BÜYÜME:
ASIL SORUYU SORMAK!
Mustafa
Durmuş
Bu
yılın ilk çeyreğine ilişkin iktisadi büyüme oranları TÜİK tarafından açıklandı.
Buna göre[1]Türkiye ekonomisi
geçen yılın ilk çeyreğine göre beklenenin üstünde yani yüzde4,3oranında büyüdü.
Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış oranı ise yüzde1,7 olarak gerçekleşti.
Bu
büyümenin ana dinamiklerinin dış talep ve kamu harcamaları olduğu
anlaşılıyor. Zira mal ve hizmet ihracatı sabit fiyatlarla %11,4 ve devletin
nihai tüketim harcaması sabit fiyatlarla yüzde8,6 artarken, özel tüketim harcamaları
yine sabit fiyatlarla sadece yüzde2,9 arttı ve gayri safi sabit sermaye oluşumu
sabit fiyatlarla yüzde 0,5 azaldı.
Geçen yılın
ilk çeyreğine göre aslında özel tüketim harcamaları yüzde 0,5 puan (yüzde 3,6’dan
yüzde 2,9’a) ve özel yatırım harcamaları yüzde2,0 puan (yüzde1,5’ten, yüzde - 0,5’e)
geriledi. 2014 ilk çeyrek verileri geçen yılın ilk çeyreği değil de son çeyreği
ile kıyasladığında ise özel tüketim harcamalarındaki düşüş yüzde2,4 puan ve özel
yatırım harcamalarındaki düşüş yüzde 6,9 puana yükseliyor.Yani özel kesimin iç talebinde önemli azalma
var. Özel sektörün harcamalarındaki bu daralmanın kamu harcamalarındaki yüzde
4,8 puanlık ve ihracattaki yüzde 7 puanlık artışile telafi edildiği göze
çarpıyor.
Bu gelişmeler nasıl yorumlanıyor?
Hükümet
cephesinden ilk yorum Maliye Bakanı Şimşek’ten geldi. Şimşek, bu süreçte,
siyasal risk priminin artmasına, dışardaki parasal sıkılaştırmaya rağmen,
özellikle ABD ve AB ekonomisindeki toparlanmanın Türkiye ekonomisinin
büyümesine katkı sağladığını ve iyileşmeye devam eden dış talep koşulları ve
içerdeki siyasal istikrarın sağlanması ile yılsonu itibariyle yüzde 4’lük
büyüme hedefinin yakalanacağını ileri sürdü.
Finansal
piyasaların temsilcileri de bu verileri biraz şaşkınlıkla, amaçoğunlukla, memnuniyetle
karşıladılar ve özellikle Avro Bölgesi’ndeki toparlanmanın (!) bu büyüme
hızının sürdürülmesine yardımcı olacağını vurguladılar.
Ancak
bu mutluluk tablosuna, Dünya Bankası’ndan gelen bir haber gölgedüşürdü.Zira Dünya Bankası Haziran ayında
yayımladığı Küresel Ekonomi Görünüm
Raporu’nda[2],
Türkiye ekonomisinin 2016 yılına kadarki büyüme tahminlerini aşağı doğru
düzelterek, örneğin 2014 yılı için yüzde 2,4 ( yüzde 3,5’ten), 2015 yılı için yüzde
3,5 (yüzde 3,9’dan) ve 2016 yılı için yüzde 3,9 ( yüzde 4,2’den) olarak öngördü[3].
Şu
ana kadar sunduğumuz yoğun veri trafiğinin ne anlama geldiğini özetlersek; sırasıyla,bu çeyrekte ekonomi beklenenin üstünde
büyüdü. Piyasalar ve hükümet bunun sürdürülebilir olduğunu savunuyor. Buna
karşılık Dünya Bankası önümüzdeki çeyreklerde bu oranın düşeceğini öngörüyor.
İkinci olarak bu büyümenin iki ana
kaynağı var: İhracat ve artan kamu harcamaları.
O
halde asıl sorulması gerekli soruları sormadan önce ana akımın minderinde
güreşmeyi bir miktar daha sürdürelim.
Öncelikle,ihracat ya da dışardaki koşullar ne
durumda? Bir önceki yazımızda[4]
Avrupa Merkez Bankası’nın geçen hafta aldığı kararların asıl amacının bölge
ekonomilerinin bir borç deflasyonuna doğru sürüklenmesinin önüne geçmek, avronun
dolar ve pound karşısında değer kaybederek, bölgenin ihracatta rekabetçi bir
üstünlüğe kavuşmasını sağlamak, bankalar başta olmak üzere büyük şirketlerin
bilançolarının iyileştirilmesini, kârlılığın artırılmasını, enflasyonun
canlandırılmasını sağlayarak deflasyondan çıkmak olduğunun altını çizmiştik.
Çünkü
Avro Bölgesi hali hazırda bir deflasyonöncesi durumu yaşıyor ve bu da büyük
aktörler olan bankalar ve şirketlerin bir borç deflasyonuna[5]
sürüklenmesinin önünü açıyor. Öyleki ECB, Avro Bölgesi için ekonomik büyüme
tahminini bu yıl için yüzde 1 ve 2016 için, en iyi ihtimalle yüzde 1,8 olarak
revize ederken, enflasyon oranının bu yıl için binde 7 ve 2016 için yüzde 1,4
olabileceğini açıkladı[6].
NIESR’e göre ise bu yılın 3. ve 4. çeyreklerinde enflasyon oranları sırasıyla
binde 1 ve binde 2’yi aşamayacak[7].
Bu durum ciddi bir deflasyon tehlikesine işaret ederken, İngiltere’deki Makro İktisatçılar
Merkezi’nin bir anketinden çıkan sonuca göre, ankete katılan piyasa
temsilcilerinin yaklaşık yarısı önümüzdeki iki yıl için Avro Bölgesinde
deflasyonu kaçınılmaz olarak görüyorlar[8].
Kısaca
ECB’nin değerlendirmelerinden hareketle,Avro
Bölgesinin, özellikle de çeper ekonomilerinin toparlanmakta olduğu sonucunun
çıkarılması,en iyimser yorumla, erken
bir sevinme olarak yorumlanabilir. Kaldı ki avronun değerini düşürmeyi
hedefleyen bu politikalar TL’nin değerini (avro karşısında) yükselteceği için
bu yılın büyümesinin temel dinamiği olarak ortaya çıkan ihracatın yakın
gelecekte zora girmesine neden olabilecektir.
Kamu harcamalarındaki artışa gelince
kanımızca olayın en önemli kısımlarından
biri burada yatıyor. AKP Hükümetinin mali disipline olan inancının sürdüğü
kesin. Bu nedenle de sanayileşme ya da kalkınmaya dönük yatırım harcamalarında
bir artış gözlemlenmediği gibi, halka dönük sağlık, eğitim, sosyal güvenlik
gibi sosyal harcamalarda belirgin bir azalma var.
O halde bu artış nereden kaynaklanıyor?
Bunun kaynağı aslında belli. Sırasıyla,neoliberal birikim stratejisinin
temelini oluşturan inşaat - alt yapı ve üst yapı harcamaları (Marmaray, 3.
Köprü, 3. Hava limanı, duble yollar ve TOKi), HES’ler ve güvenlik adı altında
yapılan harcamalar.
Gezi’nin
ardından bu ay Lice’de ortaya çıkan
gelişmeler aslında son yıllardaki bütçe kaynaklarının önemli bir kısmının da
nerelere harcanmakta olduğu gerçeğinin üstündeki örtünün kalkmasını sağladı.
Öyle
ki, geri çekilmeden bu yana geçen bir yıl boyunca resmi açıklamalara ve gazete
haberlerine göre sayıları 314 ila 402 arasında yeni “kalekol / karakol” inşaat
ihalesi yapıldı. Bunlardan 102’si tamamlandı. 143’ünün yapımı sürüyor ve kalanı
da ihale aşamasında. Bunların 21’i
Dersim’de, 36’sı Diyarbakır’da ve 36’sı Bingöl’de yapıldı. Keza sınırda Şırnak
hattında 11 ve Munzur / Dersim’de 4 “Güvenlik Barajı” yapılıyor. Bunlardan 7’si
için hali hazırda 103,5 milyon TL harcanırken toplam maliyetin 207 milyon
lirayı bulması bekleniyor. Ayrıca 820 km’lik bir güvenlik yolu yapılıyor. 2000 civarında yeni korucu kadrosu açıldı.
Bunların 600’ü Bitlis, 960’ı Van ve 600’ü Batman’a verilmiş durumda.
Bunlara
özellikle Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan muhalefetin bastırılmasına dönük
polisiye harcamaları ve IŞİD başta olmak üzere Suriye’deki rejim karşıtı bazı
İslamcı örgütlere verildiği iddia edilen desteklerin maliyetini de
eklediğimizde % 4,3’lük büyümenin ardındaki önemli faktörlerden birinin neo
liberal- neomuhafazakârotoriteryan bir yönelimin güvenliğini ve bölgedeki
yayılmacılığını sağlamaya dönük harcamalar olduğu söylenebilir (diğer taraftan
bu harcamaların alternatif maliyetlerinin ne olduğu da sorgulanmıyor).
Hükümet,
ana akım medya ve piyasalar ekonomide işlerin iyi gittiğini, bir kriz olasılığının
bulunmadığını söylerken, sosyal demokrat ve bazı sol çevrelerin ısrarla “yakında göreceksiniz kriz çıkacak”
biçimindeki yaklaşımlarını nasıl yorumlamak gerekir?
Solun
bazı kesimleri içinde de kısa-orta dönemde bir ekonomik krizin patlak vereceği
beklentisi mevcut. Böylece “tapelerin
götüremediği iktidarı ekonomik krizin götüreceğine” olan inanç korunuyor.
Kriz çıkıp çıkmayacağı, ya da içinden geçmekte olduğumuz sürecin kriz olup
olmadığı tartışmaları bir yana, bu çevrelerin atladığı şey, kapitalizmin
krizsiz(ya da normal) halinin de emekçiler için aslında bir çözüm olmadığı
gerçeği.
Kriz
olmaksızın da kapitalizme içkin konular olan işsizlik, yoksulluk ve emek
sömürüsünün emekçileri nasıl kölelik koşullarına mahkûm
ettiğini, krizin bu koşulları sadece derinleştirdiğini kitlelere anlatmak
gerekirken, sadece olası bir kriz üzerinden siyasal iktidara yüklenmek
heveslerin kursaklarda kalmasına neden olabileceği gibi, dünyada özellikle de
2. Paylaşım Savaşı öncesinde görüldüğü gibi krizin sağı, faşizmi güçlendirip
iktidar yapabileceğini, kitleleri hızla sağa doğru kaydırabileceğini unutmamak
gerekir.
Şimdi
gelelim büyüme konusunda durduğumuz yere.
Kriz
örneğinde olduğu gibi, aslında büyüme konusuna olan yaklaşımımızı belirleyen şey sınıf perspektifimiz. Bu konuda asıl
şu soru sorulmalı ve yanıtı aranmalı:Ekonomi
yüzde 3 ya dayüzde 4 değil de, sürekli olarak, yüzde 10 büyüseydi bu,işçiler,
emekçiler, yoksullar, ezilenler açısından ne anlama gelirdi? Ya da
büyümenin ölçütü olarak burjuva iktisadının önümüze attığı kavram olan GSYH artışı, toplumun bir bütün olarak refahının
artmasını anlatan iyi bir gösterge midir?
Öncelikle
GSYH
kavramından başlayalım. İktisatçılar iktisadi büyümeyi “bir ülkedeki belli bir
dönemde (genellikle 1 yıl) üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi olan
gayri safi yurt içi hasılada (GSYH) görülen artış”[9]
olarak tanımlarlar. Böylece, büyüme,GSYH’deki (milli gelir) yüzdesel artışla
ölçülür. Bu o ülkede yaşayan insan sayısı ile ilişkilendirildiğinde, büyümenin
kişi başına düşen gelirin artması, genelde yaşam standardının yükselmesi,
mutlak yoksulluğun azalması anlamına geldiği ileri sürülür.
Ancak bu tanım tatmin
edici değil. Zira her ne kadar GSYH verilerinin üretilen ürünü ölçtüğü ileri
sürülse de, gerçekte bu veriler sadece piyasalarda gerçekleşen işlemlerin
sonuçlarını ölçer. Aslında piyasalarda üretim yapılmaz, üretim soyut mekânların
ötesinde, dünyanın başka yerlerinde ve özel mülkiyetin denetimindeki üretim süreçlerinde
gerçekleştirilir”[10].
Bir başka anlatımla GSYH büyümesi öncelikle insana
ait maliyetleri ve faydaları, emek ve emekçilerin çalışma koşullarını göz ardı
ederken ticari işlem değerleri üzerinde yoğunlaşır. Sadece belirli piyasa
işlemlerinin değerini ölçer. Üretimi ya da örneğin özgün bir biçimde faydalı
mal üretimini göstermez. Öyle ki,örneğin bugün “barış çabaları” silah
üretmekten çok daha değerli olmasına rağmen, GSYH içinde, dolayısıyla da ticari
işlemler arasında yer almaz.
İkinci
olarak, günümüzde kapitalist
büyüme bir yanılsamadır. Bu yönüyle de toplumdaki sömürü ilişkilerini ve
ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından
yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir. Hem ülke içinde yaratılmış olan
‘artı değer’ hem de dış ticaret aracılığıyla çok uluslu şirketlerin el
koydukları yarı sömürge ülke işçilerinin yaratmış olduğu ‘artı değer’, ‘katma
değer’ olarak gösterildiğinden, hem tüm zenginlikleri yaratan gerçek kaynaklar
hem de acımasız bir yerli ve emperyalist sömürü gizlenmektedir.
Üçüncü
olarak, büyüme sorunu daha ziyade metropol kapitalist ülkelerin
bir sorunudur. Özellikle 2008 krizine kadarki 30- 40 yıllık süreç
gözlemlendiğinde gelişmiş ülkelerin büyüme hızlarının ortalama % 2–3 gibi
seyrettiği ve azgelişmiş ülkelerden daha yavaş büyüdükleri görülür. Bunun
nedenlerinin başında bu ülkelerdeki aşırı sermaye birikimi yığılması ve bunun
sonucunda kâr oranlarının düşme eğilimine girmesiyle yeni yatırımların azalması
ve eksik tüketim gibi olgular gelir.
Diğer taraftan azgelişmişler için büyümeden daha önemli
bir sorun kalkınma ve sanayileşmedir. Çünkü bu ülkeler genelde
gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin Türkiye) kapitalist bir üretim
tarzı içinde kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir. Ya da Güney Kore
örneğinde olduğu gibi en fazla “yarı- sanayileşmiş” bir ülke konumuna
gelebilmekte ve ancak ABD ve Japonya’nın terk ettiği sanayilere
yönelebilmektedirler. Bu nedenle de salt büyüme odaklı bir strateji, ekonominin
büyümesini sağlarken, ülkenin kalkınma ya da sanayileşmesine her hangi bir
katkı vermeyebilir, hatta bu çabaları önlerken, bu sorunların üzerinin örtülmesine
de yardımcı olabilir.
Nitekim son 10 yıldır
ortalama yüzde 5-6’larda büyümesine rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve
sanayileşmekte olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Türkiye, daha ziyade
emperyalizme bağımlı bir yarı sömürge, yarı-sanayileşmiş ülke ve ekonomi
konumunda olup standart sosyal kalkınmışlık özelliklerine de sahip olmayan bir
ülke konumunu sürdürüyor. Bu nedenle de özellikle AKP iktidarının hızlı büyüme
oranlarının arkasına sığınarak yaptığı
“gelişme” ya da “refah artışı” iddiaları gerçekçi değil.
Dördüncü
olarak, günümüzde iktisadi büyüme yeterli düzeyde ve
güvenceli istihdam yaratmayan bir büyümedir. Çünkü kapitalizm, geldiği nokta
itibariyle, sadece kriz dönemlerinde değil, krizde olmadığı dönemlerde de
yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem olmadığını ortaya koymuştur. Son
dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam istikrarsız-geçici, düşük ücretli,
yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir (prekarya). Bu anlamda
kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan
milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel emeği israf etmekte ve iş
kazaları adı altında bu insanların ölümüne neden olmaktadır. En son Soma
katliamı sırasında ölen 301 işçi ve sonrasındaki Şırnak’ta bir madende ölen 3
işçi ile birlikte yılda ortalama 1200-1300 işçinin iş cinayetine kurban gittiği
gerçeği kapitalizmin emek üzerinde yarattığı tahribatın en yakıcı, en çarpıcı
örneğidir. Büyüme ise asıl olarak mevcut emek gücünün daha verimli ve yoğun
çalıştırılmasıyla sağlanmaktadır.
Bu bağlamda, Türkiye ekonomisinin
büyümesinin yeterli istihdam yaratmamasının ise temel yapısal nedenleri
var. Örneğin toplam yerli (iç) tasarruf
hacmi çok düşük ve 2002 yılından bu yana dış kaynakla büyümeye yönelen AKP
iktidarı bu oranı daha da düşürerek 2002’de yüzde 18,6’dan 2011’de yüzde 12’ye
geriletti. Öyle ki Türkiye 2005’ten önce tarihsel olarak yılda ortalama 20
milyar ABD dolarının altında dış kaynak kullandı.Bu kaynakların çok büyük kısmı
uzun vadeli kaynaktı (2007’deyüzde 95). 2005’ten itibaren dış kaynak kullanımı hızla
arttı ve 50 milyar ABD dolarının üstüne çıktı.2010’da kullanılan dış kaynağın
sadece yüzde 6’sı uzun vadeli, yüzde 94’ü kısa vadeli kaynak niteliğindedir. Bu
durum kaçınılmaz olarak cari açığın artmasına neden oldu. Öyle ki cari açığın
döviz kazandırıcı işlemlere (ihracat + turizm gelirleri) oranı hızla arttı ve 1994
ve 2001 krizlerindekine benzer bir oranda 2010 yılında yüzde 30’un üzerine çıkarak
ekonominin krize karşı duyarlılığını artırdı[11].
Yani Türkiye ekonomisinin büyüme dinamikleri krizleri de sürekli canlı
tutmaktadır.
Ayrıca büyümenin motoru
konumundaki dış ticaret sektörü istihdamsız büyümeye neden olmaktadır. Çünkü
ihracat ithalata, özellikle de ara malı ithalatına bağımlı. Aramalı ithalatının
toplam ihracat içindeki payı yüzde 90 civarında. Böylece büyüme Türkiye’deki
değil, daha ziyade ihracatçı ülkelerdeki istihdama katkı sağlamaktadır.
Beşinci
olarak, iktisadi büyüme kavramı pratikte toplumdaki
sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek,
perdelemek için kullanılmaktadır. Örneğin birkaç banka ya da sınai tekel kâr
ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyümekte, iktisadi büyüme de
hızlanmaktadır. Bu anlamda İktisadi büyüme gerçekte, sermayenin, servetin
büyümesidir. Öyle ki iktisadi büyümenin hızlandığı yıllarda servet ve sermaye
sahiplerinin varlık stoklarının da çok hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük
üretici, esnaf ve köylünün gelirlerinin yerinde saydığı ya da çok az arttığı
görülmektedir. Bu sonuca neden olan faktörlerden biri de kuşkusuz kapitalist hükümetlerin
emek aleyhine uyguladıkları, ücret, gelir ve vergi politikalarıdır.
Bir başka anlatımla, iktisadi
büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik düzelmemekte, daha
da artmakta, servet hem ülke içinde hem de uluslararası boyutta olmak üzere az
sayıda zenginin elinde toplanırken toplumun kalan kısım giderek
yoksullaşmakta, mülksüzleşmektedir,
Milyarlarca insan yoksulluk içindeyken az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin
çok büyük bir kısmına el koymaktadır. Kapitalist ekonomiler büyürken ve servet
zenginliği hızla artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet hem
de gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsiz gerçekleşmektedir. Emekçi
sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki uçurum ise giderek daha da büyümektedir.
Keza bu eşitsizlik bir kerelik olarak kalmamakta, piyasalar ve kapitalist
devlet bu eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir.
İktisadi krizlerse bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır.
Diğer taraftan tarih,
bize, sosyal devletin sona ermesinde görüldüğü gibi, kapitalizmi reforme etme
çabasının sadece kısa bir süre için işe yarayabildiğini göstermiştir. Çünkü bu
çaba sistemin egemenlerince yok edilmektedir.
Dünyanın en büyük
finans kuruluşlarından olan CreditSwiss’in 2013 yılında yaptığı küresel servet
dağılımı araştırmasına göre[12]Türkiye’de
2013 yılında 102,000 dolar milyoneri var. Bu sayının 2018 yılında yüzde 55
oranında artarak 158,000 olması bekleniyor. Yine çalışmaya göre Türkiye’de
serveti 50 milyon dolar ila 500 milyon dolar arasında olan 1,210 ultra servet
zengini var (Forbes geçen yıl Türkiye’deki 1 milyar ABD dolarının üzerindeki
servet sahiplerinin sayısını 41 olarak açıklamıştı). Bu veriler yaklaşık 10
milyon ailenin yoksulluk yardımlarıyla geçiminin sürdürmeye çalıştığı ve bu
yoksulluğun giderek arttığı Türkiye’de son 10 yıldır övünülen ekonomik
büyümenin aslında bir servet büyümesinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.
OECD’nin “Sosyal Adalet
Göstergeleri” açısından da Türkiye’nin durumu son derece kötüdür. Öyle ki 31
OECD ülkesinde 6 sosyal adalet göstergesinin ağırlıklı ortalaması OECD
genelinde 6.67 iken Türkiye 6 göstergenin hepsinde 5 puanın altında kalarak
4.19 ile son sırada (31.sırada) yer alıyor. Böylece Türkiye OECD’nin en sosyal
adaletsiz ülkesi olarak tescillenmiştir. Türkiye’nin 10 üzerinden aldığı bu
puanlar altı gösterge için şöyle:
Yoksullukla mücadele: 4.26; eğitimde eşitlik: 3.67; istihdam imkânı:
4.86; sosyal bütünleşme: 3.22; sağlık: 3.79 ve kuşaklararası adalet: 5.05.
Genel olarak yoksulluk oranı OECD ortalaması yüzde 10,8 ve çocuk yoksulluğu
oranı OECD ortalaması yüzde 12,3. Raporda genel yoksulluk oranının en yüksek
olduğu ülkeler, G. Kore, Türkiye, Avustralya ve ABD olarak belirtilmektedir. Bu
ülkelerde nüfusun yüzde 17,3’ü yüzde 50’lik medyan gelirin altında gelir elde ediyor.
Diğer taraftan çocuklar arasında yoksulluk oranları Danimarka için yüzde
3,7; Şili için yüzde 23,9; Meksika için yüzde 25,8; ABD için yüzde 21,6 ve Türkiye için yüzde 23,5[13] .
Son
olarak, kapitalist büyüme, daha fazla üretim ve tüketim
doğayı tahrip etmektedir.Zira kapitalist üretimin doğrudan amacı insan
ihtiyaçlarının ya da toplumsal ihtiyaçların karşılanması değil, kâr, daha fazla
kâr ve en fazla kâr elde etmek. Daha fazla kâr için daha fazla üretim ve
tüketim yapılıyor. Bunun sonucunda ekonomi büyüyor ancak böyle bir büyüme
sırasında hem emek hem de çevre daha fazla sömürülüyor, daha fazla tahrip ediliyor. Türkiye’de nükleer santrallere ilave olarak,
hali hazırda, Trabzon’da 135, Rize’de 84, Artvin’de 21 ve Bingöl’de 26 adet HES
yapılması planlanmış durumdadır ve bunların bazılarının inşaatı yöre halkının
muhalefetine ve aleyhteki mahkeme kararlarına rağmen sürdürülmektedir. Son
döneme damgasını vuran ve bir kentsel talana dönüşen TOKİ - özel sektör
işbirliği ile gerçekleştirilen konut ve AVM inşaatları ise bir yandan rant
üzerinden servet birikimini hızlandırırken diğer yandan da kent ve çevre
felaketlerine neden olmaktadır.
Kâr amacı diğer
amaçların üstüne çıktığında çevre üzerindeki olumsuz etkiler de kaçınılmaz hale
gelmektedir. Su, hava, toprak kirliliği kâr amaçlı bir üretim sisteminin yan
ürünleridir. Diğer yandan kapitalist üretim ve değişim tarzı altında, sermayeyi,
çevre üzerindeki olumsuz etkilerini minimize edecek yöntemleri bulup kullanmaya
teşvik eden kalıtsal mekanizmalar mevcut değil. Örneğin sanayide kullanılmak
üzere üretilen yeni kimyasallar, insan ya da doğa üzerinde ne tür etkileri
olacağı konusunda hiçbir araştırma yapılmaksızın takdim edilmektedirler. Aşırı
kalabalık ve sağlıksız koşullarda beslenen hayvanların yemine katılan antibiyotikler
de rutin olarak kullanılmakta ve bütün bunlar antibiyotiğe karşı dirençle
ortaya çıkan hastalıkların gelişip yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Otomotiv
sektörünün neden olduğu devasa çevresel felaketler ise ortadadır.
Yani iktisadi büyüme
fetişizmi başta iklim değişiklikleri ve bunun neden olduğu, Türkiye’de son
yıllarda görülmekte olan sel felaketleri gibi, ciddiekolojik, ekonomik ve
sosyal sorunlara neden olmaktadır. Buna karşılık egemenlerin bugüne kadar
üretebildikleri çözümler büyük çaplı sosyal maliyetlere neden olan bu
faaliyetleri sadece meşrulaştırmakta, insanları bu felaketin sorumlusu olarak
göstererek gerçek sorumlular olan kapitalizmin çevre ile uyuşmayan yapısını ve
kâr güdüsünü gizlemeye hizmet etmektedir.
[2] World
Bank, Global EconomicProspects,
ShiftingPriorities, BuildingfortheFuture,June 2014.
[3]Agr., s.
46.
[4] Mustafa
Durmuş, “Avrupa Merkez Bankası (ECB) borç deflasyonuna gidişi durdurmaya
çalışıyor!” www. Siyasihaber.org.,
[5] Borç
deflasyonu için bkz. Agm.
[6]Michael
Roberts, “Draghifightsthedrag”, http://thenextrecession.wordpress.com, June 6,
2014
[7]Angus
Armstrong, FrancescoCaselli, JagjitChadha, Wouter den Haan,
“Eurozonedeflationcouldderail UK recovery: Results of
thesecondCentreforMacroeconomicssurvey”,
http://www.voxeu.org, 13 May 2014.
[8]Armstrong
vd.
[10]John Smith, “The GDP Illusion -
Value Addedversus Value Capture”, MonthlyReview,
(July-August 2012), Vol.64 No.3 s. 96.
[11] Sarp Kalkan, Cari İşlemler
Açığında Neler Oluyor? Bu Defa Farklı mı Yoksa Aynı mı ?,TEPAV Değerlendirme Notu (Şubat 2011), http://www.tepav.org.tr.
[12]CreditSwiss, Global Wealth Report, 2013,
[13]OECD, SocialJustice in the OECD – How Do
theMemberStatesCompare? SustainableGovernanceIndicators, 2011.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder