun büyük bir kesimi bu cinayetin de üstünün bir şekilde kapatılacağına inanıyor.

Ayrıca, daha önce ülkenin başka bölgelerinde, benzer biçimlerde katledilen Leyla bebek ve Rabia Naz’ın katillerinden ya da bazı sözde dini vakıflara ait mekânlarda istismara uğrayan çocuklara bunu yapanlardan hesap sorulabildi mi? Resmi ağızlardan, “bir kereden bir şey olmaz” ya da “küçüğün rızası vardı” gibi tüyler ürperten açıklamaları duymadık mı?

İktidarın sertliği cinayetleri önlemeye yetmiyor!

Oysa Türkiye içinde yer aldığı coğrafyanın en sert yönetimlerinden birine sahip. Keza Merkezi Yönetim Bütçesinin çok önemli bir kısmı güvenlik ve kolluk hizmetleri ve görevi insanlara dini telkin vermek olan Diyanet gibi kurumlar için ayrılıyor.

“Ülkede toplamda, yüzbinlerce polis, bekçi, asker, yargı mensubu, cezaevi personeli, korucu ve özel güvenlik görevlisi, imam ve din görevlisi istihdam ediliyor. Buna rağmen böyle bir güvenlik ve ahlak açığı nasıl oluşabiliyor?” Sormamız gereken asıl soru bu olmalı.

Aslında, Türkiye’nin onda biri kadar bu işlere kaynak ayırıp da bu tür olayların en azda tutulduğu çok sayıda ülke var. Sadece Avrupa ülkeleri değil, Asya ülkelerinin birçoğunda da bu çapta çocuk, kadın ve iş cinayetleri yaşanmıyor.

Kültür ve demokrasi sorunu

O halde bu bir “güvenlik açığı sorunu” olmaktan ziyade bir ekonomik, sosyal ve siyasal gelişkinlik, kültür ve demokrasi sorunu olarak ele alınmalı. Yani bu cinayetler ülkede özellikle de son 10 yıldır yaşanmakta olan toplumsal çöküşün semptomları. Bunların “güvenlik açığıyla” ya da “ahlak bozukluğu” ile ilgisi yok denecek kadar az.

Bu yüzden de “idam cezası tekrar getirilsin” gibi korkunç tavsiyelere ya da “daha fazla imam hatip okulu açılmalı”, “eğitimin amacı dindar ve ahlaklı insanlar yetiştirmektir” gibi dayatmalara kulak asmamak gerekiyor. Nitekim bu tür cinayetlerin hemen hepsinin bu konularda çok hassas olduğunu iddia edenlerce işlenmesi ve bazı iştirakçilerinin devletin içinden çıkabiliyor olması da bu savı destekliyor. Özetle, bu bir ahlaki değil, tam bir toplumsal çöküştür ve çöküş durdurulamazsa çok daha da kötü şeylerin olması kaçınılmazdır.

Bunlar, bizim bu ülkede yaşayan insanlar olarak görüp söyleyebildiklerimiz. Bir de bunların yurt dışında yapılan bilimsel araştırmalarla rapor haline getirilenleri var.

Berggruen Yönetişim Endeksi

Bu raporlardan biri bu Mayıs ayında yayımlanan Berggruen Enstitüsü’nün, UCLA Luskin School of Public Affairs ve Hertie School ile birlikte hazırladığı bir rapor. (1) Bu raporda bölge ve ülke analizleri yapılıyor ve “Berggruen Yönetişim Endeksi” adlı bir de endekse yer veriliyor. Yukarıdakilere benzer sorunları bu rapor toplumda sağlıklı bir yönetişimin inşa edilememesine bağlıyor.

Rapora göre, aşağıda gösterilen “Yönetişim Üçgeni”: “Devlet Kapasitesi”, “Demokratik Hesap Verebilirlik” ve “Kamusal Hizmet Sunumu”ndan oluşuyor. Bu kavramlar sırasıyla; “kamu yönetiminin kalitesini”, “demokrasi kalitesini” ve “yaşam kalitesini” anlatıyor.

Raporun ilginç bir genel bulgusu da, gerek Avrupa ülkeleri, gerekse de Çin ve Rusya gibi ülkelerde olsun, kamusal hizmet sunumunun (aşındırılmış olsa da) hala oldukça önemli bir yer tutuyor olması.

Ancak genel olarak batı demokrasilerde bunu iyi kalitede kamu yönetimi ve iyi kalitede demokratik hesap verebilirlik izlerken, diğer ülkeler bunlar konusunda yetersiz kalıyor.


Bu tespit Türkiye açısından önemli zira ülkede başta güvenlik, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere kamusal hizmetler nitelik olarak yeterli olmasa da, nicelik olarak milli gelir içinde önemli bir yer oluşturuyor. Nitekim kamusal hizmet sunumu açısından ülkenin puanı 100 üzerinden 80. Gerçi diğer azgelişmiş ülkeler de 65-80 arasında puanlara sahipler. Gelişkin Avrupa ülkelerinin bu konudaki puanı ise ortalama 90’ın üzerinde.

Türkiye demokrasi açığının en fazla oluştuğu 6. ülke

Aşağıdaki tablo bize ülkedeki son cinayetlerin nedenleri konusunda önemli ipuçları veriyor.  Zira üçgenin diğer iki ucu olan “devlet kapasitesi” ve “demokratik hesap verebilirlik” konularında Türkiye özellikle de 2010 yılından bu yana ciddi bir aşınma yaşıyor. “Devlet bitmiş ya da devlet çökmüş” gibi ifadelerin rapordaki karşılığı tam da bu kavramlar aslında.

Öyle ki kamu yönetiminin kalitesini gösteren “devlet kapasitesi” 2010 yılında 42 puan iken 2021’de 28 puana ve demokrasinin durumunu gösteren demokratik hesap verebilirlik 65 puandan 42 puana düşmüş. Muhtemelen parlamento gibi kurumların biçimsel de olsa hala açık olması demokrasi puanının kamu yönetimine göre biraz daha iyi durumda görünmesini sağlıyor.

 

2000

2010

2021

Avrupa Ortalaması 2021

Devlet Kapasitesi Endeksi (100: Tam)

48

42

28

69

Demokratik Hesap Verebilirlik Endeksi (100: Tam)

68

65

42

79

 

Nitekim devlet kapasitesinde son bir yılda en fazla aşınma yaşayan 10 ülke arasında, İran, Suriye, Yemen ve Venezüella’nın yanı sıra Türkiye de (6. Sırada) yer alıyor. Benzer bir biçimde demokratik hesap verebilirlik açısından en kötü durumda olan ülke ilk 5’te yer alıyor.

Aslında bu veriler işçi, çocuk ve kadın cinayetlerinin sosyolojisini aydınlatmak son derece yararlı veriler. Faili işaret ediyor:

Fail, son tahlilde, ülkedeki demokrasi ve insan hakları açığı ve iktidar blokunun hiçbir biçimde hesap vermeye yanaşmaması ve ayakta kalabilmek için her türden insani değeri ayaklar altına almaktan çekinmemesidir.

Bu tür cinayetleri önlemenin yolu ise ülkede, eşitlikçi, laik, emekten ve barıştan yana, toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten, ekolojik,  demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin inşa edilmesidir.

Dip notlar:

(1)  Berggruen Governance Index-Democracy Challenged  (Mayıs 2024), s. 92.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

13 Eylül 2024 Cuma

Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi

 

Kıdem tazminatıma dokunma, geleceğimi karartma!

Mustafa Durmuş

14 Eylül 2024


En düşük emekli maaşının 12,500 TL olduğu ülkede, emeklilerin bırakın insan gibi yaşamayı, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalmaları ve bu durumun iktidara oy kaybettirmesi iktidar cenahının harekete geçmesine neden oldu ve bir süredir dondurucuya koydukları bir projeyi tekrar ısıtmaya başladılar.

Bu proje kamuoyuna “çifte emeklilik” ya da “ikinci emeklilik” olarak tanıtılan Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi Projesi.

Bunu önce Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek dillendirdi, sonrasında da önümüzdeki üç yılı kapsayacak olan Orta Vadeli Programa konuldu. Yandaş basınsa, “ikinci bir emeklilik sunarak emeklilerin geçim sorununu çözecek bir  hizmet” olarak müjdeleyip pazarlamakta gecikmedi.

OVP ve Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi

Orta Vadeli Program’da “Tasarrufların artırılması” başlığı altında konu şu şekilde sunuluyor:

Tasarruf bilincinin ve finansal araç yetkinliğinin artırılması amacıyla finansal okuryazarlık geliştirilecek, uzun vadeli tasarrufların artırılması bakımından önemli olan bireysel emeklilik ve otomatik katılım sistemini geliştirici düzenlemeler hayata geçirilecektir. Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’nin işverenlerin de katkısı ile ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır. Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’deki standart emeklilik yatırım fonları katılımcıların birikimleri için daha fazla katma değer üretecek şekilde yeniden tasarlanacaktır. OKS katılımcılarına BES’de yer alan emeklilik fonlarına erişim imkânı tanınacak, kesintilerin sadeleştirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapılacak, bu kapsamda sistemin cazibesi artırılarak fon tutarı ve katılımcı sayısında artış sağlanacaktır. Finansal eğitim faaliyetleri yaygınlaştırılarak finansal okuryazarlık artırılacaktır.  Kanun Otomatik Katılım Sisteminin (OKS) de katkısı ile 2025/ 4. Çeyrek ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır”. (1)

Bağımsız denetim şirketi KPMG’nin ise 2024 raporunda şunlar yer alıyor: “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemine Dönüşüm: BES’in, devlet destekli emeklilik sistemini tamamlayan bir sisteme dönüşmesi için çalışmalar devam ediyor. Bu sayede emeklilikte daha yüksek gelir elde etmek mümkün olacaktır”. (2)

Ekonomi ne zaman krize girse gündeme getirilir!

Hatırlatalım. Bu girişim yeni değil. Tıpkı 2001 krizi sonrasında olduğu gibi, ekonomi ne zaman krize girse siyasal iktidarlar (krizi bahane ederek) kıdem tazminatı hakkını adım adım ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerle işçilerin karşısına dikildiler. Bunu yaparken de emekçilere sanki iyi bir şeyler sunuyormuş gibi pazarladılar.

En son 2019 Kasım ayında benzer bir girişim olmuş ve işçilerin kıdem tazminatları için tehdit oluşturan bu girişim ve bununla bağlantılı olarak gündeme getirilen Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES), işçilerin bir günlük uyarı eylemleriyle Eylül ayına ertelenmiş ve bugüne kadar bir daha gündeme getirilmemişti.

İşçiler direndiler çünkü bugünlerde neo liberal, siyasal İslamcı ve milliyetçi yanı ağır basan siyasal iktidar, 1936 yılından bu yana yasal bir statüye kavuşturulmuş olan, işçilerin çalışarak kazandıkları bir hak niteliğindeki kıdem tazminatlarını ortadan kaldırarak onu belirsiz bir fona dönüştürme çabasından bir türlü vazgeçmedi.

“Fırıldak bayramda satılır”

Mevcut iktidar bloku, siyasal ve toplumsal muhalefetin dağınıklığı ve ekonominin stagflasyonist bir kriz sarmalına girmesiyle birlikte, yüksek enflasyon altında artan ekonomik durgunluk ve işsizlik yüzünden giderek büyüyen yedek işçi ordusu nedeniyle işçi hareketinin ve sendikaların daha da güçten düştüğünü gördüğünden, bu konuyu tekrar gündeme getirdi. Ayrıca önümüzdeki dört yılda normal koşullar altında bir genel seçimin yapılmayacak olması iktidarın elini rahatlatıyor.

Patronlar için maliyet, işçiler içinse güvence

Günümüzde özellikle de yaşanan ekonomik krizle birlikte giderek daha da yoksullaşan işçiler açısından (işçinin eline geçecek toplu para anlamında) kıdem tazminatı: “İşsiz kaldıklarında hayatlarını sürdürebilmeye yardımcı olan bir mali destek” (yani tutunabilecekleri bir dal), “emeklilik sonrasında ihtiyaçları için harcayabileceği bir toplu para” demek.

En önemlisi de kıdem tazminatı, “işçilerin kolayca işten atılmalarını önleyen (en azından zorlaştıran) bir tür iş güvencesi”. Çünkü, her ne kadar yargı süresi işçilerin aleyhine çok uzun zaman alsa da,  patronlar birikmiş kıdem tazminatlarını da dikkate alarak işçileri işten çıkartmaya pek yanaşmazlar.

Ana sütü gibi helal bir hak!

Diğer yandan, patronlar (kullanımı son derece kısıtlanmış koşullara bağlanmış olmasına ve işçilerin sadece yüzde 15’inin bu tazminatı fiilen alabilmesine rağmen), kıdem tazminatını kendileri için bir maliyet unsuru, dolayısıyla da üzerlerinden atmaları gereken bir mali yük ve işçileri kolayca işten çıkartabilmenin önündeki bir engel olarak görüyorlar.

Oysa kıdem tazminatı işçinin; bir yıl boyunca çalışmasının ve yılda 30 günlük ücretinin karşılığı olarak hesabında tutulması gereken bir akçalı hak. Dolayısıyla bu hakkın zamanı geldiğinde ona ödenmesi kadar normal bir şey olamaz.

Ancak, en şiddetli ekonomik kriz dönemlerinde bile, servetlerini artırabilen,  lüks tüketim harcamalarından asla vazgeçmeyen, sıradan bir iş yemeğinde bile asgari ücretin birkaç katı bir yemek faturası ödemekten (vergi matrahından da düşerek) çekinmeyen patronlar, nedense konu işçilerin kıdem tazminatına geldiğinde adeta feryat figan  “maliyetlerinin artmasından, rekabet gücünü yitirmekten, batmaktan, işçi çıkartmak zorunda kalmaktan” söz edebiliyorlar.

Artık muhatap patronlar olmayacak, Fon olacak!

Öncelikle konuyu emek-sermaye ilişkileri açısından ele alalım. Bu açıdan kıdem tazminatının TES gibi bir fona dönüştürülmesi patronların artık tazminat ödenmesinde işçinin muhatabı olmaktan kurtulmaları anlamına geliyor. Yani işçi yasal koşullar çerçevesinde işten ayrıldığında ya da emekli olduğunda, patronundan birikmiş kıdem tazminatını ödemesini isteyemeyecek zira patron ona başvuracağı yer olarak Kıdem Tazminatı Fonu’nu gösterecek.

Böylece nasıl işleyeceği de belli olmayan bir havuza (denetlenmesi imkânsız bir işleyiş içinde), işçilerden kesilecek olanın ve devlet katkısının yanı sıra, patronlar işçilerin kıdem tazminatları için, onlar adına para aktaracak, işçiler de (sözde) zamanı geldiğinde bu havuzdan tazminatlarını alabilecekler.

Kötü örnekleri ortada dururken

Diğer taraftan bu ülke insanlarının başta Konut Edindirme Fonu,  Tasarrufları Teşvik Fonu ve İşsizlik Sigortası Fonu olmak üzere, geçmişte kurulan çok sayıda fonla ilgili acı deneyimleri söz konusu.

Öyle ki işçiye, işsiz kaldığında destek verilmesi için kurulan İşsizlik Fonu patronlara kaynak aktarma fonuna dönüştü. Örneğin kurulduğundan bu yana bu fonda biriken 100’lerce milyar TL’nin yüzde 69’unun patronlara, sadece yüzde 19’unun işçilere ödendiği ve işçilerin bu fonu kullanma koşullarının giderek zorlaştırıldığı ortaya çıktı.

Bu yüzden de, fonda ısrar etmenin nedeninin; işçi ile patron arasına bir üçüncü tarafı koyarak patronun kıdem tazminatı ödemesinden kurtulmasını, bunun sorumluluğunu bu üçüncü tarafa atmasını sağlamak olduğu anlaşılıyor. Bunun patronlar açısından ne kadar büyük bir rahatlama sağlayabileceğini kestirebilmek güç değil. Fon uygulamasının bir diğer nedeni ise finans piyasalarıyla ilgilidir ki bu başlı başına bir yazı konusu olabilir.

İşçi “devletin sırtında kambur” gibi görülüyor

İkinci olarak, böyle bir düzenlemenin devleti de, sözüm ona, rahatlatması bekleniyor. Böyle bir fon ile özellikle de neo liberalizm döneminde topluma karşı sorumluluklarının büyük bir kısmını üzerinden atan,  kendi istediği gibi istihdam (üniformalı) dışında istihdam yaratmaktan da kurtulan devlet işçiler için, yaşlandıklarında kamusal emeklilik hizmeti verme sorumluluğundan da kurtulmuş olacak.

Öyle ki gelinen nokta itibarıyla dolaylı ve dolaysız vergilerin yanı sıra yıllardır işçilerden tahsil edilen yaşlılık sigortası primlerinin düzeyi (yanlış kamu harcamaları politikaları yüzünden) işçilere yaşlandıklarında yaşamlarını sürdürebilecek yeterlikte bir maaş ödemeye yetmiyor.

Üstelik 5510 Sayılı Yasa ile emekli aylıklarının hesaplama yönteminin değiştirilerek aylık bağlama oranının düşürülmesi ve prime esas günlük kazancın hesabında kullanılan güncelleme katsayısının düşürülmesi (3) işçi emeklilerinin aldıkları maaşlarla geçinebilmesini imkânsız bir hale getirirken, bu önlem sosyal güvenlik bütçesi açıklarının kapatılmasına da yetmedi. Öyle ki Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerinin hala yüzde 40’a yakını cari transferlerden ve bunun da büyük bir bölümü de sosyal güvenlik kurumlarına yapılan böyle aktarmalardan oluşuyor.

Sırada emeklilik ikramiyesi mi var?

İşte bu durum hem devleti yönetenleri hem de bütçenin kaynaklarının asıl olarak kendileri için kullanılmasını isteyen sermayeyi rahatsız ediyor. Bu nedenle de başta kamusal emeklilik olmak üzere bu sorumluluğun devletin sırtından alınıp piyasaların eline bırakılması isteniyor.

Bunun bir sonraki aşaması ise  kez kamu emekçilerinin “emeklilik ikramiyesi” ile ilgili olarak yapılacak düzenlemedir. Eğer kıdem tazminatları TES ile ortadan kaldırılırsa sıranın kamu emekçilerinin emekli ikramiyesine gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Önce BES, şimdi TES: Hep aynı aldatmaca!

Özetle, son 22 yılda kıdem tazminatını adım adım ortadan kaldırmaya yönelik strateji; önce  “ikinci emeklilik” ve “çifte emeklilik” gibi şık paket süslemesiyle tanıtılan Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) ile gündeme getirildi. Bu yeterince ilgi görmeyince bu kez Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) devreye sokuluyor.

Böylece işçilerin daha çalışırken tasarruf yapmaya başlamaları (bu ücret düzeyleriyle nasıl yapacaklarsa) ve çalışamayacak hale geldiklerinde, emekliliklerinde bu tasarrufları ile yaşamlarını sürdürmeleri isteniyor.

Nitekim AKP hükümetleri döneminde her yıl Orta Vadeli Programlarda (ya da Yeni Ekonomi Programlarında) yer verilen bu türden uygulamalara en son 4 Kasım 2019’da Resmi Gazete'nin mükerrer sayısında tanıtılan 2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı içinde “bireysel emeklilikte otomatik katılımın tamamlayıcı emeklilik sistemine dönüştürülmesi” kararı yayınlandı (4). Bu karara göre Tamamlayıcı Emek Sistemi 1 Ocak 2022’den itibaren yürürlüğe girecekti (böylece bazı işçilerin bu düzenlemenin kendilerini ilgilendirmeyeceği düşüncesiyle tepki vermeyeceği de düşünülüyordu) .

Kıdeme esas teşkil eden ücret 30 günden 19 güne mi düşürülüyor?

TES’e ilişkin çalışmalar hala devam ediyor ama her zaman olduğu gibi, tepkileri görebilmek için iktidarca hazırlanan bir taslak metin basına sızdırıldı. Bunun şimdilik bir taslak olması yüzünden, bu konuda çok net şeyler söyleyebilmek zor.

Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz Resmi Gazetede “bireysel emeklilikte otomatik katılımın tamamlayıcı emeklilik sistemine dönüştürülmesi” kararı ile açıklanan Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi için (zorunlu ve isteğe bağlı olmak üzere) iki formül üretilmişti.(5)

Zorunlu uygulanacak olan birinci formüle göre; her bir çalışma yılı için 30 günlük ücret tutarında ödenen kıdem tazminatının 19 günlük kısmı mevcut sisteme göre işveren tarafından ödenecekti. 11 günlük kısmi için ise çalışan adına bireysel fon oluşturulacak ve ödeme fondan yapılacaktı. Fondan ödenecek 11 günlük kısım için işveren, fona aylık işçi ücretinin yüzde 3’ü tutarında prim ödeyecekti.

Böylece 1980 öncesinde yıllık 45 gün olarak hesaplanan ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü döneminde 30 güne indirilen yıllık kıdem tazminatı tutarı bu tasarı ile 19 güne indirilecekti.(6)

İsteğe bağlı olacak ikinci formüle göre ise; işçi, işveren ve devletin katkı sağlayacağı bir fon oluşturulacak. Oluşturulacak fona toplam yüzde 6 oranında prim ödenmesi öngörülüyordu. Bunun 4,0 puanı işveren tarafından karşılanacak, 0,5 puanı işçiden kesilecek, devlet de 1,0 puan katkıda bulunacaktı. Vergi indirimi yoluyla da 0,5 puanlık ilave prim katkısı yapılarak yüzde 6 oranı tamamlanacaktı.

Kıdem tazminatından hiç söz edilmiyor ancak…

Bugünlerde konuşulan formülde işçileri ve sendikaları ürkütmemek için kıdem tazminatlarından hiç söz edilmiyor, hatta teklif tatlandırılmış bir biçimde sunuluyor.

Yani “ikinci bir maaş ile düşük kalan emeklilik maaşlarının tamamlanmasının sağlanacağı, bunun için de işçi adına her ayki brüt maaşının yüzde 8,33’ünün işverence bir fona işçi adına yatırılacağı” ileri sürülüyor. Böylece bu fonların finans piyasalarında en verimli biçimde işletilip nemasının işçiye yansıtılacak şekilde biriktirilmesi ve ikinci maaşı hak ettiği zaman da bunun işçiye her ay ödenmesi hedefleniyor.

Ancak bu öneri kuşku dolu bir öneri. Zira patronlar ciddi boyutta maddi bir karşılığı olmadan yüzde 8,33’lük bir miktarı işçi adına ödemeyi neden kabul etsinler? Buna inanmak için kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin ne olduğunu hiç bilmemiş, anlamamış olmak gerekir.  Nihai hedefte kıdem tazminatını yutmak yoksa patronlardan böyle bir davranışı beklemek saf dillilik olur. İktidar bu hedefe aşama aşama yürüyebilir. Ayrıca istikrarsız finans piyasalarında biriken bu paraların getirisinin ne olacağının bugünden bilinebilmesi de imkânsızdır. 

TES’in başarı şansı?

Diğer yandan, böyle bir sistemin başarılı olma şansı var mıdır? Buna verilecek yanıt başarıdan neyin kastedildiğine bağlı olarak değişir. Sigortacılık sektörünün büyümesi ve finans kapitalin daha da gelişmesi anlamında başarı şansı olabilir. Ancak işçilere güvenilir, istikrarlı ve iyi gelirli bir ikinci emeklilik maaşı sağlama konusunda bu ve benzeri sistemlerin şansı da niyeti de yoktur. 

“Tamamlama değil eksiltme, tazminat değil harçlık!”

Önerinin bugünkü versiyonundan yola çıkılarak bu eksik olan maaşı tamamlama değil, bir “eksiltme” işlemi olarak tanımlanabilir. Buradaki asıl hedef kıdem tazminatlarının yok edilmesidir.

Yani burada da bir tamamlayıcılık değil, olsa olsa kamusal emekliliğe alternatif bir emeklilik önerisi ya da daha doğru bir teşhisle “eksiltme” söz konusu olabilir. Öyle ki yapılmak istenen, “siz kıdem tazminatınızdan vazgeçin, biz de size her ay küçük küçük harçlık verelim” şeklindeki bir kurnazlıktır. İşçilerin bu konuda ne kadar hassas olduğunu bildiklerinden şimdilik kıdem tazminatından söz edilmeden öneri tanıtılıyor.

Kamusal emekliliği tasfiye etme planı

İkinci olarak, bireysel emeklilik sistemlerinde bildik anlamda bir emeklilik söz konusu değildir. TES de (tıpkı BES gibi) bireysel risk ve kazanç kararına dayalı, içinde önemli riskleri barındıran bir tasarruf sistemi olacaktır. Bu sistem hayata geçirilirse bu, kamusal emeklilik sistemini adım adım tasfiye etmenin bir aracı olarak kullanılacaktır.

Üçüncü olarak, bu sistemde esas olan fonda para biriktirmektir. Teorik olarak, bireysel katılımcıların (ya da kurumsal katılımcıların) birikimleri (katkıları) ve bu birikimlerden elde edilen (varsa) gelirler bir fonda toplanır. Bu fon piyasa araçları (borsa, Hazine bonosu faizleri, mevduat faizi gelirleri) üzerinden değerlendirilir ve sonrasında fonda birikenler üzerinden katılımcılara maaş ödemesi yapılır.

Fonlar reel getiri sağlamazsa ne olur?

Bu sistemdeki temel varsayım, emeklilik yatırım fonlarının düzenli olarak reel getiri (harcamalar düşüldükten sonra)  sağlayacağı varsayımıdır. Oysaki EGM’nin verilerine göre Türkiye’deki BES fonları 2011-2015 dönemini kapsayan beş yılın üçünde reel getiri açısından zarar ettiler (2011’de yüzde -11, 2013’te yüzde - 8 ve 2015’te yüzde -7), yalnızca iki yılda pozitif getiri sağladılar (2012’de yüzde 10 ve 2014’te yüzde 6). Bu fonlar tasarrufçuya, 2012- 2016 dönemini kapsayan beş yılda, ortalama sadece binde yarım oranında bir getiri sağlayabildi.(7)

Bu yıllarda BES katılımcılarının birikimleri enflasyon karşısında ciddi olarak eridi ve katılımcılar bırakın net kazanç sağlamayı, ellerindekini de kaybettiler.

İstikrarsız getiri

Bir OECD çalışması bu sürecin 2018 yılında da yaşandığını ortaya koyuyor. Öyle ki ekonomik durgunluğun da etkisiyle OECD ülkelerinde özel emeklilik fonlarının ortalama getirisinin yüzde - 3,2 olduğu görülüyor.  31 ülkenin 29’unda getiri negatif olurken, en büyük zarar Polonya’da (yüzde -11,1) ve Türkiye’de yüzde -9,4) olarak gerçekleşti.  Geçmişe dönük olarak son 15 yıldaki getiri ise 18 ülkenin 15’inde pozitif oldu. En yüksek oran Kanada’da gerçekleşti (yüzde 4,8).(8) Sektörün yatırım getirisi performansı 2019 yılında tekrar yükseldi ve 46 ülkenin 29’unda yüzde 5’i,  ABD’de yüzde 10’u aştı. Türkiye’de ise yüzde 10,8 oldu.(9)

Yüksek fon yönetim ücretleri

Getiriyi azaltan ikinci faktörse yüksek fon yönetim ücretleri. Ülkelerin çok büyük kısmında böyle ücretler üzerine bir tavan konulmasına karşılık, bu ücretler üye ülkelere göre farklılaşıyor. 2018 yılında en düşük fon yönetimi ücretini (varlıklarının yüzdesi cinsinden) binde 5 ile Avustralya, Şili ve İsrail’deki fonlar uygularken, en yüksek ücreti yüzde 2 ile Türkiye (2017)  ve ikinci en yüksek ücreti yüzde 1,1 ile İspanya’daki özel emeklilik şirketleri uyguladılar.(10)

Finans kapitale kaynak aktaran bir proje daha

Özetle,  devlet tarafından ‘bes’lenen, bir yandan işçiyi patron karşısında daha da güçsüz duruma düşürürken, diğer yandan finans kapitale kaynak aktaran bir proje ile karşı karşıyayız. Çünkü 31 Ağustos 2024’te 890 milyar TL’yi aşan bir Fon tutarı, 120 milyar TL’yi aşan devlet katkısı ve 9,2 milyon katılımcı sayısı (buna karşılık 2024 Nisan ayına kadar sadece 298,352 kişiyi emekli edebilen), (11) ülkede en fazla kurumlar vergisi ödeyen ilk 30 kurum arasında bir tek firması bile bulunmayan bu sektöre devlet milyarlarca liralık bir katılım payı desteği veriyor.

Diğer taraftan böyle bir devlet desteği ya bütçenin vergi gelirlerinden finanse edilecek ya da yeni devlet borçlanması ile karşılanacaktır. Yani (tıpkı maliyetinin altında kredi faiziyle inşaat sektörü desteklenirken ortaya çıkan kamu bankaları zararı gibi), TES ile finans kapital desteklenirken ya halktan daha fazla vergi alınacak ya da borçlanmaya gidilerek desteklenen finans kapitalin bankalarından borç alınacak, sonra da bu borçlar faizleriyle birlikte aynı kesime ödenecek ve nihayetinde bu borçların geri ödenmesi için de halktan daha fazla vergi alınacaktır.

Bu proje bir gerçeği bir kez daha ortaya çıkarttı. Her sözün başında faize ve faizciye karşı olduğunu ileri süren siyasal iktidar uygulamada faizle, finansal piyasalarla iş yapmayı ve sermayeyi ve serveti bu piyasalar üzerinden büyütme stratejisini sürdürüyor.

Sonuç yerine

Kıdem tazminatı bir lütuf, bağış ya da hayırseverlik ürünü değildir. İşçilerin çalışarak kazandıkları bir haktır, onların mevcut işlerinin ve geleceklerinin güvencesidir. Hangi gerekçeyle ya da biçimde (örneğin Tamamlayıcı Emeklilik Sigortası) olursa olsun bunun ortadan kaldırılmaması ya da bir başka şeye dönüştürülmemesi, finans kapitale aktarılacak bir kaynak olarak, finansallaşma aracı olarak görülmemesi ve emekçilerin geleceklerinin finans piyasalarının insafına ya da performansına bırakılmaması gerekir.

Bu proje devleti yönetenlerle sermaye kesiminin çıkarlarının birebir özdeşleştirilmesini, sosyal devletinse tamamen ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir projedir. Çünkü bu şekilde devlet asli görevlerinden biri olan, yurttaşlarının ödedikleri vergi ve primlerle yaşlılıklarında yaşanabilir bir emeklilik geliri sağlama sorumluluğundan kaçıyor ve bunu özel piyasalara devretmiş oluyor. Bu proje ile sermaye de kıdem tazminatı maliyetinden kurtulduğu gibi, işten çıkartmalar daha da kolaylaşacağı için işçilerin direncini düşürüyor, sınıfın kendisine daha fazla biat emesini sağlamayı hedefliyor.

Son olarak, işçilerin, yaşlılıklarında çalışamayacaklarından dolayı (ailelerine bakma yükümlülüğü kısmen de olsa devam edeceğinden), emeklilikte onlara bakma görevi ve sorumluluğunun devletin üzerinden alınması da, bunun yüksek kâr ve spekülatif rantlar peşinde koşan finans piyasalarının insafına, performansına terk edilmesi de, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçiler açısından kabul edilemez bir durumdur. Başta işçi sendikaları olmak üzere tüm emek örgütleri buna karşı direnmek zorundadır.

Dip notlar:

(1)          Orta Vadeli Program (2025-2027), s. 53, s. 97 (10 Eylül 2024).

(2)          KPMG, Sigorta Sektörel Bakış 2024, kpmg.com.tr, s. 25 (12 Eylül 2024).

(3)          Murat Özveri, “Kıdem tazminatına dokunma yaşlılık aylığını yükselt”, https://www.evrensel.net (1 Temmuz 2020).

(4)          2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, 4 Kasım 2019 tarihli Resmi Gazete (mükerrer).

(5)          Sezgin Özcan, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi”, https://www.sozcu.com.tr ( 18 Haziran 2020).

(6)          12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde kıdem tazminatı her yıl için, aylık brüt asgari ücretin 7,5 katı olarak hesaplanıyordu. Bugünse 20,000 TL-41,700 arasında değişiyor. Yani bugün bir işçi en yüksekten dahi kıdem tazminatı alsa, 12 Eylül öncesinin uygulamasına göre alması gereken tazminatın sadece 7,5’te 1’i olabilecektir.

(7)          Tugce Ozsoy, Ercan Ersoy, Asli Kandemir, “There's A Big Shake Up Coming to Turkey's Pension Industry”, https://www.bloomberg.com (16 Kasım 2017).

(8)          OECD, Pensions at a Glance 2019, OECD and  G20  indicators. s. 214.

(9)          OECD, Pension Funds in Figures, June 2020.

(10)       (8) OECD, Pensions at a Glance 2019, agr, s. 218.

(11)       https://www.egm.org.tr/bilgi-merkezi/istatistikler (11 Eylül 2024).

12 Eylül 2024 Perşembe

12 Eylül askeri darbesi

 

12 Eylül Darbesinden siyasal İslamcı rejime doğru 44 yıl

Mustafa Durmuş

12 Eylül 2024


Geçen yüzyılı belirleyen olgulardan birisinin askeri darbeler ya da darbe girişimleri olduğu bilinen bir gerçek.

Azgelişmiş ülkelerde 1960 sömürgecilik sonrasında, Şili gibi iktidara gelen bazı “Ulusal Kalkınmacı Yönetimler”, “batılı kapitalist devletlerin çıkarlarına ters düşen strateji ve politikalar izlediklerinden” ve Türkiye gibi diğer bazıları da “küresel sermayenin yeni birikim stratejilerini hayata geçirebilmek için”, başta ABD olmak üzere, diğer emperyalist devletler tarafından düşman olarak ilan edildiler ve CIA destekli askeri darbelerle devrildiler.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasındaki askeri yönetim döneminde resmi kayıtlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı. Bu dönemde, 1 milyon 683 kişi fişlenirken, binlerce kamu görevlisi 1402 Sayılı Kanun gereğince kamu görevinden mahrum edildi. Tespit edilebilen gözaltında ya da hapishanelerde, işkence vb. yöntemlerle ölüm sayısı 229 oldu. 700 kişinin idamı istendi ve bunlardan 50’si (17 ‘si siyasi hükümlü olmak üzere) idam edildi (1).

Darbelerin ekonomik ve politik nedenleri

1960 sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde ABD emperyalizminin ve NATO’nun payı elbette çok büyüktür. Çünkü (ekonomik-parasal ilişkileri bir yana bırakın), darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) ve artık bir küresel suç örgütü olduğu bilinen NATO’ya bağlıydılar.  

Diğer taraftan, tüm askeri darbeleri sadece ülke yönetimlerinin emperyalizmle ters düşmesi ya da çatışması ile açıklamak doğru değildir. Zira darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel) ekonomik, politik ve jeopolitik etkenler de söz konusudur. Bunların başında kuşkusuz derin ekonomik krizler ve politik krizler geliyor.

Bunların örneğin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinde son derece etkili olmuşken, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve ardından 20 Temmuz OHAL ile gelen ve genelde “sivil darbe” olarak nitelendirilen gelişmede, spesifik olarak, ekonomik faktörden daha ziyade iktidarın iki kanadı arasında başlayan çatışmayla ayyuka çıkan politik kriz etkili oldu.

Keza 1980 öncesinde İran’da Amerikancı Şah Rejiminin devrilmesi ve yerine Mollalarca yönetilen bir rejimin iş başına gelmesi, ABD tarafında, Rusya’ya karşı önemli bir hegemonya kaybı olarak görüldü ve bunu telafi etmek için Türkiye bir askeri rejimle tahkim edilmek istendi.

12 Eylül 1980 Darbesine giden süreç: Ekonomik ve politik kriz

12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde dünya kapitalizmi uzun süren bir iktisadi durgunluk, Türkiye ekonomisi ise derin bir iktisadi ve politik kriz içindeydi. Türkiye’nin krizi aslında 1962’den itibaren uygulamakta olan kapitalist “ithal ikameci büyüme modeli”nin (en azından Türkiye’deki versiyonunun), bir kriziydi ve kendisini “döviz krizi” biçiminde gösteriyordu.

Yani ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla belli düzeyde satın alma gücünü garantileyen, göreli olarak yüksek işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem iç hem de dış ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi.

Sermaye birikim rejimini bu krizden çıkartmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün olabilirdi. Bu artık iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel olarak “dış pazara/ihracata yönelik bir model” olmak durumundaydı. Bu modelin ekonomi-politik temelini ise rekabetçi işçi ücretleri (yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve genel olarak hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu.

24 Ocak 1980 Kararları: Filmin fragmanı

Krizden çıkış için önce “24 Ocak 1980 Kararları” adı altında IMF-Dünya Bankası kaynaklı “istikrar tedbirleri ve yapısal uyum programları” uygulandı. Bu kararlar Türkiye’yi hızla küreselleşen kapitalizme -emperyalizme yeni ve daha sağlam bir biçimde eklemlemeyi hedefleyen kararlardı. 

Bu kararların hayata geçirilebilmesi için (aksak işlese de) mevcut parlamenter demokratik rejimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü işçi sınıf hareketi ve sendikalar güçlenmiş, toplumsal muhalefet ayağa kalkmıştı. On binlerce işçi grevde, öğrenciler boykottaydı. İşçi ve emekçilerin haklarını, ekonomik ve politik örgütlerini ortadan kaldıran bir tür açık diktatörlüğe ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı 12 Eylül Askeri Darbesi ile kurulan askeri diktatörlük karşıladı.

Bu süreçte,  bu kararlara ve bu kararları uygulayan askeri ve sivil yönetimlere uluslararası sermaye, emperyalist devletler, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar da destek verdiler.

Kârlılık restore edildi

24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün sonucunda; Türkiye ekonomisinin makroekonomik performansı artırıldı; yerli ve uluslararası sermayenin kârlılığı restore edildi ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi yapabilir hale getirildi.

Bunun faturası ise (açık diktatörlük şartlarında) işçi ve emekçi sınıflara ödettirildi. İşçilerin reel ücretleri ve köylülerin gelirleri düştü,  gelir dağılımı daha da bozuldu. Düşük ücret, yüksek reel faiz, zamlar ve devalüasyonlar ile halk daha da yoksullaştırıldığı gibi, ekonomik ve demokratik haklarından mahrum bırakılarak askeri diktatörlük altında ağır bir zulme uğratıldı (2).

12 Eylül ile birlikte işçilerin kıdem tazminatlarına esas kabul edilen gün sayısı 45 günden 30 güne indirildi (bugünlerde bu hak tamamen ortadan kaldırılmak isteniyor).

Darbeden bu yana geçen 44 yıl boyunca, özellikle de son 22 yıldır,  Türkiye neoliberal politikalara teslim edilerek bir bütün olarak hızla dönüştürüldü,  özelleştirmeler ve serbestleştirme politikalarıyla ekonomi küresel kapitalizme ve emperyalizme daha da bağımlı hale getirildi, kalkınma ve sanayileşme çabalarından vazgeçildi.

“15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi” ve OHAL

Bu darbeden sonra da ülkede post modern darbeler gerçekleşti. Bunlardan en sonuncusu ‘15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi’ olarak tarihe geçti. Bazılarına göre ‘kontrollü bir darbe’ olan bu girişim aslında 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki gibi ekonomik kriz koşullarının yol açtığı bir darbe değildi.  

Çünkü darbe öncesi yıla göre, darbe yılının ilk 6 ayında borsa yüzde 15 yükselmiş, yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaşmış ve 10 yıllık devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıllara göre düşmüştü. Yani ekonomi göreli olarak iyi durumdaydı.

Kısaca, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardındaki faktör ekonomik krizden ziyade politik krizdi. Bu krizin bir ayağı 2013 yılından beri iyice belirginleşen FETÖ-AKP çatışmasıydı. Diğer ayağı ise Orta Doğu’da Türkiye’nin de parçası haline geldiği savaşla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Kürt Sorunuydu. Öyle ki 2015 yılında çatışmasızlık sürecine son verip savaş konseptine geri dönüşü sağlayan üst akıl darbe mekaniğini de harekete geçirdi.

Tek adam rejimi!

Darbe girişiminden sadece 1 hafta sonra ilan edilen OHAL ve devreye sokulan KHK’ler neo liberal, neo popülist ve siyasal İslamcı neo otoriter bir rejimin kurulmasının ilk adımları oldu. Geçen 8 yıl boyunca parlamenter demokrasi ortadan kaldırılıp, güç ve iktidarın tek elde toplanmasına izin veren bir “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” kuruldu.

OHAL döneminin yol açtığı çok ağır insani, sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetleri görebilmek için ise çarpıcı bir yazıya bakmak (3) ve geniş çaplı bir araştırmaya dayalı olarak hazırlanan yaklaşık 1,000 sayfalık raporu incelemek yeterlidir (4).

Ancak bu rejim altında da politik kriz atlatılamadığı gibi, ekonomi derin bir krize sürüklendi. 2016 yılı ekonomik olarak “kayıp yıl” sayılırken, 2017 yılında, biraz yeni büyüme hesaplama yönteminin etkisi, biraz da Kredi Garanti Fonu’nun devasa boyutlara ulaşan kredileriyle ekonomi hormonlu bir biçimde büyütüldü. Ancak 2018 yılından itibaren ekonomi sert biçimde yavaşladı ve tüm parasal ve reel göstergelere göre derin bir kriz girdi.

Sonuç olarak

Bu günlerde Türkiye ekonomisi 12 Eylül Askeri Darbesinden bu yana karşılaştığı en derin ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Üstelik bu kriz sosyal, siyasal ve ekolojik krizlerle birlikte “çoklu bir krize” dönüşmüş durumdadır.

Hatta hayatın hem özel hem de kamusal alanlarında sık sık karşılaştığımız yolsuzluklar, kamu kaynaklarının kullanımındaki usulsüzlükler, liyakatsizlik, etik sorunlar, kadın cinayetleri, çocuklara dönük tecavüzler ve katliamlar ülkedeki mevcut durumun kriz kavramıyla açıklanamayacak kadar ciddi bir durum olduğunu, bunun “toplumsal bir çöküş” olduğunu gösteriyor.

Bu yolu açan 44 önce yapılan bir askeri darbe idi. Bu darbe ile toplumu ilerici, emekten, doğadan, barıştan, eşitlik ve adaletten yana dönüştürecek olan kesimlerin bir silindir gibi ezilmesi, buna karşılık bu boşluğun militarist-milliyetçi, siyasal İslamcı yapılar, cemaatler ve siyasal parti ve hareketler tarafından doldurulmasıyla, bu antidemokratik süreç en son ülkeyi yöneten İktidar Bloku aracılığıyla doruğa çıkartıldı. Bunun faturası da her alandaki çöküşler ve toplum bunların altında kaldı.

Buna rağmen bu ülkeyi, emek, demokrasi, eşitlik ve adalet ve barış temelinde yeniden inşa etmek hem mümkün hem de gereklidir.

Dip notlar:

(1)  Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.

(2)  Agm.

(3)  Nejla Kurul, “KHK’lilerin yası tutulabilir mi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr (20 Temmuz 2019).

(4)  Mağdurlar İçin Adalet Topluluğu, İkinci Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu (Ocak 2019).