İktisadi Büyümeye İlişkin Eleştirel
Bir Değerlendirme
Mustafa DURMUŞ *
Özet
Eylül
ayında açıklanan Türkiye ekonomisinin bu yılın ilk iki çeyreğine ilişkin büyüme
rakamları büyüme kavramının farklı bir bakış açısıyla irdelenmesi ihtiyacını
ortaya koymuştur. Çünkü ekonomi küçülmeye başlamış, hatta bir daralmaya
girmiştir. Bunun niceliksel olarak nasıl yorumlanacağının ötesinde büyümenin
gerçekte ne anlama geldiğinin sorgulanması gerekir. Bu çalışmada bu yapılmaya
çalışılmıştır. Çünkü büyüme bugünlerde adeta bir fetiş haline getirilmiştir.
Ayrıca mevcut kapitalist büyüme bir yanılsamadır, sermaye ve servetin
büyümesidir. Yeterli ve güvenceli istihdam yaratmadığı gibi, mevcut gelir ve
servet adaletsizliklerini artırmakta ve büyük çaplı çevre sorunlarına neden
olmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Büyüme, kalkınma, gelir dağılımı, istihdamsız
büyüme, artı değer-katma değer
JEL Sınıflandırması: 015, 040, 047
GROWTH: BUT OF WHAT?
(A critical Assesment of Economic
Growth)
Abstract
Growth data on the first half of 2012 of the Turkish economy
disclosed in September prompted a different evaluation from an alternative critical
approach since the economic growth rate has been slowed down. In fact, Turkish economy
is in the process of contraction now. However, beyond the quantitative
evaluations, it is necessary to evaluate the meaning of economic growth qualitatively.
In this study this aim is tried to be accomplished. Economic growth is a fetish
nowadays. Also is an illusion. In reality it is merely the growth of the capital
and wealth. Furthermore existing capitalist growth is unable to create more and
secured jobs and decreases the existing income and wealth inequality and economic
injustice, rather increases it. Finally it causes devastating effects on the ecological
system of the planet.
Keywords: Growth,
development, income distribution, growth without employment, surplus
value-value added
JEL Classification: 015, 040, 047
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2012 Temmuz
ayında yayınladığı bültene göre (TÜİK, 02.07.2012) Türkiye ekonomisi 2012
yılının ilk çeyreğinde % 3,2 oranında büyüdü ve GSYH sabit fiyatlarla 772,3
milyar lira oldu (TÜİK, 10.09.2012)[1].
Ancak mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış
büyüme oranı 2012’in birinci çeyreğinde geçen yılın son çeyreğine kıyasla %
-0,4 oldu. Geçen yılın son çeyreğinde ise ekonomi bir önceki çeyreğe göre % 0,4
büyümüştü. Böylece Türkiye ekonomisi geçen yılın üçüncü çeyreğinden beri hiç
büyümemiş oldu (Gürsel ve diğerleri, 2012)[2].
Nitekim nüfus artışı dikkate alındığında net büyümenin temel göstergesi olarak
kabul edilen kişi başına düşen milli gelirin 2011’deki 10.444 dolardan, 129
dolar gerileyerek, 10.315 dolara indiği görülmektedir.
Bu veriler son 2,5 yıldır kesintisiz büyüyen Türkiye
ekonomisinin büyüme hızının2011 yılının ikinci çeyreğinden itibaren
yavaşladığını, hatta ekonominin bir daralma eğilimine girerek bu yılın ilk
çeyreğinde küçülmeye başladığını ve diğer ekonomilerden ayrıştığı iddiasının da
boşa çıktığını göstermektedir. Bazı iktisatçılarca[3] “keskin düşüş/sert iniş” ya da “ yumuşak iniş” olarak da adlandırılan bu
durum aslında uzunca bir zamandır başarısını yüksek büyüme oranlarına
endekslemiş ve kısmen bununla toplumu idare edebilmiş olan siyasal iktidar için
en azından iktisadi anlamda göreli olarak sıkıntılı bir dönemin başladığını
ortaya koymaktadır[4].
Bu tespiti büyümenin dinamiklerine bakarak
desteklemek mümkündür. Öyle kibüyüme –istihdam ilişkisi açısından çok önemli
bir role sahip olan yatırımlar (özellikle de özel sektör yatırımları) bu
çeyrekte % - 0,6 oranında azalmıştır. Oysa 2011’in ilk altı ayında yatırımlar %
40 artmış bu da büyümeyi ciddi ölçüde olumlu yönde etkilemişti. Özel tüketim
harcamaları bu çeyrekte neredeyse hiç artmamış, tam tersine % - 0,7 oranında azalmıştır.% 3’lük bir artış
hızıyla kamusal tüketim harcamaları 0,40 puan ile asıl katkıyı sağlamıştır[5].Yani
büyümenin kaynağı iç talep artışı değildir. Veriler bu % 3,2’lik büyümenin % 3 puanının asıl olarak ihracat sektörüne
ait olduğunu göstermektedir (Gürsel ve diğerleri, 2012).
Kısaca halkın sıkı maliye politikaları ve mali
disiplin uygulamalarıyla satın alma gücünün baskılandığı bir ekonomi ancak
ihracat artışıyla ve ancak bu kadar büyüyebilmiştir.
Diğer taraftan son bir yıldan bu yana ihracat artış
ivmesinin yavaşladığı görülmektedir.
Betam’a göre (Gürsel ve diğerleri, 2012) geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ilk
çeyreğine ihracat artışı % 3, ithalat artışı ise % 1,7 civarındadır. Bu, net ihracatın da önümüzdeki dönemlerde
büyümeye olan katkısının giderek azalacağı anlamına gelmektedir. Aynı
araştırmaya göre 2012’de büyüme 1–1,5 puan kadar net ihracat katkısı ve 1–1,5
puan iç talep katkısı ile en iyi ihtimalle
% 2,5 civarında olabilecektir. Bu yılın Haziran ayındaki yıllık tüketici
enflasyonunun % 9,1 olarak açıklanması bu görüşü desteklemektedir. Bu da son
1,5yıldır rakiplerinden daha yüksek enflasyon oranına sahip Türkiye’nin
ihracattaki dezavantajının artarak süreceğini göstermektedir.
“Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu
ile karşı karşıya olan sermaye çevreleri ve siyasal iktidar bununla yetinecek
midir?[6]Zira
bir yandan ekonomi iç talepsiz büyüyemezken, diğer yandan iç talebe dayalı
büyüme hem cari açığı arttırıp [7],
ekonomiyi dış şoklara daha duyarlı hale getirmekte, hem de halkın daha fazla
tüketebilmesini sağlayabilmek için ücret ve maaşların ve tarıma verilen gelir
desteklerinin artırılmasını gerektirmektedir. Bu, kârlarından fedakârlığa rıza göstermeyen büyük
sermayenin ve neo liberal politikaları benimsemiş olan yeni muhafazakâr AKP
iktidarının tercih edeceği bir yol gibi gözükmemektedir.
Bu çalışmanın amacı ikilidir: ilk olarak, açıklanan
son veriler aracılığıyla, Türkiye’de son 10 yıldır ortalama % 7 civarında bir
büyüme oranı sağlayan ekonomik modelin ve buna uygun politikaların dış ve iç
dinamikler nedeniyle sınırlarına ulaştığının ve büyümenin keskin bir biçimde
yavaşladığının, böylece de Türkiye ekonomisinin durgunluğa girdiğinin
belirlenmesidir. İkinci olarak bu yüksek büyüme oranları sürdürülseydi dahi
bunun toplumun çok büyük bir kısmı açısından bir kazanım olmadığının, hatta bu
kesimler için ciddi bir refah kaybının söz konusu olduğunun ortaya
konulmasıdır.
Bu çerçevede giriş
bölümündeki Türkiye ekonomisinin 2012 yılının ilk iki çeyreğine ait büyüme
verilerinden hareketle yapılan değerlendirmelerin ardından çalışmanın ilerleyen
bölümlerinde sırasıyla; GSYH’nin iyi bir ölçü olup olmadığı, kapitalist
büyümenin bir yanılsama olup olmadığı, az gelişmiş ülkelerin asıl sorununun
büyüme mi yoksa bununla bağlantılı bir biçimde asıl olarak kalkınmasorunu olup
olmadığı, büyümenin tek başına toplumsal refahın göstergesi olup olamayacağı,
yeterli ve güvenceli istihdam yaratıp yaratmadığı, adil bir gelir ve servet
dağılımı sağlayıp sağlamadığı konuları ele alınmaktadır.
“Büyüme oranı % 10’larda olsaydı
emek geliri elde edenler ya da toplumun büyük çoğunluğu için ne değişirdi?” Bu bağlamda örneğin yıllık büyümesi hala %
8-10’larda olan Çin’de emekçiler artan bu refahtan ne kadar pay
alabilmektedirler? Pay alabiliyorlarsa neden Çin gibi adeta demir bir yumrukla
yönetilen devlet kapitalizminde son yıllarda büyük çaplı grevler, fabrika
işgalleri ya da diğer işçi direnişleri yaşanabilmektedir? (Yu ve Ruixue, 2012).
İktisatçılar iktisadi büyümeyi “bir ülkedeki belli
bir dönemde (genellikle 1 yıl) üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi olan
gayri safi yurt içi hasılada GSYH) görülen artış” (Kaynak, 2009: 55)olarak tanımlarlar.
Böylece büyüme GSYH’deki (milli gelir) yüzdesel artışla ölçülür. Bu o ülkede
yaşayan insan sayısı ile ilişkilendirildiğinde, büyümenin kişi başına düşen
gelirin artması, genelde yaşam standardının yükselmesi, mutlak yoksulluğun
azalması anlamına geldiği ileri sürülür.
Ancak bu tanım yeterince tatmin edici değildir.
Zira “her ne kadar dış ticaret verileri gibi GSYH verilerinin de üretilen ürünü
ölçtüğü ileri sürülse de gerçekte bu veriler sadece piyasalarda gerçekleşen
işlemlerin sonuçlarını ölçer. Aslında piyasalarda üretim yapılmaz, üretim
yüksek duvarların arkasında, dünyanın
başka yerlerinde ve özel mülkiyetin denetimindeki üretim süreçlerinde
gerçekleştirilir” (Smith, 2012: 96).
Bir başka anlatımla GSYH büyümesi öncelikle insana
ait maliyetleri ve faydaları, işçilerin çalışma koşullarını göz ardı ederken
ticari işlem değerleri üzerinde yoğunlaşır. Sadece belirli piyasa işlemlerinin
değerini ölçer. Üretimi ya da örneğin özgün bir biçimde faydalı mal üretimini
göstermez.
Mal ve hizmet üretimipiyasaların etkinliğinin bir
ölçütü olarak görülür, ama bu etkinlik hesaplanırken bu malları üretenlerin ne
yaptıkları dikkate alınmaz. “Kimler, nasıl çalışır?” gibi konular
istatistiklerde yer almaz. Emek gücü sadece piyasada bir işlem olarak yer
aldığında hesaba katılır. Keza bir akademisyenin yazdığı bir makale toplumun
bilinçlenmesine ciddi katkı sağlasa da, yazar ünlü birpop şarkıcının elde
ettiği gibi yüksek bir geliri elde edemediğinden, şarkıcının yüksek geliri GSYH
hesabında yer alırken akademisyenin katkısısadece kendisini ödenen aylık maaş
miktarında yer alır. Oysa GSYH içinde, dolayısıyla da ticari işlemler arasında
yer almayan çok sayıda faaliyet toplum için, insanlık için temel bir öneme
sahiptir (örneğin bugün barış çabaları silah üretmekten daha değerlidir ama
GSYH’ye her hangi bir katkı sağlamamaktadır).
Kısaca bugün milli geliri hesaplama yöntemi A.
Smith geleneğine uygun olarak üretimden ziyade mübadeleye, dolayısıyla da
malların “değişim değerine” dayandırılmakta, “kullanım değerleri” göz ardı
edilmektedir. Böyle olunca da örneğin bir ağacın kesilip mobilyaya dönüşene
kadar hiçbir değeri söz konusu edilmemektedir.
Diğer yandan böyle bir ölçme biçimi sermaye
çevreleri açısından işlevseldir, zira bu kesimlere hem ticari işlemlerle ilgili
enformasyon kolaylığını sunarak, hem de piyasaların ne denli etkin çalıştıkları
biçimindeki yaygın yanılsamayı güçlendirerek hizmet eder.
Bugünkü kullanıldığı biçimiyle, iktisadi büyümeyi
aracılığı ile tanımladığımız GSYH kavramı bir ölçme aracı olarak çok
sayıdabaşkakısıta da sahiptir (Perelman, 2011: 201–211). Sırasıyla; (i) Ev içinde yapılmış olan üretim
hesaplamaya dâhil edilmez. Oysa ev içi üretimin dâhil edilmesi durumunda
GSYH’nin azımsanamayacak bir ölçüde artması beklenir. (ii) GSYH hiçbir ayrıştırma yapmaksızın tüm ticari faaliyetlerin
insanlara hizmet ettiğini varsayar. Bu anlamda bozuk/kötü gıda, silah/ füze
üretimi ile insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya dönükfaydalı mal
üretimi arasında bir fark gözetmez. Oysa sadece yapılmış olan ticari işlemlerin
değerlerini toplayarak refah ya da toplumun iyilik düzeyini hesaplayabilmek
mümkün değildir. (iii) Dinamik bir
süreç içinde değişen GSYH yapısını hesaplamak çok zordur. Örneğin bir ürünü
farklı zaman dilimlerinde karşılaştırmaya tabi tutmak çok zordur. Hatta teknik
değişiklikler dikkate alınmasa da kalite sorunu hesaplamayı zorlaştırır. (iv) GSYH, bilgi eksikliği içeren ya
da irrasyonel satın almaların ötesinde tüketicilerin aslında almaya niyetli
olmadıkları satın almalarını da kapsar. Gereksiz ambalajlama ya da satılamayacak
malları satabilmeye yarayan reklam kampanyaları sonucunda harcanan milyarlarca
dolar, üretilen ürünlerin maliyetinin bir parçası olarak düşünüldüğünden, GSYH
hesaplamasına dâhil edilir. Diğer taraftan örneğin otomobillerin neden olduğu
trafik sıkışıklığı, atmosfer kirliliği vs fiyatlamanın dışında kalacağı için
GSYH içinde değil, dışında kalır. Otoların neden olduğu trafik kazaları ise
hastane ödemeleri ve oto yedek parça, tamir ve sigorta gibi ödemelere neden
olduğundan GSYH’yi artırır (Perelman, 2011: 201–211).
Ayrıca ülke karşılaştırmalarında da sorunlar söz
konusudur. Örneğin ücretlerin düşük, fakat işçilerin iyi koşullarda sosyal
konut, uygun ulaşım ve ulusal sağlık hizmetine sahip olduğu ülkelerde bu tür
farklılıkların ülke karşılaştırmalarında hesaba katılması çok zordur. Bu
anlamda kişi başına düşen gelirin yüksekliği bir ülkenin iktisadi ve sosyal
kalkınmışlığının göstergesi olamaz. Öyle olsaydı, bu gelirin nasıl bölüşüldüğü
bir yana, örneğin kişi başına düşen
geliri 35.000 doların üstünde olan Suudi Arabistan’ın dünyanın sosyal ve
ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerinden biri olması gerekirdi. Bu bağlamda tek
başına iktisadi büyüme hızının ya da kişi başına düşen gelirin yüksekliği
bir ülkenin çalışan sınıfları ve işsizlerince alkışlanacak ya da gurur
duyulacak bir şey değildir.
Son olarak, Türkiye gibi % 50’ye kadar varan kayıt
dışılık GSYH hesabını saptırmaktadır. Özellikle de bildirilmemiş nakit
işlemleri hesaplamaya dâhil edilmediğinden, devasa boyutlarda vergi kaçakçılığı
ya da vergiden kaçınma sonucunda vergi kayıpları doğmakta ve tüm bunlar doğru
GSYH hesaplaması yapılmasını önlemektedir. Bu konuda çok uluslu şirketlerin
vergi cennetleri üzerinden transfer fiyatlaması yoluyla neden oldukları
saptırma önemli boyutlardadır.
Özetle, ana akım iktisat ideolojisi GSYH artışı
olarak tanımladığı ekonomik büyüme kılıfına bürünerek piyasaların tek başına
toplum için en yüksek faydayı garantileyeceğini ileri sürmektedir. Bu anlayışa göre sadece bu mükemmel mekanizmaya
müdahale söz konusu olduğunda endişe duyulmalıdır. Oysa GSYH çok sorunlu bir
kavramdır, adeta büyük istatistiklerden oluşan bir halı gibidir. Altına
işçiler, onların yaşam ve çalışma koşulları süpürülerek ana akım iktisat
ideolojisinin doğası gizlenir. Daha
kötüsü GSYH’nin ekonomik başarının bir ölçütü olarak kabul edilmesi dikkatlerin
daha adil ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir topluma olan ihtiyaçtan
uzaklaştırılmasına neden olur.
1. Günümüzde “kapitalist büyüme kavramı” bir yanılsamadır, sömürü
ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler
tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir.
GSYH büyümesi yanılsaması, standart iktisadi
verilerin inşası ve yorumu sırasında ortaya çıkan bir algı yanlışlığıdır. Resmi kurumların (örneğin TÜİK) dönemsel olarak
açıkladıkları büyümenin kaynaklarına bakıldığında, asıl kaynağın emek gücü ve
onun üzerinden yaratılmış olan artı değer olduğunu görebilmek mümkün değildir.
Hükümet, ilgili bakanlar ve medya büyümenin kahramanları olarak örneğin
ihracatçı şirketleri göklere çıkartırlar. Bu kesimler adeta büyük
fedakârlıklara katlanan vatan kurtarıcılarıdır. Kendilerine madalyalar,
plaketler verilir, yazılı medyanın önde gelen yazarları tarafından kendileriyle
başarı öyküleri üzerinden söyleşiler yapılır. Bu tabloda fiilen o üretimi
gerçekleştiren işçiler yer almadığından bunlara verilecek bir ödül de yoktur.
Onların payına düşen büyüme sırasında en ağır, en kötü koşullarda, çok uzun
saatler çalıştırıldıklarından ve iş güvenliği önlemleri alınmadığından iş
kazasına (!) uğrayarak büyüme şehidi olmaktır (Evrensel, 07.04.2012). Bu tıpkı
savaşlar sonucu elde edilen zaferler gibidir. “Savaşı büyük komutanlar
kazandığından”, savaşan askerlerden söz edilmez.
Bu yanılsamanın bir de uluslararası boyutu
mevcuttur. Bu, ABD, Japonya ya da Avrupalı metropol ülke ekonomilerinin
büyümesinin ardında, yarı sömürge ülke işçilerinin acımasız sömürüsüyle
sağlanan katkınınvarlığının gizlenmesi gerçekliğiyle ilgilidir. Yani metropol
ülkelerde büyüme rakamları açıklandığında az gelişmiş ülkelerin düşük ücretli
işçilerinin küresel zenginliklere olan katkısı sistematik bir şekilde hafife
alınır, buna karşılık ABD ve diğer metropolülkelerin yerli katkıları abartılır.
Bu saptırılmış algı GSYH, dış ticaret ve verimlilik istatistiklerinin
tasarlanması ve yorumlanmasına temel teşkil edenneo klasik fiyat, değer ve
katma değer kavramlarından kaynaklanır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise küresel
değer ve kârın gerçek kaynaklarının gizlenmesi ya da saptırılmasıdır.
Bir başka anlatımla uluslararası kuruluşların sistematik
olarak sundukları iktisadi veriler ve onların standart yorumları
metropolülkelerin şirketleri ile az gelişmiş ülkelerin üreticileri arasındaki
sömürü ilişkilerini gizlemeye hizmet eder. Böylece bu çok uluslu şirketlerin el
koydukları az gelişmiş ülke işçilerinin yaratmış olduğu ‘artı değer’neo
klasik iktisadın bir ustalığıyla milli muhasebe hesaplarında ‘katma değer’
olarak gösterilir ve böylece hem zenginliği yaratan gerçek kaynaklar hem de
acımasız bir sömürü ilişkisi gizlenmiş olur.
Bu durumu doğrulayan üç küresel üründen örnek
verilebilir: Apple (Iphone), H&M tişört ve kahve (Starbucks). Bu üç örneğe
ait veriler ve deneyim, bu firmaların kârlarına asıl katkıyı çok uzun saatler
çalışan düşük ücretli azgelişmiş ülke işçilerinin yaptığını ortaya koymasına
rağmen üretilmiş olan iktisadi veriler böyle bir katkıyı göstermez, tam tersine
bu dev çok ulusluların kârlarının, bu ürünlerin tüketildiği metropol ülkelerde
yaratıldığını, bunun da iktisadi büyümeyi hızlandırdığını ileri sürer.
Örneğin Apple’ınIPhoneürünü Çin gibi ülkelerde
üretilmektedir. Bu ürünün 2009 yılında birim başına toplam üretim maliyeti
178,96 dolar iken satış fiyatı 500 dolar idi. Böylece % 64 ‘lük bir brüt kâr
Apple firması, ürün satıcıları, distribütörler ve ABD hükümeti arasında (vergi)
paylaşılarak milli muhasebe kayıtlarına yerli ABD katma değeri olarak
geçtiğinden GSYH’ye yerli katkı olarak gösterilmektedir. Diğer yandan
kendisinden hiç söz edilmeyen ama montaj üretiminin tamamını gerçekleştiren
Çinli işçinin ürün başına maliyeti sadece 6,5 dolardır, yani toplam üretim
maliyetinin % 3,6’sıdır. Böylece kalan % 96’sı re-export olarak görülüp, Çin’in ABD’ye olan ihracatında yer alıp
GSYH’sinde görülmezken, ABD GSYH’si ve büyümesinde etken olarak gözükür (Smith,
2012: 86–102).
Benzer bir biçimde Bangladeş’te üretilip Almanya’da
İsveçli H&M firması tarafından aynı adlı mağazalarda satılan milyonlarca
tişörtün birim başına 4.95 avroluk mağaza satış fiyatının sadece 1.35
avrosu (% 28) Bengalli üreticiye
ödenmekte, 0,6 avro centi ABD’den ithal edilen pamuk için ödenmekte ve kalan
3.54 avro Almanya içinde yaratılmış gibi Alman ekonomisinin GSYH’sine yerli
katkı olarak kaydedilmektedir. Bangladeş’teki fabrikada günde 125.000 tişört
üretilmekte ve bunun yarısı H&M’e ve kalanı diğer Batılı firmalara
satılmaktadır. % 85’i kadın olan işçilerin 10–12 saati bulan günlük
çalışmalarının karşılığı olarak alabildikleri sadece 1.36 avrodur. Her işçi
saatte ortalama 250 tişört ürettiğinden bu durum işçinin aldığı her bir avro
cent için 18 tişört ürettiği anlamına gelmektedir. Bangladeş’te bu alanda böyle
çalıştırılan toplam 4500 fabrika ve 3,5 milyon işçi mevcuttur (Smith, 2012:
86–102).
Son olarak kahvede de durum aynıdır. Çok büyük bir kısmı küçük aile çiftliklerinde
üretilen kahvenin temel dağıtıcı Sara Lee, Kraft, Nestle ve Procter &Gamble
gibi Batılı çok uluslu şirketlerdir. Bu alanda 25 milyon çiftçi ve ailesi
çalışmakta, ama bunlar kahvenin Batı piyasalarındaki son fiyatının sadece %
2’sine denk düşen bir pay alabilmektedirler. Böylece 2009 yılında Batılı
şirketlerin el koyduğu ve çoğunluğu Starbucks ya da CaffeNero markalı
şirketlerin kârları olarakgözüken 31 milyar dolarlık bir değer en fazla kahve
ithal eden dokuz ülkenin GSYH’sine yerli katkı olarak girmiştir (Smith, 2012:
86–102).
Bu üç örnek[8]‘artı
değerin ‘katma değer’ olarak tanımlanıp milli muhasebe kayıtlarına sunulmasıyla
hem acımasız bir sömürünün hem de emek gücünün ekonomik büyümenin temel kaynağı
olduğugerçeğinin gizlendiğini ortaya koymaktadır.
2. Büyüme sorunu daha ziyade gelişmiş ülkelerin bir sorunudur ve
yatırım, talep, tüketim, kâr oranları gibi faktörlerden etkilenmektedir.
Özellikle 2008 krizine kadarki 30- 40 yıllık süreç
gözlemlendiğinde gelişmiş ülkelerin büyüme hızlarının ortalama % 2–3 gibi
seyrettiği ve azgelişmiş ülkelerden daha yavaş büyüdükleri görülür. Bunun
nedenlerinin başında bu ülkelerdeki aşırı sermaye birikimi ve bunun sonucunda
kâr oranlarının düşme eğilimine girmesiyle yeni yatırımların azalması ve eksik
tüketim gibi olgular gelir. Diğer taraftan azgelişmişler için büyümeden daha
önemli bir sorun kalkınma ve sanayileşmedir. Çünkü bu ülkeler
genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin Türkiye) kapitalist bir
üretim tarzı içinde kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir. Ya da Güney Kore
örneğinde olduğu gibi en fazla “yarı- sanayileşmiş” bir ülke konumuna
gelebilmekte ve ABD ve Japonya’nın terkettiği sanayilere yönelebilmektedirler.
İktisadi büyüme ve kalkınma kavramları bilinçli bir
biçimde birbirine karıştırılmaktadır. Oysa iki kavram arasında ciddi nitelik
farklılıkları mevcuttur. Örneğin kalkınma;
insanın doğa karşısında egemenliğinin artması, üretici güçlerde kesintisiz bir
gelişme ve dinamizm, sanayileşme, ekonomik, sosyal, toplumsal ve siyasal
yapıların değişerek insan yaşamının maddi ve manevi alanlarda ilerlemesi, birey
ve toplum refahının artması demektir. İktisadi büyüme ise böyle bir sürecin lokomotifidir.
Bir başka anlatımla kalkınma, temelde, ülkelerin
iktisadi ve sosyal dönüşüm süreçlerindeki değişimi ifade etmek üzere kullanılan
bir kavramdır(Kaynak, 2009: 65).Yani
kalkınma, sosyo-ekonomik yapısal bir dönüşümdür ve iktisadi büyümeyi ve
gelişmeyi içerir. Büyüme olmadan kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün olmasa da,
kalkınmaksızın bir ekonomiyi büyütebilmek mümkündür (Thirlwall, 2003: 39). Bu
bağlamda kalkınmacı bir paradigmadan hareketle iktisadi ve sosyal kalkınma;
sanayileşme, kişi başına düşen gelir artışı (büyüme), adil bir gelir dağılımı,
etkin bir kaynak tahsisi, ileri teknoloji, sosyo-kültürel gelişme, demokrasi ve
insan hakları, eğitim, sağlık, sosyal güvenliğin insan hakkı olarak kabulü,
çevre bilincinin gelişmesi, hakkaniyetli bir kamu yönetimi demektir. Dar
anlamda iktisadi kalkınma sanayileşme ve sermaye birikimi ile gerçekleşebilir.
Nitekim iktisadi olarak kalkınmış ülkeler belli bir sermaye birikimine ulaşmış,
sanayileşmiş ülkelerdir.
Kalkınma iktisatçısı Goulet kalkınmış bir
ülkenin üç olmazsa olmazından söz etmektedir (Goulet, 1971: 17–32): Zorunlu ihtiyaçların karşılanması,
özgüven-bağımsızlık ve özgürlük.
Buna göre; (i) Yurttaşlarının konut-barınma, gıda, eğitim,
sağlık gibi zorunlu ihtiyaçlarını bedelsiz olarak karşılayamayan; (ii)Kaynakları diğer ülkelerce
sömürülen ve diğer ülkelerle ilişkilerini eşit bir zeminde sürdüremeyen ve (iii) Halklarının, insanlarının kendi
geleceklerini özgürce belirleyebilme hak ve özgürlüklerine sahip olmadığı bir
ülke, bir toplum ve bir ekonomi gerçek anlamda kalkınmış sayılamaz.
Kısaca son 10 yıldır ortalama % 7’lerde büyümesine
rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve sanayileşmekte olduğunu ileri sürmek mümkün
değildir. Türkiye daha ziyade dışa bağımlı bir yarı-sanayileşmiş ekonomi ve
sosyal kalkınmışlık özelliklerine de sahip olmayan bir ülke konumundadır. Bu
nedenle de özellikle siyasal iktidarların hızlı büyüme oranlarının arkasına
sığınarak yaptığı “gelişme” ya da “refah
artışı” iddiaları gerçeği yansıtmamaktadır.
3. İktisadi büyüme tek başına toplumsal refahın, yaşam standardının
ölçüsü olamaz ve emekçilerin refah düzeylerinin yükselmesini sağlayamaz.
Hem ana akım iktisadın
(özellikle de neo klasik iktisat ve onun günümüzdeki biçimleri) hem de
siyasetçilerin ekonomiye bakışları sakatlıklarla ve yanlışlarla doludur.
Gerçekle ilgisi olmayan varsayımlar (görünmez el, etkinlik, istikrar ve
rasyonalite gibi) ve bu varsayımlar
üzerine kurulan teoriler aslında kapitalizmin ve buna dayalı piyasa
ekonomilerinin sonsuza kadar var olacağını, bu anlamda alternatif bir düzene
gerek olmadığını ispatlamaya dönük ve statükoya ve onun egemenlerine hizmet
eden ideolojilerdir.
Bir başka anlatımla, ana
akım iktisadın fen bilimleri gibi bilimsel olduğu iddiası oldukça
tartışmalıdır. İktisat daha ziyade bir ideolojidir. Öyle ki zengin ve güçlünün
çıkarlarını savunmakta ve süreç içinde uygulamacılara prestij, etki ve para
gibi imkanlar bahşetmektedir(Yates, 2011).Örneğin 1960’ların meşhur Arrow-_Debreu
Teoremi, Soğuk Savaş yıllarında
kapitalizmin insani gelişmede son nokta olduğunun matematiksel modellerle
kanıtlanması için kullanılmıştır (Orrell, 2010: 52).
Böyle bir amaca hizmet
eden burjuva iktisadı bu tutumunu iktisadi büyüme konusunda da
sürdürmektedir. Yanlış şeyleri yanlış
yollarla hesaba katarak GSYH kavramını “toplumun iyilik durumunun bir
göstergesi” olarak sunmaktave GSYH’nin sonsuza kadar büyütülmesi gibi
gerçekleşmesi imkânsız bir amaca kilitlenmektedir. Oysa böyle bir durum
gezegene zarar vereceği gibi küresel sanayi toplumunun tümden çöküşünü de
beraberinde getirebilecektir.
Diğer yandan GSYH tam
olarak ölçülebilse dahi toplumsal refah ya da toplumun iyi olma hali, mutluluğu
bu refahın niceliksel olarak büyüklüğünden ziyade nasıl dağıldığına bağlıdır.
Toplumun büyük bir kısmının yoksulluk ve gelir adaletsizliği içinde yaşadığı,
zenginliğin bir avuç insanın elinde toplandığı bir ekonomideki GSYH artışı
sadece küçük azınlığın refahının artmakta olduğunu bir göstergesi olmaktan
öteye geçemez[9].
Bu bağlamdaki bir iktisadi büyüme kavramı pratikte
bir ülkedeki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri
gizlemek, perdelemek için kullanılır. Örneğin birkaç banka ya da sınai tekel
kâr ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyür, iktisadi büyüme de
hızlanır[10].
Ama bu mutlaka halkın gelirinin ve refahının arttığı anlamına gelmez. Gelir ve
servet adaletsiz dağıldığı sürece büyüme temelde servet zenginlerini ve sermaye
sahiplerini daha iyi bir konuma getirir.
Kısaca iktisadi
büyüme sermayenin, servetin büyümesidir. Nitekim iktisadi büyümenin
hızlandığı yıllarda servet ve sermaye sahiplerinin varlık stoklarının da çok
hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük üretici, esnaf ve köylünün gelirlerinin
yerinde saydığı ya da çok az arttığı görülmektedir. Kuşkusuz bu sonuca yol açan
faktörlerden biri de hükümetlerin emek aleyhine uyguladıkları, ücret, gelir ve
vergi politikalarıdır.
4. Günümüzde iktisadi büyüme yeterince ve güvenceli istihdam
yaratmamaktadır.
Kapitalizm sadece kriz dönemlerinde değil, krizde
olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem değildir.
Son dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam istikrarsız-geçici, düşük
ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir (precariat[11]).
Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken, diğer
yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel emeği israf
etmektedir.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO)
küresel istihdam verilerine göre (ILO, 2011), 2010 yılında dünyadaki
toplam işsiz sayısı 205 milyon ve ortalama işsizlik oranı % 6,2’dir. Nüfusun ne
kadarının istihdam edildiğini gösteren istihdam / nüfus rasyosu : % 61 ve
işgücüne katılım oranı % 65 dolayındadır
(azgelişmiş ülkelerde % 50’lerin altına düşüyor). Yani kapitalist ekonomiler
insanlar için yeterli istihdam yaratmamakta, iş olanağı sunmamaktadır.
Keza, nispeten daha örgütlü ve yüksek ücretli
sanayi istihdamının payı azalırken, daha düşük ücretli ve güvencesiz nitelikteki
tarım ve hizmetler sektörü istihdamının payı artmaktadır. Kısmi zamanlı
istihdam hem kriz döneminde hem de toparlanma dönemlerinde artmaktadır. Gençler
(15–24 yaş grubu) arasındaki işsiz
sayısı ve işsizlik oranı ortalamanın iki katından fazladır (% 12,6; 78 milyon
). Yani kapitalizm gençlere iş ve umut vermemektedir. Gençlerin işgücüne
katılım oranı ise giderek azalmaktadır (2010 yılında 1,7 milyon genç işgücü
piyasasından çekilmiştir).
Toplam 3 milyar çalışan işçinin yarısı (1,5 milyar
işçi) güvencesiz, her an işten çıkartılabilir konumdadırlar ve çok düşük
ücretlerle çalışabilmektedirler. Öyle ki günde 1.25 dolar ve altında bir
ücretle yetinmek durumunda kalan “çalışan yoksul istihdamı” toplam istihdamın %
21’ini oluşturmaktadır. Ebeveynleri ile birlikte toplamda günlük 2 dolar ile
geçinmek zorunda kalan işçilerin oranı ise % 39’dur (1,2 milyar işçi) (ILO,
2011).
Türkiye’de de durum çok farklı değildir. Nüfusun %
20’si çok yoksuldur ve 16 milyon insan sosyal yardımlarla yaşamını
sürdürebilmektedir (Boyacıoğlu, 2011: 28–31); çalışan yoksul oranı tarım
sektöründe % 35’in üzerinde, sanayi sektöründe % 30’a yakın ve en yoksul çalışanların %
46’sını yevmiyeli işçiler ve % 34’ünü ücretsiz aile işçileri (ev kadınları)
oluşturmaktadır (Çavuşoğlu, 2012: 28–31).
Sözü edilen bu sınırlı istihdam olanağı bölge,
cins, yaş, ırk ve etnisiteye göre de farklılık göstermektedir. Öyle ki kadınlar
arasındaki işsizlik erkeklere göre daha yüksektir (kadınlarda oran % 6,5 iken erkeklerde % 6). Zenciler, göçmenler, azınlık uluslar daha zor
ve nitelikli iş bulabilmekte, daha ucuza çalıştırılmakta ve krizde ilk onlar
işten çıkartılmaktadırlar. Yani kapitalizm tüm cinslere ve etnik gruplara eşit
imkân tanımamaktadır.
Nitekim Türkiye’de bölgeler itibariyle tarım dışı
işsizliğin dağılımına bakıldığında (Gürsel, 2012) Güney Doğu ve Doğu Anadolu
bölgelerinde Türkiye ortalamasının çok üstünde resmi olarak % 20,4’ e varan bir
işsizlik oranı ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Yani genel
olarak Türkiye’nin doğusunda işsizlik batısına doğuya kıyasla daha yüksektir.
Bu bağlamda en yüksek işsizlik oranına sahip kentler arasında Ağrı, Kars,
Iğdır, Ardahan, Van Muş, Bitlis, Hakkâri illeri ilk sırayı almaktadır. Diğer
taraftan İzmir’in % 16,5, Kayseri’nin (Sivas ve Yozgat dâhil) % 16,7 ve
Kocaeli-Sakarya’nın % 14,7 olarak Türkiye ortalamasının üstünde çıkması
işsizliğin sanayi bölgelerinde de yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.
Kriz dönemlerinde bu tablo daha da kötüleşmekte,
işsiz sayısı hızla artarken, esnek istihdam adı altında (işsizliği azaltmak
gerekçesiyle) emek sömürüsü daha da yoğunlaşmaktadır.
İktisat teorisinde işsizlik oranı % 1–3 arasında
ise bu tam istihdam olarak kabul edilir. Bunu aşan oranlar söz konusu olduğunda
işsizlikten bahsedilir. Bugün itibariyle 2008 kapitalist krizinin de etkisiyle
resmi işsizlik oranları gelişmiş ülkelerde dahi ortalama % 10’un üzerine
çıkmıştır. Triad’ın bir ayağı olan ABD’ de bu oran % 8,2 (Baker, 2012); diğer
ayak olan Japonya’da % 5 (genç işsizliği % 10,5) (IMT, 2012) ve beklendiği gibi
Avrupa ülkelerinde ortalama % 10’un üzerindedir. 2011 yılı sonu itibariyle Avro
Bölgesinde ortalama işsizlik oranı % 10,4 ve genç işsizliği oranı %
21’dir.Ancak genç işsizliği İspanya’da % 50’yi aşarken, Yunanistan’da % 50’ye
yakın ve Portekiz’de % 30’un üzerindedir[12].
27 AB ülkesinde kayıtlı işsiz sayısı 22 milyon civarındadır. İşinden memnun
olmayıp da daha iyi iş arayanların ve emekli olduktan sonra geçinemediği için
çalışmak isteyen iş arayanların sayısı ise 27 milyonun üzerindedir. En çok
işsiz 4 milyona yakın bir sayı ile İspanya’da yaşamaktadır (Güneyde oran % 30-
IMT, 2012). İkinci sırayı 3,5 milyon ile Almanya almakta ve sıralama 2,5 milyon
ile İtalya ve Fransa ve 1,7 milyon ile Polonya ve 1,5 milyon ile İngiltere
(genç işsizliği % 22)biçiminde devam etmektedir. İnsanların en fazla iş aradığı
ülkelerin başında yaklaşık 6 milyon ile Almanya gelirken onu 5 milyon ile
İspanya takip etmektedir. Litvanya, Estonya ve Letonya gibi daha önce sosyalist
bloka dâhil olan ülkelerde ise işsizlik oranları ortalamanın bir hayli
üstündedir. Benzer bir durum 1990’ların “altın çocuğu” olarak gösterilen ve
1990–2000 döneminde ortalama % 10 büyüme hızı yakalayan İrlanda ve sosyal refah
devletinin tipik örneklerinden olan Danimarka için de geçerlidir (Cesen, 2011).
Türkiye’de 2011 yılı için işsizlik oranı TÜİK
tarafından Türkiye genelinde % 10,8 olarak açıklanmıştır (TÜİK, 15.06.2012).
Buna göre kentlerde bu oran ortalama % 12,6, tarım dışında % 13,4 ve kent genç
nüfusu arasında % 21’dir. Ancak açıklanan bu oranları ihtiyatla karşılamak
gerekir. Zira Türkiye’de işgücüne katılım oranı % 48,6’dır (AB ülkelerinde %
65–70 civarında). Bu durum gerçek işsizlik oranının açıklanan resmi işsizlik
oranının çok üstünde olmasını gerekli kılmaktadır. Yani Türkiye çalışabilir nüfusuna
oranla, insanlarının çok düşük oranda emek gücü piyasasına girebildiği ya da iş
aradığı bir ülkedir. Ayrıca TÜİK işsizlik oranını tespit ederken haftada 1 saat
çalışanı dahi işsiz saymamaktadır. Eğer haftada 1 saat değil de 15 saat kıstas
alınsaydı resmi işsizlik oranı yaklaşık üç puan daha yüksek çıkacaktır. Bu nedenlerden dolayı gerçekte işsizlik
oranının çok daha yukarıda olması beklenmektedir.
Türkiye ekonomisinde son 10 yıldır görülen ekonomik
büyümenin yeterli istihdam yaratmamasının yapısal nedenleri mevcuttur. Örneğin toplam yerli (iç) tasarruf hacmi çok
düşüktür[13]
ve 2002 yılından bu yana dış kaynakla büyümeye yönelen AKP iktidarı bu oranı
daha da düşürerek 2002’de % 18,6’dan
2011’de : % 13,3’e geriletmiştir. Öyle ki Türkiye 2005’ten önce tarihsel olarak
yılda ortalama 20 milyar doların altında dış kaynak kullanmıştı ve bu
kaynakların çok büyük kısmı uzun vadeli kaynaktı (2007’de % 95). 2005’ten itibaren dış kaynak kullanımı hızla
artmış ve 50 milyar doların üstüne çıkmıştır.2010’da kullanılan dış kaynağın
sadece % 6’sı uzun vadeli, % 94’ü kısa vadeli kaynak niteliğindedir. Bu durum
kaçınılmaz olarak cari açığın artmasına neden olmuştur. Öyle ki cari açığın
döviz kazandırıcı işlemlere (ihracat + turizm gelirleri) oranı hızla artmış ve
1994 ve 2001 krizlerindekine benzer bir oranda 2010 yılında % 30’un üzerine
çıkarak ekonominin krize karşı duyarlılığını artırmıştır (Kalkan, 2011).
Ayrıca büyümenin motoru konumundaki dış ticaret
sektörü istihdamsız büyümeye neden olmaktadır. Çünkü ihracat ithalata,
özellikle de ara malı ithalatına bağımlıdır. Öyle ki aramalı ithalatının toplam
ihracat içindeki payı % 90 civarındadır. Böylece büyümenin Türkiye’de değil,
ihracatçı ülkelerdeki istihdama katkı sağladığı ileri sürülebilir. Ayrıca
büyüme ile istihdam arasındaki ilişkiyi gösteren büyüme-istihdam esneklik
katsayısı sadece 0.14 ve son 10 yıldır bu katsayı 0.38’den gerileyerek bugüne
gelmiştir (Bozpınar, 2010).
Kapitalizm toparlanma dönemlerinde de yeni istihdam
ya da ücret artışı yaratmamakta, büyümeyi daha çok emek gücü verimliliğini
artırarak sağlamaktadır. Örneğin aynı ILO raporuna göre (ILO, 2011)cılız bir
toparlanmanın ortaya çıktığı ve “yeşil filizler” olarak anılan 2009 sonrası
dönemde milli hasılanın az da olsa artmasına rağmen açık işsizlik oranları
gelişmiş ülkelerde azalmamıştır. Benzer bir durum diğer az gelişmiş ülkeler
için de geçerlidir.
Bir diğer araştırmanın(Sum ve diğerleri, 2012:
135–144) sonuçlarına göre, 2011 yılının ilk çeyreğinde ABD’nin 2007–2009
resesyonundan çıkışı (toparlanma) hem
işsiz yani istihdam yaratmayan hem de ücretsiz (ücret artışı yaratmayan) bir
toparlanmadır. Toplam istihdam 2009’un dip yapmış çeyreğindeki düzeyden yukarı
çıkamamıştır ve reel saatlik ve haftalık ücretler ya sabit kalmış ya da
azalmıştır. Resesyondan çıkıştan büyük
ölçüde yararlananlar kârlarını artıranbüyük şirketler, borsa ve şirket
hissedarları olmuşlardır. Tasarruf sahipleri dahi reel faiz oranlarının düşmesi
nedeniyle kaybetmişlerdir.
Kısaca, günümüzde üretim artışı, kârlılık ve
ekonomik büyüme daha ziyade emek gücünün daha verimli çalıştırılmasıyla
sağlanmaktadır. İmalat sanayindeki sermaye yoğunluğundaki (sermayenin organik
bileşimi) artış bir yandan büyümeyi sağlarken, diğer yandan çalışan işçi
sayısını azaltmakta, ya da sermaye artışı kadar yeni istihdam yaratılmasını
mümkün olmamaktadır. İşçilerin daha az
kullanılmasının yaratacağı kâr azalması ise emek gücü verimliliğinin
artırılması (nispi artı değer sömürüsü) ya da mevcut sanayileri düşük ücretli
az gelişmiş ülkelere kaydırarak önlenmektedir. Özellikle de kriz dönemlerinde
işçiler işlerinden olma korkusuyla daha sıkı ve verimli çalışmaktadırlar. Nitekim yine ILO verilerine göre (ILO, 2011),
dünya genelinde emek gücü verimliliği 2010 yılında % 3,1 artmış, buna karşılık
reel ücretler ya çok az artmış ya da gerilemişve dünya genelinde % 0,5 artarken
gelişmiş ülkelerde % 0,5–0,6 arasında
düşmüştür.
Örneğin ABD’de 2007’nin dördüncü çeyreğinden,
2008’in dördüncü çeyreğine kadar hem bordrolu istihdam hem de sivil
istihdamda % 4–5 oranında düşüş gerçekleşmiştir.
Özel tarım dışı sektörlerde haftalık çalışma saatleri de takriben % 5 oranında
azalmıştır. 2009 ve 2010’da emek gücü verimliliği hızlı bir şekilde artarak,
2009’un ilk yarısında (% 3 puanlık bir artış) endeks 103,4’den 106,7’ye çıkmış
ve sonraki 18 ayda tekrar % 5 puan artmıştır. Geçen birkaç yıldaki emek gücü
verimliliği ciddi olarak artmasına rağmen reel saatlik ücretler gerçekte
değişmemiş, hatta azalmıştır (- % 0,4 azalma). Buna karşılık yıllık kurum
kârları çıkışın ilk altı çeyreğinde hızla artarak 2009’un ikinci çeyreğinde
1,203 trilyon dolara ve 2010’un dördüncü çeyreğinde 1,667 trilyon dolara
yükselmiştir. 2011’in ilk çeyreğindeki kurum kârları ile ilgili ön tahminler
1,668 trilyon dolar olduğu yönündedir. Toparlanmanın ilk yedi çeyreğinde bu
rakam 465 milyar dolarlık veya % 40’lık kurum kârı artışı anlamına gelmektedir.
Bekleneceği üzere, kurum kârlarında ki bu muazzam yukarı kayma borsa
fiyatlarını, Dow Jones Sanayi Ortalama
ve Standart andPoors (S&P) 500 dâhil, kilit borsa endekslerinin değerini
hızla yükseltmiştir. Dow Jones Sanayi Ortalama 2009’un ikinci çeyreğinin
kapanışında 8.447’den 2011’in ilk çeyreğindeki kapanışa kadar 12.319’a çıkarak
% 46’lık nispi bir artış göstermiştir.
Benzer patika S&P 500 Borsa Endeksinde de gerçekleşmiştir. 2009’un
ikinci çeyreğinde 919 olan değeri 2011’in ilk çeyreğinin sonunda 1.326’ya
yükselmiştir. Bu nominal kazanç 21 aylık sürede % 44’lük nispi bir artış
anlamına gelmektedir.2009’un ikinci çeyreği ile 2010’un dördüncü çeyreği
arasında ABD’de reel milli gelir 528 milyar dolar artmıştır. Özetle, toplam
reel ücret ve maaşlar ancak 7 milyar dolar veya sadece % 0,1 (binde 1)
artarken, sadece vergi öncesi kurum kârları 464 milyar dolar artmıştır. Bu altı
çeyreklik dönemde kurum kârları milli gelirdeki büyümenin % 88’ini oluştururken
toplam ücret ve maaşların, reel milli gelir büyümesi içindeki payı sadece %
1’in biraz üstünde olabilmiştir. Bu durum kriz sonrası toparlanma sürecinin de
aslında sermayenin toparlanması ve kârını artırması anlamına geldiğini
göstermektedir (Sum ve diğerleri, 2012: 135–144).
Türkiye’de de benzer bir gelişim söz konusudur. Bu
durum “İmalat Sanayi Üretim Endeksi”ve “İmalat Sanayi Çalışanlar Endeksi’nin
gelişimine bakıldığında görülebilir.
1997=100 baz yılı olarak ele alındığında, 2001 yılında 81,7 olan
Çalışanlar Endeksinin değeri, 2008’de 84,7 olabilmiştir. Aynı dönemde İmalat
Sanayi Üretim Endeksi ise 92,4’ten 138,5’e yükselmiştir (Bozpınar, 2010). Yani
çalışan işçi sayısı aşağı yukarı sabit kalırken üretilen hâsıla artmıştır.
İşçi sayısının azaltılması ya da sabit
tutulmasından kaynaklanabilecek olan kârlardaki azalma ise mevcut emek gücünün
verimliliğini artıran tedbirlerle, ya da işçilerin daha uzun saat ya da daha
yoğun çalıştırılmalarıyla önlenmiştir. Milli Prodüktivite Merkezi’nin
verilerine göre imalat sanayinde emek gücü verimlilik endeksi 2006–2009
arasında 90’dan 120’ye çıkmış ve 2009 yılının son çeyreğinde emek gücü
verimlilik artışı % 16 olmuştur. Buna karşılık reel ücret endeksi 2009 yılında
104’ten 87’ye gerilemiştir (% 15-16’lık bir gerileme). Ayrıca ilk kez nominal
ücretlerde de bir düşüşsöz konusu olmuştur (endeks 143’ten 125’e geriledi) (Durmuş,
2010: 31–33).
Yukarıda dünyada çalışan 3 milyar civarındaki
işçinin yarısının esnek istihdam koşulları altında, düşük ücretlerle ve
güvencesiz bir konumda çalıştırıldıklarını vurgulanmıştı. Nitekim esnek
istihdam Avrupa İstihdam Politikasının önemli bir parçasını
oluşturmaktadır. Bu, standart olmayan istihdam koşulları, kısmi zamanlı
çalışma, evden çalışma ve sabit ücretli çalışma gibi konuları içermektedir. Bu
anlamda uluslararası emek gücü istatistiklerine göre Avrupalı her beş işçiden
ikisi esnek istihdam koşullarında çalıştırılmaktadır. Esnek istihdamın en
yaygın olduğu ülkelerin başında Hollanda, İtalya, Almanya, Portekiz, Polonya ve
İspanya gelmektedir. Hollanda ve Almanya’da bu daha ziyade kadınların yer
aldığı kısmi zamanlı istihdam, İspanya ve Portekiz’de ise sabit ücret biçiminde
kendisini göstermektedir. Hollanda, Danimarka, İngiltere, Almanya, Avusturya,
Belçika, İrlanda ve İsveç kısmi zamanlı çalışma da genel ortalamanın üstünde
oranlara sahipler. Sabit ücretli
çalışmanın ortalama değerlerin üstüne çıktığı ülkeler ise Polonya, İspanya ve
Portekiz. Yunanistan’da her üç çalışandan birisi evden çalışan konumundadır (Cesen, 2011).
Diğer taraftan hem işsizlik hem de esnek istihdam
koşullarında çalıştırma hem tekil olarak işçilerhem de bir sınıf olarak işçi
sınıfı mücadelesi açısından çoktemel bir sorundur. Çünkü tekil olarak, borç batağına saplanmave
alkole meyletme gibi davranış bozukluklarına neden olabilmektedir.İşini
kaybetme, ödemelerini yapamama korkusu, çoluk çocuğun perişan edilmesi korkusu
yaşanmakta ve bureel sosyalizmin çöküşünden sonra Rusya’da ve son aylarda
Yunanistan(Parramore, 2012) ve
Çin’de[14]
görüldüğü gibi intiharlar, hane halkına dönük şiddet, kalp krizi,
hipertansiyon, radikalleşme, hapis ve psikolojik rahatsızlıklar biçiminde
sonuçlanmaktadır. Zira işsizlik ve güvencesiz çalışma toplumdan soyutlanmak
anlamına gelmektedir, öyle ki piyasa ile ilişki kurulamadığında işçinin
varoluşu tehlikeye girmektedir. Diğer taraftan, işsizler çalışanlar için de
önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü işsizlik, emek sömürüsü, işverene
bağımlılık ve güvencesizlik durumu işçinin özgüvenini ortadan kaldırmakta, mücadele
gücünü zayıflatmakta, onu kolayca manipüle edilebilir ve adeta utandırılır bir
hale dönüştürmektedir(Yates, 2008:
3–10). Ücretsiz çalışan ev kadınlarının durumu ise ayrıca bir
sorundur. Düşük ücretle çocuk bakıcılığı yapan kadınlar (özellikle de kendi
çocuklarını ülkelerinde başkalarına bırakıp zengin Arap ülkelerine hizmetçilik
ve çocuk bakıcılığı için giden göçmen Filipinliler ve bazı Balkan Ülkelerinin
kadınları)kendi çocuklarını feda etmek durumundadırlar.
5. Günümüzde iktisadi büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki
adaletsizlik düzelmemekte, daha da bozulmaktadır.
Kapitalist ekonomilerin büyümesinin ve gelişmiş
dünyadaki yaşam standardının hızla artışının sanayi devrimiyle birlikte;
sermaye birikimi, sanayileşme ve teknolojik ilerlemenin hızlanmasıyla son 160
yıldan bu yana sağlandığı bilinmektedir. Bir yazara göre (Thirlwall, 2003: 69),
eğer 1850 tarihine kadar ki 6000 yıllık insan ömrü 1 gün ile ifade edilirse
geçtiğimiz yüz yıl ½ saatten biraz fazla eder. Ancak bu son ½ saatte toplam 1
günden çok daha fazla üretim yapılmış ve gelir yaratılmıştır. Ülkeler arasındaki
gelir düzeyi farklılıklarının sadece sanayi devriminden bu yana ortaya
çıkması, öncesinde hemen hemen bütün
ülkelerin asgari geçimlik bir düzeye sahip oldukları ve aralarında temel
farklılıkların bulunmadığı gerçeği bu savı desteklemektedir.
Yakın dönemde örneğin 1970–1990 döneminde küresel
sanayiler yılda ortalama % 3 oranında büyüdü.
Bu oranda bir büyüme sanayinin 25 yılda iki katına çıkması demektir(SR, 2012).
Keza son 30 yıldır finansal sermaye ve finans
sektörü çok daha hızlı büyüdü. Finansal işlemlerin hem ölçeği hem de önemi,
finansal piyasaların ve ajanların genel ekonomi içindeki payı ciddi biçimde arttı.
Türev araçlar gibi yeni finansal araçlar ortaya çıktı ve bu araçlar belirleyici
hale geldi. Finansal sektörün ölçeği ve kârlılığı arttı. Finansal sektör
gelirleri, finans dışı sektör gelirlerine göre çok daha hızlı arttı. Örnek
olarak finans kapital merkezlerinin başında gelen ABD’ de finans sektörünün
(FIRE) milli gelirden aldığı pay 1952- 1980 döneminde % 12–14 iken, 2000’ de % 20’ ye yükseldi.1980
yılında, finansal şirketlerin kârları finans dışı şirketlerin kârlarının sadece
% 8–9’ u iken, 2000’lerde % 40 oldu. Finansal işlem hacmi arttı: New York
Menkul Kıymetler Borsası (NYSE)’ndagünlük işlem hacmi 1980’ de 45 milyon hisse
iken, 1990’lar da milyarlarla ifade edilir oldu. Hisselerin el değiştirme oranı
2000’lerde, 1970’lerdekinin beş katına çıktı. ABD Hazine bonolarının günlük
ortalama alım satım hacmi 1992’ de 96 milyar dolardan, 2004’ te 500 milyar
dolara ve günlük devir oranı 2000’ de % 6’ dan, 2004’ te % 12’ ye
çıktı(Orhangazi, 2008: 3–6).Yani hem
reel sanayi üretimi hem de sonrasında ağırlıklı olarak finansal sektörün
sürükleyici olduğu hizmetler sektöründeki hızlı büyüme ekonomik büyümenin
önemli bileşenleri haline geldiler.
Kapitalist ekonomiler ve servet zenginliği bütün
olarak bu denli artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet hem de
gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsiz oldu ve 150 yıl öncesine göre
yaşam standardı iyileşmiş olan emekçi sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki
uçurum daha da büyüdü. Son krizle beraber emekçi sınıfların sadece nispi
yoksulluğu değil, mutlak yoksulluğu da hızla arttı, giderek mülksüzleştiler,
yoksullaştılar ve yaşam standartları hızla düştü.
Önce küresel eşitsizlik verilerini ele alalım.
Günümüzde dünyada insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir ölçüde servet
dağılımı adaletsizliği mevcuttur. Örneğin en tepedeki 9,5 milyon zengin, dünya
nüfusunun binde 14’ünü oluşturmasına rağmen toplam servetin % 25’ine sahip
durumdadır. Dahası en zengin % 10’luk nüfus küresel servetin ya da kaynakların
% 85’ini elinde tutarken nüfusun % 90’ı
geriye kalan % 15’lik bir kaynakla idare
etmek zorundadır. En alttaki % 50’lik
nüfus ise toplam servetin sadece % 1’ine sahiptir. Diğer taraftan 2,5 milyar
insan günde 2,5 dolardan az bir gelir tüketebilmektedir. Dünyada kişi başına
günde 2 kg’lık bir gıda üretilirken toplamda 1,4 milyar insan aç yaşamaktadır (IFG,
2011) : 112–113). Dünyadaki en büyük 147 çok uluslu şirket küresel
sermayenin % 40’ını kontrol ederken, bunların çoğunluğunu bankalar ve sigorta
şirketleri gibi finans kapital kuruluşları oluşturmaktadır (DuBoff, 2011).
Servet dünyada coğrafi olarak da eşit ya da adil
dağılmamaktadır. 2000 yılında ABD ve Kanada tüm servetin % 34’üne, Avrupa % 30’una
ve zengin Asya-Pasifik ülkeleri % 24’üne sahipken, kalan servet diğer bölgelere
(L. Amerika ve Afrika % 12) aittir (Orrell,
2010: 157).
Bir başka kaynağa göre dünyanın en zengin 200
kişisinin serveti, 2,6 milyar insanınkinden fazladır. Diğer taraftan dünyada
herkesin yeterli bir biçimde sağlık, eğitim, gıda temiz içme suyu, sanitasyon
hak ve hizmetlerden yararlanabilmesi için yılda sadece 40 milyar dolarlık bir
ek kaynağa ihtiyaç vardır. Bu rakam, 2009 yılında toplam servetleri 2,4 trilyon
dolar olan dünyanın en zengin 50 kişisinin servetinin altmışta birine denk
düşmektedir (Khalil, 2009). Ama zenginliklerin böyle adaletsiz bölüşümü bu
sorunların ortadan kalkmasını önlemektedir.
Kapitalist sınıf ile emekçi sınıflar ve toplumun
çok büyük bir kısmı arasındaki bu servet ve refah dağılımı eşitsizliğinin yanı
sıra kapitalist sınıfların kendi içinde de göreli olarak bir farklılaşma ortaya
çıkmış ve finans kapital başat duruma gelmiştir. Forbes 400 Dergisi’nin her yıl
düzenli olarak yayınladığı ABD’ nin en zengin 400 insanının sektörler
itibariyle dağılımına bakıldığında son yıllara ait veriler ABD’ deki finans
sektöründe faaliyet gösteren spekülatör kapitalistlerin giderek başat bir hale
gelirken, sanayici ve petrol zenginlerinin ikinci plana düştüğünü ortaya koymaktadır.
Buna göre, 1982 yılında, petrol ve doğal gaz zenginleri en zengin 400 kişi
arasında % 22,8 ile ilk sırada, sanayiciler % 15,3 ile ikinci sırada yer
alırken, finans % 9 ile alt sıralardaydı. Sadece 10 yıl sonra, finans tüm
alanların önüne geçerek % 17’ye ulaşmıştır (gayrimenkul ile birlikte % 25).
Aynı yıl petrol ve gaz zenginlerinin payı % 8,8’ e ve sanayicilerin payı %
14,8’ gerilemiştir. Krizin hemen öncesinde 2007 yılında finansın tek başına
payı % 27,3’ e yükselirken (gayrimenkul ile birlikte % 34), sanayi % 9,5’e
gerilemiştir (Bernstein ve Swan, 2007: 112–113 ve Forbes, 2007: 42–44).
Kriz sonrasında, 2011 yılına ait veriler krizden
kimlerin kârlı çıktığını da ortaya koymaktadır. 2011 yılı itibariyle dünyadaki
dolar milyarderi sayısı 1000’i aşıyor. Forbes 2011 listesindeki en zengin
milyarder olarak net servetini 2008 – 2010 döneminde 35 milyar dolardan 75
milyar dolara çıkartan Meksikalı CarlosSlimHelü yer almaktadır (diğer yandan
2009 yılında Meksika ekonomisi % 6 oranında küçülmüştü). Öyle ki eğer Slim bir ülke gibi
değerlendirilseydi bu serveti ile GSYH büyüklüğü sıralamasında Libya ile Sudan
arasında 64.sırada yer alabilirdi. Dünya çapında 22 şirketi ve buralarda
istihdam ettiği yaklaşık 250,000 çalışan mevcuttur (IFG, 2011: 63)
Diğer taraftan dünyanın en zengin ülkesi ABD’ de
son kriz öncesinde dahi yaklaşık 50 milyon insanın sağlık sigortası yoktu (Durmuş,
2011/4: 64). 2010 yılında4,4 milyon saat başı çalışan ücretli (diğer ücretli
istihdam türlerindekiler dedâhil edildiğinde10 milyonun üzerinde insan) haftalık 290 dolar olan asgari ücret ve onun
altında bir ücretle geçinmek zorunda (USBLS,
2010)ve nüfusun % 15’i, yani 46 milyon insan ise yoksul konumundadır (USBC, 2010 ).
Tek başına bu veriler bile kapitalist dünya
ekonomisinin ne denli asimetrik olduğunu göstermektedir: Milyarlarca insan
yoksulluk içindeyken az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin çok büyük bir
kısmına el koymaktadır.
Eşitsizlik farklı birim ve ölçeklerde kendini
sürekli tekrarlamaktadır. Bugün her
bölgenin ya da metropol kentin kendi yerel seçkinleri oluşmuştur. Brezilya’nın,
Sao Paulo kentine ait 500 helikopteri var. Zenginler çalınmaları da çok zor
olan bu helikopterlerle 3 mili aşan trafik sıkışmasına uğramadan seyahat
edebiliyorlar. Diğer taraftan mevcut adaletsizliğin insanlığın kalıcı bir
özelliği olduğunu düşünsek de bu yüksek dereceli eşitsizlik nispeten yenidir.
Var oluşumuzun % 90’ında, tarımın geliştirilmesine kadar ki dönemde insanlar
bir hayli eşitlikçi toplumlarda yaşamıştır. Bazı nedenlerden dolayı birkaç on
yıldır adaletsizlikte ciddi artışlar gözlemlenmektedir. Muhtemelen dünyadaki
zenginlik bölüşümü geçmişte bugünkü kadar eşitsiz olmamıştır. Dolayısıyla da
ana akım iktisadın varsaydığı gibi “hepimizin eşit bir alanda oynadığımız ya da
tarihin önemsiz olduğu” varsayımı doğru bir varsayım değildir (Orrell, 2010:
157).
Türkiye’de
öncelikle servet dağılımı son derece adaletsizdir ve bu adaletsizlik son
yıllarda izlenmekte olan neo liberal politikalarla daha da artmıştır. Öyle ki
2008 krizi dünyada olduğu gibi Türkiye’de servet zenginlerinin sayısını artırmıştır.
Nitekim 28 Şubat 2011 tarihli Forbes Dergisi’ne göre Türkiye’nin en zenginleri
listesinde (Forbes 100) yer alan Türk
dolar milyarderlerinin sayısı son üç yılda giderek artarak 2011 yılında 39 olmuştur. Geçen yıl bu sayı 28 ve 2009 yılında ise 13
idi. 39 dolar milyarderinin bilinen servetlerinin toplamı 100 milyar doları
aşmaktadır (Forbes, 28.02.2011).
Bu durum son yıllarda uygulanan ekonomi
politikalarından asıl olarak kimlerin fayda sağladığını ve gurur duyulan
büyümenin ne anlama geldiğini, büyümenin istihdamve emekçi sınıfların
gelirlerini artırmadığını, servet zenginisermayedarlar yarattığını ortaya
koymaktadır[15].
Şirket hissesi, gayrimenkul, toprak /arsa, banka
mevduat hesapları, Hazine bonosu, repo, borsa gelirleri gibi servet unsurlarına
sahip olmayan emekçi sınıflar gelir dağılımından da adaletli bir şekilde pay alamamaktadırlar.
TÜİK gelir dağılımı araştırmaları(TÜİK, 17.09.2011), sosyal sınıfların milli
gelirden aldığı payları göstermese de, % 20’lik hane halkı gruplarına göre
yapılan gelir dağılımı araştırması en üst gelir grubu ile alttakiler arasındaki
uçurumu göstermeye yetmektedir.
Aşağıdaki tablo en son gelir dağılımı araştırmasının sonuçlarını
özetlemektedir.
Kaynak: TÜİK (17.09.2011).
Tabloya göre 2011 yılında en yüksek gelire sahip
son gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay % 46,7 (geçen yıl bu oran % 46,4
idi) iken, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay %
5,8’dir.En tepedeki yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay, ilk yüzde
20’lik grubun payının 8 katıdır. Bir başka anlatımla Türkiye’de en tepede yer
alan % 20’lik bir grup toplam gelirin neredeyse yarısına el koyarken, kalan
yarısı Türkiye nüfusunun % 80’i tarafından paylaşılmak zorundadır. Ya da en tepedeki üçte birlik bir nüfus
gelirin üçte ikisine el koyarken, en alttaki % 60’lık nüfus kalan üçte bir ile
yetinmek durumundadır.Gelir dağılımı adaletsizliğini gösteren kavramlardan biri
olan Gini Katsayısı0.404 olup (geçen yıl 0,402 idi), Türkiye Meksika’dan sonra
en OECD ülkeleri içinde en yüksek Gini Katsayısına sahip ülkedir (revolting-europe.com,20.06.2012)[16].
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)
tarafından yıllık olarak hazırlanan İnsani Gelişme Endeksi (Human Development
Index)(UNDP, 2011)Türkiye’deki insani gelişmişlik düzeyinin ne denli düşük
olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu endeks 169 ülke arasındaki insani
gelişmişlik farklarını göstermektedir. Endeks, sağlık(ömür beklentisi), eğitim
süresi ve okullaşma oranı ve kişi başına düşen milli gelir gibi asıl olarak üç
temel kaleme dayanarak hazırlanır ve endeksin değeri 1’ e yaklaştıkça o
ülkedeki insanların refah düzeyleri artar, yoksulluk düzeyi azalır.2010 yılı
verilerine göre, gelişmiş OECD ülkelerinin endeks ortalaması 0.88 iken, Güney
Asya ülkelerininki 0.51 ve en alttaki Sahra altı Afrika ülkelerininki
0.39’dur.Norveç’in 0.94 ile en tepede (1.) ve Zimbabwe’nin 0.14 ile sonuncu
(169.) olduğu sıralamada Türkiye 0.68 ile 83. sırada yer almaktadır. Daha
önceleri Türkiye 70’li sıralarda yer almaktaydı. İran, Ermenistan, Gürcistan,
Yemen, Fas, Suriye, Mısır, Ürdün, Libya ve Tunus gibi ülkeler Türkiye’nin
üstünde sıralanmaktadır.
Son olarak, OECD’nin “Sosyal Adalet Göstergeleri”
açısından Türkiye’nin durumu çok kötüdür. Öyle ki 31 OECD ülkesinde 6 sosyal
adalet göstergesinin ağırlıklı ortalaması OECD genelinde 6.67 iken Türkiye 6
göstergenin hepsinde 5 puanın altında kalarak 4.19 ile son sırada (31.sırada)
yer almaktadır. Böylece Türkiye OECD’nin en sosyal adaletsiz ülkesi olarak
tescillenmiştir (OECD, 2011). Türkiye’nin 10 üzerinden aldığı bu puanlar altı
gösterge için şöyledir: Yoksullukla
mücadele: 4.26; eğitimde eşitlik: 3.67; istihdam imkânı: 4.86; sosyal
bütünleşme: 3.22; sağlık: 3.79 ve kuşaklararası adalet: 5.05. Genel olarak
yoksulluk oranı OECD ortalaması % 10,8 ve çocuk yoksulluğu oranı OECD
ortalaması % 12,3’tür.Genel yoksulluk oranının en yüksek olduğu ülkeler G.
Kore, Türkiye, Avustralya ve ABD’dir. Bu ülkelerde nüfusun % 17,3’ü % 50’lik
medyan gelirin altında gelir elde etmektedir. Diğer taraftan çocuklar arasında
yoksulluk oranları Danimarka için % 3,7;
Şili için % 23,9; Meksika için %
25,8; ABD için % 21,6ve Türkiye için %
23,5’tir[17].
Gelir ve servet dağılımında adaletsizlik ve
yoksulluk bu denli yüksek olmasına ve kamu bütçe politikaları ile bu
adaletsizlikleri bir miktar azaltmak mümkün olmasına rağmen, Türkiye’de
bütçeler bu amaçla kullanılmamış, tam tersine gelir ve servetin zenginler ve
sermaye grupları lehine yeniden bölüştürülmesine hizmet etmiştir.
Örneğin 2012 Bütçesi harcama ödeneklerininüçte
birine yakın kısmı personel, üçte birinden biraz fazlası sosyal güvenlik
kuruluşları ve yerel yönetimlere, altıda biri faizciye ve sadece on ikide biri
çoğu yenileme niteliğindeki kamusal yatırımlara ayrılmıştır.% 37 ‘lik pay ile
(130 milyar TL) bütçenin en büyük kalemini teşkil eden cari transferler içinde;
tarımsal desteklemeye (köylü ve küçük üreticiye) ayrılan pay sadece binde 7’dir (2,6 milyon
TL).Sosyal Yardım Dayanışma Fonu için ayrılan pay ise sadece 3 milyar liradır.
Yani bütçenin yoksullara dönük ödenekleri sadece binde 8 civarındadır (bu
yardımlar AKP hükümetleri döneminde yılda hiçbir zaman ortalama 1–1,5 milyar
TL’yi aşmamıştır). Diğer taraftan
sermaye geliri elde edenler için cömert vergi indirimleri, istisna ve
muafiyetleri ve diğer teşvikler mevcuttur. Örneğin 103 adet vergi harcaması
kalemi altında sermayeden alınması gereken 18 milyar TL’lik vergiden
vazgeçilmektedir (bütçenin % 5’i. Bu rakam 2013 bütçesinde 22,4 milyar olarak
öngörülmektedir). Sermaye için ayrıca; işveren primindeki 5 puanlık indirim
için 5,5 milyar TL, kredi faiz desteği için 11 milyar TL ve kobi desteği için
2,8 milyar TL olmak üzere ilave bir % 5 tutarında sübvansiyon söz konusudur.
Vergi harcamaları ile birlikte bu oran bütçenin % 11’ine denk düşmektedir (Durmuş,
08. 01. 2012).
Son olarak Nisan 2012’de kabul edilen ve 1 Ocak
2012 tarihinden itibaren uygulanacak olan yeni teşvik yasası ile sermaye
çevrelerine çok geniş kapsamlı teşvikler sunulmaktadır. Katma değer vergisi (KDV) istisnası, gümrük
vergisi muafiyeti, vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği, faiz
desteği, yatırım yeri tahsisi, gelir vergisi stopajı desteği ve KDV iadesi
öngörülmektedir.
Diğer taraftan, dünya ve Türkiye’ye ilişkin bu
eşitsizlik ve adaletsizlik göstergeleri kapitalist üretim tarzının artı değer
sömürüsü üzerinden sınıfsal bölünmüşlüğünün sadece çarpıcısonuçlarıdır. 250
yıllık kapitalizmin insanlara, iddia edilenin aksine, sınıfsal sömürü,
yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik ve krizler dışında pek de bir şey
vermediğinin göstergeleridir. Bu sonuçları doğuran şey, toplumdaki diğer sömürü
ve ezme biçimlerinin üzerinde, artıdeğer sömürüsüne, kâr maksimizasyonu için
üretime ve çevreyi tahrip eden, işçi ve emekçi sınıfları baskılamaya dayalı
kapitalist üretim tarzının bizzat kendisidir.
Bir başka anlatımla, işsizlikte olduğu gibi,
yoksulluk, gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin nedeniana akım
iktisatçıların ileri sürdüğü gibi kaynak yetersizliği değil, kapitalist
sistemin kaynakları dağıtma biçimidir. Çünkü kaynaklar piyasalar tarafından
ihtiyaçların karşılanması için değil, kâr elde etmek için dağıtılmakta ve
kapitalist devlet izlediği sosyo-ekonomi politikaları ile bunu
kolaylaştırmaktadır.
Piyasa mekanizmasıyla gerçekleştirilen ve devlet
eliyle de perçinlenen işçi sınıfının bu sömürülmüşlük ve ezilmişlik durumu
kendisini sosyo-ekonomik alanda servet, gelir, eğitim, sağlık, konut gibi
konularda ciddi farklılaşma, eşitsizlik ve adaletsizlik biçiminde ortaya
koymaktadır. Keza bu bir kerelik bir olarak kalmamakta, piyasalar ve devlet bu
eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi
krizler ise bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır (Durmuş, 08. 01. 2012).
Nasıl düzenlemeye tabi tutulurlarsa tutulsunlar,
üretim ve bölüşüm özel mülkiyetin egemenliğinde olduğu sürece, temel insan
hakkı olan istihdam, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal konut gibi
hakları karşılamaya dönük kamusal hizmetler tüm toplumun, insanlığın ya da
çevrenin yararına olacak biçimde sunulamamakta ve bu haklar birer birer ortadan
kaldırılarak sermaye için yeni kârlı alanlara dönüştürülecek şekilde
metalaştırılmaktadır (Durmuş, 2011: 327–336).
Tarih, bize, sosyal devletin olgusunun
sonlandırılmasında yaşandığı gibi, kapitalizmi reforme etme çabasının sadece
kısa bir süre için işe yarayabildiğini göstermiştir. Çünkü bu çaba sistemin
egemenlerince yok edilmiştir. Bu nedenle de kısa erimde mevcut sistemde çalışan
sınıfların ve işsizlerin çıkarlarını koruyup geliştiren her tür iyileştirme
için mücadele edilmelidir. Ancak, toplumsal yapının dönüştürülüp, siyasal
iktidarın tekelci sermayeden alınmadan bu reformların asla güvende ve kalıcı
olamayacağının da bilinciyle; uzun erimde kaynakların, tüm toplumun ve
ekolojinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bu sorunlara neden olan üretim
tarzını ve bunun neden olduğu bölüşüm ilişkilerini değiştirmek zorunluluğu
kendini dayatmaktadır. Bu, ekonomiyi kontrolü altında tutan büyük işletmelerin
ve bankalarınkamusal mülkiyete devredilmesinive dış ticaretin
devletleştirilmesini; bu işletmelerin yönetim ve denetiminin işçilerin ve diğer
çalışan sınıfların ve bir bütün olarak toplumun demokratik olarak seçilmiş olan
temsilcilerine bırakılmasını gerektirir. Sadece demokratik olarak planlanmış
bir sosyalist ekonomi ve çalışan sınıfların kontrolünde yeniden yapılandırılmış
bir devlet, herkesin insan gibi
yaşayabileceği bir ücrete, kaliteli bir sağlık hizmetine, ücretsiz eğitime,
konuta ve sosyal güvenliğe sahip olmanın garantisi olabilir (Durmuş, 2011:
327–336).
.
Sonuç
Son 2,5 yıldır kesintisiz büyüyen Türkiye
ekonomisinin büyüme hızının 2011 yılının ikinci çeyreğinden itibaren
yavaşladığı, hatta ekonominin bir daralma eğilimine girerek bu yılın ilk
çeyreğinden itibaren küçülmeye başladığı görülmektedir. Bu gelişme Türkiye’nin
diğer ekonomilerden ayrıştığı iddiasını boşa çıkartmaktadır. Bu durum aslında
uzunca bir zamandır başarısını yüksek büyüme oranlarına endekslemiş ve kısmen
bununla toplumu idare edebilmiş olan siyasal iktidar için diğer sorunlara ilave
olarak iktisadi anlamda da sıkıntılı bir dönemin başladığını ortaya
koymaktadır.
İktisadi büyüme GSYH’deki yüzdesel artışla
ölçülmektedir ama bu tanım yeterince tatmin edici değildir. Zira insana ait
maliyetleri ve faydaları, emek ve emekçilerin çalışma koşullarını göz ardı
ederken, ticari işlemlerin değerleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Sadece belirli
piyasa işlemlerinin değerini ölçmektedir. Üretimi ya da örneğin özgün bir
biçimde faydalı mal üretimini göstermemektedir. Bunun nedeni ölçmenin malların
“değişim değerine” dayandırılması, “kullanım değerlerinin göz ardı edilmesidir.
Ayrıca GSYH kavramı; ev içi üretimin hesaplamaya dâhil edilmemesi,
hiçbir ayrıştırma yapmaksızın tüm ticari faaliyetlerin insanlara hizmet
ettiğinin varsayılması, dinamik bir süreç içinde değişen GSYH yapısının
hesaplanmasının zorlukları, bilgi eksikliği içeren ya da irrasyonel satın
almaların ötesinde tüketicilerin aslında almaya niyetli olmadıkları satın
almaların da kapsama dâhil edilmesi, buna karşılık toplumun bütününe zarar
veren iktisadi faaliyetlerin dikkate alınmaması, ülke
karşılaştırmalarısırasında sorunlu olması, önemli boyutlara ulaşan kayıt
dışılığın dikkate alınamaması gibi başka çok sayıda kısıta da sahiptir.
Keza ana akım iktisat ideolojisi GSYH artışı olarak
tanımladığı ekonomik büyüme kılıfına bürünerek piyasaların tek başına toplum
için en yüksek faydayı garantileyeceğini ileri sürmektedir. Bu haliyle bu
kavram adeta büyük istatistiklerden oluşan bir halı gibidir. Altına işçiler,
onların yaşam ve çalışma koşulları süpürülerek despotik burjuva iktisat
ideolojisinin doğası gizlenmekteve GSYH’nin ekonomik başarının bir ölçütü
olarak kabul edilmesi dikkatlerin daha adil ve eşitlikçi iyi bir topluma olan
ihtiyaçtan uzaklaştırılmasına neden olmaktadır.
“Büyüme oranı
% 10’larda olsaydı emekçiler için ya da toplumun bütünü için ne
değişirdi?” sorusuna
verilecek yanıt büyüme ile ilgili öze ilişkin bir değerlendirmeyi gerekli
kılmaktadır.
İlk olarak, günümüzde
kapitalist büyüme bir yanılsamadır. Bu yönüyle de toplumdaki sömürü
ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler
tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir. Hem ülke içinde
yaratılmış olan ‘artı değer’ hem de dış ticaret aracılığıyla çok uluslu
şirketlerin el koydukları yarı sömürge ülke işçilerinin yaratmış olduğu ‘artı
değer’, ‘katma değer’ olarak gösterilmekte, böylece hem zenginliği yaratan
gerçek kaynaklar hem de acımasız bir yerli ve emperyalist sömürü gizlenmiş
olmaktadır.
İkinci olarak, büyüme sorunu daha ziyade metropolkapitalistekonomilerin bir sorunudur
ve yatırım, talep, tüketim eksikliği ve azalan kâr oranları gibi nedenlerden
dolayı ortaya çıkmaktadır. Azgelişmiş ülkeler için düşük büyüme bir sorun olsa
da asıl sorun kalkınma ve sanayileşme sorunudur. Çünkü bu ülkeler genelde
gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de kapitalist bir üretim tarzı içinde
kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir. Ya da en fazla “yarı- sanayileşmiş”
bir ülke konumuna gelebilmekte ve ABD, Avrupa ve Japonya’nın terk ettiği sanayilere
yönelebilmektedirler. Bu anlamda son 10 yıldır ortalama % 7’lerde büyümesine
rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve sanayileşmekte olduğunu ileri sürmek mümkün
değildir. Daha ziyade dışa bağımlı bir yarı-sanayileşmiş ülke ve ekonomi
konumunda olup temel sosyal kalkınmışlık özelliklerine de sahip olmayan bir
ülkedir. Bu nedenle de özellikle siyasal iktidarların hızlı büyüme oranlarının
arkasına sığınarak yaptığı “gelişme” ya
da “refah artışı” iddiaları gerçekçi değildir.
Üçüncü olarak, iktisadi büyüme kavramı pratikte toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri
açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için de
kullanılmaktadır. Örneğin birkaç banka ya da sınai tekel kar ettiğinde
ortalama, kişi başına düşen gelir de büyümekte, iktisadi büyüme de
hızlanmaktadır. Bu anlamda İktisadi büyüme sermayenin, servetin büyümesidir.
Öyle ki iktisadi büyümenin hızlandığı yıllarda servet ve sermaye sahiplerinin
varlık stoklarının da çok hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük üretici,
esnaf ve köylünün gelirlerinin yerinde saydığı ya da çok az arttığı
görülmektedir. Bu sonuca neden olan faktörlerden biri de hükümetlerin emek
aleyhine uyguladıkları, ücret, gelir ve vergi politikalarıdır.
Dördüncü olarak, günümüzde iktisadi büyüme yeterli düzeyde ve güvenceli istihdam
yaratmayan bir büyümedir. Çünkü kapitalizm geldiği nokta itibariyle sadece kriz
dönemlerinde değil, krizde olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam
yaratan bir sistem olmadığını ortaya koymuştur. Son dönemlerde görüldüğü gibi
yarattığı istihdam istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve
güvencesiz istihdam niteliğindedir. Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir
emek sömürüsü sürdürürken diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve
potansiyel emeği israf etmektedir. Büyüme ise asıl olarak mevcut emek gücünün
daha verimli ve yoğun çalıştırılmasıyla sağlanmaktadır.
Son olarak, iktisadi
büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik düzelmemekte daha
da artmakta, servet hem ülke içinde hem de uluslararası boyutta olmak üzere az
sayıda zenginin elinde toplanırken toplumun kalan kısım giderek
yoksullaşmakta, mülksüzleşmektedir,
Milyarlarca insan yoksulluk içindeyken az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin
çok büyük bir kısmına el koymaktadır. Kapitalist ekonomiler büyürken ve servet
zenginliği hızla artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet hem
de gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsizdir. Emekçi sınıflar ile
sermaye sınıfı arasındaki uçurum daha da büyümektedir. Keza bu eşitsizlik bir
kerelik bir olarak kalmamakta, piyasalar ve kapitalist devlet bu eşitsizlikleri
hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi krizlerse bu
eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır.
Kaynakça
Baker, Dean ,” Job Growth Slows Sharply
In March, Unemployment Edges Down to 8,2 Percent”, ,www.cepr.net, (April 6, 2012).
Bernstein, Peter W. ve Swan, Annaly, All the Money in the World: How the Forbes
400 Make-and Spend-Their Fortunes, New York : Alfred A. Knoph, 2007,s.
112-113 ve “Vast Wealth”, Forbes ,
October 8, 2007.
Boratav, Korkut,
“Sıkıntılı aylar devam ediyor; biraz hafifleyerek...” BirGün (21.08. 2012).
Boyacıoğlu, H., “Türkiye’de her beş kişiden biri
yardımla yaşıyor”, Radikal,
(04.04.2011).
Bozpınar, Cumali, İşsizlik-Büyüme İlişkisi: Türkiye İşgücü Piyasası, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2010.
Cesen, Tanja, Europeanlabour market policy in
thetimes of recession, 17th
Workshop on Alternative EconomicPolicy in Europe European integration at the crossroads:
Deepening or disintegration? Workshop 1 – Austerity policies at theC3-Center for International Development,
Vienna/Austriafrom16-18 September
2011 organised by the Euro Memo Group,
www2.euromemorandum.eu/
Clarke, Tony, Fernandes, Sabrina, Girard, Richard,
“UncleSlim: TheWorld’sRichest Man”, Outing
the Oligarchy, A Special Report byThe International Forum on Globalization
(IFG), December 2011).
Cunningham, Finian “Suriye Krizi ve İran Üzerindeki
Yaptırımların Türkiye Üzerindeki Yıkıcı Etkisi”, (Çev. Mustafa Durmuş), (2010),
http://cerideimulkiye.com.
Çavuşoğlu, Büşra “Türkiye’de Çalışan Yoksulluğunun
Genel Durumu”, Sosyal Güvence,
(Ocak-Nisan 2012).
DuBoff, Richard B.
“Who Controls Capital? Who Does Capital
Control?”,http://mrzine.monthlyreview.org,
(26 November 2011).
Durmuş,Mustafa “Obama Sağlık Reformu: Kanseri
Aspirinle Tedavi Etmek”, Çalışma ve
Toplum, 2011/4 (Sayı 31), http://calismatoplum.org.
Durmuş, Mustafa, “Kapitalizmin Krizinin Yeni Aşamasında Dünyada ve Türkiye’de Ekonomik
Durum: İstihdamsız Büyüme ve Adaletsiz Bölüşüm”, KESK –AR, 2010.
Durmuş, Mustafa,
Kapitalizmin Krizi- Küresel
Krizin Eleştirel Bir Çözümlemesi, 3.Baskı, Tan Kitabevi Yayınları, 2011.
Durmuş, Mustafa, “2012 Bütçesi Kimin
Bütçesi?”, Radikal 2, (08. 01,2012).
Evrensel Gazetesi,
İşçiler de 'büyüme' şehidi mi?, (07.04.2012)
Forbes (8
Ekim 2007).
Forbes ( 28 Şubat 2011).
Fortune 500 Türkiye 2011.
Foster, John Bellamy, McChesney, Robert W. ve
Jonna, R. Jamil, “The Internationalization Of Monopoly Capital”, MonthlyReview, Vol 60.No 2,
http://monthlyreview.org, (June 2011).
Goulet, D.,The
Cruel Choice: A New Concept on theTheory of Development, New York Atheneum,
1971.
“Gulf between rich and poor
widening”,http://revolting-europe.com/data/wealth-inequality,
(20.06.2012).
Gürsel, Seyfettin, “Ezber
bozan durumlar”, Radikal, (19.04.2012).
Gürsel, Seyfettin, İmamoğlu, Zümrüt ve
Soybilgen, ,Barış, “İç talepte sert fren büyümeyi
düşürdü”, Betam Araştırma Notu (
04.07.2012), http://betam.bahcesehir.edu.tr.
Gürses, Uğur, “Sert İniş Sinyalleri”, Radikal,
(04.04.2012).
Gürses, Uğur,
“Ekonomideki iniş yumuşak mı sert mi?”, Radikal, (04. 07. 2012)
http://www.telegraph.co.uk,
(11.01.2012).
http://haber.sol.org.tr.,“En
zengin daha da zengin, Ülker hepsinden zengin”, (24.12.2012).
http://www.tbb.org.tr.
Hürriyet,
(29.07.2012).
International Labour Office (ILO), Global
Employment Trends 2011: The challenge of a jobsrecovery, Geneva, 2011.
International MarxistTendency, “Perspectives for world capitalism 2012 – Part One”, www.marxist.com, (09
March 2012).
Kalkan, Sarp, Cari İşlemler Açığında Neler Oluyor?
Bu Defa Farklı mı Yoksa Aynı mı? TEPAV
Değerlendirme Notu (Şubat 2011), http://www.tepav.org.tr.
Kaynak, Muhteşem, Kalkınma İktisadı, 3.Baskı, 2009, Gazi Kitabevi.
Khalil, Ramy, “Capitalism in Crisis - Is a Socialist World Possible?”, www.socialistalternative.org, (08. 09. 2009).
Moore, Malcolm, “Masssuicide' protest at Apple
manufacturer Foxconn factory”, http://www.telegraph.co.uk,
(11.01.2012).
OECD, Social Justice in the OECD – How Do the
Member States Compare?
Sustainable Governance Indicators 2011.
Orhangazi, ,Özgür,
Financialization and the US
Economy, 2008, Edward Elgar.
Orrell, David,
Economyths, Ten Ways Economics Gets
It Wrong, John Wiley & Sons Canada, Ltd., 2010.
Özatay, Fatih,
“Oldukça Yumuşak Bir iniş”,
Radikal, (03.07.2012).
Parramore, Lynn,
“CrisistoSuicide: How Many Have to Die Before We Kill the False Religion of
Austerity?” www.alternet.org/story, (26.04.2012).
Perelman, Michael,
The Invisible Handcuffs of
Capitalism, Monthly Review Press, 2011.
Radikal, (17.07.2012).
Radikal, (02.08.2012).
Smith, John, “The GDP Illusion - Value Added versus
Value Capture”, Monthly Review,
(July-August 2012), Vol.64 No.3.
Socialist Resistance SR (Britain), “Class struggle and ecology: An ecosocialist approach”,http://links.org.au, (14.07.2012).
Standing,
Guy, The Precariat: the New Dangerous Class, 2011.
Sum Andrew, Khatiwada,,Ishwar, McLaughlin, Joseph,
Palma, Sheila, “ABD: 2007–2009 Resesyon’undan “İşsiz ve Ücretsiz” Çıkış:
Toparlanma Kime Yaradı?”, (Çev. Veysel Deniz), Kurtuluş, Sayı 2 (Mayıs-Haziran-Temmuz 2012).
The Guardian
, www.guardian.co.uk, (22.12.2012)
The International Forum on Globalization (IFG), Outing the Oligarchy, A Special Report
(December 2011).
Thirlwall, A.P,
Growth and Development: With
Special Reference to developing Economies, 7.Edt., MacMillan, 2003.
Thomson Reuters Datastream, Eurostat, (03.02.2012).
Turhan, Şebnem, “Büyüme
vatandaşlıktan çıktı”, Radikal
Ekonomi, www.radikal.com.tr, (03.07.2012),
TÜİK, Gelir
ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2011, Haber Bülteni, Sayı: 10902, www.tüik.gov.tr. (17.09.2011).
TÜİK, Gayri
Safi Yurt İçi Hâsıla, Haber Bülteni 1. Dönem 2012 (02.07.2012), http://www.tuik.gov.tr.
TÜİK, Gayri
Safi Yurt İçi Hâsıla, Haber Bülteni 2. Dönem Sayı: 10895 (10.09.2012).
TÜİK, Hanehalkı
İşgücü İstatistikleri Bülteni (15.06.2012), http://www.tuik.gov.tr.
Türkiye Kalkınma Bakanlığı, Türkiye Ekonomisinde Haftalık Gelişmeler (06.07.2012),
www.dpt.gov.tr.
United Nations Development Programme (UNDP), The Human Development Index (HDI) 2011, http://www.undp.org.bz.
U.S. Bureau of Labour Statistics
(USBLS), Characteristics of Minimum Wage Workers: 2010,
http://www.bls.gov/cps/minwage2010.htm.
U.S. Bureau of theCensus, Income, Poverty, and Health Insurance Coverage in the United States:
2010, Report P60.
Yates, Michael D.,“The Injuries of Class”, Monthly Review, Vol 59.N0.8
( January 2008).
Yates, Michael D., “The Emperor
Has No Clothes, But Still He Rules: Three Critiques of Neoclassical Economics”, Monthly Review, www.monthlyreview.org, (14.06. 2011).
Yu, AuLoong ve Ruixue, Bai, “New Signs of Hope: Resistance in China Today”,LabourWorld, http://worldlabour.org/eng), (08.05.2012).
[1] Yılın ikinci çeyreği için büyüme oranı % 2,9 olarak
açıklanırken, ilk çeyrek için oran % 3,3
olarak revize edildi. Yüzde 2,9’luk büyüme Kuzey Amerika ve Avrupa
ekonomilerinin içinde bulundukları durgunluk ile kıyaslandığında hala canlı bir
büyüme gibi gözükse de önceki yıla göre %
50’lik bir düşüşe işaret etmektedir.
[2]Keza, Ocak-Haziran 2012 döneminde İran’a yapılan hayali
altın ihracatını da dikkate almak gerekir. Zira bu dönemde altın ihracatı,
altın ithalatını 1,692 milyon dolar aşmaktadır. “Bu, ülkedeki altın stoklarının
İran’dan yapılan ithalatın finansmanında kullanılması anlamına gelir; “hayalî”
ihracattır ve milli gelir hesaplarında dikkate alınmaması gerekir. Bir
önceki yılın altın ihracat/ithalat rakamlarını “normal” kabul edersek, TÜİK’in
bu yıla ait milli gelir hesaplarını belki de dörtte bir oranında “traşlamamız”
gerekecektir”(Boratav, 2012 ve Cunningham, 2010).
[3] Bu konudaki
tartışmalar için bak. (Özatay, 03.07.2012; Gürses, 04. 07. 2012; Gürses,04.04.2012).
[4] Nitekim bu
gelişme hali hazırda bütçe gelirlerine de yansımıştır. Maliye Bakanı Şimşek
2012 yılının ilk altı ayını değerlendirirken, geçen yılın ilk altı ayında
bütçenin 2,9 milyar lira fazla verdiğini, bu yıl ise geçen seneye göre bütçe
performansında 9,6 milyar liralık bir düşüşle 6,7 milyar liralık açık verdiğini,
vergi gelirlerinin geçen yılın aynı döneminde % 24,4 artmasına karşılık bu yıl
sadece % 6,9 arttığını ve özellikle KDV’nin yerinde saydığını açıkladı (Radikal,
17.07.2012).Sonrasında ortaya çıkan veriler bütçe açığının 14 milyar lirayı
bulduğunu ve bunun 9 milyar lirayı aşan kısmının savaş harcamalarındaki
artıştan kaynaklandığını ortaya koydu.
[5]Ancak kamusal tüketim harcamalarındaki bu artış kamu
emekçilerine ödenen maaşlardaki artıştan değil, devletin her yıl rutin olarak
kullandığı mal ve hizmet alımlarındaki artıştan kaynaklanmıştır.
[6] Büyümenin yavaşladığı, dolayısıyla da sermaye ve
servetin daha düşük oranda büyüdüğü ya da büyüyemediği durumlarda büyümeyi
bölgesel savaşlar dâhil başka çözümler üzerinden yürütmek zaman zaman sermaye
çevrelerinin tercihleri arasında olmuştur. Suriye üzerinden yürütülen savaşçı
dış politika söylem ve eylemleri bu açıdan da değerlendirilebilir.
[7] Türkiye’nin hali hazırda oran olarak en yüksek cari
açığa sahip ülke durumunda olduğunu hatırlatalım. Nitekim bu sorunun bir yansıması
olarak bankaların dışarıdan aşırı kredi kullanmaları ve beraberinde bu krediler
üzerinden halkın borçlandırılması siyasal iktidarın da dikkatini çekmiş olmalı
ki Başbakan Yardımcısı Babacan kısa süreli yüksek büyümenin faturasının ağır
olabileceğine dikkat çekmiştir (Hürriyet, 29.07.2012).
[8]Dünya ticaretinin
% 40’ının “outsourcing” ile gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Bunun içinde en
önemli yöntem taşeron kullanmaktır. ÇUŞ’lar açısından bu yöntem işgücü
maliyetlerini düşürmenin en etkili yöntemidir. Örneğin Nike firması ayakkabı
üretiminin tümünü Güney Asya’daki taşeron firmalara yaptırmaktadır. 1996 da bir
Nike ayakkabısı 5 farklı ülkede, 52 farklı parça ile üretiliyordu. Bu yıl
Endonezya da 70 milyon çift Nike üretildiğinde küçük yaşta kız çocukları günde
11 saat ve saatine 15 cent ödenerek çalıştırılıyordu. Bir bütün olarak
Endonezya’daki bir işçiye günde sadece 2 dolar civarında bir para ödeniyordu.
Batıda 149,50 dolara satılan bir Nike basketbol ayakkabısı için Vietnam’da
ödenen işçilik ücreti sadece 1,5 dolar civarındadır (%1) (Foster ve diğerleri,
2011).
[9]Oysa neo klasik iktisat 20 yy’ınbaşlarında Pareto
ve Robbins’ten bu yana büyümeyi açıklarken gelir ve refah bölüşümünü veri kabul
eden bir durumu meşrulaştırmaya çalışmıştır. Buna göre toplumsal refahın
göstergesi olarak sosyal refah fonksiyonu (SRF) bireylerin tek tek refahlarının
sıralamasından oluşur ve diğerlerinin refahı sabit iken bir bireyin dahi
refahının artması toplumsal refahı artırır.
(SRF= f (U1,U2,U3,……Un ).
[10] Bu durum iki örnekle açıklanabilir: İlk örnek olarak, 2007 yılında Bermuda adlı bir küçük ada ülkesi en
yüksek GSYH’ye sahip ülke olarak birinci sırada yer almıştı. Bu veriden
hareketle bu ülke insanlarının dünyanın en üretken insanları olduğu fikrine
kapılmak mümkündür. Oysa bu ülke ekonomisi 2001 Eylül saldırıları sonrasında
ABD’ de Dünya Ticaret Merkezi’nin de yerle bir olması nedeniyle dünyanın en
büyük hedge fonlarının ve sonrasında Katrina kasırgası ile birlikte en büyük
reassürans şirketlerinin bu ülkeye gelmesi sonucunda böyle bir büyüklüğe
erişmiştir. Dünyanın bir numaralı ülkesi olsa da bu ülkedeki tek üretken
faaliyet beach barlarda üretilen kokteyller ve diğer turistik hizmetlerdir.
Diğer taraftan bu ülkeye 1600 km uzaktaki bir başka küçük ada ülkesi olan Dominik Cumhuriyeti’ndeki 57 serbest
üretim bölgesinde çalışan 154,000 işçi Kuzey Amerika piyasaları için ayakkabı
ve hazır giyim ürünü üretmektedir. Aynı yıl bu ülke ekonomisinin büyüklüğü
Bermuda ekonomisinin satın alma gücü paritesi (SGP) bağlamında % 8’ini, piyasa döviz kuru üzerinden ise
sadece % 3’ünü oluşturabiliyordu. CIA’ nın World FactBook’unda bu ülke
Bermuda’nın 97 sıra gerisinde yer almaktadır. Şimdi bu ülkelerden hangisi
küresel refaha daha fazla katkıda bulunmaktadır? (Smith, 2012: 97). İkinci örnek olarak, Türk şirketlerinin
2011’deki oldukça yüksek performanslarıdır. Bir araştırmaya göre en büyük 500
şirketin toplam cirosu 2010 yılına göre 2011’de % 22 artarak 553 milyar liraya
çıkmıştır. Keza 1 milyar liranın üzerinde
satış gelirine sahip şirket sayısı 2011 yılında önemli miktarda artmıştır. Bkz.
(Fortune 500, 2011). Bankacılık sisteminin 2011 yılı sonu itibariyle toplam
kârı ise 20,1 milyar lira olarak gerçekleşmiştir (www.tbb.org.tr).
[11]Precariat, küreselleşme ve teknolojik değişimlerin neden olduğu,
uluslararası iş bölümüne uygun bir biçimde esnek istihdam koşullarında ve
genelde yarı zamanlı istihdam edilen, büyük ölçüde kadınlardan, gençlerden,
engelli işçilerden, tekrar çalışmak zorunda kalan emeklilerden, eski
mahkûmlardan ve göçmenlerden, daha önce orta sınıflara mensup meslek
sahiplerinden, iktisadi değişim nedeniyle yerlerinden edilmiş olan kalifiye ve
yarı-kalifiye işçilerden ve işsizlerden oluşan ve temel özelliği güvencesizlik
ve ekonomik koşullara duyarlılık olan işçi sınıfı katmanlarını anlatan bir
terimdir (Standing, 2011).
[13]Bir araştırmaya
göre kapitalist dünya sistemi altında 2020 yılında azgelişmiş ve gelişmiş
ülkeler arasında bugün mevcut olan kalkınma ya da gelişmişlik açığının aynen
korunabilmesi için azgelişmiş ülkelerin yılda en az % 12 oranında büyümesi;
aynı yıl her iki grubun da aynı gelir düzeyinde olabilmelerinin sağlanabilmesi
(örneğin 45,000 dolar) için bu ülkelerin yılda en az % 20 oranında büyümesi gereklidir. Bu
azgelişmiş ülkelerin mevcut büyüme hızlarını 6 kat artırmaları ve milli
gelirlerinin en az % 50’sini tasarruf ederek yatırıma ayırmaları ve bu kaynağı
israf etmeden etkin bir biçimde kullanmaları gerektiği anlamına geliyor.
Nitekim yıllık ortalama % 6 ile büyüyen Malezya’nın bu düzeye gelebilmesi için
64 yıl boyunca kesintisiz büyümesi gerekiyor (Thirlwall, 2003,64–67). Bu
pratikte gerçekleşmesi imkânsız bir durumdur. Zira azgelişmiş ülkeler içinde
gayrisafi sermaye oluşumunun GSYH içindeki payı açısından en yüksek orana sahip
ülke olan Çin dahi % 40 ile bu hedefin altındadır. Türkiye’de ise bu oran 2011
yılında % 22,5’tur (TKB, 2012) . Bu
veriler büyümenin niteliksel özelliklerinden kaynaklanan sorunlarının yanı sıra
niceliksel olarak da mevcut kapitalist yoldan gelişmişlik ya da kalkınmışlık
farkını ortadan kaldıramayacağını ortaya koymaktadır.
[14] 2010
yılında Wuhan’dakiFoxconn elektronik fabrikasında 18 işçi çok kötü çalışma
koşullarının yarattığı stresten dolayı fabrika binasından kendisini atmış ve
14’ü ölmüştü. Ayrıca aynı fabrikada ölümle sonuçlanan çok sayıda patlama olmuş
ve uluslararası soruşturmalara konu olmuştu (Moore, 2012).
[15] Ekonomist
Dergisi geleneksel olarak duyurduğu 'En Zengin 100 Türk' Araştırması’nın 2012
sonuçlarını açıkladı. Buna göre en
zengin 100 Türk’ün toplam serveti 2012 yılında geçen yıla oranla % 25 arttı. Dikkat çekici yükseliş ise İslami
sermayenin önde gelen markalarından Ülker Grubu'na aittir. Geçen yıl
altıncı sırada bulunan Ülker Ailesi’ne ait Yıldız Holding, Koç Holding ve Doğuş
Holding’in ardından üçüncü sıraya yükseldi. Sabancı Holding ise dördüncü sırada
yer alabildi (haber.sol.org.tr).
[16]Bu katsayı 1’e
yaklaştıkça adaletsizlik artmaktadır.
[17] Türkiye’de
sadece çocuk yoksulluğu değil, aynı zamanda çocuk mahkûm sayısı da oldukça
yüksek olup 2012 yılının ilk beş ayı itibariyle 2,500 civarındadır. 2003–2011
döneminde cezaevlerinde ölen çocuk mahkûm sayısı ise 1536’dır. Hem çocuk mahkûm
sayısı hem de ölen çocuk mahkûm sayısının 2010 yılından bu yana hızla artması
dikkat çekicidir (Radikal, 02.08.2012).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder