16 Ağustos 2018 Perşembe

SPEKÜLASYON BİLİNİYORDU DA NEDEN ÖNCEDEN ÖNLEM ALINMADI?



SPEKÜLASYON BİLİNİYORDU DA NEDEN ÖNCEDEN ÖNLEM ALINMADI?

Mustafa Durmuş

15 Ağustos 2018

Üç gün öncesinde 1 dolar 7.30 liraya kadar yükselmişti. Bununla da kalmayıp, 10 yıllık Hazine tahvilinin faizi de en az yüzde 20 oranında arttı. Öyle ki finans kapitale, kriz içindeki Yunanistan’dan iki kat daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kaldık.
Spekülatörler, ellerinde yüklü miktarda dövizi ve tahvil alacak kadar nakdi bulunanlar, kısaca para sahipleri büyük kazançlar elde ettiler.
Bu gelişmelerin ardından bankacılık alanında yapılan yeni düzenleme ile yabancı bankaların lira üzerindeki spekülatif alım satımlarına izin veren takas sözleşmeleri kısıtlandı. Böylece büyük miktarda alım yapan yabancıların ellerindeki sözleşmeleri lira cinsinden sözleşmelerle takas imkânı sermayelerinin yüzde 25’i ile sınırlandırıldı.
Bu müdahale ile spekülatif bir biçimde liranın değer kaybı ya da tersinden söylersek doların ve avronun hızlı yükselişi bir ölçüde önlendi.
Öyle ki bu düzenlemelerin sonucunda dolar kuru 7,3’ten dün sabaha karşı 5,9’a kadar geriledi. Sonrasında şu anda olduğu gibi 6.13’e kadar tekrar yükseldi. Böylece işin bir kısmının spekülatif ataklarla ilgili olduğu ortaya çıktı.
Ancak bu tespit liranın değer kaybının ardındaki asıl nedenin ülke ekonomisinin ve siyasetinin içinde bulunduğu kötü durum olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Yani asıl olarak ekonominin dayandığı çürük temeller bu gelişmelere yol açtı.
Çürük temellerden kastımız; yüksek enflasyon, yüksek özel sektör dış borcu, yüksek cari açık, kısa vadeli dış borç tutarının yüksekliği, döviz rezervlerinin yetersizliği ve ne yaptığı bilinmeyen ve tam olarak ne yapacağı da kestirilemeyen, bu nedenle de yabancı yatırımcıya güven vermeyen bir ekonomi ve siyaset yönetiminin varlığı.
Tıpkı “lira hızla değer kaybederken, bunu durdurmak için onu cazip hale getirecek bir mekanizma olarak neden yüksek oranda bir faiz artışına gidilmediği” sorusu gibi, bu gelişmeleri ülkeyi yöneten iktidar blokunun sermaye birikim ve büyüme modeline ilişkin olarak yaptığı tercihte, bu tercihin ekonominin ve siyasetin diğer değişkenleriyle olan çatışmasında aramak gerekiyor.
Şimdi şu soruları sormamız gerekiyor:
Mademki liranın bu değer kaybı spekülasyondan kaynaklanıyordu (yukarıda anlatılanlar kısmen bunu doğruluyor ve iktidar da bunu ileri sürüyor ) o halde bu durum bilinmesine rağmen neden hükümet bu önlemleri daha önce almadı?
Bu durumda spekülatörler sadece dışarıdakiler mi yoksa onların işbirlikçileri de mi var?
Ortaya çıkan bunca ekonomik kaybın, zararın, iflaslar nedeniyle artan işsizliğin sorumluları kimler?
Bu spekülatörler ve işbirlikçilerinden hesap sorulacak mı?


5 Ağustos 2018 Pazar

KAPİTALİZM İÇİ ÇÖZÜMLER YETERSİZ, ANTİKAPİTALİST BİR PERSPEKTİF GEREKLİ


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (6):
KAPİTALİZM İÇİ ÇÖZÜMLER YETERSİZ, ANTİKAPİTALİST BİR PERSPEKTİF GEREKLİ

Mustafa Durmuş

4 Ağustos 2018

Hem IMF hem de Dünya Bankası raporlarında azgelişmiş ülkeler için emek koruyucu yasaların lüks olduğunu ileri sürüyorlar. Çünkü ihracat artışına zarar veren, sermayenin ülkeden kaçmasına neden olan bu uygulamaların ülkelerin atağa kalkmasını önlediği biçiminde bir gerekçe öne sürüyorlar.

EMEK KORUYUCU DÜZENLEMELER LÜKS MÜDÜR?
Öyle ki Dünya Bankası 10 yıl önce yayımlanan bir raporunda (1), azgelişmiş ülkelerde işçileri korumak için çıkartılan yasaların işçilere zarar verdiğini ileri sürerken, gelişmiş ülkelerde güçlü emek koruyucu yasalara ihtiyaç olduğunu belirtiyordu.
2019 Raporunda (2) ise asgari ücretin düşürülmesi ve istihdam yaratmak ve ekonomiyi büyütmek için emek koruyucu yasaların rafa kaldırılmasının gerekliliğini ileri sürüyor.
Çünkü (örgüte göre), hızlı, esnek hareket edebilen işletmelerin prim yaptığı bir dönemde. yeni işler yaratmak ve insana yatırım yapmak gerekiyor. Bu nedenle de “girişimcinin, yatırımcının önünde engel oluşturan işçileri koruyan kanunlar, düzenlemeler azaltılmalıdır. Bu işçiler için de en faydalı çözümdür”.
Rapora göre, hükümetlerin emek alanını aşırı güçlendirmek istemesi ekonomik dinamizmi olumsuz yönde etkiliyor. Firmaların yeni ve pahalı teknolojilere kaynak ayırma olanakları azalıyor. Öyle ki “bir araştırmaya göre 60 ülkede iş koruma önlemleri yüzde 20’den yüzde 80’e yükseltildiğinde istihdam şoklarına karşı uyarlanma hızı üçte bir oranında yavaşlıyor, yıllık verimlilik artış hızı ise yüzde 1 puan düşüyor (3).
Dünya Bankası’nın bu bakış açısından, emek koruyucu yasalar (bırakın daha iyi ücretlere ve daha iyi çalışma koşullarına sahip olmayı), işsizliği (özellikle de niteliksizlerin işsizliğini) ve kayıt dışılığı artırıyor. Bu nedenle de mesaj bellidir: “İstihdam korumayı öngören düzenlemeleri azaltın, ücret artışı taleplerini duymazdan gelin. Ülkeniz yeterince geliştiğinde bu düzenlemelere geri dönersiniz” (4).
Oysa ortada bir başka gerçek var. Azgelişmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğu zaten böyle emek koruyucu yasalara ya hiç sahip değil, ya da bunlar göstermelik düzeyde. Ayrıca özellikle de kapitalizmin bu neo liberal döneminde bu yasalar ciddi ölçüde aşındırıldı, yani geriye rafa kaldırılacak pek de bir şey kalmadı.
Ayrıca artan yoğun rekabet yüzünden kâr marjını korumak için maliyetleri düşürmek, bu yüzden de emek tasarrufuna gitmek durumunda kalan özellikle de küçük işletmelerin nasıl yeni işler yaratacağı ve eğitimin tamamen paralı bir hale geldiği bir dönemde yoksulların insana nasıl yatırım yapabilecekleri ya da gelir bölüşümü adaletsizliğinin neden olduğu sorunlar gibi temel soruların yanıtları bu raporda mevcut değil (5).

KAPİTALİZM İÇİ ÇÖZÜM?
Bu tezlere karşı, kapitalizm içinde çözümün mümkün olduğunu ileri süren reformist iktisatçılara göre ise bu çıkarımlar hem teorik hem de pratik yanlışlarla dolu. İleri sürülen tezlerin tersine, sermaye birikimini hızlandıran, ekonomik büyüme, artan istihdam ve adil gelir bölüşümü gibi faktörlerdir. Bunları da ancak güçlü emek koruyucu yasalar mümkün kılabilir.
Bir başka anlatımla, bu karşı tezlere göre, ödemeler dengesi sorunu olan bir ülkede emek koruyucu yasalar (ücret artışıyla sonuçlanan) büyümeyi olumsuz değil, olumlu yönde etkiliyor. Keza daha adaletli bir gelir bölüşümü işin içine girdiğinde ekonomik büyüme üç kanaldan birden hızlandırılıyor: Meşrulaştırma, yenilikçilik ve teknolojik iyileştirme ve iç talebin güçlendirilmesi.
Yani sırasıyla:
(i) Emek koruyucu yasalar Weberyan bir bakış açısı altında meşrulaştırma işlevi görüyor. İşçilerin firmaya bağlılığını artırarak, verimliliklerinin yükselmesini sağlıyor.
(ii) Schumpeteryan bir yaklaşımla bu yasalar yeniliklerin (inovasyon) önünü açıyor. Asgari ücret ve istihdam koruma, emek gücü verimliliğinin, rekabetin artmasını ve sanayileşmede bir üst düzeye yükselmeyi sağlıyor. Bunlar inovasyonlarla gerçekleşiyor. Kısıtlar fırsata dönüştürülebiliyor (yani düzenlemelerle gelen zorlamalar firmayı güçlendiriyor), girişimcilik artıyor.
(iii) Keynesyen - Kaldorcu yaklaşım altında işletmelerin ve sanayilerin dinamik etkinlikleri artıyor. Çünkü bu düzenlemeler emeğin payını ve dolayısıyla da iç talebi artırıyor. Daha büyük pazar, daha büyük işbölümü ve uzmanlaşma demektir ki bu da firmaların ölçek ekonomilerinden ve yaparak öğrenme pratiklerinden faydalanmasını sağlıyor. Bu durum kümülatif bir talep sürümlü sanayileşmeyi sağlıyor ki bu da daha yüksek bir büyüme, daha iyi ücretli bir istihdam, talep artışı, yatırım artışı ve teknolojik ilerlemeyi beraberinde getiriyor (6).
Bu bağlamda UNIDO (7), koruyucu emek piyasası düzenlemelerinin sanayileşme politikasının önemli bir aracı olması gerektiğini çünkü sanayileşmenin güçlü bir iç talep artışına bağlı olduğunu, iç talebin ise iyi ücretli, istikrarlı bir istihdam ve adaletli bir bölüşüm ile sürdürülebilir olduğunu vurguluyor.
Böylece kapitalizmin aşırılıklarını gidermeye odaklı yaklaşımlara göre; geç sanayileşmiş bir ülkede güçlendirilmiş emek yasaları sanayileşme politikaları ve sermaye hesabı düzenlemeleriyle (sermaye çıkışlarını önleyen) birlikte uygulanabilir. Asıl bu yasalardan vazgeçmek azgelişmiş ülkeler için lükstür.
Diğer yandan bu yaklaşımda emek koruyucu düzenlemelerin büyüme ve kalkınma için araçsal olarak kullanılmasının etik olup olmadığı sorgulanmıyor. Ayrıca örgütlenme özgürlüğü, köleliğin yasaklanması, zorla çalıştırmaya ve emek sömürüsüne son verilmesinin temel insanlık hakları olduğu, grev ve güvenli istihdamın ise emekçilerin temel ekonomik ve sosyal hakları olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.

EGEMENLERİN TERCİHİ SİSTEMİ REFORME ETMEKTEN YANA DEĞİL
Diğer yandan IMF ve Dünya Bankası raporlarına yansımasının ötesinde, ülkelerdeki uygulamalara bakıldığında, ödemeler dengesi krizi ve ekonomik durgunluktan çıkış için reformist önerilerin kabul görmediği anlaşılıyor.
Tam tersine neo liberal, neo muhafazakâr ve neo otoriter iktidarlar emek sömürüsünü daha da artıran, emekçilerin haklarını tamamen ortadan kaldıran ve bunu otoriter rejimler altında sürdürmeyi planlayan bir çıkış stratejisi benimsemiş durumdalar.
Üstelik bunu, piyasa köktenciliğini göklere çıkartan, ancak aynı zamanda da devleti gelir ve serveti finans kapital ve büyük sermaye lehine yeniden bölüştürmede kullanan neo liberal politikaların (neden olduğu sosyal ve ekonomik felaketler yüzünden) gözden düştüğü bir dönemde yapıyorlar.
Yani bu meşruiyet yitimi egemen sınıfları durdurmaya yetmiyor, tam tersine daha da cesaretlendirip, saldırganlaştırıyor. Dünyanın birçok yerinde iktidar blokları iktidarlarını kaybetme korkusu altında ekonomide karar alma mekanizmalarını ele geçiren hamleler yapıyor ve böylece neo liberal projelerin çöküşünü önlemeye çalışıyorlar.
İyice gericileşmiş, emek düşmanı neo liberal politikalara meydan okuyanlar ise, ironik bir biçime (reformistlerin sistemi kendinden kurtarmak için temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze getirdikleri önerileri bir kenara bırakırsak), asıl olarak aşırı sağcı popülist partiler ya da hareketler. Bunlar neo liberal politikaların yıllarca marjinalleştirip dışladığı ve yoksullaştırdığı kesimlere ulaşıp onların desteğini alıyorlar (8).
Bir başka anlatımla, “demokrasi kapitalizmi dizginleyemediğinde kendini tahrip ediyor ve yeni faşist rejimlere geçit veriyor. Bu rejimler piyasalara hâkim oldukları görüntüsünü verseler de hem sermaye ile hem de piyasalarla bütünleşiyor ve ülkenin ihtiyacı olan gerçek reformları yapmak yerine ülkeyi aşırı milliyetçi sembollerle beziyorlar. Aynı zamanda da günah keçileri yaratarak kusurlarını bunlara yüklüyorlar”(9).
Sağ ya da sol popülizmin kapitalizmin krizine çözüm bulamadığı ve sonuçta her ikisinin de faturayı emekçilere ödettiği tarihte çok sayıda örnekle doğrulandı. Bunun her iki yönden örnekleri için Trump yönetimindeki ABD’ye Macaristan, İspanya ve Yunanistan olmak üzere Avrupa’ya bakmak yeterli.
Türkiye’de ise otoriterlik ve muhafazakârlıkla güçlendirilmiş bir yeni popülizm iş başında. Gelinen durum itibariyle onun da sorunları çözmekten ziyade daha da derinleştirdiğine tanık oluyoruz.
Merkezin sağında ya da solunda yer almış sistem partilerinin önerdikleri çözümlerin ufku ise IMF ve Dünya Bankası’nın ufku ile sınırlı. Gerçek çözümleri üretebilmek için, mevcut kriz dâhil tüm krizleri emek odaklı, antikapitalist bir perspektiften ele almak gerekiyor.
…………………

(1) World Bank, Doing Business 2008, Comparing Regulations in 178 Countries 2007, s. 1- 8.
(2) World Bank World Development Report, The Changing Nature of Work, 2019, (July 2018).
(3) Agr, s. 87.
(4) Servaas Storm and Jeronim Capaldo, “Who Says Labor Laws Are “Luxuries”?, 
https://www.ineteconomics.org/…/blog/who-says-labor-laws-areluxuries (11 June 2018).
(5) Pete Dolack, “World Bank Solution for Lack of Jobs: Cut Worker Protections”, 
www.counterpunch.org (6 July 2018).
(6) Servaas Storm and Jeronim Capaldo, “Labor Institutions and Development Under Globalization”, Working Paper No. 76 (30 May 2018).
(7) UNIDO, Industrial Development Report 2018 - Demand for Manufacturing: Driving Inclusive and Sustainable Industrial Development, Vienna, 2017.
(8) C.P. Chandrasekhar, “The Indiscreet Aggression of the Bourgeoisie”,
http://www.macroscan.org/…/cur04072018Indiscrete_Aggression… ( Jul 4th 2018).
(9) Robert Kuttner’ın Can Democracy Survive Global Capitalism? (2018, WW Norton), adlı kitabından bir alıntı. Bkz: Maria Alejandra Madi, “On global capitalism and the survival of democracy”,
https://rwer.wordpress.com/author/mariaalejandramadi/ (24 July 2018).


2 Ağustos 2018 Perşembe

KRİZİN FATURASI YİNE EMEKÇİLERE KESİLİYOR…


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (5):
KRİZİN FATURASI YİNE EMEKÇİLERE KESİLİYOR…
Mustafa Durmuş
2 Ağustos 2018

Doların 5 lirayı aşması Türkiye’yi bir süredir beklenen bir ödemeler dengesi (1) krizine bir adım daha yaklaştırdı.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar ise son raporlarında, özellikle de Türkiye gibi bir ekonomik durgunluk ve finansal kriz riski altındaki ekonomiler için sadece kemer sıkma anlamına gelen sıkılaştırılmış maliye ve para ve kredi politikaları önermiyorlar.
Bu iki örgüt aynı zamanda ekonomik ve politik karar alma mekanizmasını hızlandırıcı önlemler alınmasının ve daha da önemlisi emek koruyucu yasal düzenlemelerden vazgeçilmesinin ya da en azından hafifletilmesinin gerekli olduğunu söylüyorlar.
Yani ekonomik durgunluk ve döviz-dış borç krizi riskleri üzerinden, işçilerin zaten iyice daraltılmış haklarından tamamen vazgeçmelerini dayatarak, bir tür ölümü göstererek sıtmaya razı etmek istiyorlar.
İki bölümden oluşan bu yazının amacı; işçileri, onların örgütlerini korumaya dönük yasal düzenlemelerin azaltılmak (ya da ortadan kaldırılmak) istenmesinin nedenlerini ve bunun hem işçi sınıfı, hem de genel ekonomi üzerindeki olası etkilerini ele almak.

KRİZ GÖZ GÖRE GÖRE GELDİ
Öncelikle, bu emek karşıtı önerilerin, Türkiye’deki ekonomik krizle bağlantıları ve bu krizin ana akım ideoloji tarafından ele alınma biçimi anlamında, kendi içinde tutarlı bir yanının olduğunu vurgulamakta yarar var.
Çünkü Türkiye’de sermaye çevreleri, bir süredir dizginlenemeyen bir yüksek kâr ve rant sağlama ve servet biriktirme hırsıyla, ekonomiyi yüksek düzeyde bir cari açıkla ve dış borçlanmayla, büyüme potansiyelinin çok üzerinde büyütmeye çalışıyor ve siyasal iktidar da bu stratejiyi benimsemiş gözüküyor (bu nedenle öncelikle “her ne şekilde olursa olsun yüksek büyüme” elde etme takıntısını sorgulamak gerekiyor).
Diğer taraftan dışa bağımlı az gelişmiş bir kapitalist ekonomi olarak Türkiye ekonomisinin temelleri yeterince sağlam değil. Ayrıca son 15 yıldır izlediği büyüme stratejisi nedeniyle; yüksek işsizlik ve enflasyon bir yana, ulusal parasının değeri çok hızlı bir biçimde düştü, döviz rezervleri hızla eridi, cari açığı giderek arttı, dış borç stoku çevrilemez boyutlara ulaştı ve uluslararası sermaye piyasalarında ciddi bir güven yitimine uğradı.
Bu özelliklere sahip bir ekonominin değirmeninin suyunu oluşturan yabancı kaynak girişinin ani donması ya da daha kötüsü ülkeden ani çıkışların hızlanması durumunda, bir krize girmemesi mümkün değil (2).
İşte “finansal kriz”, “ödemeler dengesi krizi”, “likidite krizi” ya da “dış borç krizi” denildiğinde kast edilen böyle bir kriz (ani duruşun koşulları ve gerçekleşme olasılığı ayrı bir yazı konusu olacak).

POTANSİYELİNİN ÜZERİNDE BÜYÜME ANCAK CARİ AÇIKLA MÜMKÜN OLABİLİR!
Bu gelişmeyi biraz teori ile aydınlatmaya çalışalım. “Thirlwall Yasası” olarak da bilinen bir yasaya göre, dışa açık bir ekonominin verili bir yılda maksimum hangi hızla büyüyebileceğini o ülkenin ödemeler dengesinin zorlukları ya da kısıtları belirler.
Yani ödemeler dengesi kısıtları olan böyle bir ekonomi potansiyel olarak büyüyebileceği hızdan daha yüksek bir hızda büyümek isterse cari açık vermek zorundadır. Böyle bir açık ise yabancı kaynak girişi ile kapatılır. Bunun kaçınılmaz sonucu dış borçlardaki artıştır. Sonuçta uluslararası sermaye piyasaları bu ülkenin dış borçlarını geri ödemeyebilme gücü konusunda güven yitimine uğrarlar, bu durum kredi derecelendirme kurumları ülke puanını düşürdüğünde daha da kötüleşir (3).
Böylece ekonomi ödemeler dengesi kriziyle karşı karşıya kalır ve siyasal iktidarlar büyüme hızını düşüren, işsizlik oranını artıran ‘daraltıcı politikalar’ uygulamak durumunda kalırlar. Uluslararası kreditörler ise ödemeler dengesindeki gelişmeler onlara güven verene kadar ülkeden uzak durmak isterler ki bu gelişme sağlanana kadar ülkedeki büyüme hızı düşer.

BURJUVA İKTİDARLARIN KRİZE ÇÖZÜMÜ NEDİR?
Böyle bir durumda Türkiye’deki gibi, sınıfsal ittifakların bir gereği olarak neo liberal politikalara sıkı sıkıya sarılmış bir iktidarın nasıl bir çözüm üretmesi beklenir?
Bu sorunun yanıtı yukarıda özetlenen ve aslında Keynesyen bir iktisatçı olan Thirlwall’ın (niyetinden bağımsız olarak) 1980 sonrasındaki neo liberal politikalara da esin kaynağı olmuş tespitlerinde yatıyor.
Buna göre, devalüasyonların ya da döviz kurunun hızlı yükselmesi ihracat üzerinde beklendiği gibi kalıcı bir olumlu etki yaratmadığı için, geriye burjuva hükümetlerin elinde şu seçenekler kalıyor: Kısa vadede iç ve dış borç yeniden yapılandırmasına gitmek, IMF gibi dönorlara başvurarak acilen döviz rezervlerini yükseltmek.
Orta ve uzun vadede ise ya ihracatı artırabilmek için içsel devalüasyon yapmak (kemer sıkmak, işçi ücretlerini kısmak, böylece rekabeti artırmak) ya da gelir esnekliği yüksek ithal mallarına olan talebi düşürmek. Yani yerli malı kampanyaları ile ithalatı azaltmak ve ithal ikameciliğine yönelmek (4) (Türkiye’de ithal ikameciliğe geri dönüş şu an iktidar blokunun sınıfsal çıkarlarıyla uyumlu değil).
Türkiye’de son birkaç ayda ortaya çıkan gelişmeler yukarıdaki bu tespitlere uygun hareket ediyor ve adım adım ciddi bir ekonomik durgunluğun yanı sıra finansal krize yaklaşılıyor. Türkiye’ye ilişkin olarak büyüme öngörüsünü yenilerde düşüren IMF’nin son raporu da bu durumu net bir biçimde ortaya koyuyor (5):
“ Türkiye’nin toplam uluslararası yükümlülükleri GSYH’sinin yüzde 80’ini, dış borçları yüzde 53’ünü oluşturuyor (6). Kısa vadeli borçların ve yabancıların elindeki portföy yatırımlarının tutarı GSYH’nin yüzde 25’ine ulaştı. Özel sektörün dış borçları faiz artırımına karşı son derece duyarlı zira uzun vadeli borçların yüzde 40’ı değişken faizli. Dahası iç borçların yüzde 37’si gibi yüksek bir orandaki kısmı döviz cinsinden alınan borçlardan oluşuyor. 2017 yılından bu yana yeterli yabancı sermaye girişi sağlanamadığı gibi, riskler ciddiyetini koruduğundan ülkeden sermaye çıkışları arttı. Devasa eksi değerli net uluslararası yatırım pozisyonu ve dış yükümlülüklerin kompozisyonu Türkiye’yi likidite şoklarına, yatırımcı güvenindeki ani kayıplara ve artan küresel faiz oranlarının olumsuz etkilerine açık hale getiriyor. İç borçların dövizli olan kısmının büyüklüğü ise şirketler açısından bilanço bozulmasıyla sonuçlanabilir ki bu da bankaların varlık pozisyonlarını kötüleştirip ekonomik büyüme ve finansal istikrar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açacaktır…2017 yılında da kredi büyümesi sürdüğünden, dış açığın finansmanının kalitesi kötüleşti. Dış finansman bağlamında, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı azalırken, carry trade’nin teşvik ettiği portföy yatırımları belirleyici oldu ve böylece kırılgan yabancı sermaye akımlarına olan bağımlılık arttı. Dış finansman ihtiyacının GSYH’nin yüzde 25’i büyüklüğüne erişmiş olması, buna karşılık uluslararası rezervlerin toplam dış finansman ihtiyacının yarısından azını karşılayabilir düzeyde olması (108 milyar dolar ve net 31 milyar dolar) Türkiye’yi yabancı yatırımcı güvenindeki azalma konusunda ciddi olarak kırılgan hale getiriyor”.

Özetle IMF, 2017 yılında Türkiye’nin dış denge pozisyonunun kötüleştiğini (üstelik 2016’da reel döviz kurunun değer kaybedip cari açığın bu nedenle baskılanmasına rağmen bu durumun gerçekleştiğini) ileri sürüyor ve büyük çapta finansman ihtiyacı ve kısa vadeli borçlar ve portföy yatırımlarının yüksek paylarının ülkeyi sermaye çıkışları karşısında krizin eşiğine getirdiğinin altını çiziyor.

KEMER SIKMANIN YANI SIRA İŞÇİ HAKLARINA SALDIRI
Kuşkusuz IMF’nin çıkış önerileri de mevcut. IMF’ye göre, daha sıkı makroekonomi politikalarıyla cari açık azaltılmalı, rezervler artırılmalı, net uluslararası yatırım pozisyonu güçlendirilmeli ve yükümlülüklerin bileşimi, borç yeniden yapılandırmasıyla uzun vadeli bir hale getirilmeli.
Özellikle de sıkı maliye politikaları iç talebin ve ithalatın dizginlenmesine yardımcı olurken, makro ihtiyati politikaların kredi büyümesini yavaşlatabileceğini ve ekonominin döviz artışı karşısındaki risklerini azaltabileceğini ileri sürüyor. Para politikasının ise enflasyon hedeflemesine odaklanması, yani yüksek reel faiz uygulamasıyla enflasyonun düşürülmesi gerektiğini savunuyor.
Ayrıca IMF’ye göre, yatırımların artırılması için girişimcilerin önündeki ruhsat, izin, lisans gibi engeller kaldırılarak, karar alma süreçleri hızlandırılmalı, yeni yatırımların önü açılmalı ve böylece dış dengeyi etkileyen bir faktör olan özel yatırımların düzeyi yükseltilmelidir (IMF burada doğa üzerinde yaratılacak tahribatı göz ardı ediyor).
Cari açığı ve ödemeler dengesini etkileyen diğer faktör olan ihracatın artırılabilmesi için ise (IMF’ye göre), işgücü maliyetlerinin düşürülmesi böylece ihracat sektörünün rekabetçi hale getirilmesi gerekiyor. Bunun için de istihdam koruyucu yasal düzenlemeler azaltılması gerekiyor (7).
…devam edecek
…………………….

(1) Ödemeler dengesi bir ekonominin kendi dışındaki ekonomilerle kurduğu ekonomik ve finansal ilişkileri anlatan, yani sınır ötesi mal ve hizmet çıkışını gösteren bir hesap. Buna “cari hesap” da deniyor. Bu hesabın net finansal akımlarla (dış krediler, portföy yatırımları ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları) dengelenmesi (kapatılması) gerekiyor. Bunu dengeleyen hesaba da “finansal hesap” adı veriliyor.
(2) Stephen Cecchetti, Kim Schoenholtz ,”Sudden stops: A primer on balance-of-payments crises”, 
https://voxeu.org/…/sudden-stops-primer-balance-payments-cr… (9 July 2018).
(3) Bill Mitchell, “Balance of payments constraints”,
http://bilbo.economicoutlook.net/blog ( 10 February 2016).
(4) Agm.
(5) IMF, 2018 External Sector Report , Individual Economy Assessments- Turkey (28 June 2018).
(6) Uluslararası yükümlülükler, dış borçları /kredileri de içeren bir kalem. Yani yurtdışında yerleşik kişi ve kurumların Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye getirip yatırım yapması ya da para getirip hisse senedi satın alması bizim açımızdan bir yükümlülük. Net uluslararası yatırım pozisyonu ise Türkiye'nin yurt dışından alacaklarıyla, Türkiye'nin yurt dışına borçlarının net farkını gösteriyor.
(7) IMF, agr. s. 126.


Formun Üstü


29 Temmuz 2018 Pazar

ADİL BİR TOPLUMDA ÜCRETLENDİRME NASIL OLMALI?



“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (4):
ADİL BİR TOPLUMDA ÜCRETLENDİRME NASIL OLMALI?

Mustafa Durmuş

29 Temmuz 2018

Kendini toplumun gözünde meşrulaştırmanın öneminin farkında olarak burjuva iktisadı, kapitalizm altında çağlardır yürütülen ücretlendirme politikalarının, dolayısıyla da gelir ve servet bölüşümünün ne denli adaletli olduğunu anlatmaktan da vazgeçmedi. Bu bağlamda çok sayıda teori ya da yaklaşım ortaya atıldı.

Bunlardan, “Geleneksel ya da Muhafazakâr Yaklaşım” olarak da anılan bir yaklaşıma göre, bir kişinin sahip olduğu üretken kapasitesine (örneğin miras yoluyla da olsa edindiği sermayeye) dolayısıyla da üretime olan katkısının büyüklüğüne göre, ona daha fazla ödemede bulunmak en adaletli yoldur.


Bu yaklaşıma göre; “yemek kazanına kim daha fazlasını koyuyorsa, kazandan o kişi daha fazlasını yeme hakkına sahip olmalıdır”.

Böylece, örneğin Vehbi Koç ya da Sabancı’nın torunlarının ya da son dönem zenginlerinin veliahtlarının, aileden gelen üretken kapasiteleri (para, sermaye, fabrika, bilgi, deneyim, ilişki gibi) çok daha fazla olduğundan sıradan bir işçi çocuğuna göre bin kat daha fazla gelir elde etmeleri (eşit olmasa da) son derece adildir.

Bu bağlamda verimli olmanın bir yolu hem para, sermaye, hem iyi eğitim ve güçlü ilişki ağı anlamında yüklü bir mirasa konmak, yani şanslı doğmak ya da şans yakalamaktır.

Diğer taraftan ne miras, ne şans, ne de güçlü politik ve ekonomik ilişkiler sayesinde elde edilen avantajlar emek sarf edilerek elde edilen şeyler değildir. Buradan hareketle bu imkânlara sahip olanların daha verimli çalıştıkları kabul edilerek elde edilen gelir ya da servet haklı ve adil gösterilemez.

VERİMLİLİK Mİ, YÜRÜ YA KULUM MU?

Örneğin son yıllarda sıklıkla rastlandığı gibi, belediye yetkililerinin yönlendirmeleriyle köylülerden ucuza satın alınan ve birkaç yıl sonra imar geçirilerek çok katlı inşaat yapılmasına izin verilen arsalar üzerine yapılan binlerce konut ve AVM ya da rezidanstan sağlanan servet bu arsa sahibinin emeğinin yüksek verimliliği ile mi, yoksa sahip olduğu politik ilişkiler ve dağıttığı rüşvetlerle mi ilişkilendirilecektir?

Ya da cemaat ilişkileri sayesinde yaptığı isabetli (!) bir evlilik sayesinde henüz 20’li yaşlarda iken ülkenin büyük holdinglerinden birini başına getirilip, hatta bununla da kalmayıp ülkenin en önemli para kaynağının başına getirilen birinin bu başarısı onun emeğinin yüksek verimliliğin mi ya da çok uzun saatler çalışmasının mı bir ürünüdür?

Eğer çok zengin olmak için iyi donanım anlamında çok iyi eğitimli, çok zeki ve çok çalışkan olmak yeterli olsaydı, ülkenin en iyi üniversitelerinden mezun olanların, üniversite mezunu bile olmayan, yabancı dil bilmeyen çok sayıda patronun yanında ücretli olarak çalışmalarına gerek kalmazdı.

Ya da kriter çok çalışmak ve çok üretmek olsaydı, ülkenin en zenginleri, en ağır koşullarda ve en uzun saatler çalışan madenciler, inşaat işçileri ya da çöpçüler olurdu.

ALINTERİNDEN EĞİTİME AYRILAN KAYNAK

Kuşkusuz bu çıkarımlar, emek gelirinin bir kısmının tasarruf edilerek ve bunun da eğitim gibi amaçlarla kullanılarak iyi eğitimin sonucunda daha yüksek ücretli meslekler edinmesinin sağladığı gelirlerin adil olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ancak günümüzde böyle alın terinden yapılan tasarrufla edinilen eğitimin sağladığı göreli yüksek ücretler gibi örnekler son derece sınırlıdır (bu daha ziyade 1990’a kadar mümkün olabilen bir şeydi).

Emek gelirleri dışında, kâr gelirleri ya da faiz gelirleriyle elde edilen nitelikli eğitim becerilerinin getirdiği yüksek ücretler ise gelirin ilk kaynağının adaletsizliği, etik dışı olması bağlamında ne kadar adil olabilir?

Özetle, verimlilik eşitsizliği ile ortaya çıkan gelir-ücret eşitsizliği eğer adilce kazanılmış emek gelirlerinin yöneldiği erdemli işlerin sonucunda gerçekleşiyorsa bunu sömürü olarak değerlendirmek haksızlıktır. Buna karşılık bu verimlilik ve ücret farkı, miras, şans, haksız avantaj ya da başlangıçtaki adaletsiz gelirle sağlanıyorsa ortaya çıkan bölüşüm adaletsiz bir bölüşümdür (1).

FARKLI KATKI FARKLI ÜCRETLENDİRMEYİ HER ZAMAN HAKLI ÇIKARTIR MI?

Verimlilik farklılığına dayalı ücretlendirmeyi bir diğer burjuva iktisadi yaklaşımı olan “liberal yaklaşım” “katkı farklılığı” ve bunun neden olduğu farklı ücretlendirme olarak ele alır. Buna göre (2) kişi, bireysel katkısına göre pay almalıdır.

Bu görüşü savunanlar servet gelirlerinin büyük bir kısmını adaletsiz bulurken, insanın kendi emeğinin meyvesini yiyebilmesinin gerektiğini ileri sürerler. Böylece onlara göre birisi toplumsal üretime daha fazla katkı sağlıyorsa daha fazla pay almalıdır. Bu başkasının emeğini sömürmek demek değildir. Tam tersine bu başkaları tarafından da sömürülmeye izin vermemek anlamına gelir.

Ancak bu noktada bireysel katkının nasıl ölçüleceği sorunu ortaya çıkar. Daha önce de vurgulandığı gibi, ana akım iktisatçılar bir girdinin katkı değerini onun marjinal verimliliği ile ölçerler. Yani kullanılan girdi, çıktının değerini ne kadar artırdı ise o kadar katkı sağlamıştır.

Ancak ülkeden çarpıcı örnekler vermek gerekiyorsa, emekli olduğunda Meclis fedailiğinden başka bir iş yapmayan bir futbolcu eskisine, sanatı yalakalık zanneden bir pop yıldızına ya da 20’li yaşlarda paraşütle büyük bir holdingin başına getirilen bir şirket üst düzey yöneticisine ödenen ücret, ayda sadece 1603 lira net ücret alabilen (o da iş bulabilecek kadar şanslıysa), bu haliyle de açlık sınırının dahi altında kalan bir asgari ücretlinin ya da bir kamu emekçisinin yüzlerce katı olduğunun vurgulanması gerekir.

Böyle bir ücretlendirme haklıysa SOMA madenlerinde aşırı kâr için katledilen 301 maden işçisinin, onlarca katlı rezidans, AVM ya da havalimanı yaparken ölen inşaat işçilerinin ya da sabahın köründe sokaktaki çöpleri toplamak durumundaki taşeron işçisi çöpçülerin toplumsal üretime, yaşama, ülkenin gelişmesine, büyümesine (diğerleriyle kıyaslandığında) neredeyse hiç bir katkısının olmaması gerekir.

FEDAKÂRLIĞA YA DA ÇABAYA GÖRE FARKLI ÖDEME ADİL MİDİR?

Ödeme yapılan fedakârlığın büyüklüğüne göre de yapılabilir. Bu ölçüte göre (3), ilave bir ödemeyi sadece ilave çaba sahibi hak eder. Çabadan kasıt toplumsal üretim ve donanım için yapılan kişisel fedakârlıktır. Çaba değişik biçimler alabilir. Bu daha uzun saatler çalışmak, daha yoğun, daha tehlikeli, daha sağlıksız işlerde çalışmak biçiminde olabilir.

Böylece bir kişi yemeğin pişmesi için gösterdiği çabanın büyüklüğüne göre yemekten pay almalıdır. Yani yapılan fedakârlıktaki farklılık ancak bir insanın diğerinden daha fazla pay almasını haklı çıkartabilir.

Burada da tedavisi çok masraflı hastaların durumları ile ilgili bir sorun ortaya çıkar. Öyle ki (bu ölçüte göre) sadece 10 yıl çalışabilmiş ama sonrasında tedavisi çok masraflı (maliyeti milyonlarca lirayı bulan) bir hastalığa yakalanmış birinin ya da hayatı boyunca hiç çalışması mümkün olmayan ama doğuştan ya da sonradan yine tedavisi çok pahalı hastalıklara yakalanmış bir bebek ya da çocuğun tedavi masrafları toplumca karşılanmamalıdır. Çünkü onlar bunu hak edecek yeterli bir katkıda bulunmamışlardır. Bu gerekçelerle bunların tedavisini reddetmek (iktisadi olarak adil olsa da) ne derece adildir?

Bu noktada yeni bir ilke ile karşı karşıya kalırız: İnsani ilke. Yani ihtiyaca göre ödeme (4). Bu diğerlerinden ayrı bir kategoridir ve bu övgüye değer bir öneme sahiptir.

Bu ilkeye göre ücretlendirme ekonomik adaletin ötesinde bir şeydir. Yani ekonominin eşit ve adaletli olması başka şeydir. Adalet, insanların yaptıkları fedakârlıklara göre ödeme yapılmasını gerektirir ama insanlık da ihtiyaç içinde olana ihtiyacını vermemizi gerektirir. Bu nedenle de adaletli bir ekonomi etik olarak arzu edilen ekonomide son nokta değildir.

Bu bağlamda tedavisi çok masraflı bir hastaya tedavi imkânı vermeyen bir ekonomi adaletli olabilir ama insani olmadığı için etik yönden sorunludur. Bu nedenle de ekonomik adalet için mücadele ederken, insani bir ekonomi için de mücadele edilmesi gerekiyor demektir ki, bu da “ihtiyaçla güçlendirilmiş çaba ya da fedakârlığa göre bölüşüm” en adaletli bölüşüm anlamına gelir.

İŞÇİ KOOPERATİFLERİ VE ADİL ÜCRETLENDİRME

Özetle, ücret ya da toplumsal üretimden alınan pay politik güç, miras, şans, servet ya da kişisel katkının yüksekliği (hasılaya katkısı anlamında) ile belirlenmemelidir.

Öncelikle bir bireyin alacağı pay kısmen onun ihtiyaçlarını yansıtmalıdır. Bu bağlamda örneğin çalışamayacak durumda olanların da düzenli gelirleri olmalıdır. Ciddi sağlık sorunu olanların ise (tedavinin masrafının yüksekliği ne olursa olsun) doğru tedaviye ücretsiz erişebilmeleri gerekir.

Bölüşümde böyle bir asgari adaletin sağlanmasının ardından, daha fazla ücret, ne kadar uzun çalışıldığına, ne kadar sıkı ve verimli çalışıldığına, çalışma koşullarının ağırlığının neden olduğu külfetin büyüklüğüne göre belirlenebilir.

Daha fazla tüketmek ya da tüketimini çeşitlendirmek insanların hakkıdır. Gelir (dolayısıyla servet) birikimi ise sadece daha fazla, daha sıkı ve daha zor koşullarda çalışmanın bir sonucunda gerçekleşiyorsa ve başkalarını ezmeye yol açmayacak bir sınırın altında kalıyorsa adil kabul edilebilir (5).

Diğer yandan daha çok boş zamanı olsun isteyenler için buna uygun, adil, tazminat pratikleri olmalıdır. Böylece bazı insanlar toplumsal üretimden daha az pay almak pahasına daha az çalışıp, diğer faaliyetler için daha çok zaman ayırabilmelidirler.

Böyle bir ücretlendirmeyi sağlayabilecek örgütlenmelerin başında işçi kooperatifleri gelir. Bazı Latin Amerika ülkelerinde görüldüğü gibi, bu kooperatiflerin tek bir sahibi yoktur ve servete, güce ya da çıktıya göre bir ödüllendirme yapılmamaktadır. Daha ziyade ücretleri eşitlemek eğilimine sahiptirler ve ücretlendirme dâhil olmak üzere bölüşüm ve üretime dair temel kararlarını kendi işçi meclislerinde alırlar.

Dolayısıyla sosyalizmin temeli olan sosyalist demokrasinin mikro düzeyde hayata geçirilebileceği mekanlar asıl olarak işçi kooperatifleri ve işçi meclisleridir. Bunlar, bölüşüm konusunda şu ana kadar en adaletli çözümleri önermiş ve kısmen de hayata geçirebilmiş olan sosyalist topluma geçişte bugünden inşa edilmesi gereken temel örgütlenmelerdir.
……………………….

(1) Robin Hahnel, The ABCs of Political Economy, A Modern Approach, Pluto Press, 2002, s. 20-31.
(2) Agk.
(3) Agk.
(4) Agk.
(5) Michael Albert, Parecon: Life After Capitalism, Verso Books, 2004.


GELİRDEN ALINAN PAY VERİMLİLİĞE GÖRE BELİRLENMİYOR


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (3):
GELİRDEN ALINAN PAY VERİMLİLİĞE GÖRE BELİRLENMİYOR
Mustafa Durmuş
26 Temmuz 2018
19.yüzyılın son çeyreği ekonomi bilimindeki gelişmeler açısından son derece önemlidir. Çünkü bu dönemde, A. Smith ile bir yüzyıl önce başlayan Klasik burjuva iktisadında önemli bir paradigma kırılması yaşandı ve Neo Klasik İktisat Okulu ortaya çıktı.
1890 yılında ise bu okulun önde gelen temsilcilerinden Clark, kapitalist bir piyasa ekonomisinde sadece emek ve sermaye gibi iki üretim faktörünün var olduğunu ve arz ve talep kanunu ile bu faktörlerin en verimli üretimlerinin gerçekleştiğini temel alan bir üretim ve bölüşüm modeli ortaya attı (1).
Clark’ın asıl derdi o dönem işçi sınıfı içinde çok etkili olan Marx’ın artı değer sömürüsünü esas alan kapitalizm eleştirisi karşısında, karşı savlar geliştirmekti.
Bu modelinde Clark kapitalist piyasalarda üretimin son derece etkin gerçekleştirildiğini ve bunun sonucunda ortaya çıkan bölüşümün de son derece adil olduğunu ileri sürdü.  Böylece işçilerin sömürülmesi gibi bir olgu mevcut değildi. Çünkü her iki faktör de marjinal verimliliklerine eşit bir pay almaktaydı.
Hangi faktörün marjinal verimliliği daha fazlaysa, hasıladan  o daha fazla pay alıyordu.
İşte o zamandan beri ana akım burjuva iktisat okulları, bölüşüm meselesini daha sonra Neo Klasik Faktör Donanımı Teorisi olarak adlandırılan bu teoriye göre ele alırlar.
Örnek olarak 20. Yüzyılın ikinci yarısında, iktisatçı Fama’nın  “Etkin Piyasa Teorisi” de benzer biçimde piyasaların kaynakları etkin tahsis ettiğini, buna ücretlerin de dâhil olduğunu ileri sürerek, ortaya çıkan emek-sermaye bölüşümünün adil olduğunu vurguladı.
Son olarak bu kervana Keynesyen iktisatçılar da katıldılar. Öyle ki 2000’li yıllarda yıldızı bir anda parlayan Keynesyen iktisatçılardan birisi olan T. Piketty de asıl olarak bölüşüm konusunda bu teoriden kopmadı ve bölüşüm analizleri için bu teoriyi kullandı (2).
O halde bu bölüşüm teorisinin temel çıkarımı nedir?
Özetle, bu teoriye göre, verili bir andaki gelir dağılımı her bir üretim faktörünün sunduğu hizmetin değeri ve miktarınca belirlenir. Bu bağlamda öncelikle üretim faktörünün sahip olduğu donanımın niteliği çok belirleyicidir.
NE KADAR DONANIM O KADAR GELİR!
Donanımı bir örnekle açıklarsak, bir emekçinin donanımı onun becerilerinden, aldığı eğitimden, beden ve ruh sağlığından ve para kazanma arzusundan (çok çalışma anlamında) oluştuğundan, onun ücretinin düzeyini bu donanımın yüksekliği ya da düşüklüğü belirler.
Diğer taraftan bir sermayedarın donanımı (yukarıdaki faktörler olsun ya da olmasın); kendisine para-sermaye ve ticaret kültürü biçiminde kalan miras,  yakaladığı fırsat ve şanslar ve biriktirdiği servet ve güç ilişkileri gibi emek sarf edilerek kazanılacak gelirlerden ziyade, kendisine sunulmuş imkânlardan oluşur. Böylece onu verimli kılan bu donanımın büyüklüğüne bağlı olarak, elde edeceği gelir daha yüksek ya da daha düşük olabilecektir.
ÜRETİM FAKTÖRÜNÜN MARJİNAL VERİMLİLİĞİ
Böylece teoriye göre, her hangi bir üretim faktörünün sahip olduğu donanım adil (!) bölüşüm için veri olarak kabul edildiğinde, piyasa ekonomilerinde gelir dağılımı, bu donanıma sahip faktörün piyasa değerince (fiyatınca) belirlenir. Bu değer ya da fiyat da tam rekabetçi piyasalarda bu faktörün marjinal verimliliğine eşittir.
Yani bir işçi çalışması sırasındaki harcadığı son birim emeğin verimliliği, üretkenliği ölçüsünde ücretini artıracak ya da düşürecektir. Bu emek ne kadar verimli ise ücreti o denli yüksek olacaktır. Bu anlamda da emek gücü verimliliğinin sürekli olarak artması gereklidir.
Bu yaklaşımın doğal çıkarımı üretimden adil pay alabilmek için sınıf mücadelesine, sendikalara, toplu iş sözleşmelerine ya da grev hakkına ihtiyaç olmadığıdır. Çünkü işçiler daha verimli çalışarak daha çok ücret geliri, sermayedarlar da daha verimli çalışarak daha fazla kâr elde ettiklerinde adil bir bölüşüm sağlanmış olacaktır.
VERİMLİLİK VE ÜCRET VERİLERİ TEORİYİ ÇÜRÜTÜYOR
Oysa önceki bölümlerde kısaca sunduğumuz OECD ve ILO’nun verileri (3) örneğin son 10 yıldır küresel çapta, emek gücü verimliliğinin artmasına rağmen ücret artışlarının bunun çok gerisinde kaldığını gösteriyor. Yani pratikte gelir bölüşümü bu teoriye uygun olarak gerçekleşmiyor, işçiler daha verimli ve daha çok çalışsalar da bu üretkenliklerinin karşılığını alamıyorlar.
Buna karşılık borsa, tahvil piyasalarından sağlanan süper kârlar örneklerinde olduğu gibi sermayedarlar oturdukları yerden (verimli her hangi bir çabaya gerek olmaksızın)  kârlarını katlayabiliyorlar. Ya da ülkede olduğu gibi ahbap-çavuş kapitalist ilişkileri içinde devletten aldıkları ihale ve teşviklerle kârlarını çok verimli (!) bir biçimde artırıp daha da zenginleşebiliyorlar.
PATRONLARIN GÜCÜ ATTIKÇA ÜCRET DÜZEYİ DÜŞÜYOR
Bu teoriyi boşa düşüren bir diğer gerçeklik dünyada tam rekabet piyasalarının olmadığı (belki de hiç olmadılar ve “görünmez el” hiç yoktu), bunun yerine devletin açık elinin, eksik rekabet ya da tekelci piyasaların hâkim olduğudur.

Çünkü A. Smith tam rekabet piyasalarını yüceltirken : “ Zenginler tüm gelişmelerin nemasını yoksullarla paylaşırlar. Bunu yaparken görünmez el onlara yardımcı olur. Şöyle ki dünya, üzerinde yaşayanlar arasında eşit paylaşılsaydı ve tüm toplumun çıkarlarını geliştirme amacı ve niyetiyle türlerin çoğalmasını sağlayabilmek için gerekli olan malların nasıl paylaştırılması gerekiyorsa, görünmez el de hemen hemen aynı bir bölüşümü sağlar” (4) demişti.

Oysa günümüzde eksik rekabet ya da monopol piyasalarının hakim olduğu bir kapitalizm hüküm sürüyor. Bunlardan eksik(ya da aksak)  rekabet piyasaları rekabetin sınırlı sayıda firmaya kadar daraldığı (bu anlamda tam rekabetin koşullarının geçerliliğini kaybettiği)  durumu, tekelcilik ise rekabetin bütünüyle ortadan kalktığı ve bir mal ya da hizmetin tek sunucusunun bulunduğu bir durumu anlatır.

Ancak tekelcilik sadece tek sunucu ya da tek satıcı olduğunda değil, tek bir faktör (emek) alıcısı olduğunda da ortaya çıkar. Bu duruma monopson emek gücü piyasası (tek emek gücü alıcı piyasası) denilir. Diğer taraftan tek alıcılığı tek bir firma olarak değil, çok az sayıda firma olarak algılamak günümüz gerçeğine daha uygundur.

SOSYAL STATÜ, POLİTİK İLİŞKİLER, IRK, CİNS, ETNİSİTE?

Böylece eksik rekabet piyasaları söz konusu olduğunda, emek dahil üretim faktörlerinin getirisini (ücret düzeyi) belirleyen unsur,  faktörün marjinal verimliliğinden ziyade; sosyal statü, ilişkiler, aile bağlantıları, ırk, cins, etnisite, emek gücü piyasalarının örgütlenme düzeyi, sendikalaşma ve toplu sözleşme haklarının varlığı / yokluğu ya da işçi sınıfının örgütlenme düzeyi gibi etkenler oluyor.
Çünkü teoriye göre, tam rekabet piyasalarının aksine bu tür piyasalar işçilerin yeterince verimli çalışmalarını sağlayamıyor, dolayısıyla da verimlilik-ücret ilişkisi zayıflıyor.
Örnek olarak Migros ile bir mahalle bakkalının mücadelesi adil midir? Ya da sınıfsal konumunuz, nerede doğduğunuz, cinsiyetiniz, etnik kimliğiniz, inancınız, ideolojiniz, hangi okullara gittiğiniz ya da arkadaşlarınızın kimler olduğu ya da geçmişinizin nasıl olduğu toplumsal hasıladan pay alırken gerçekten fark etmez mi?

MONOPSON PİYASALAR ÜCRETLERİ BASKILIYOR

Özellikle de emek gücünün alınıp satıldığı piyasalarda eğer tek alıcılık (monopson) durumu söz konusuysa bu reel ücretleri ciddi olarak baskılıyor.

İlk kez Keynesyen iktisatçı J. Robinson’un kullandığı (1933) ama sonrasında Alan Manning tarafından geliştirilen bu yaklaşıma göre, monopson piyasası reel ücretlerin durgun seyretmesine ve istihdam olanaklarının azalmasına neden oluyor.
Yani monopson emek gücü piyasası işçilerin ücretlerdeki değişikliklere her hangi bir tepki veremeyecekleri (düşük emek gücü arz esnekliği)  bir durumdur. Nitekim uygulamada da işçi alımının tek elden yapıldığı durumlarda işçi ücretlerinde yüzde 17 dolayında bir azalmanın ortaya çıktığı görülüyor (5).
Kaldı ki Marx’ın altını çizdiği gibi sermaye sadece bir üretim faktörü değil, aynı zamanda sosyal, siyasal ve yönetsel bir kategoridir. Egemen sınıfın üretim araçlarını olduğu kadar toplumu da denetleme aracıdır. Para veya makine biçiminde ya da sabit veya değişken olabilir. Özü itibariyle ne fizikseldir ne de finansaldır. Özü güçtür. Yani kapitalistlere, karar alma ve işçilerden artı değer yaratma, çıkartma yetkisi veren bir güçtür.

Sermaye aynı zamanda da işçilerin hangi yönde siyasal tercihlerini belirtmeleri gerektiğini dayatan bir güçtür. Bu yüzden de az sayıda büyük işletmenin bulunduğu bir yörede işçilerin patronun isteği dışında bir siyasal partiye oy vermeleri ya da siyasal eylemde bulunmaları çok güçtür. Bu gerçek son yıllarda Türkiye’de yapılan seçimlerde işçilerin neden kendilerine karşı sınıfsal bir mücadele içinde olan partilere oy vermekte olduklarının da bir açıklamasıdır.

……devam edecek: “Adil bir toplumda ücretlendirme nasıl olmalı?
………
(1) Polly Cleveland, Piketty’s Model of Inequality and Growth in Historical Context, Pt 1,www.dollarsandsense.org, JULY 15, 2014.
(2) Agm.
(3) OECD Employment Outlook (Wageless Growth) 2018;           ILO, Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace,www.ilo.org, 2016.
(4) David Orrell, Economyths, Ten Ways Economics Get it Wrong, 2010.
(5) Understanding the importance of monopsony power in the U.S.labor market, https://equitablegrowth.org/understanding-the-importance-of-monopsony-power-in-the-u-s-labor-market.