2 Eylül 2018 Pazar

KRİZDEKİ ÜÇ ÜLKE: ARJANTİN, TÜRKİYE, VENEZÜELLA (2) (EKONOMİK SAVAŞ MI, SINIF SAVAŞI MI?)


KRİZDEKİ ÜÇ ÜLKE: ARJANTİN, TÜRKİYE, VENEZÜELLA (2)
(EKONOMİK SAVAŞ MI, SINIF SAVAŞI MI?)

Mustafa Durmuş

2 Eylül 2018
…devam ediyor

KRİZDEN İKİ FARKLI ÇIKIŞ YOLU
Bu üç ülkenin krizden çıkış için uyguladıkları politikalar da onları ayrıştırıyor. İlk ikisi yani Arjantin ve Türkiye benzer politikalar uyguluyor. Arjantin, IMF ile yapmış olduğu anlaşma nedeniyle kaçınılmaz olarak IMF politikaları uyguluyor ve halkına kemer sıktırıyor.
Türkiye ise henüz IMF ile anlaşmadı ama IMF’siz kemer sıkma politikalarını bir süredir uyguluyor. Özellikle de son iki yıldır krizden çıkış gerekçesiyle halka kemer sıktırılırken (yüksek elektrik, doğal gaz zamları, yüksek dolaylı vergiler, düşük tutulan asgari ücret ve ücret ve maaşlarda yapılan düşük artışlar, kamuda işten çıkartmalar gibi), sermaye sınıfı (özellikle de son dönem büyüme stratejisine eklemlenmiş kesimleri) kamu kaynaklarından yararlanmaya devam ediyor.
Çıkartılan vergi affı yasalarıyla sermaye kesiminin vergileri yeniden yapılandırılarak erteleniyor, uzlaşma komisyonları aracılığıyla milyonlarca lira tutarındaki vergi alacağının aslı, cezaları, gecikme faizleri siliniyor, varlık barışı altında bu kesimlerin yurt dışında tuttukları kaynağı belirsiz milyarlarca dolarlık servetlerini vergisiz ve incelemesiz ülkeye getirerek meşrulaştırılmalarının önü açılıyor.
Aynı zamanda da büyük çaptaki kamu harcaması pastasından bu kesimlere cömert ihaleler veriliyor, kamu bankalarından düşük faizli krediler sağlanıyor ve milyar dolarlık dış kredili projelerine Hazine garantileri veriliyor.
Bu gelişmeler ekonomik kriz içindeki ülkede aslında, bir ‘ekonomik savaş’ tan ziyade, bir sınıf savaşının yürütüldüğünü ortaya koyuyor.
Bu yönde atılan adımları uzun uzun anlatmaya gerek yok. Merak edenler benim daha önceki yazılarım da dâhil olmak üzere bu alanda yazılanlara bakabilirler.
Benim burada asıl odaklanacağım konu, iki gün önce yapılan bir düzenlemeyle lira cinsinden elde edilen faiz gelirlerinden alınan gelir vergisinin oranı azaltılırken, döviz cinsindekilerin artırılmasıydı. Çünkü bu düzenlemenin doların yükselişini ya da liranın düşüşünü önlemek için alındığı ileri sürülüyor.

RANTİYENİN VERGİSİ AZALTILIYOR
22.7. 2006 Tarihli ve 2006/10731 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararının Eki Kararda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Karar (Karar Sayısı: 53) (1) ile 3 ay geçerli olmak üzere;
Lira cinsinden tutulan banka mevduatlarından elde edilen faiz gelirinden alınan gelir vergisi: 6 aya kadar vadeli mevduatlarda yüzde 15’ten yüzde 5’e; 6 ay-1 yıl vadeli olanlarda yüzde 12’den yüzde 3’e ve 1 yıldan uzun vadeli olanlardan yüzde 10’dan yüzde 0’a düşürüldü.
Buna karşılık yabancı para (döviz, avro gibi) cinsinden tutulan banka mevduatlarından elde edilen faiz gelirinden alınan gelir vergisi: 6 aya kadar vadeli mevduatlarda yüzde 18’den yüzde 20’ye; 6 ay-1 yıl vadeli olanlarda yüzde 15’ten yüzde 16’ya yükseltilirken, 1 yıldan uzun vadeli olanlardan yüzde 13’te sabit tutuldu.
Kısaca lira cinsinden vadeli mevduatlardaki gelir vergisi (stopaj) oranları düşürülürken, döviz cinsinden olanlarda yükseltildi.
Peki, ne kadarlık bir mevduat büyüklüğünden söz ediyoruz? 20 Ağustos 2018 tarihi itibariyle (2) bankalarda 2,2 trilyon lira tutarında bir toplam mevduat var. Bunun kabaca yüzde 51’i lira ve yüzde 49’u yabancı para cinsinden tutuluyor.
Bu düzenleme sadece vadeli mevduatları içeriyor. Bu bağlamda lira cinsinden mevduatın yüzde 70’i (yani 791 milyarı) lira cinsinden vadelide tutuluyor. Çeşitli vadeler bağlanmış bu tasarrufların faiz gelirinden alınan vergi azaltılacak ya da sıfırlanacak.
Türkiye’de döviz cinsinden tutulan mevduatın tutarı kabaca 153 milyar dolar ve bunun da yüzde 71’i vadeli hesaplarda tutuluyor. Vergisi artırılacak ya da sabit tutulacak hesaplar da bunlar.
Bu arada bu mevduatların nasıl dağıldığı ya da sahiplerinin kimler olduğu da önemli. Resmi verilere göre ülkede kişi başına 20-24 bin liralık mevduat düşüyor. Ama bu tıpkı kişi başı milli gelir hesabı gibi bu rakam son derece yanıltıcı zira herkesin bankada hesabı olmadığı gibi, herkesin hesabındaki tutar da aynı değil.

YOĞURDUN KAYMAĞINI 150 BİN KİŞİ YİYECEK
BDDK verilerine göre ülkedeki toplam 149,719 kişinin (kabaca 150 bin diyebiliriz) mevduatı 995 milyar lirayı buluyor (3). Yani toplam mevduatın yüzde 45’i, bu kendilerine “milyoner” denilen servet zenginlerine ait. Bunların ortalama hesaplarında 6,6 milyon liraları var. Dolayısıyla da sağlanacak vergi indirimlerinden asıl olarak bu 150 bin zengin faydalanacak.
Döviz mevduatlarının sadece yüzde 13’ü yurtdışında yerleşiklerde, yani yabancılarda. Hükümet bu düzenlemeyle büyük çoğunluğu T.C. vatandaşlarına ya da yerli şirketlere ait bu dövizlerin (bunların düşürülmüş vergili lira mevduatlarına kaydırılmasını teşvik ederek) bozdurularak, liradaki sert düşüşü önlemeye çalışıyor. Bu mümkün mü?
Öncelikle, bu düzenlemenin açıklanmasının ardından doların kuru 6,78’lerden 6,39’a kadar gerilese de, bir-iki saat içinde 6,55’lere kadar tekrar yükseldi ve borsadaki swap işlemleriyle ilgili olarak açıklanan yeni düzenlemelerle buradan itibaren kur yatay seyretmeye başladı. Yani düzenlemenin ilk etkisi çok cılız oldu.
Çünkü kurdaki artıştaki ilk görünür neden güven yitimi. Güven yitiminin kuşkusuz siyasi boyutu olduğu kadar ekonomik boyutu da var.
Şöyle ki, bankalarda mevduatları olanlar gelişmelerle ilgili olarak öncelikle enflasyona bakıp karar veriyorlar. Enflasyon yükseliyorsa paralarının değerini kaybetmesini (servet kaybına uğramamak için) önlemek için dolar, avro gibi sağlam-rezerv paralara ya da altına yöneliyorlar.
Ülkede 3 Eylül’de yeni enflasyon oranları açıklanacak ve daha şimdiden enflasyonun daha yüksek çıkacağı beklentisi yaygın. Bu nedenle de sadece vergi politikası ile enflasyonun neden olduğu kaybı azaltmanın mümkün olmadığını bilen yatırımcı dolardan çıkıp liraya yönelmiyor.
Kaldı ki bu ay FED’in faizleri yükseltmesinin neredeyse kesin olması, 1 Kasım’da İran’a karşı ABD yaptırımlarının uygulanmaya başlanacak olması ve bunun İran-Türkiye ilişkileri bağlamında yaratacağı olumsuzluklar gibi etkiler nedeniyle doların daha da yükselmesi beklenmeli.

YA OYUNU KURALLARINA GÖRE OYNARSINIZ YA DA OYUN DIŞI KALIRSINIZ
Neo liberalizmin en belirgin özelliğinin tam serbestleştirme olduğunu biliyoruz. Bu demokratik hak ve özgürlükler anlamında bir serbestleştirme değil, uluslararası finans sermayenin önünde her türlü engelin kaldırılması anlamında bir serbestleştirmedir.
Türkiye 2001 sonrasında kabul edilen K. Derviş Programı’nın sonraki AKP yıllarında daha da derinleştirilerek sürdürülmesi sonucunda dövizi, sermaye hareketlerini serbest bıraktı. Yani dövizin kuru bu serbestleşmiş piyasalarda belirleniyor.
Buna karşılık diğer önemli bir finansal değişken ve para politikasının temel aracı olan faiz oranları bir süredir serbestçe belirlenmiyor. Çünkü bunu yapacak olan Merkez Bankası’nın eli serbest değil.
Yani faizin serbest bırakılması da oyunun bir kuralı iken, buna en üstten müdahale ediliyor ve örneğin dövizin yükselmeye başladığı dönemlerde faizin de artmasına izin verilerek dövizdeki tırmanışın durdurulmasına izin verilmiyor.

İNŞAAT SEKTÖRÜNÜN KRİZİ
Başka bir anlatımla bir süredir, birikim stratejisinin en önemli ayağı olan inşaat sektörü kriz içinde. Milyonları bulan emlak ve konut stoku var. Yarım kalmış inşaatların sayısı hızla artıyor. İnşaat maliyetleri hızla yükseliyor. Faiz oranları da yüksek olunca konut kredili satışlar da dâhil satışlar düşüyor.
Diğer taraftan bu sektör mevcut iktidar blokunun en önemli mali ve siyasal ayağını oluşturuyor. Bu yüzden de bu sektörü daha da zora sokacak bir faiz artışına izin verilmiyor. Faiz artırılmadığında ise dolarizasyon artıyor, sermaye çıkışları artıyor, bu da kuru yükseltiyor.
Bu durumu telafi edebilmek için lira cinsinden mevduat faizinden alınan vergiler düşürülüyor, döviz cinsinden alınanlar yükseltiliyor. Yani vergi politikası faiz politikasının ikamesi olarak kullanılıyor.
Ancak dövizli mevduatların caydırılması, yüzde 13 gibi bir paya sahip olan yabancı yatırımcıların mevduatlarının en azından bir kısmını ülkeden götürmeleriyle, bu da doların kurunun yükselmesiyle sonuçlanabilir.

VERGİ GELİRİ KAYBI
Bu operasyonun ciddi anlamda bir vergi geliri kaybına, bunun da bütçe açığını artıracağına kuşku yok. Bütçe açığı sadece ekonomik nedenlerden dolayı değil, iktidar bloku güvenlik meselesini hep birinci planda tutup buna dönük kamu harcamaları ciddi olarak artırdığı için de artıyor.

MONETİZASYONA GİDEN YOL
Böyle bir durumda bir süre sonra karşılıksız para basma kaçınılmaz olacaktır (ki geçen hafta yapılan 30 milyar lirayı bulan emisyon ile ilgili olarak MB’nin açıklaması tatmin edici olmadı). Yani bunun sonu senaryonun sonu anlamına gelen” monetizasyon” olabilir ki bu da artık her şeyin kontrol çıkması demektir.

SINIF SAVAŞININ ÖRTÜSÜ KALKIYOR
Yapılan düzenlemenin sınıfsal boyutunu anlayabilmek için bu düzenlemeden kimlerin yararlanacağına bakmak yeterli. 150 bin milyoner mevduat sahibinin toplam mevduatın yüzde 45’ine sahip bulunması ve bunların faiz gelirlerinin vergisinin yüzde 3’e kadar düşürülmesi, hatta sıfırlanması bu düzenleme ile bunların daha da zenginleşeceği anlamına gelir.
Yani niyet ne olursa olsun, kapitalizmde uygulanan ekonomi politikaları sınıflar üstü, ya da tarafsız değildir, çok büyük ölçüde sermaye sahiplerinden yana sonuçlar üretir. Bu nedenle de ‘ekonomik savaş’ gibi sözcükler gerçekte bir sınıf savaşının perdelenmiş halidir.

VENEZÜELLA HALKTAN YANA BİR KRİZDEN ÇIKIŞ PROGRAMI UYGULAMAYA ÇALIŞIYOR
Gerçek anlamda ekonomik ve politik kuşatma altındaki Venezüella’nın bu krizden çıkabilmek için hazırladığı ekonomik toparlanma plan ve programı krizden çıkışta öncelikli olarak halkı gözeten bir alternatif program örneği oluşturuyor.
Bu programın üçayağı var. Ulusal para bolivarı istikrara kavuşturabilmek ve kara borsa döviz piyasasını ortadan kaldırabilmek için öncelikli olarak yapılacak yüzde 95 oranında bir devalüasyona ilave olarak bolivardan 5 sıfır atılacak. İkinci olarak bu para petrol gelirlerine sabitlenmiş ve bu yılın Mart ayında piyasaya sunulmuş yeni dijital para olan “petro” ile ilişkilendirilecek (4).

YENİ BİR DİJİTAL PARA: "PETRO"
Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip bulunan Venezüella’da Başkan Maduro yönetiminin dijital bir para yaratarak ve bunu petrol gelirine bağlayarak (1 petro bir varil petrol gelirine eşitleniyor ve şu anda bir varil petrol 60 dolar) ve kamulaştırılmış petrol şirketinin (PDSVA / Veneüella Ulusal Petrol Şirketi) üretimini merkez bankasının emrine vererek Venezüella bu sorunu aşmayı planlıyor. Bu çerçevede PDSVA 30,000 milyon varil petrolün gelirini merkez bankasına devredecek (5).
Petronun sağladığı gelirler ise kurulacak bir Devlet Varlık Fonu’nda değerlendirecek. Amaç bolivarı istikrara kavuşturmak, sermaye çıkışlarını durdurmak, üretimi artırmak, ekonomiye olan güveni artırmak ve uluslararası yatırımları teşvik ederek ekonomik toparlanmayı sağlamak.
Bunun Venezüella için en iyi çıkış planı olduğu ileri sürülüyor. Yani ekonomiyi IMF gibi kuruluşların boyunduruğu altında sil baştan yeniden yapılandırmaktansa, ülke parasını dolara endekslemektense, bir dijital para yaratarak kamuyu fonlamak son derece akılcı bir yol (6).

EMEĞİ KORUYAN BİR SOSYAL PROGRAM
Programın üçüncü ayağı emeğin ve halkın korunmasıyla ilgili. Bu amaçla yüksek enflasyon karşısında eriyen maaş ve ücretleri toparlamak için Venezüella hükümeti asgari ücreti yüzde 3,000 artırırken, ülkeye dönük yaptırımlar nedeniyle iyice kıtlaşan ilaç fiyatlarına üst sınır getiriyor. İlaçta yerli üretimi teşvik ediyor.
Yoksulluğun artmasını önlemek için ise Chavez döneminden beri uyguladığı “Tarjeta Misiones Socialista Program” adı verilen programı genişletiyor. Buna göre yoksulların yüksek indirimlerle sağladıkları zorunlu gıda maddelerinin kapsamı genişletilecek aradaki fark devletçe sübvanse edilecek.
Bu sübvansiyon ise ya milli gelirin yüzde 13’üne denk düşen enerji ve petrol destekleri azaltılarak ya da Kolombiya’dakine benzer bir servet vergisi ve finansal işlem vergisi ile finanse edilecek.
Venezüella Hükümeti’nin ekonomik krizden çıkışta uygulamayı planladığı, uygulamaya başladığı politikalar da meselenin aslında bir sınıf savaşı olduğunu ortaya koyuyor.
Hükümet bu savaşta, kapitalizmi aşmaya çalışan bir modeli hayata geçirirken küresel sermayenin saldırıları nedeniyle karşı karşıya kaldığı ekonomik çöküşü önlemek kadar, emekçi sınıfları korumaya, krizin faturasını onlara ödetmemeye çalışıyor ve bu yönde önlemler alıyor.
Sonuç olarak, üç ülkenin siyasal iktidarlarının ve onların ekonomik politikalarının sınıfsal dayanakları ve sonuçları da, tıpkı krize girme nedenlerinin farklılığı gibi farklılaşıyor.

…………

(1) 
http://www.alomaliye.com/…/08/31/2006-10731-kararda-degisik….
(2) TCMB, Haftalık Para ve Banka İstatistikleri (31 Ağustos 2018), Tablo 2,
http://www.tcmb.gov.tr/…/haftalik+para+ve+banka+istatistikl….
(3) 
http://www.hurriyet.com.tr/…/milyoner-sayisi-150-bine-dayan….
(4) Monica de Bolle (PIIE), “Maduro's Economic Plan for Venezuela: Back to the 1980s?”, 
https://piie.com (23 August 2018).
(5) Les Blough, “Venezuela, President Nicolas Maduro And The People”,
https://www.telesurtv.net (17 August 2018).
(6) Daniele Bianchi, “Don’t be fooled – Venezuela’s Petro is not really a cryptocurrency”, 
https://theconversation.com (23 February 2018).


Formun Üstü


KRİZDEKİ ÜÇ ÜLKE: ARJANTİN, TÜRKİYE, VENEZÜELLA (1)


KRİZDEKİ ÜÇ ÜLKE: ARJANTİN, TÜRKİYE, VENEZÜELLA (1)
Mustafa Durmuş
1 Eylül 2018

Bugün ‘yükselen ekonomi’ olarak tabir edilen, kriz içindeki iki ülkeden; Arjantin ve Türkiye’den ve yine ülkemizde hakkında çok az şey bilinen, bilinenlerin de yanlış bilindiği, Başkanının Türkiye ziyareti sonrasında bazı sol gruplar içinde tartışma yaratan, kriz içindeki bir başka ülkeden, Venezüella’dan söz edeceğim.
Bu üç ülkenin ortak noktası derin bir finansal –ekonomik kriz ve potansiyel bir politik ve sosyal kriz içinde olmaları.
Krizin semptomları üçünde de hemen hemen aynı, ama krizin nedenleri konusunda Arjantin ve Türkiye benzeşiyor olsa da Venezüella farklılaşıyor. Ayrıca krize karşı uyguladıkları politikalar konusunda da Venezüella ayrışıyor. Semptomlardan başlayalım.

ULUSAL PARALARI ÇÖKÜŞ YAŞIYOR
Her üç ülkenin ulusal para birimlerinin dolar karşısındaki değer kaybı diğer az gelişmiş ekonomilerinin kaybından belirgin bir biçimde yüksek.
Öyle ki sadece bu hafta içinde Arjantin pezosu bir günde yüzde 24 değer kaybetti. Üstelik bu değer kaybı, ülke IMF ile Haziran’da anlaşmış ve kredinin ilk dilimi ülkeye gelmiş olmasına rağmen gerçekleşti. Benzer bir biçimde Türkiye’de de yılbaşından bu yana liranın değer kaybı yüzde 40’ı aştı.
Venezüella ise diğerlerinden farklı olarak sabit kur rejimi uyguluyor. Yani parasını serbest dalgalanmaya bırakmıyor. Ama bunun bir bedeli var: Kayıt dışı ya da kara borsa döviz piyasası. Öyle ki resmi kurda 1 dolar 10 bolivar (Venezüella para birimi) ama kayıt dışı piyasalarda 1 dolar 1,000 bolivarı buluyor.
Kısaca her üç ülkede de ulusal paralar dolar karşısında ciddi değer kaybediyor.

YÜKSEK ENFLASYON
Bu gelişmeye paralel bir biçimde üç ülkede de enflasyon oranları hızla yükseliyor. Türkiye’de resmi enflasyon yüzde 16 civarında, Arjantin’de yüzde 31 (1). Venezüella’da ise artık üç haneli hiper enflasyondan söz ediliyor (2).

YÜKSEK FAİZ
Faiz oranları da fırlamış durumda. Türkiye’de gösterge faizi yüzde 18 iken (piyasada faizler yüzde 25-30 arasında değişiyor), Arjantin’de yüzde 60’a (3) çıkartıldı. Yani döviz krizi ile enflasyon at başı gidiyor.

DIŞ BORÇ BATAĞI
Her üç ülkenin de borç stokları milli gelirlerine göre çok yüksek. Arjantin’in toplam dış borç stoku 120 milyar dolar (4), Türkiye’ninki ise 466 milyar dolar civarında. Venezüella’da ise kısa vadeli dış borç 17 milyar dolar (5).
Bu verilerden hareketle Türkiye’nin bu üçlü içinde potansiyel olarak en zor durumda olan ülke olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin kalan vadesine göre kısa vadeli borcu 179 milyar dolar, yani Arjantin’in toplam borç stokunun bir buçuk, Venezüella’nınkinin 10 katı dolayında. Döviz açık pozisyonu ise 217 milyar dolar (6), yani Arjantin dış borcunun neredeyse iki katına yakın.
Üç ülkeden son yıllarda artan sermaye çıkışlarının ve dışarıya doğru göçlerin de (özellikle Türkiye ve Venezüella) ortak bir sorun olarak altını çizmek gerekiyor.

IMF YOLU: ARJANTİN VE TÜRKİYE’YE AÇIK, VENEZÜELLA’YA KAPALI
Kısaca birbirinden farklı ekonomik büyüklüklere sahip olsalar da, bu üç ülkenin ortak yönü dış borçlarını çevirmekte zorlanması ve fiilen bir borç krizi içinde olmaları.
Bu nedenle bir zamanlar dış borcunu reddetmiş ve kazanmış olan Arjantin IMF ile anlaşmak zorunda kaldı, Türkiye iMF bu yolunda ilerliyor.
Venezüella’ya ise bu yol kapalı. Zira ülke ABD’nin çektiği uluslararası finansal bir blokaj altında. Öyle ki uluslararası para piyasalarından borçlanma yolu da (tahvil ve bono ihraç ederek) konulan ABD yaptırımları nedeniyle kapalı. 

KRİZİN NEDENLERİ: ARJANTİN VE TÜRKİYE’DE BENZER
Bu benzer semptomlara rağmen, Venezüella’nın diğer iki ülkeye göre krize giriş nedeni farklı.
Arjantin ve Türkiye ise benzerlik var. Her iki ülke de küresel kapitalizme (özellikle de finans piyasaları açısından) neredeyse tam entegre oldular. İkisinde de son 15 yılı aşkın bir süredir neo liberal sermaye birikimi stratejileri ve buna uygun ekonomik büyüme politikaları uygulanıyor.
Uygulanan bu politikalar büyük ölçüde yüksek cari açıkla yüksek ekonomik büyümenin sağlanması biçiminde yürüyor. Bu yüksek cari açık ise yabancı sermaye girişi (asıl olarak sıcak para) ile kapatılıyor.
Uluslararası finansal konjonktürün olumlu olduğu, yani dünyada paranın bol olduğu dönemlerde (2002 sonrası ve 2009 sonrası) bu ülkeler uluslararası finans piyasalarından bolca ucuz dolar cinsinden borçlandılar.
Ancak dönem değişip de (özellikle de FED faiz oranlarını artırmaya ve korumacılık artmaya başladığında) bu paralar kesildiğinde, ya da azaldığında, sermaye çıkışları arttığında da krize girmeye başladılar. Yani değirmenin suyu kesilmeye başladığında sorunlar su yüzüne çıkmaya başladı.
Yıllarca değirmenin suyu asıl olarak rantı yüksek inşaat emlak ve finans gibi, alt yapı gibi sektörleri fonlamada kullanıldı, ama sonuçta bu ülkeler çok büyük bir borç stokuyla karşı karşıya kaldılar.
Bu strateji ile çok sayıda büyük servet sahibi zengin, büyük müteahhit, bankacı, emlak kralı yarattılar, ama aynı zamanda da kendi halklarını yoksullaştırdılar, onları hızla borçlandırdılar, ekonomiyi ise bir borç batağına ve tuzağına sürüklediler. Yani bu iki ülke tasarımı dışarıda, imalatı içeride yapılmış bir yerli ve milli krizle bugüne geldi.

VENEZÜELLA: KAPİTALİZM ÖTESİ BİR YOL DENEMENİN BEDELİNİ ÖDÜYOR
Venezüella ise diğer iki ülkeninkinden farklı nedenlerden dolayı krize girdi. 1998 yılında Chavez seçimleri kazandığı sırada neo liberal kapitalizm derin bir sıkıntı içindeydi.
Chavez neo liberal kapitalizmi restore etmek ile (iyileştirici bazı değişikliklerle sosyal sorunlara dikkat çeken ama asıl olarak kârı önceleyen) başka bir model kurmak arasındaki bir ikilemle karşı karşıya kaldı. İkinci yolu seçti, sosyalizm fikrini canlandırdı. Reel sosyalizmin hatalarını gören bir yerden ama onun kazanımlarını da reddetmeyerek yeni sosyalizme “21.Yüzyıl Sosyalizmi” adını verdi. Bu model, devlet mülkiyetini esas alan ama işçilerin işletmelerin yönetimine katılımına izin vermeyen devlet kapitalizmini de reddeden bir modeldi (7).
Bir başka anlatımla kapitalizmi aşmayı amaçlayan farklı bir gelişme ve kalkınma stratejisi izlenmeye başladı. Bu model altında önce hızlıca başta petrol sektörü (PDSVA)) olmak üzere kamulaştırmalara başladılar. Üretimin örgütlenme biçimini kapitalist olmaktan çıkartıp alternatif yöntemler denediler.
Aşağıdan yukarıya olmak üzere fabrikalarda işçilerin kararlara katılımını öncelediler (katılımcı ekonomi) . Ülke çapında demokratik bir kooperatifleşme ve müşterekler projesi başlattılar.

CHAVEZ DÖNEMİ: EKONOMİK VE SOSYAL GELİŞİMDE MUTLAK İYİLEŞME
Bunun sonucunda örneğin Chavez döneminde (1999-2013) ekonomik ve sosyal göstergelerde büyük bir başarı sağlandı. Sırasıyla (8):
Chavez önceki dönemde ekonomik büyüme yıllık ortalama yüzde 1,4 iken, Chavez döneminde yüzde 4,3 oldu. Kişi başı milli gelir Chavez öncesinde yılda ortalama binde 8 küçülmüşken, Chavez döneminde yüzde 2,5 büyüdü. Yani hem ekonomi hem de halkın geliri büyüdü.
Enflasyon Chavez öncesinde yüzde 100 civarına kadar çıkmışken, Chavez ile birlikte hızla düşürülerek yüzde 10’a kadar düşürüldü.
İşsizlik oranı 1999 yılında Chavez iktidara geldiğinde yüzde 14,5 iken 2011 yılında yüzde 7,8’e geriledi. Yoksulluk hemen hemen yüzde 50, aşırı yoksulluk ise yüzde 70 oranında azaltıldı. Gini katsayısı dönem içinde 0,5’den 0.397’ye düştü. Böylece bölgedeki en düşük katsayısı oldu. Yani gelir bölüşümü adaletsizliği azaltıldı.
Sosyal harcamaların milli gelir içindeki payı 1998’de yüzde 11.3 iken, 2011’ yılında yüzde 22.8’e çıktı, yani 2 kat arttı. Yani devlet hem yoksulluğu, hem de gelir bölüşümündeki adaletsizliği azaltmak için bütçesini halktan yana kullandı.
Genel eğitimde hem nicelik hem de nitelik artarken, üniversite mezunlarının sayısı üç kattan fazla arttı. Beslenme yetersizliği sorunu yaşayan 5 yaş ve altı çocukların oranı yüzde 7,7’den yüzde 2,9’a düşürüldü. Emeklilik hakkı elde eden yurttaş sayısı 1999-2011 arasında yaklaşık 500 bin artarak 2 milyona yaklaştı.
UNASUR’un (Güney Amerika Uluslar Birliği) talebi üzerine Venezüella için krizden çıkışı programı hazırlayan grubun üyesi olan ve ünlü araştırma kuruluşu CEPR’in (Center for Economic and Policy Research) eş yöneticisi Amerikalı Keynesyen iktisatçı Dr. Mark Weisbrot, Chavez döneminde sağlanan bu gelişmeyi şöyle anlatıyor (9):
“Uluslararası medyanın yazdıklarının tersine Venezüella’da gerçek durum daha karmaşık ve farklı. 2004-2014 arasında Chavez iktidarı çok iyi işler çıkardı. 2004 yılında petrol grevi sona erdi, sonrasında kişi başı gelir yılda ortalama yüzde 2 oranında büyüdü. Oysa öncesindeki 20 yıl boyunca ekonomi yılda ortalama yüzde 1,2 oranında küçülmekteydi. Yoksulluk oranı yüzde 49, aşırı yoksulluk yüzde 63 azaldı. Bu sadece nakit gelirler yönündendi. İlave olarak 60 yaş üstü kamusal emeklilik hakkına sahip insanların sayısı 3 kat arttı, milyonlarca insan ücretsiz kamusal sağlık ve eğitime erişti. Bu durum, yüzde 180 enflasyona, ciddi gıda ve diğer tüketim malı kıtlığına, derin resesyona rağmen geçen yılın Aralık ayı genel seçimlerinde Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi’nin (PSUV) yüzde 41 oy alarak iktidarda kalabilmesinin nedenidir”.

MADURO DÖNEMİ: ABD AMBARGOSU, FİNANSAL BLOKAJ VE ÜLKEYE KARŞI AÇILAN
Ancak Chavez’in 2013 yılında ölümü ve 2014 yılında ülkenin bütçe gelirlerinin yüzde 50’sini oluşturan petrolün fiyatlarının 45 dolara kadar düşmesi ve beraberinde ABD tarafından kışkırtılan petrol şirketi çalışanlarının grevi sonucunda ülke karışmaya başladı.
Büyük bir kısmı ABD tarafından desteklenen muhalefet 2013’teki başkanlık seçimine asılsa da kazanamadı. Chavez’in yerine aday gösterilen Maduro az farkla da 2013 yılında ve 2017 yılında tekrar seçildi.
Maduro dönemi ülkede (enflasyon, göçler, suç oranının artması gibi) büyük ekonomik ve sosyal zorlukların olduğu bir dönem. Muhalefet bu zorluklar için Chavezci-Bolivarcı yönetimleri suçlarken, Bolivarcılar ABD’yi ve onun Latin Amerika’daki kukla rejimlerini adres olarak gösterdiler. Birçok Bolivarcıya göre, zorlukların nedeni Maduro’ya verdikleri destek nedeniyle, ABD’nin Venezüella halkını cezalandırmak istemesiydi (10).
Kısaca Venezüella’daki Chavez ile 1998 yılında başlatılan ve Maduro ile sürdürülen bu, küresel kapitalizme aykırı gelişim stratejisi uluslararası finans kapital ve onun en başta koruyucusu ABD ve batı tarafından tepkiyle karşılandı.
Uluslararası çapta çok büyük bir yalan, çarpıtma ve karalama kampanyası başlatıldı. Ülke adeta şeytanlaştırıldı. ABD arka bahçesinde ikinci bir Küba vakası istemedi. Ülkenin seçilmiş devrimci yönetimi seçimlerle devrilemeyince, uygulanan çok kapsamlı ekonomik yaptırımlarla (11), yasaklarla, ulusal parasına yönelik saldırılarla, ABD kaynaklı olarak ortaya çıkan petrol üretimindeki azalma ile, dışarıdan pompalanmış bir hiper enflasyonla, finansal blokajlarla, suikast girişimleriyle yürütülen bir tür savaş ile bu ülke halklarına diz çöktürmek isteniyor.

…devam edecek
……………..
(1) 
https://wolfstreet.com/…/argentina-peso-collapses-20-in-2-d….
(2) Monica de Bolle (PIIE), Maduro's Economic Plan for Venezuela: Back to the 1980s?, 
https://piie.com (23 August 2018).
(3) Wolfstreet, agm.
(4) Agm.
(5) Mark Weisbrot, “ Can The Venezuelan Economy Be Fixed?”,
https://www.huffingtonpost.com (26 October 2017).
(6) 
http://www.tcmb.gov.tr/…/M…/Istatistikler/Secilmis+Grafikler.
(7) Marta Harnacker,”Venezuela-After the elections: What is to be done?”,
http://links.org.au/marta-harnecker-venezuela-what-is-to-be….
(8) Jake Johnston and Sara Kozameh, “Venezuelan Economic and Social Performance Under Hugo Chávez, in Graphs”,
http://cepr.net/…/venezuelan-economic-and-social-performanc… (7 March 2013).
(9) Weisbrot, agm.
(10) Les Blough, “Venezuela, President Nicolas Maduro And The People”,
https://www.telesurtv.net (17 August 2018).
(11) Department of the Treasury , Venezuela-Related Sanctions (
https://www.state.gov/e/eb/tfs/spi/venezuela/).


Formun Üstü


27 Ağustos 2018 Pazartesi

“THE ECONOMİC COSTS OF ERDOĞAN” ÜZERİNE



 “THE ECONOMİC COSTS OF ERDOĞAN” ÜZERİNE
Mustafa Durmuş
26 Ağustos 2016

Prof.Timur Kuran ve Prof. Dani Rodrik’in aşağıdaki linkte yer alan ve iki gün önce yayımlanmış olan makalelerinde (1) yazarlar, belki de ilk kez bu denli açık bir Erdoğan eleştirisi yapıyorlar.
Ayrıca kısa vadede alınacak tedbirlerle paranın ve enflasyonun istikrara kavuşturulabilse dahi, bu önlemlerin ülkenin gerçek ekonomik sorunlarını çözmeye yetmeyeceğini ve bunun önündeki en büyük engelin Erdoğan’ın tekelleşen gücü olduğunun altını çiziyorlar.
Kuşkusuz ekonomi dünyasında çok iyi bilinen ve çok takip edilen bu iki etkili yazarın bu makalesindeki tespitleri çok önemli ve değerli.
Ancak makalenin içeriğine ilişkin bazı eleştirilerim var ve bunları sizlerle paylaşmak isterim.
(1)Yazının girişinde “10 yılı aşkın süre uluslararası finansal piyasaların Erdoğan’a güvenerek (“give the benefit of the doubt”) devasa miktarda kredi verdiklerini, böyle yüksek borçlu bir büyüme stratejisinin de sürdürülemez olduğunu ve bugünkü gelişmelerle sonuçlandığını ileri sürüyorlar.
Bu doğru ama Erdoğan’ın bu olumlu konjonktürden faydalanması kadar, küresel kapitalizmin içinde bulunduğu durum da bu fonların ülkeye akmasında son derece belirleyici oldu.
Bol para politikaları, bilinçli olarak düşük tutulmuş faiz oranları ve miktarsal kolaylaştırmalarla Batılı Merkez Bankalarının piyasalara sundukları trilyonlarca dolarlık likidite ABD, Japonya ya da AB içinde emilemeyecek kadar büyüktü.
Bu nedenle de finansal getiri oranlarının düşmesini önleyebilmek için bu paranın önemli bir kısmı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen ekonomilere” yöneldi.
Yani ihtiyaç daha çok emperyalist merkezlerdeki aşırı finansal sermayenin ihraç edilerek kâr oranlarının azalmasını önleme ihtiyacıydı (hatırlayalım sermaye ihracı tarihte öncelikle kâr oranlarının düşmesini önlemek için yapılmıştır).
(2) Krizden çıkış için kısa vadede; standart faiz artırımı, piyasaların MB’ye olan güveninin yeniden tesis edilmesi, mali disiplinin sağlanması, özel sektörün borçlarının yapılandırması ve IMF ile görüşme gibi önlemler öneriliyor.
Bu aslında ana akım burjuva iktisadının hep yaptığı bir şey. Bu önlemleri, toplumun bütününün çıkarınaymış gibi gösteren para ve maliye politikaları adı altında önerir. Bunun bölüşümsel sonuçları hep ihmal edilir ve burada olduğu gibi kitlelerden fedakârlık beklenir.
Oysa bunun bir alternatifini çok daha derin bir kriz içindeki Venezuela hayata geçiriyor. Şöyle ki:
20 Ağustos’tan itibaren bir yandan para birimi bolivardan 5 sıfır düşürürken, yeni bolivarı, petrol gelirlerine sabitlenmiş olan yeni kripto parası “petro” ile ilişkilendirerek güçlendirmeye çalışıyor. Böylece 1 petro 3,600 yeni bolivar olacak.
Ama asıl yaptığı hiperenflasyon karşısında erimiş olan asgari ücreti yüzde 3,000 oranında artırmak, yeni bir yoksulluk yardımı programı geliştirmek ve üretimde işçilerin fabrika yönetimine katılımını daha güçlendirecek olan önlemler almak oldu.
Erdoğan’ın böyle bir vizyonu ve amacı olmadığı gibi, dayanacağı petrol geliri de yok. Açıkladığı 100 günlük program asıl olarak sermayeyi gözeten bir program.
Kısaca Kuran ve Rodrik bu yazılarında kemer sıkma politikalarının emek üzerindeki tahrip edici etkilerinden söz etmiyorlar.
(3) Makalede yeni rejimden “tek adam rejimi” olarak söz ediliyor ve “kısa vadede alınacak yukarıdaki tedbirlerle ekonomide istikrar sağlansa da Erdoğan’ın tek adam olma özelliği ve mutlakiyetçi yaklaşımının ekonominin uzun vadede sorunlarının çözümünde engel olduğu” ileri sürülüyor.
Reel politikte “tek adam rejimi” sözcüğü daha etkili olabilir. Ama öncelikle ülkedeki, devletteki ve ekonomideki bu denli radikal değişiklikleri tek adam rejimi olarak tanımlamak doğru değil. Tek adamın yerine “iktidar bloku” ya da “oligarşi” sözcükleri daha doğru sözcükler olabilir.
Ayrıca ekonomik krizi tek adam krizine indirgediğimizde sistemin kriz yaratan özelliğini görmezden gelmiş oluyoruz. Oysa 2001 krizinde olduğu gibi, sistem sonrasında krizden çıksa da, ülke benzer nedenlerle 15 yıl sonra tekrar krize girdi.
Zira geç ve azgelişmiş Türkiye ekonomisinin kriz dinamikleri çok net ve belirleyici. Kaldı ki eğer mesele liberal demokrasi meselesi olsaydı liberal demokrasiye sahip hiçbir Batılı ekonominin 2008’deki gibi bir ekonomik krize girmemesi gerekirdi.
(4) Son olarak, son paragrafta yer alan, “ekonomi bilimi sadece başkanın gücünü artırmak için kullanılan bir araç haline gelirse bedeli ödeyen asıl olarak ekonomi olur” sözcüğü de sorunlu.
Bu kapitalizmde ekonomi biliminin (tıpkı teknoloji gibi) sınıf mücadelesinden, devletten, sınıfsal güç dengelerinden bağımsız bir bilim olduğu biçimindeki yanlış bir varsayıma dayanıyor.
Oysa biliyoruz ki ekonomi bilimi, bir bilim olmaktan ziyade, hep mevcut durumdaki yöneten-egemen sınıfların çıkarına ve statükonun korunmasına hizmet eden bir burjuva ideolojisi olmuştur. Buna karşı çıkan az sayıda ekonomi politikçinin varlığı onun bu asıl özelliğini ortadan kaldırmaz.
…….
(1) 
https://www.project-syndicate.org/…/how-erdogan-caused-turk… (24 August 2018).