28 Şubat 2015 Cumartesi

BÜYÜME: NEYİN BÜYÜMESİ?


BÜYÜME: NEYİN BÜYÜMESİ?
İktisadi Büyümeye İlişkin Eleştirel Bir Değerlendirme

Mustafa DURMUŞ *


Özet
Eylül ayında açıklanan Türkiye ekonomisinin bu yılın ilk iki çeyreğine ilişkin büyüme rakamları büyüme kavramının farklı bir bakış açısıyla irdelenmesi ihtiyacını ortaya koymuştur. Çünkü ekonomi küçülmeye başlamış, hatta bir daralmaya girmiştir. Bunun niceliksel olarak nasıl yorumlanacağının ötesinde büyümenin gerçekte ne anlama geldiğinin sorgulanması gerekir. Bu çalışmada bu yapılmaya çalışılmıştır. Çünkü büyüme bugünlerde adeta bir fetiş haline getirilmiştir. Ayrıca mevcut kapitalist büyüme bir yanılsamadır, sermaye ve servetin büyümesidir. Yeterli ve güvenceli istihdam yaratmadığı gibi, mevcut gelir ve servet adaletsizliklerini artırmakta ve büyük çaplı çevre sorunlarına neden olmaktadır.
Anahtar Kelimeler:  Büyüme, kalkınma, gelir dağılımı, istihdamsız büyüme, artı değer-katma değer
JEL Sınıflandırması: 015, 040,  047

                                    GROWTH: BUT OF WHAT?
            (A critical Assesment of Economic Growth)

Abstract
Growth data on the first half of 2012 of the Turkish economy disclosed in September prompted a different evaluation from an alternative critical approach since the economic growth rate has been slowed down. In fact, Turkish economy is in the process of contraction now. However, beyond the quantitative evaluations, it is necessary to evaluate the meaning of economic growth qualitatively. In this study this aim is tried to be accomplished. Economic growth is a fetish nowadays. Also is an illusion. In reality it is merely the growth of the capital and wealth. Furthermore existing capitalist growth is unable to create more and secured jobs and decreases the existing income and wealth inequality and economic injustice, rather increases it. Finally it causes devastating effects on the ecological system of the planet.
Keywords:  Growth, development, income distribution, growth without employment, surplus value-value added
JEL Classification: 015, 040, 047


Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2012 Temmuz ayında yayınladığı bültene göre (TÜİK, 02.07.2012) Türkiye ekonomisi 2012 yılının ilk çeyreğinde % 3,2 oranında büyüdü ve GSYH sabit fiyatlarla 772,3 milyar lira oldu (TÜİK, 10.09.2012)[1].
Ancak mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış büyüme oranı 2012’in birinci çeyreğinde geçen yılın son çeyreğine kıyasla % -0,4 oldu. Geçen yılın son çeyreğinde ise ekonomi bir önceki çeyreğe göre % 0,4 büyümüştü. Böylece Türkiye ekonomisi geçen yılın üçüncü çeyreğinden beri hiç büyümemiş oldu (Gürsel ve diğerleri, 2012)[2]. Nitekim nüfus artışı dikkate alındığında net büyümenin temel göstergesi olarak kabul edilen kişi başına düşen milli gelirin 2011’deki 10.444 dolardan, 129 dolar gerileyerek, 10.315 dolara indiği görülmektedir.
Bu veriler son 2,5 yıldır kesintisiz büyüyen Türkiye ekonomisinin büyüme hızının2011 yılının ikinci çeyreğinden itibaren yavaşladığını, hatta ekonominin bir daralma eğilimine girerek bu yılın ilk çeyreğinde küçülmeye başladığını ve diğer ekonomilerden ayrıştığı iddiasının da boşa çıktığını göstermektedir. Bazı iktisatçılarca[3]keskin düşüş/sert iniş” ya da “ yumuşak iniş” olarak da adlandırılan bu durum aslında uzunca bir zamandır başarısını yüksek büyüme oranlarına endekslemiş ve kısmen bununla toplumu idare edebilmiş olan siyasal iktidar için en azından iktisadi anlamda göreli olarak sıkıntılı bir dönemin başladığını ortaya koymaktadır[4].
Bu tespiti büyümenin dinamiklerine bakarak desteklemek mümkündür. Öyle kibüyüme –istihdam ilişkisi açısından çok önemli bir role sahip olan yatırımlar (özellikle de özel sektör yatırımları) bu çeyrekte % - 0,6 oranında azalmıştır. Oysa 2011’in ilk altı ayında yatırımlar % 40 artmış bu da büyümeyi ciddi ölçüde olumlu yönde etkilemişti. Özel tüketim harcamaları bu çeyrekte neredeyse hiç artmamış, tam tersine  % - 0,7 oranında azalmıştır.% 3’lük bir artış hızıyla kamusal tüketim harcamaları 0,40 puan ile asıl katkıyı sağlamıştır[5].Yani büyümenin kaynağı iç talep artışı değildir. Veriler bu  % 3,2’lik büyümenin  % 3 puanının asıl olarak ihracat sektörüne ait olduğunu göstermektedir (Gürsel ve diğerleri, 2012).
Kısaca halkın sıkı maliye politikaları ve mali disiplin uygulamalarıyla satın alma gücünün baskılandığı bir ekonomi ancak ihracat artışıyla ve ancak bu kadar büyüyebilmiştir.
Diğer taraftan son bir yıldan bu yana ihracat artış ivmesinin yavaşladığı görülmektedir.  Betam’a göre (Gürsel ve diğerleri, 2012)   geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ilk çeyreğine ihracat artışı % 3, ithalat artışı ise % 1,7 civarındadır.  Bu, net ihracatın da önümüzdeki dönemlerde büyümeye olan katkısının giderek azalacağı anlamına gelmektedir. Aynı araştırmaya göre 2012’de büyüme 1–1,5 puan kadar net ihracat katkısı ve 1–1,5 puan iç talep katkısı ile en iyi ihtimalle  % 2,5 civarında olabilecektir. Bu yılın Haziran ayındaki yıllık tüketici enflasyonunun % 9,1 olarak açıklanması bu görüşü desteklemektedir. Bu da son 1,5yıldır rakiplerinden daha yüksek enflasyon oranına sahip Türkiye’nin ihracattaki dezavantajının artarak süreceğini göstermektedir.
“Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu ile karşı karşıya olan sermaye çevreleri ve siyasal iktidar bununla yetinecek midir?[6]Zira bir yandan ekonomi iç talepsiz büyüyemezken, diğer yandan iç talebe dayalı büyüme hem cari açığı arttırıp [7], ekonomiyi dış şoklara daha duyarlı hale getirmekte, hem de halkın daha fazla tüketebilmesini sağlayabilmek için ücret ve maaşların ve tarıma verilen gelir desteklerinin artırılmasını gerektirmektedir. Bu,  kârlarından fedakârlığa rıza göstermeyen büyük sermayenin ve neo liberal politikaları benimsemiş olan yeni muhafazakâr AKP iktidarının tercih edeceği bir yol gibi gözükmemektedir.
Bu çalışmanın amacı ikilidir: ilk olarak, açıklanan son veriler aracılığıyla, Türkiye’de son 10 yıldır ortalama % 7 civarında bir büyüme oranı sağlayan ekonomik modelin ve buna uygun politikaların dış ve iç dinamikler nedeniyle sınırlarına ulaştığının ve büyümenin keskin bir biçimde yavaşladığının, böylece de Türkiye ekonomisinin durgunluğa girdiğinin belirlenmesidir. İkinci olarak bu yüksek büyüme oranları sürdürülseydi dahi bunun toplumun çok büyük bir kısmı açısından bir kazanım olmadığının, hatta bu kesimler için ciddi bir refah kaybının söz konusu olduğunun ortaya konulmasıdır.
Bu çerçevede giriş bölümündeki Türkiye ekonomisinin 2012 yılının ilk iki çeyreğine ait büyüme verilerinden hareketle yapılan değerlendirmelerin ardından çalışmanın ilerleyen bölümlerinde sırasıyla; GSYH’nin iyi bir ölçü olup olmadığı, kapitalist büyümenin bir yanılsama olup olmadığı, az gelişmiş ülkelerin asıl sorununun büyüme mi yoksa bununla bağlantılı bir biçimde asıl olarak kalkınmasorunu olup olmadığı, büyümenin tek başına toplumsal refahın göstergesi olup olamayacağı, yeterli ve güvenceli istihdam yaratıp yaratmadığı, adil bir gelir ve servet dağılımı sağlayıp sağlamadığı konuları ele alınmaktadır.

“Büyüme oranı  % 10’larda olsaydı emek geliri elde edenler ya da toplumun büyük çoğunluğu için ne değişirdi?” Bu bağlamda örneğin yıllık büyümesi hala % 8-10’larda olan Çin’de emekçiler artan bu refahtan ne kadar pay alabilmektedirler? Pay alabiliyorlarsa neden Çin gibi adeta demir bir yumrukla yönetilen devlet kapitalizminde son yıllarda büyük çaplı grevler, fabrika işgalleri ya da diğer işçi direnişleri yaşanabilmektedir? (Yu ve Ruixue, 2012).
İktisatçılar iktisadi büyümeyi “bir ülkedeki belli bir dönemde (genellikle 1 yıl) üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi olan gayri safi yurt içi hasılada GSYH) görülen artış” (Kaynak, 2009: 55)olarak tanımlarlar. Böylece büyüme GSYH’deki (milli gelir) yüzdesel artışla ölçülür. Bu o ülkede yaşayan insan sayısı ile ilişkilendirildiğinde, büyümenin kişi başına düşen gelirin artması, genelde yaşam standardının yükselmesi, mutlak yoksulluğun azalması anlamına geldiği ileri sürülür.
Ancak bu tanım yeterince tatmin edici değildir. Zira “her ne kadar dış ticaret verileri gibi GSYH verilerinin de üretilen ürünü ölçtüğü ileri sürülse de gerçekte bu veriler sadece piyasalarda gerçekleşen işlemlerin sonuçlarını ölçer. Aslında piyasalarda üretim yapılmaz, üretim yüksek duvarların arkasında,  dünyanın başka yerlerinde ve özel mülkiyetin denetimindeki üretim süreçlerinde gerçekleştirilir” (Smith, 2012: 96).
Bir başka anlatımla GSYH büyümesi öncelikle insana ait maliyetleri ve faydaları, işçilerin çalışma koşullarını göz ardı ederken ticari işlem değerleri üzerinde yoğunlaşır. Sadece belirli piyasa işlemlerinin değerini ölçer. Üretimi ya da örneğin özgün bir biçimde faydalı mal üretimini göstermez.
Mal ve hizmet üretimipiyasaların etkinliğinin bir ölçütü olarak görülür, ama bu etkinlik hesaplanırken bu malları üretenlerin ne yaptıkları dikkate alınmaz. “Kimler, nasıl çalışır?” gibi konular istatistiklerde yer almaz. Emek gücü sadece piyasada bir işlem olarak yer aldığında hesaba katılır. Keza bir akademisyenin yazdığı bir makale toplumun bilinçlenmesine ciddi katkı sağlasa da, yazar ünlü birpop şarkıcının elde ettiği gibi yüksek bir geliri elde edemediğinden, şarkıcının yüksek geliri GSYH hesabında yer alırken akademisyenin katkısısadece kendisini ödenen aylık maaş miktarında yer alır. Oysa GSYH içinde, dolayısıyla da ticari işlemler arasında yer almayan çok sayıda faaliyet toplum için, insanlık için temel bir öneme sahiptir (örneğin bugün barış çabaları silah üretmekten daha değerlidir ama GSYH’ye her hangi bir katkı sağlamamaktadır).
Kısaca bugün milli geliri hesaplama yöntemi A. Smith geleneğine uygun olarak üretimden ziyade mübadeleye, dolayısıyla da malların “değişim değerine” dayandırılmakta, “kullanım değerleri” göz ardı edilmektedir. Böyle olunca da örneğin bir ağacın kesilip mobilyaya dönüşene kadar hiçbir değeri söz konusu edilmemektedir.
Diğer yandan böyle bir ölçme biçimi sermaye çevreleri açısından işlevseldir, zira bu kesimlere hem ticari işlemlerle ilgili enformasyon kolaylığını sunarak, hem de piyasaların ne denli etkin çalıştıkları biçimindeki yaygın yanılsamayı güçlendirerek hizmet eder. 
Bugünkü kullanıldığı biçimiyle, iktisadi büyümeyi aracılığı ile tanımladığımız GSYH kavramı bir ölçme aracı olarak çok sayıdabaşkakısıta da sahiptir (Perelman, 2011: 201–211). Sırasıyla; (i) Ev içinde yapılmış olan üretim hesaplamaya dâhil edilmez. Oysa ev içi üretimin dâhil edilmesi durumunda GSYH’nin azımsanamayacak bir ölçüde artması beklenir. (ii) GSYH hiçbir ayrıştırma yapmaksızın tüm ticari faaliyetlerin insanlara hizmet ettiğini varsayar. Bu anlamda bozuk/kötü gıda, silah/ füze üretimi ile insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya dönükfaydalı mal üretimi arasında bir fark gözetmez. Oysa sadece yapılmış olan ticari işlemlerin değerlerini toplayarak refah ya da toplumun iyilik düzeyini hesaplayabilmek mümkün değildir. (iii) Dinamik bir süreç içinde değişen GSYH yapısını hesaplamak çok zordur. Örneğin bir ürünü farklı zaman dilimlerinde karşılaştırmaya tabi tutmak çok zordur. Hatta teknik değişiklikler dikkate alınmasa da kalite sorunu hesaplamayı zorlaştırır. (iv) GSYH, bilgi eksikliği içeren ya da irrasyonel satın almaların ötesinde tüketicilerin aslında almaya niyetli olmadıkları satın almalarını da kapsar. Gereksiz ambalajlama ya da satılamayacak malları satabilmeye yarayan reklam kampanyaları sonucunda harcanan milyarlarca dolar, üretilen ürünlerin maliyetinin bir parçası olarak düşünüldüğünden, GSYH hesaplamasına dâhil edilir. Diğer taraftan örneğin otomobillerin neden olduğu trafik sıkışıklığı, atmosfer kirliliği vs fiyatlamanın dışında kalacağı için GSYH içinde değil, dışında kalır. Otoların neden olduğu trafik kazaları ise hastane ödemeleri ve oto yedek parça, tamir ve sigorta gibi ödemelere neden olduğundan GSYH’yi artırır (Perelman, 2011: 201–211).
Ayrıca ülke karşılaştırmalarında da sorunlar söz konusudur. Örneğin ücretlerin düşük, fakat işçilerin iyi koşullarda sosyal konut, uygun ulaşım ve ulusal sağlık hizmetine sahip olduğu ülkelerde bu tür farklılıkların ülke karşılaştırmalarında hesaba katılması çok zordur. Bu anlamda kişi başına düşen gelirin yüksekliği bir ülkenin iktisadi ve sosyal kalkınmışlığının göstergesi olamaz. Öyle olsaydı, bu gelirin nasıl bölüşüldüğü bir yana,  örneğin kişi başına düşen geliri 35.000 doların üstünde olan Suudi Arabistan’ın dünyanın sosyal ve ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerinden biri olması gerekirdi. Bu bağlamda tek başına iktisadi büyüme hızının ya da kişi başına düşen gelirin yüksekliği bir ülkenin çalışan sınıfları ve işsizlerince alkışlanacak ya da gurur duyulacak bir şey değildir.
Son olarak, Türkiye gibi % 50’ye kadar varan kayıt dışılık GSYH hesabını saptırmaktadır. Özellikle de bildirilmemiş nakit işlemleri hesaplamaya dâhil edilmediğinden, devasa boyutlarda vergi kaçakçılığı ya da vergiden kaçınma sonucunda vergi kayıpları doğmakta ve tüm bunlar doğru GSYH hesaplaması yapılmasını önlemektedir. Bu konuda çok uluslu şirketlerin vergi cennetleri üzerinden transfer fiyatlaması yoluyla neden oldukları saptırma önemli boyutlardadır.
Özetle, ana akım iktisat ideolojisi GSYH artışı olarak tanımladığı ekonomik büyüme kılıfına bürünerek piyasaların tek başına toplum için en yüksek faydayı garantileyeceğini ileri sürmektedir.  Bu anlayışa göre sadece bu mükemmel mekanizmaya müdahale söz konusu olduğunda endişe duyulmalıdır. Oysa GSYH çok sorunlu bir kavramdır, adeta büyük istatistiklerden oluşan bir halı gibidir. Altına işçiler, onların yaşam ve çalışma koşulları süpürülerek ana akım iktisat ideolojisinin doğası gizlenir.  Daha kötüsü GSYH’nin ekonomik başarının bir ölçütü olarak kabul edilmesi dikkatlerin daha adil ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir topluma olan ihtiyaçtan uzaklaştırılmasına neden olur.

1. Günümüzde “kapitalist büyüme kavramı” bir yanılsamadır, sömürü ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir.
GSYH büyümesi yanılsaması, standart iktisadi verilerin inşası ve yorumu sırasında ortaya çıkan bir algı yanlışlığıdır.  Resmi kurumların (örneğin TÜİK) dönemsel olarak açıkladıkları büyümenin kaynaklarına bakıldığında, asıl kaynağın emek gücü ve onun üzerinden yaratılmış olan artı değer olduğunu görebilmek mümkün değildir. Hükümet, ilgili bakanlar ve medya büyümenin kahramanları olarak örneğin ihracatçı şirketleri göklere çıkartırlar. Bu kesimler adeta büyük fedakârlıklara katlanan vatan kurtarıcılarıdır. Kendilerine madalyalar, plaketler verilir, yazılı medyanın önde gelen yazarları tarafından kendileriyle başarı öyküleri üzerinden söyleşiler yapılır. Bu tabloda fiilen o üretimi gerçekleştiren işçiler yer almadığından bunlara verilecek bir ödül de yoktur. Onların payına düşen büyüme sırasında en ağır, en kötü koşullarda, çok uzun saatler çalıştırıldıklarından ve iş güvenliği önlemleri alınmadığından iş kazasına (!) uğrayarak büyüme şehidi olmaktır (Evrensel, 07.04.2012). Bu tıpkı savaşlar sonucu elde edilen zaferler gibidir. “Savaşı büyük komutanlar kazandığından”, savaşan askerlerden söz edilmez.
Bu yanılsamanın bir de uluslararası boyutu mevcuttur. Bu, ABD, Japonya ya da Avrupalı metropol ülke ekonomilerinin büyümesinin ardında, yarı sömürge ülke işçilerinin acımasız sömürüsüyle sağlanan katkınınvarlığının gizlenmesi gerçekliğiyle ilgilidir. Yani metropol ülkelerde büyüme rakamları açıklandığında az gelişmiş ülkelerin düşük ücretli işçilerinin küresel zenginliklere olan katkısı sistematik bir şekilde hafife alınır, buna karşılık ABD ve diğer metropolülkelerin yerli katkıları abartılır. Bu saptırılmış algı GSYH, dış ticaret ve verimlilik istatistiklerinin tasarlanması ve yorumlanmasına temel teşkil edenneo klasik fiyat, değer ve katma değer kavramlarından kaynaklanır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise küresel değer ve kârın gerçek kaynaklarının gizlenmesi ya da saptırılmasıdır. 
Bir başka anlatımla uluslararası kuruluşların sistematik olarak sundukları iktisadi veriler ve onların standart yorumları metropolülkelerin şirketleri ile az gelişmiş ülkelerin üreticileri arasındaki sömürü ilişkilerini gizlemeye hizmet eder. Böylece bu çok uluslu şirketlerin el koydukları az gelişmiş ülke işçilerinin yaratmış olduğu ‘artı değer’neo klasik iktisadın bir ustalığıyla milli muhasebe hesaplarında ‘katma değer’ olarak gösterilir ve böylece hem zenginliği yaratan gerçek kaynaklar hem de acımasız bir sömürü ilişkisi gizlenmiş olur.
Bu durumu doğrulayan üç küresel üründen örnek verilebilir: Apple (Iphone), H&M tişört ve kahve (Starbucks). Bu üç örneğe ait veriler ve deneyim, bu firmaların kârlarına asıl katkıyı çok uzun saatler çalışan düşük ücretli azgelişmiş ülke işçilerinin yaptığını ortaya koymasına rağmen üretilmiş olan iktisadi veriler böyle bir katkıyı göstermez, tam tersine bu dev çok ulusluların kârlarının, bu ürünlerin tüketildiği metropol ülkelerde yaratıldığını, bunun da iktisadi büyümeyi hızlandırdığını ileri sürer.
Örneğin Apple’ınIPhoneürünü Çin gibi ülkelerde üretilmektedir. Bu ürünün 2009 yılında birim başına toplam üretim maliyeti 178,96 dolar iken satış fiyatı 500 dolar idi. Böylece % 64 ‘lük bir brüt kâr Apple firması, ürün satıcıları, distribütörler ve     ABD hükümeti arasında (vergi)  paylaşılarak milli muhasebe kayıtlarına yerli ABD katma değeri olarak geçtiğinden GSYH’ye yerli katkı olarak gösterilmektedir. Diğer yandan kendisinden hiç söz edilmeyen ama montaj üretiminin tamamını gerçekleştiren Çinli işçinin ürün başına maliyeti sadece 6,5 dolardır, yani toplam üretim maliyetinin % 3,6’sıdır. Böylece kalan % 96’sı re-export olarak görülüp,  Çin’in ABD’ye olan ihracatında yer alıp GSYH’sinde görülmezken, ABD GSYH’si ve büyümesinde etken olarak gözükür (Smith, 2012: 86–102).
Benzer bir biçimde Bangladeş’te üretilip Almanya’da İsveçli H&M firması tarafından aynı adlı mağazalarda satılan milyonlarca tişörtün birim başına 4.95 avroluk mağaza satış fiyatının sadece 1.35 avrosu  (% 28) Bengalli üreticiye ödenmekte, 0,6 avro centi ABD’den ithal edilen pamuk için ödenmekte ve kalan 3.54 avro Almanya içinde yaratılmış gibi Alman ekonomisinin GSYH’sine yerli katkı olarak kaydedilmektedir. Bangladeş’teki fabrikada günde 125.000 tişört üretilmekte ve bunun yarısı H&M’e ve kalanı diğer Batılı firmalara satılmaktadır. % 85’i kadın olan işçilerin 10–12 saati bulan günlük çalışmalarının karşılığı olarak alabildikleri sadece 1.36 avrodur. Her işçi saatte ortalama 250 tişört ürettiğinden bu durum işçinin aldığı her bir avro cent için 18 tişört ürettiği anlamına gelmektedir. Bangladeş’te bu alanda böyle çalıştırılan toplam 4500 fabrika ve 3,5 milyon işçi mevcuttur (Smith, 2012: 86–102).
Son olarak kahvede de durum aynıdır.  Çok büyük bir kısmı küçük aile çiftliklerinde üretilen kahvenin temel dağıtıcı Sara Lee, Kraft, Nestle ve Procter &Gamble gibi Batılı çok uluslu şirketlerdir. Bu alanda 25 milyon çiftçi ve ailesi çalışmakta, ama bunlar kahvenin Batı piyasalarındaki son fiyatının sadece % 2’sine denk düşen bir pay alabilmektedirler. Böylece 2009 yılında Batılı şirketlerin el koyduğu ve çoğunluğu Starbucks ya da CaffeNero markalı şirketlerin kârları olarakgözüken 31 milyar dolarlık bir değer en fazla kahve ithal eden dokuz ülkenin GSYH’sine yerli katkı olarak girmiştir (Smith, 2012: 86–102).
Bu üç örnek[8]‘artı değerin ‘katma değer’ olarak tanımlanıp milli muhasebe kayıtlarına sunulmasıyla hem acımasız bir sömürünün hem de emek gücünün ekonomik büyümenin temel kaynağı olduğugerçeğinin gizlendiğini ortaya koymaktadır.

2. Büyüme sorunu daha ziyade gelişmiş ülkelerin bir sorunudur ve yatırım, talep, tüketim, kâr oranları gibi faktörlerden etkilenmektedir.
Özellikle 2008 krizine kadarki 30- 40 yıllık süreç gözlemlendiğinde gelişmiş ülkelerin büyüme hızlarının ortalama % 2–3 gibi seyrettiği ve azgelişmiş ülkelerden daha yavaş büyüdükleri görülür. Bunun nedenlerinin başında bu ülkelerdeki aşırı sermaye birikimi ve bunun sonucunda kâr oranlarının düşme eğilimine girmesiyle yeni yatırımların azalması ve eksik tüketim gibi olgular gelir. Diğer taraftan azgelişmişler için büyümeden daha önemli bir sorun kalkınma ve sanayileşmedir. Çünkü bu ülkeler genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin Türkiye) kapitalist bir üretim tarzı içinde kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir. Ya da Güney Kore örneğinde olduğu gibi en fazla “yarı- sanayileşmiş” bir ülke konumuna gelebilmekte ve ABD ve Japonya’nın terkettiği sanayilere yönelebilmektedirler.
İktisadi büyüme ve kalkınma kavramları bilinçli bir biçimde birbirine karıştırılmaktadır. Oysa iki kavram arasında ciddi nitelik farklılıkları mevcuttur. Örneğin kalkınma; insanın doğa karşısında egemenliğinin artması, üretici güçlerde kesintisiz bir gelişme ve dinamizm, sanayileşme, ekonomik, sosyal, toplumsal ve siyasal yapıların değişerek insan yaşamının maddi ve manevi alanlarda ilerlemesi, birey ve toplum refahının artması demektir. İktisadi büyüme ise böyle bir sürecin lokomotifidir.
Bir başka anlatımla kalkınma, temelde, ülkelerin iktisadi ve sosyal dönüşüm süreçlerindeki değişimi ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır(Kaynak, 2009:  65).Yani kalkınma, sosyo-ekonomik yapısal bir dönüşümdür ve iktisadi büyümeyi ve gelişmeyi içerir. Büyüme olmadan kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün olmasa da, kalkınmaksızın bir ekonomiyi büyütebilmek mümkündür (Thirlwall, 2003: 39). Bu bağlamda kalkınmacı bir paradigmadan hareketle iktisadi ve sosyal kalkınma; sanayileşme, kişi başına düşen gelir artışı (büyüme), adil bir gelir dağılımı, etkin bir kaynak tahsisi, ileri teknoloji, sosyo-kültürel gelişme, demokrasi ve insan hakları, eğitim, sağlık, sosyal güvenliğin insan hakkı olarak kabulü, çevre bilincinin gelişmesi, hakkaniyetli bir kamu yönetimi demektir. Dar anlamda iktisadi kalkınma sanayileşme ve sermaye birikimi ile gerçekleşebilir. Nitekim iktisadi olarak kalkınmış ülkeler belli bir sermaye birikimine ulaşmış, sanayileşmiş ülkelerdir.
Kalkınma iktisatçısı Goulet kalkınmış bir ülkenin üç olmazsa olmazından söz etmektedir (Goulet, 1971: 17–32): Zorunlu ihtiyaçların karşılanması, özgüven-bağımsızlık ve özgürlük. Buna göre; (i)  Yurttaşlarının konut-barınma, gıda, eğitim, sağlık gibi zorunlu ihtiyaçlarını bedelsiz olarak karşılayamayan; (ii)Kaynakları diğer ülkelerce sömürülen ve diğer ülkelerle ilişkilerini eşit bir zeminde sürdüremeyen ve (iii) Halklarının, insanlarının kendi geleceklerini özgürce belirleyebilme hak ve özgürlüklerine sahip olmadığı bir ülke, bir toplum ve bir ekonomi gerçek anlamda kalkınmış sayılamaz.
Kısaca son 10 yıldır ortalama % 7’lerde büyümesine rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve sanayileşmekte olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Türkiye daha ziyade dışa bağımlı bir yarı-sanayileşmiş ekonomi ve sosyal kalkınmışlık özelliklerine de sahip olmayan bir ülke konumundadır. Bu nedenle de özellikle siyasal iktidarların hızlı büyüme oranlarının arkasına sığınarak yaptığı  “gelişme” ya da “refah artışı” iddiaları gerçeği yansıtmamaktadır.

3. İktisadi büyüme tek başına toplumsal refahın, yaşam standardının ölçüsü olamaz ve emekçilerin refah düzeylerinin yükselmesini sağlayamaz.
Hem ana akım iktisadın (özellikle de neo klasik iktisat ve onun günümüzdeki biçimleri) hem de siyasetçilerin ekonomiye bakışları sakatlıklarla ve yanlışlarla doludur. Gerçekle ilgisi olmayan varsayımlar (görünmez el, etkinlik, istikrar ve rasyonalite gibi)  ve bu varsayımlar üzerine kurulan teoriler aslında kapitalizmin ve buna dayalı piyasa ekonomilerinin sonsuza kadar var olacağını, bu anlamda alternatif bir düzene gerek olmadığını ispatlamaya dönük ve statükoya ve onun egemenlerine hizmet eden ideolojilerdir.

Bir başka anlatımla, ana akım iktisadın fen bilimleri gibi bilimsel olduğu iddiası oldukça tartışmalıdır. İktisat daha ziyade bir ideolojidir. Öyle ki zengin ve güçlünün çıkarlarını savunmakta ve süreç içinde uygulamacılara prestij, etki ve para gibi imkanlar bahşetmektedir(Yates,  2011).Örneğin 1960’ların meşhur Arrow-_Debreu Teoremi,  Soğuk Savaş yıllarında kapitalizmin insani gelişmede son nokta olduğunun matematiksel modellerle kanıtlanması için kullanılmıştır (Orrell, 2010: 52).
Böyle bir amaca hizmet eden burjuva iktisadı bu tutumunu iktisadi büyüme konusunda da sürdürmektedir.  Yanlış şeyleri yanlış yollarla hesaba katarak GSYH kavramını “toplumun iyilik durumunun bir göstergesi” olarak sunmaktave GSYH’nin sonsuza kadar büyütülmesi gibi gerçekleşmesi imkânsız bir amaca kilitlenmektedir. Oysa böyle bir durum gezegene zarar vereceği gibi küresel sanayi toplumunun tümden çöküşünü de beraberinde getirebilecektir.
Diğer yandan GSYH tam olarak ölçülebilse dahi toplumsal refah ya da toplumun iyi olma hali, mutluluğu bu refahın niceliksel olarak büyüklüğünden ziyade nasıl dağıldığına bağlıdır. Toplumun büyük bir kısmının yoksulluk ve gelir adaletsizliği içinde yaşadığı, zenginliğin bir avuç insanın elinde toplandığı bir ekonomideki GSYH artışı sadece küçük azınlığın refahının artmakta olduğunu bir göstergesi olmaktan öteye geçemez[9].
Bu bağlamdaki bir iktisadi büyüme kavramı pratikte bir ülkedeki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için kullanılır. Örneğin birkaç banka ya da sınai tekel kâr ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyür, iktisadi büyüme de hızlanır[10]. Ama bu mutlaka halkın gelirinin ve refahının arttığı anlamına gelmez. Gelir ve servet adaletsiz dağıldığı sürece büyüme temelde servet zenginlerini ve sermaye sahiplerini daha iyi bir konuma getirir. 
Kısaca iktisadi büyüme sermayenin, servetin büyümesidir. Nitekim iktisadi büyümenin hızlandığı yıllarda servet ve sermaye sahiplerinin varlık stoklarının da çok hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük üretici, esnaf ve köylünün gelirlerinin yerinde saydığı ya da çok az arttığı görülmektedir. Kuşkusuz bu sonuca yol açan faktörlerden biri de hükümetlerin emek aleyhine uyguladıkları, ücret, gelir ve vergi politikalarıdır.

4. Günümüzde iktisadi büyüme yeterince ve güvenceli istihdam yaratmamaktadır.
Kapitalizm sadece kriz dönemlerinde değil, krizde olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem değildir. Son dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir (precariat[11]). Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel emeği israf etmektedir.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün  (ILO)  küresel istihdam verilerine göre (ILO, 2011), 2010 yılında dünyadaki toplam işsiz sayısı 205 milyon ve ortalama işsizlik oranı % 6,2’dir. Nüfusun ne kadarının istihdam edildiğini gösteren istihdam / nüfus rasyosu : % 61 ve işgücüne katılım oranı  % 65 dolayındadır (azgelişmiş ülkelerde % 50’lerin altına düşüyor). Yani kapitalist ekonomiler insanlar için yeterli istihdam yaratmamakta, iş olanağı sunmamaktadır.
Keza, nispeten daha örgütlü ve yüksek ücretli sanayi istihdamının payı azalırken, daha düşük ücretli ve güvencesiz nitelikteki tarım ve hizmetler sektörü istihdamının payı artmaktadır. Kısmi zamanlı istihdam hem kriz döneminde hem de toparlanma dönemlerinde artmaktadır. Gençler (15–24 yaş grubu)  arasındaki işsiz sayısı ve işsizlik oranı ortalamanın iki katından fazladır (% 12,6; 78 milyon ). Yani kapitalizm gençlere iş ve umut vermemektedir. Gençlerin işgücüne katılım oranı ise giderek azalmaktadır (2010 yılında 1,7 milyon genç işgücü piyasasından çekilmiştir).
Toplam 3 milyar çalışan işçinin yarısı (1,5 milyar işçi) güvencesiz, her an işten çıkartılabilir konumdadırlar ve çok düşük ücretlerle çalışabilmektedirler. Öyle ki günde 1.25 dolar ve altında bir ücretle yetinmek durumunda kalan “çalışan yoksul istihdamı” toplam istihdamın % 21’ini oluşturmaktadır. Ebeveynleri ile birlikte toplamda günlük 2 dolar ile geçinmek zorunda kalan işçilerin oranı ise % 39’dur (1,2 milyar işçi) (ILO, 2011).
Türkiye’de de durum çok farklı değildir. Nüfusun % 20’si çok yoksuldur ve 16 milyon insan sosyal yardımlarla yaşamını sürdürebilmektedir (Boyacıoğlu, 2011: 28–31); çalışan yoksul oranı tarım sektöründe % 35’in üzerinde, sanayi sektöründe %  30’a yakın ve en yoksul çalışanların % 46’sını yevmiyeli işçiler ve % 34’ünü ücretsiz aile işçileri (ev kadınları) oluşturmaktadır (Çavuşoğlu, 2012: 28–31).
Sözü edilen bu sınırlı istihdam olanağı bölge, cins, yaş, ırk ve etnisiteye göre de farklılık göstermektedir. Öyle ki kadınlar arasındaki işsizlik erkeklere göre daha yüksektir (kadınlarda oran  % 6,5 iken erkeklerde % 6).  Zenciler, göçmenler, azınlık uluslar daha zor ve nitelikli iş bulabilmekte, daha ucuza çalıştırılmakta ve krizde ilk onlar işten çıkartılmaktadırlar. Yani kapitalizm tüm cinslere ve etnik gruplara eşit imkân tanımamaktadır.
Nitekim Türkiye’de bölgeler itibariyle tarım dışı işsizliğin dağılımına bakıldığında (Gürsel, 2012) Güney Doğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde Türkiye ortalamasının çok üstünde resmi olarak % 20,4’ e varan bir işsizlik oranı ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Yani genel olarak Türkiye’nin doğusunda işsizlik batısına doğuya kıyasla daha yüksektir. Bu bağlamda en yüksek işsizlik oranına sahip kentler arasında Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan, Van Muş, Bitlis, Hakkâri illeri ilk sırayı almaktadır. Diğer taraftan İzmir’in % 16,5, Kayseri’nin (Sivas ve Yozgat dâhil) % 16,7 ve Kocaeli-Sakarya’nın % 14,7 olarak Türkiye ortalamasının üstünde çıkması işsizliğin sanayi bölgelerinde de yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.
Kriz dönemlerinde bu tablo daha da kötüleşmekte, işsiz sayısı hızla artarken, esnek istihdam adı altında (işsizliği azaltmak gerekçesiyle) emek sömürüsü daha da yoğunlaşmaktadır.
İktisat teorisinde işsizlik oranı % 1–3 arasında ise bu tam istihdam olarak kabul edilir. Bunu aşan oranlar söz konusu olduğunda işsizlikten bahsedilir. Bugün itibariyle 2008 kapitalist krizinin de etkisiyle resmi işsizlik oranları gelişmiş ülkelerde dahi ortalama % 10’un üzerine çıkmıştır. Triad’ın bir ayağı olan ABD’ de bu oran % 8,2 (Baker, 2012); diğer ayak olan Japonya’da % 5 (genç işsizliği % 10,5) (IMT, 2012) ve beklendiği gibi Avrupa ülkelerinde ortalama % 10’un üzerindedir. 2011 yılı sonu itibariyle Avro Bölgesinde ortalama işsizlik oranı % 10,4 ve genç işsizliği oranı % 21’dir.Ancak genç işsizliği İspanya’da % 50’yi aşarken, Yunanistan’da % 50’ye yakın ve Portekiz’de % 30’un üzerindedir[12]. 27 AB ülkesinde kayıtlı işsiz sayısı 22 milyon civarındadır. İşinden memnun olmayıp da daha iyi iş arayanların ve emekli olduktan sonra geçinemediği için çalışmak isteyen iş arayanların sayısı ise 27 milyonun üzerindedir. En çok işsiz 4 milyona yakın bir sayı ile İspanya’da yaşamaktadır (Güneyde oran % 30- IMT, 2012). İkinci sırayı 3,5 milyon ile Almanya almakta ve sıralama 2,5 milyon ile İtalya ve Fransa ve 1,7 milyon ile Polonya ve 1,5 milyon ile İngiltere (genç işsizliği % 22)biçiminde devam etmektedir. İnsanların en fazla iş aradığı ülkelerin başında yaklaşık 6 milyon ile Almanya gelirken onu 5 milyon ile İspanya takip etmektedir. Litvanya, Estonya ve Letonya gibi daha önce sosyalist bloka dâhil olan ülkelerde ise işsizlik oranları ortalamanın bir hayli üstündedir. Benzer bir durum 1990’ların “altın çocuğu” olarak gösterilen ve 1990–2000 döneminde ortalama % 10 büyüme hızı yakalayan İrlanda ve sosyal refah devletinin tipik örneklerinden olan Danimarka için de geçerlidir (Cesen, 2011).
Türkiye’de 2011 yılı için işsizlik oranı TÜİK tarafından Türkiye genelinde % 10,8 olarak açıklanmıştır (TÜİK, 15.06.2012). Buna göre kentlerde bu oran ortalama % 12,6, tarım dışında % 13,4 ve kent genç nüfusu arasında % 21’dir. Ancak açıklanan bu oranları ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira Türkiye’de işgücüne katılım oranı % 48,6’dır (AB ülkelerinde % 65–70 civarında). Bu durum gerçek işsizlik oranının açıklanan resmi işsizlik oranının çok üstünde olmasını gerekli kılmaktadır. Yani Türkiye çalışabilir nüfusuna oranla, insanlarının çok düşük oranda emek gücü piyasasına girebildiği ya da iş aradığı bir ülkedir. Ayrıca TÜİK işsizlik oranını tespit ederken haftada 1 saat çalışanı dahi işsiz saymamaktadır. Eğer haftada 1 saat değil de 15 saat kıstas alınsaydı resmi işsizlik oranı yaklaşık üç puan daha yüksek çıkacaktır.  Bu nedenlerden dolayı gerçekte işsizlik oranının çok daha yukarıda olması beklenmektedir.
Türkiye ekonomisinde son 10 yıldır görülen ekonomik büyümenin yeterli istihdam yaratmamasının yapısal nedenleri mevcuttur.  Örneğin toplam yerli (iç) tasarruf hacmi çok düşüktür[13] ve 2002 yılından bu yana dış kaynakla büyümeye yönelen AKP iktidarı bu oranı daha da düşürerek 2002’de  % 18,6’dan 2011’de : % 13,3’e geriletmiştir. Öyle ki Türkiye 2005’ten önce tarihsel olarak yılda ortalama 20 milyar doların altında dış kaynak kullanmıştı ve bu kaynakların çok büyük kısmı uzun vadeli kaynaktı (2007’de % 95).  2005’ten itibaren dış kaynak kullanımı hızla artmış ve 50 milyar doların üstüne çıkmıştır.2010’da kullanılan dış kaynağın sadece % 6’sı uzun vadeli, % 94’ü kısa vadeli kaynak niteliğindedir. Bu durum kaçınılmaz olarak cari açığın artmasına neden olmuştur. Öyle ki cari açığın döviz kazandırıcı işlemlere (ihracat + turizm gelirleri) oranı hızla artmış ve 1994 ve 2001 krizlerindekine benzer bir oranda 2010 yılında % 30’un üzerine çıkarak ekonominin krize karşı duyarlılığını artırmıştır (Kalkan, 2011).
Ayrıca büyümenin motoru konumundaki dış ticaret sektörü istihdamsız büyümeye neden olmaktadır. Çünkü ihracat ithalata, özellikle de ara malı ithalatına bağımlıdır. Öyle ki aramalı ithalatının toplam ihracat içindeki payı % 90 civarındadır. Böylece büyümenin Türkiye’de değil, ihracatçı ülkelerdeki istihdama katkı sağladığı ileri sürülebilir. Ayrıca büyüme ile istihdam arasındaki ilişkiyi gösteren büyüme-istihdam esneklik katsayısı sadece 0.14 ve son 10 yıldır bu katsayı 0.38’den gerileyerek bugüne gelmiştir (Bozpınar, 2010).
Kapitalizm toparlanma dönemlerinde de yeni istihdam ya da ücret artışı yaratmamakta, büyümeyi daha çok emek gücü verimliliğini artırarak sağlamaktadır. Örneğin aynı ILO raporuna göre (ILO, 2011)cılız bir toparlanmanın ortaya çıktığı ve “yeşil filizler” olarak anılan 2009 sonrası dönemde milli hasılanın az da olsa artmasına rağmen açık işsizlik oranları gelişmiş ülkelerde azalmamıştır. Benzer bir durum diğer az gelişmiş ülkeler için de geçerlidir.
Bir diğer araştırmanın(Sum ve diğerleri, 2012: 135–144) sonuçlarına göre, 2011 yılının ilk çeyreğinde ABD’nin 2007–2009 resesyonundan çıkışı (toparlanma)  hem işsiz yani istihdam yaratmayan hem de ücretsiz (ücret artışı yaratmayan) bir toparlanmadır. Toplam istihdam 2009’un dip yapmış çeyreğindeki düzeyden yukarı çıkamamıştır ve reel saatlik ve haftalık ücretler ya sabit kalmış ya da azalmıştır.  Resesyondan çıkıştan büyük ölçüde yararlananlar kârlarını artıranbüyük şirketler, borsa ve şirket hissedarları olmuşlardır. Tasarruf sahipleri dahi reel faiz oranlarının düşmesi nedeniyle kaybetmişlerdir.
Kısaca, günümüzde üretim artışı, kârlılık ve ekonomik büyüme daha ziyade emek gücünün daha verimli çalıştırılmasıyla sağlanmaktadır. İmalat sanayindeki sermaye yoğunluğundaki (sermayenin organik bileşimi) artış bir yandan büyümeyi sağlarken, diğer yandan çalışan işçi sayısını azaltmakta, ya da sermaye artışı kadar yeni istihdam yaratılmasını mümkün olmamaktadır.  İşçilerin daha az kullanılmasının yaratacağı kâr azalması ise emek gücü verimliliğinin artırılması (nispi artı değer sömürüsü) ya da mevcut sanayileri düşük ücretli az gelişmiş ülkelere kaydırarak önlenmektedir. Özellikle de kriz dönemlerinde işçiler işlerinden olma korkusuyla daha sıkı ve verimli çalışmaktadırlar.  Nitekim yine ILO verilerine göre (ILO, 2011), dünya genelinde emek gücü verimliliği 2010 yılında % 3,1 artmış, buna karşılık reel ücretler ya çok az artmış ya da gerilemişve dünya genelinde % 0,5 artarken gelişmiş ülkelerde  % 0,5–0,6 arasında düşmüştür.
Örneğin ABD’de 2007’nin dördüncü çeyreğinden, 2008’in dördüncü çeyreğine kadar hem bordrolu istihdam hem de sivil istihdamda  % 4–5 oranında düşüş gerçekleşmiştir. Özel tarım dışı sektörlerde haftalık çalışma saatleri de takriben % 5 oranında azalmıştır. 2009 ve 2010’da emek gücü verimliliği hızlı bir şekilde artarak, 2009’un ilk yarısında (% 3 puanlık bir artış) endeks 103,4’den 106,7’ye çıkmış ve sonraki 18 ayda tekrar % 5 puan artmıştır. Geçen birkaç yıldaki emek gücü verimliliği ciddi olarak artmasına rağmen reel saatlik ücretler gerçekte değişmemiş, hatta azalmıştır (- % 0,4 azalma). Buna karşılık yıllık kurum kârları çıkışın ilk altı çeyreğinde hızla artarak 2009’un ikinci çeyreğinde 1,203 trilyon dolara ve 2010’un dördüncü çeyreğinde 1,667 trilyon dolara yükselmiştir. 2011’in ilk çeyreğindeki kurum kârları ile ilgili ön tahminler 1,668 trilyon dolar olduğu yönündedir. Toparlanmanın ilk yedi çeyreğinde bu rakam 465 milyar dolarlık veya % 40’lık kurum kârı artışı anlamına gelmektedir. Bekleneceği üzere, kurum kârlarında ki bu muazzam yukarı kayma borsa fiyatlarını,  Dow Jones Sanayi Ortalama ve Standart andPoors (S&P) 500 dâhil, kilit borsa endekslerinin değerini hızla yükseltmiştir. Dow Jones Sanayi Ortalama 2009’un ikinci çeyreğinin kapanışında 8.447’den 2011’in ilk çeyreğindeki kapanışa kadar 12.319’a çıkarak % 46’lık nispi bir artış göstermiştir.  Benzer patika S&P 500 Borsa Endeksinde de gerçekleşmiştir. 2009’un ikinci çeyreğinde 919 olan değeri 2011’in ilk çeyreğinin sonunda 1.326’ya yükselmiştir. Bu nominal kazanç 21 aylık sürede % 44’lük nispi bir artış anlamına gelmektedir.2009’un ikinci çeyreği ile 2010’un dördüncü çeyreği arasında ABD’de reel milli gelir 528 milyar dolar artmıştır. Özetle, toplam reel ücret ve maaşlar ancak 7 milyar dolar veya sadece % 0,1 (binde 1) artarken, sadece vergi öncesi kurum kârları 464 milyar dolar artmıştır. Bu altı çeyreklik dönemde kurum kârları milli gelirdeki büyümenin % 88’ini oluştururken toplam ücret ve maaşların, reel milli gelir büyümesi içindeki payı sadece % 1’in biraz üstünde olabilmiştir. Bu durum kriz sonrası toparlanma sürecinin de aslında sermayenin toparlanması ve kârını artırması anlamına geldiğini göstermektedir (Sum ve diğerleri, 2012: 135–144).
Türkiye’de de benzer bir gelişim söz konusudur. Bu durum “İmalat Sanayi Üretim Endeksi”ve “İmalat Sanayi Çalışanlar Endeksi’nin gelişimine bakıldığında görülebilir.  1997=100 baz yılı olarak ele alındığında, 2001 yılında 81,7 olan Çalışanlar Endeksinin değeri, 2008’de 84,7 olabilmiştir. Aynı dönemde İmalat Sanayi Üretim Endeksi ise 92,4’ten 138,5’e yükselmiştir (Bozpınar, 2010). Yani çalışan işçi sayısı aşağı yukarı sabit kalırken üretilen hâsıla artmıştır.
İşçi sayısının azaltılması ya da sabit tutulmasından kaynaklanabilecek olan kârlardaki azalma ise mevcut emek gücünün verimliliğini artıran tedbirlerle, ya da işçilerin daha uzun saat ya da daha yoğun çalıştırılmalarıyla önlenmiştir. Milli Prodüktivite Merkezi’nin verilerine göre imalat sanayinde emek gücü verimlilik endeksi 2006–2009 arasında 90’dan 120’ye çıkmış ve 2009 yılının son çeyreğinde emek gücü verimlilik artışı % 16 olmuştur. Buna karşılık reel ücret endeksi 2009 yılında 104’ten 87’ye gerilemiştir (% 15-16’lık bir gerileme). Ayrıca ilk kez nominal ücretlerde de bir düşüşsöz konusu olmuştur (endeks 143’ten 125’e geriledi) (Durmuş, 2010: 31–33).
Yukarıda dünyada çalışan 3 milyar civarındaki işçinin yarısının esnek istihdam koşulları altında, düşük ücretlerle ve güvencesiz bir konumda çalıştırıldıklarını vurgulanmıştı. Nitekim esnek istihdam Avrupa İstihdam Politikasının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu, standart olmayan istihdam koşulları, kısmi zamanlı çalışma, evden çalışma ve sabit ücretli çalışma gibi konuları içermektedir. Bu anlamda uluslararası emek gücü istatistiklerine göre Avrupalı her beş işçiden ikisi esnek istihdam koşullarında çalıştırılmaktadır. Esnek istihdamın en yaygın olduğu ülkelerin başında Hollanda, İtalya, Almanya, Portekiz, Polonya ve İspanya gelmektedir. Hollanda ve Almanya’da bu daha ziyade kadınların yer aldığı kısmi zamanlı istihdam, İspanya ve Portekiz’de ise sabit ücret biçiminde kendisini göstermektedir. Hollanda, Danimarka, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, İrlanda ve İsveç kısmi zamanlı çalışma da genel ortalamanın üstünde oranlara sahipler.  Sabit ücretli çalışmanın ortalama değerlerin üstüne çıktığı ülkeler ise Polonya, İspanya ve Portekiz. Yunanistan’da her üç çalışandan birisi evden çalışan konumundadır (Cesen, 2011).
Diğer taraftan hem işsizlik hem de esnek istihdam koşullarında çalıştırma hem tekil olarak işçilerhem de bir sınıf olarak işçi sınıfı mücadelesi açısından çoktemel bir sorundur.  Çünkü tekil olarak, borç batağına saplanmave alkole meyletme gibi davranış bozukluklarına neden olabilmektedir.İşini kaybetme, ödemelerini yapamama korkusu, çoluk çocuğun perişan edilmesi korkusu yaşanmakta ve bureel sosyalizmin çöküşünden sonra Rusya’da ve son aylarda Yunanistan(Parramore, 2012) ve Çin’de[14] görüldüğü gibi intiharlar, hane halkına dönük şiddet, kalp krizi, hipertansiyon, radikalleşme, hapis ve psikolojik rahatsızlıklar biçiminde sonuçlanmaktadır. Zira işsizlik ve güvencesiz çalışma toplumdan soyutlanmak anlamına gelmektedir, öyle ki piyasa ile ilişki kurulamadığında işçinin varoluşu tehlikeye girmektedir. Diğer taraftan, işsizler çalışanlar için de önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü işsizlik, emek sömürüsü, işverene bağımlılık ve güvencesizlik durumu işçinin özgüvenini ortadan kaldırmakta, mücadele gücünü zayıflatmakta, onu kolayca manipüle edilebilir ve adeta utandırılır bir hale dönüştürmektedir(Yates, 2008:  3–10). Ücretsiz çalışan ev kadınlarının durumu ise ayrıca bir sorundur. Düşük ücretle çocuk bakıcılığı yapan kadınlar (özellikle de kendi çocuklarını ülkelerinde başkalarına bırakıp zengin Arap ülkelerine hizmetçilik ve çocuk bakıcılığı için giden göçmen Filipinliler ve bazı Balkan Ülkelerinin kadınları)kendi çocuklarını feda etmek durumundadırlar.

5. Günümüzde iktisadi büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik düzelmemekte, daha da bozulmaktadır.
Kapitalist ekonomilerin büyümesinin ve gelişmiş dünyadaki yaşam standardının hızla artışının sanayi devrimiyle birlikte; sermaye birikimi, sanayileşme ve teknolojik ilerlemenin hızlanmasıyla son 160 yıldan bu yana sağlandığı bilinmektedir. Bir yazara göre (Thirlwall, 2003: 69), eğer 1850 tarihine kadar ki 6000 yıllık insan ömrü 1 gün ile ifade edilirse geçtiğimiz yüz yıl ½ saatten biraz fazla eder. Ancak bu son ½ saatte toplam 1 günden çok daha fazla üretim yapılmış ve gelir yaratılmıştır. Ülkeler arasındaki gelir düzeyi farklılıklarının sadece sanayi devriminden bu yana ortaya çıkması,  öncesinde hemen hemen bütün ülkelerin asgari geçimlik bir düzeye sahip oldukları ve aralarında temel farklılıkların bulunmadığı gerçeği bu savı desteklemektedir.
Yakın dönemde örneğin 1970–1990 döneminde küresel sanayiler yılda ortalama % 3 oranında büyüdü.  Bu oranda bir büyüme sanayinin 25 yılda iki katına çıkması demektir(SR, 2012).
Keza son 30 yıldır finansal sermaye ve finans sektörü çok daha hızlı büyüdü. Finansal işlemlerin hem ölçeği hem de önemi, finansal piyasaların ve ajanların genel ekonomi içindeki payı ciddi biçimde arttı. Türev araçlar gibi yeni finansal araçlar ortaya çıktı ve bu araçlar belirleyici hale geldi. Finansal sektörün ölçeği ve kârlılığı arttı. Finansal sektör gelirleri, finans dışı sektör gelirlerine göre çok daha hızlı arttı. Örnek olarak finans kapital merkezlerinin başında gelen ABD’ de finans sektörünün (FIRE) milli gelirden aldığı pay 1952- 1980 döneminde  % 12–14 iken, 2000’ de % 20’ ye yükseldi.1980 yılında, finansal şirketlerin kârları finans dışı şirketlerin kârlarının sadece % 8–9’ u iken, 2000’lerde % 40 oldu. Finansal işlem hacmi arttı: New York Menkul Kıymetler Borsası (NYSE)’ndagünlük işlem hacmi 1980’ de 45 milyon hisse iken, 1990’lar da milyarlarla ifade edilir oldu. Hisselerin el değiştirme oranı 2000’lerde, 1970’lerdekinin beş katına çıktı. ABD Hazine bonolarının günlük ortalama alım satım hacmi 1992’ de 96 milyar dolardan, 2004’ te 500 milyar dolara ve günlük devir oranı 2000’ de % 6’ dan, 2004’ te % 12’ ye çıktı(Orhangazi,  2008: 3–6).Yani hem reel sanayi üretimi hem de sonrasında ağırlıklı olarak finansal sektörün sürükleyici olduğu hizmetler sektöründeki hızlı büyüme ekonomik büyümenin önemli bileşenleri haline geldiler.
Kapitalist ekonomiler ve servet zenginliği bütün olarak bu denli artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet hem de gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsiz oldu ve 150 yıl öncesine göre yaşam standardı iyileşmiş olan emekçi sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki uçurum daha da büyüdü. Son krizle beraber emekçi sınıfların sadece nispi yoksulluğu değil, mutlak yoksulluğu da hızla arttı, giderek mülksüzleştiler, yoksullaştılar ve yaşam standartları hızla düştü.
Önce küresel eşitsizlik verilerini ele alalım. Günümüzde dünyada insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir ölçüde servet dağılımı adaletsizliği mevcuttur. Örneğin en tepedeki 9,5 milyon zengin, dünya nüfusunun binde 14’ünü oluşturmasına rağmen toplam servetin % 25’ine sahip durumdadır. Dahası en zengin % 10’luk nüfus küresel servetin ya da kaynakların % 85’ini elinde tutarken nüfusun  % 90’ı geriye kalan  % 15’lik bir kaynakla idare etmek zorundadır.  En alttaki % 50’lik nüfus ise toplam servetin sadece % 1’ine sahiptir. Diğer taraftan 2,5 milyar insan günde 2,5 dolardan az bir gelir tüketebilmektedir. Dünyada kişi başına günde 2 kg’lık bir gıda üretilirken toplamda 1,4 milyar insan aç yaşamaktadır (IFG,  2011) : 112–113). Dünyadaki en büyük 147 çok uluslu şirket küresel sermayenin % 40’ını kontrol ederken, bunların çoğunluğunu bankalar ve sigorta şirketleri gibi finans kapital kuruluşları oluşturmaktadır (DuBoff, 2011).
Servet dünyada coğrafi olarak da eşit ya da adil dağılmamaktadır. 2000 yılında ABD ve Kanada tüm servetin % 34’üne, Avrupa % 30’una ve zengin Asya-Pasifik ülkeleri % 24’üne sahipken, kalan servet diğer bölgelere (L. Amerika ve Afrika  % 12) aittir (Orrell, 2010: 157).
Bir başka kaynağa göre dünyanın en zengin 200 kişisinin serveti, 2,6 milyar insanınkinden fazladır. Diğer taraftan dünyada herkesin yeterli bir biçimde sağlık, eğitim, gıda temiz içme suyu, sanitasyon hak ve hizmetlerden yararlanabilmesi için yılda sadece 40 milyar dolarlık bir ek kaynağa ihtiyaç vardır. Bu rakam, 2009 yılında toplam servetleri 2,4 trilyon dolar olan dünyanın en zengin 50 kişisinin servetinin altmışta birine denk düşmektedir (Khalil, 2009). Ama zenginliklerin böyle adaletsiz bölüşümü bu sorunların ortadan kalkmasını önlemektedir.
Kapitalist sınıf ile emekçi sınıflar ve toplumun çok büyük bir kısmı arasındaki bu servet ve refah dağılımı eşitsizliğinin yanı sıra kapitalist sınıfların kendi içinde de göreli olarak bir farklılaşma ortaya çıkmış ve finans kapital başat duruma gelmiştir. Forbes 400 Dergisi’nin her yıl düzenli olarak yayınladığı ABD’ nin en zengin 400 insanının sektörler itibariyle dağılımına bakıldığında son yıllara ait veriler ABD’ deki finans sektöründe faaliyet gösteren spekülatör kapitalistlerin giderek başat bir hale gelirken, sanayici ve petrol zenginlerinin ikinci plana düştüğünü ortaya koymaktadır. Buna göre, 1982 yılında, petrol ve doğal gaz zenginleri en zengin 400 kişi arasında % 22,8 ile ilk sırada, sanayiciler % 15,3 ile ikinci sırada yer alırken, finans % 9 ile alt sıralardaydı. Sadece 10 yıl sonra, finans tüm alanların önüne geçerek % 17’ye ulaşmıştır (gayrimenkul ile birlikte % 25). Aynı yıl petrol ve gaz zenginlerinin payı % 8,8’ e ve sanayicilerin payı % 14,8’ gerilemiştir. Krizin hemen öncesinde 2007 yılında finansın tek başına payı % 27,3’ e yükselirken (gayrimenkul ile birlikte % 34), sanayi % 9,5’e gerilemiştir (Bernstein ve Swan, 2007: 112–113 ve Forbes, 2007: 42–44).
Kriz sonrasında, 2011 yılına ait veriler krizden kimlerin kârlı çıktığını da ortaya koymaktadır. 2011 yılı itibariyle dünyadaki dolar milyarderi sayısı 1000’i aşıyor. Forbes 2011 listesindeki en zengin milyarder olarak net servetini 2008 – 2010 döneminde 35 milyar dolardan 75 milyar dolara çıkartan Meksikalı CarlosSlimHelü yer almaktadır (diğer yandan 2009 yılında Meksika ekonomisi % 6 oranında küçülmüştü).  Öyle ki eğer Slim bir ülke gibi değerlendirilseydi bu serveti ile GSYH büyüklüğü sıralamasında Libya ile Sudan arasında 64.sırada yer alabilirdi. Dünya çapında 22 şirketi ve buralarda istihdam ettiği yaklaşık 250,000 çalışan mevcuttur (IFG,  2011: 63)
Diğer taraftan dünyanın en zengin ülkesi ABD’ de son kriz öncesinde dahi yaklaşık 50 milyon insanın sağlık sigortası yoktu (Durmuş, 2011/4: 64). 2010 yılında4,4 milyon saat başı çalışan ücretli (diğer ücretli istihdam türlerindekiler dedâhil edildiğinde10 milyonun üzerinde insan)  haftalık 290 dolar olan asgari ücret ve onun altında bir ücretle geçinmek zorunda (USBLS, 2010)ve nüfusun % 15’i, yani 46 milyon insan ise yoksul konumundadır (USBC,  2010 ).
Tek başına bu veriler bile kapitalist dünya ekonomisinin ne denli asimetrik olduğunu göstermektedir: Milyarlarca insan yoksulluk içindeyken az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin çok büyük bir kısmına el koymaktadır.
Eşitsizlik farklı birim ve ölçeklerde kendini sürekli tekrarlamaktadır.  Bugün her bölgenin ya da metropol kentin kendi yerel seçkinleri oluşmuştur. Brezilya’nın, Sao Paulo kentine ait 500 helikopteri var. Zenginler çalınmaları da çok zor olan bu helikopterlerle 3 mili aşan trafik sıkışmasına uğramadan seyahat edebiliyorlar. Diğer taraftan mevcut adaletsizliğin insanlığın kalıcı bir özelliği olduğunu düşünsek de bu yüksek dereceli eşitsizlik nispeten yenidir. Var oluşumuzun % 90’ında, tarımın geliştirilmesine kadar ki dönemde insanlar bir hayli eşitlikçi toplumlarda yaşamıştır. Bazı nedenlerden dolayı birkaç on yıldır adaletsizlikte ciddi artışlar gözlemlenmektedir. Muhtemelen dünyadaki zenginlik bölüşümü geçmişte bugünkü kadar eşitsiz olmamıştır. Dolayısıyla da ana akım iktisadın varsaydığı gibi “hepimizin eşit bir alanda oynadığımız ya da tarihin önemsiz olduğu” varsayımı doğru bir varsayım değildir (Orrell, 2010: 157).
Türkiye’de öncelikle servet dağılımı son derece adaletsizdir ve bu adaletsizlik son yıllarda izlenmekte olan neo liberal politikalarla daha da artmıştır. Öyle ki 2008 krizi dünyada olduğu gibi Türkiye’de servet zenginlerinin sayısını artırmıştır. Nitekim 28 Şubat 2011 tarihli Forbes Dergisi’ne göre Türkiye’nin en zenginleri listesinde (Forbes 100)  yer alan Türk dolar milyarderlerinin sayısı son üç yılda giderek artarak 2011 yılında 39 olmuştur.  Geçen yıl bu sayı 28 ve 2009 yılında ise 13 idi. 39 dolar milyarderinin bilinen servetlerinin toplamı 100 milyar doları aşmaktadır (Forbes, 28.02.2011).
Bu durum son yıllarda uygulanan ekonomi politikalarından asıl olarak kimlerin fayda sağladığını ve gurur duyulan büyümenin ne anlama geldiğini, büyümenin istihdamve emekçi sınıfların gelirlerini artırmadığını, servet zenginisermayedarlar yarattığını ortaya koymaktadır[15].
Şirket hissesi, gayrimenkul, toprak /arsa, banka mevduat hesapları, Hazine bonosu, repo, borsa gelirleri gibi servet unsurlarına sahip olmayan emekçi sınıflar gelir dağılımından da adaletli bir şekilde pay alamamaktadırlar. TÜİK gelir dağılımı araştırmaları(TÜİK, 17.09.2011), sosyal sınıfların milli gelirden aldığı payları göstermese de, % 20’lik hane halkı gruplarına göre yapılan gelir dağılımı araştırması en üst gelir grubu ile alttakiler arasındaki uçurumu göstermeye yetmektedir.  Aşağıdaki tablo en son gelir dağılımı araştırmasının sonuçlarını özetlemektedir.

Kaynak: TÜİK (17.09.2011).

Tabloya göre 2011 yılında en yüksek gelire sahip son gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay % 46,7 (geçen yıl bu oran % 46,4 idi) iken, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay % 5,8’dir.En tepedeki yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay, ilk yüzde 20’lik grubun payının 8 katıdır. Bir başka anlatımla Türkiye’de en tepede yer alan % 20’lik bir grup toplam gelirin neredeyse yarısına el koyarken, kalan yarısı Türkiye nüfusunun % 80’i tarafından paylaşılmak zorundadır.  Ya da en tepedeki üçte birlik bir nüfus gelirin üçte ikisine el koyarken, en alttaki % 60’lık nüfus kalan üçte bir ile yetinmek durumundadır.Gelir dağılımı adaletsizliğini gösteren kavramlardan biri olan Gini Katsayısı0.404 olup (geçen yıl 0,402 idi), Türkiye Meksika’dan sonra en OECD ülkeleri içinde en yüksek Gini Katsayısına sahip ülkedir (revolting-europe.com,20.06.2012)[16].
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yıllık olarak hazırlanan İnsani Gelişme Endeksi (Human Development Index)(UNDP, 2011)Türkiye’deki insani gelişmişlik düzeyinin ne denli düşük olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu endeks 169 ülke arasındaki insani gelişmişlik farklarını göstermektedir. Endeks, sağlık(ömür beklentisi), eğitim süresi ve okullaşma oranı ve kişi başına düşen milli gelir gibi asıl olarak üç temel kaleme dayanarak hazırlanır ve endeksin değeri 1’ e yaklaştıkça o ülkedeki insanların refah düzeyleri artar, yoksulluk düzeyi azalır.2010 yılı verilerine göre, gelişmiş OECD ülkelerinin endeks ortalaması 0.88 iken, Güney Asya ülkelerininki 0.51 ve en alttaki Sahra altı Afrika ülkelerininki 0.39’dur.Norveç’in 0.94 ile en tepede (1.) ve Zimbabwe’nin 0.14 ile sonuncu (169.) olduğu sıralamada Türkiye 0.68 ile 83. sırada yer almaktadır. Daha önceleri Türkiye 70’li sıralarda yer almaktaydı. İran, Ermenistan, Gürcistan, Yemen, Fas, Suriye, Mısır, Ürdün, Libya ve Tunus gibi ülkeler Türkiye’nin üstünde sıralanmaktadır.
Son olarak, OECD’nin “Sosyal Adalet Göstergeleri” açısından Türkiye’nin durumu çok kötüdür. Öyle ki 31 OECD ülkesinde 6 sosyal adalet göstergesinin ağırlıklı ortalaması OECD genelinde 6.67 iken Türkiye 6 göstergenin hepsinde 5 puanın altında kalarak 4.19 ile son sırada (31.sırada) yer almaktadır. Böylece Türkiye OECD’nin en sosyal adaletsiz ülkesi olarak tescillenmiştir (OECD, 2011). Türkiye’nin 10 üzerinden aldığı bu puanlar altı gösterge için şöyledir:  Yoksullukla mücadele: 4.26; eğitimde eşitlik: 3.67; istihdam imkânı: 4.86; sosyal bütünleşme: 3.22; sağlık: 3.79 ve kuşaklararası adalet: 5.05. Genel olarak yoksulluk oranı OECD ortalaması % 10,8 ve çocuk yoksulluğu oranı OECD ortalaması % 12,3’tür.Genel yoksulluk oranının en yüksek olduğu ülkeler G. Kore, Türkiye, Avustralya ve ABD’dir. Bu ülkelerde nüfusun % 17,3’ü % 50’lik medyan gelirin altında gelir elde etmektedir. Diğer taraftan çocuklar arasında yoksulluk oranları Danimarka için  % 3,7; Şili için  % 23,9; Meksika için % 25,8;  ABD için % 21,6ve Türkiye için % 23,5’tir[17].
Gelir ve servet dağılımında adaletsizlik ve yoksulluk bu denli yüksek olmasına ve kamu bütçe politikaları ile bu adaletsizlikleri bir miktar azaltmak mümkün olmasına rağmen, Türkiye’de bütçeler bu amaçla kullanılmamış, tam tersine gelir ve servetin zenginler ve sermaye grupları lehine yeniden bölüştürülmesine hizmet etmiştir.
Örneğin 2012 Bütçesi harcama ödeneklerininüçte birine yakın kısmı personel, üçte birinden biraz fazlası sosyal güvenlik kuruluşları ve yerel yönetimlere, altıda biri faizciye ve sadece on ikide biri çoğu yenileme niteliğindeki kamusal yatırımlara ayrılmıştır.% 37 ‘lik pay ile (130 milyar TL) bütçenin en büyük kalemini teşkil eden cari transferler içinde; tarımsal desteklemeye (köylü ve küçük üreticiye)  ayrılan pay sadece binde 7’dir (2,6 milyon TL).Sosyal Yardım Dayanışma Fonu için ayrılan pay ise sadece 3 milyar liradır. Yani bütçenin yoksullara dönük ödenekleri sadece binde 8 civarındadır (bu yardımlar AKP hükümetleri döneminde yılda hiçbir zaman ortalama 1–1,5 milyar TL’yi aşmamıştır).  Diğer taraftan sermaye geliri elde edenler için cömert vergi indirimleri, istisna ve muafiyetleri ve diğer teşvikler mevcuttur. Örneğin 103 adet vergi harcaması kalemi altında sermayeden alınması gereken 18 milyar TL’lik vergiden vazgeçilmektedir (bütçenin % 5’i. Bu rakam 2013 bütçesinde 22,4 milyar olarak öngörülmektedir). Sermaye için ayrıca; işveren primindeki 5 puanlık indirim için 5,5 milyar TL, kredi faiz desteği için 11 milyar TL ve kobi desteği için 2,8 milyar TL olmak üzere ilave bir % 5 tutarında sübvansiyon söz konusudur. Vergi harcamaları ile birlikte bu oran bütçenin % 11’ine denk düşmektedir (Durmuş, 08. 01. 2012).
Son olarak Nisan 2012’de kabul edilen ve 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren uygulanacak olan yeni teşvik yasası ile sermaye çevrelerine çok geniş kapsamlı teşvikler sunulmaktadır.  Katma değer vergisi (KDV) istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği, faiz desteği, yatırım yeri tahsisi, gelir vergisi stopajı desteği ve KDV iadesi öngörülmektedir.
Diğer taraftan, dünya ve Türkiye’ye ilişkin bu eşitsizlik ve adaletsizlik göstergeleri kapitalist üretim tarzının artı değer sömürüsü üzerinden sınıfsal bölünmüşlüğünün sadece çarpıcısonuçlarıdır. 250 yıllık kapitalizmin insanlara, iddia edilenin aksine, sınıfsal sömürü, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik ve krizler dışında pek de bir şey vermediğinin göstergeleridir. Bu sonuçları doğuran şey, toplumdaki diğer sömürü ve ezme biçimlerinin üzerinde, artıdeğer sömürüsüne, kâr maksimizasyonu için üretime ve çevreyi tahrip eden, işçi ve emekçi sınıfları baskılamaya dayalı kapitalist üretim tarzının bizzat kendisidir.
Bir başka anlatımla, işsizlikte olduğu gibi, yoksulluk, gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin nedeniana akım iktisatçıların ileri sürdüğü gibi kaynak yetersizliği değil, kapitalist sistemin kaynakları dağıtma biçimidir. Çünkü kaynaklar piyasalar tarafından ihtiyaçların karşılanması için değil, kâr elde etmek için dağıtılmakta ve kapitalist devlet izlediği sosyo-ekonomi politikaları ile bunu kolaylaştırmaktadır.
Piyasa mekanizmasıyla gerçekleştirilen ve devlet eliyle de perçinlenen işçi sınıfının bu sömürülmüşlük ve ezilmişlik durumu kendisini sosyo-ekonomik alanda servet, gelir, eğitim, sağlık, konut gibi konularda ciddi farklılaşma, eşitsizlik ve adaletsizlik biçiminde ortaya koymaktadır. Keza bu bir kerelik bir olarak kalmamakta, piyasalar ve devlet bu eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi krizler ise bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır (Durmuş, 08. 01. 2012).

Nasıl düzenlemeye tabi tutulurlarsa tutulsunlar, üretim ve bölüşüm özel mülkiyetin egemenliğinde olduğu sürece, temel insan hakkı olan istihdam, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal konut gibi hakları karşılamaya dönük kamusal hizmetler tüm toplumun, insanlığın ya da çevrenin yararına olacak biçimde sunulamamakta ve bu haklar birer birer ortadan kaldırılarak sermaye için yeni kârlı alanlara dönüştürülecek şekilde metalaştırılmaktadır (Durmuş, 2011: 327–336).
Tarih, bize, sosyal devletin olgusunun sonlandırılmasında yaşandığı gibi, kapitalizmi reforme etme çabasının sadece kısa bir süre için işe yarayabildiğini göstermiştir. Çünkü bu çaba sistemin egemenlerince yok edilmiştir. Bu nedenle de kısa erimde mevcut sistemde çalışan sınıfların ve işsizlerin çıkarlarını koruyup geliştiren her tür iyileştirme için mücadele edilmelidir. Ancak, toplumsal yapının dönüştürülüp, siyasal iktidarın tekelci sermayeden alınmadan bu reformların asla güvende ve kalıcı olamayacağının da bilinciyle; uzun erimde kaynakların, tüm toplumun ve ekolojinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bu sorunlara neden olan üretim tarzını ve bunun neden olduğu bölüşüm ilişkilerini değiştirmek zorunluluğu kendini dayatmaktadır. Bu, ekonomiyi kontrolü altında tutan büyük işletmelerin ve bankalarınkamusal mülkiyete devredilmesinive dış ticaretin devletleştirilmesini; bu işletmelerin yönetim ve denetiminin işçilerin ve diğer çalışan sınıfların ve bir bütün olarak toplumun demokratik olarak seçilmiş olan temsilcilerine bırakılmasını gerektirir. Sadece demokratik olarak planlanmış bir sosyalist ekonomi ve çalışan sınıfların kontrolünde yeniden yapılandırılmış bir devlet,  herkesin insan gibi yaşayabileceği bir ücrete, kaliteli bir sağlık hizmetine, ücretsiz eğitime, konuta ve sosyal güvenliğe sahip olmanın garantisi olabilir (Durmuş, 2011: 327–336).
.
Sonuç
Son 2,5 yıldır kesintisiz büyüyen Türkiye ekonomisinin büyüme hızının 2011 yılının ikinci çeyreğinden itibaren yavaşladığı, hatta ekonominin bir daralma eğilimine girerek bu yılın ilk çeyreğinden itibaren küçülmeye başladığı görülmektedir. Bu gelişme Türkiye’nin diğer ekonomilerden ayrıştığı iddiasını boşa çıkartmaktadır. Bu durum aslında uzunca bir zamandır başarısını yüksek büyüme oranlarına endekslemiş ve kısmen bununla toplumu idare edebilmiş olan siyasal iktidar için diğer sorunlara ilave olarak iktisadi anlamda da sıkıntılı bir dönemin başladığını ortaya koymaktadır.
İktisadi büyüme GSYH’deki yüzdesel artışla ölçülmektedir ama bu tanım yeterince tatmin edici değildir. Zira insana ait maliyetleri ve faydaları, emek ve emekçilerin çalışma koşullarını göz ardı ederken, ticari işlemlerin değerleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Sadece belirli piyasa işlemlerinin değerini ölçmektedir. Üretimi ya da örneğin özgün bir biçimde faydalı mal üretimini göstermemektedir. Bunun nedeni ölçmenin malların “değişim değerine” dayandırılması, “kullanım değerlerinin göz ardı edilmesidir.
Ayrıca GSYH kavramı;  ev içi üretimin hesaplamaya dâhil edilmemesi, hiçbir ayrıştırma yapmaksızın tüm ticari faaliyetlerin insanlara hizmet ettiğinin varsayılması, dinamik bir süreç içinde değişen GSYH yapısının hesaplanmasının zorlukları, bilgi eksikliği içeren ya da irrasyonel satın almaların ötesinde tüketicilerin aslında almaya niyetli olmadıkları satın almaların da kapsama dâhil edilmesi, buna karşılık toplumun bütününe zarar veren iktisadi faaliyetlerin dikkate alınmaması, ülke karşılaştırmalarısırasında sorunlu olması, önemli boyutlara ulaşan kayıt dışılığın dikkate alınamaması gibi başka çok sayıda kısıta da sahiptir.
Keza ana akım iktisat ideolojisi GSYH artışı olarak tanımladığı ekonomik büyüme kılıfına bürünerek piyasaların tek başına toplum için en yüksek faydayı garantileyeceğini ileri sürmektedir. Bu haliyle bu kavram adeta büyük istatistiklerden oluşan bir halı gibidir. Altına işçiler, onların yaşam ve çalışma koşulları süpürülerek despotik burjuva iktisat ideolojisinin doğası gizlenmekteve GSYH’nin ekonomik başarının bir ölçütü olarak kabul edilmesi dikkatlerin daha adil ve eşitlikçi iyi bir topluma olan ihtiyaçtan uzaklaştırılmasına neden olmaktadır.
 “Büyüme oranı  % 10’larda olsaydı emekçiler için ya da toplumun bütünü için ne değişirdi?” sorusuna verilecek yanıt büyüme ile ilgili öze ilişkin bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
İlk olarak, günümüzde kapitalist büyüme bir yanılsamadır. Bu yönüyle de toplumdaki sömürü ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir. Hem ülke içinde yaratılmış olan ‘artı değer’ hem de dış ticaret aracılığıyla çok uluslu şirketlerin el koydukları yarı sömürge ülke işçilerinin yaratmış olduğu ‘artı değer’, ‘katma değer’ olarak gösterilmekte, böylece hem zenginliği yaratan gerçek kaynaklar hem de acımasız bir yerli ve emperyalist sömürü gizlenmiş olmaktadır.
İkinci olarak, büyüme sorunu daha ziyade metropolkapitalistekonomilerin bir sorunudur ve yatırım, talep, tüketim eksikliği ve azalan kâr oranları gibi nedenlerden dolayı ortaya çıkmaktadır. Azgelişmiş ülkeler için düşük büyüme bir sorun olsa da asıl sorun kalkınma ve sanayileşme sorunudur. Çünkü bu ülkeler genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de kapitalist bir üretim tarzı içinde kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir. Ya da en fazla “yarı- sanayileşmiş” bir ülke konumuna gelebilmekte ve ABD, Avrupa ve Japonya’nın terk ettiği sanayilere yönelebilmektedirler. Bu anlamda son 10 yıldır ortalama % 7’lerde büyümesine rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve sanayileşmekte olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Daha ziyade dışa bağımlı bir yarı-sanayileşmiş ülke ve ekonomi konumunda olup temel sosyal kalkınmışlık özelliklerine de sahip olmayan bir ülkedir. Bu nedenle de özellikle siyasal iktidarların hızlı büyüme oranlarının arkasına sığınarak yaptığı  “gelişme” ya da “refah artışı” iddiaları gerçekçi değildir.
Üçüncü olarak, iktisadi büyüme kavramı pratikte toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için de kullanılmaktadır. Örneğin birkaç banka ya da sınai tekel kar ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyümekte, iktisadi büyüme de hızlanmaktadır. Bu anlamda İktisadi büyüme sermayenin, servetin büyümesidir. Öyle ki iktisadi büyümenin hızlandığı yıllarda servet ve sermaye sahiplerinin varlık stoklarının da çok hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük üretici, esnaf ve köylünün gelirlerinin yerinde saydığı ya da çok az arttığı görülmektedir. Bu sonuca neden olan faktörlerden biri de hükümetlerin emek aleyhine uyguladıkları, ücret, gelir ve vergi politikalarıdır.
Dördüncü olarak, günümüzde iktisadi büyüme yeterli düzeyde ve güvenceli istihdam yaratmayan bir büyümedir. Çünkü kapitalizm geldiği nokta itibariyle sadece kriz dönemlerinde değil, krizde olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem olmadığını ortaya koymuştur. Son dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir. Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel emeği israf etmektedir. Büyüme ise asıl olarak mevcut emek gücünün daha verimli ve yoğun çalıştırılmasıyla sağlanmaktadır.
Son olarak, iktisadi büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik düzelmemekte daha da artmakta, servet hem ülke içinde hem de uluslararası boyutta olmak üzere az sayıda zenginin elinde toplanırken toplumun kalan kısım giderek yoksullaşmakta,  mülksüzleşmektedir, Milyarlarca insan yoksulluk içindeyken az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin çok büyük bir kısmına el koymaktadır. Kapitalist ekonomiler büyürken ve servet zenginliği hızla artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet hem de gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsizdir. Emekçi sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki uçurum daha da büyümektedir. Keza bu eşitsizlik bir kerelik bir olarak kalmamakta, piyasalar ve kapitalist devlet bu eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi krizlerse bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır.

Kaynakça
Baker,  Dean ,” Job Growth Slows Sharply In March, Unemployment Edges Down to 8,2 Percent”, ,www.cepr.net, (April 6, 2012).
Bernstein, Peter W. ve Swan, Annaly, All the Money in the World: How the Forbes 400 Make-and Spend-Their Fortunes, New York : Alfred A. Knoph, 2007,s. 112-113 ve “Vast Wealth”, Forbes , October 8, 2007.
Boratav, Korkut,  “Sıkıntılı aylar devam ediyor; biraz hafifleyerek...” BirGün (21.08. 2012).
Boyacıoğlu, H., “Türkiye’de her beş kişiden biri yardımla yaşıyor”, Radikal, (04.04.2011).
Bozpınar, Cumali, İşsizlik-Büyüme İlişkisi: Türkiye İşgücü Piyasası, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2010.
Cesen, Tanja, Europeanlabour market policy in thetimes of recession, 17th Workshop on Alternative EconomicPolicy in Europe European integration at the crossroads: Deepening or disintegration? Workshop 1 – Austerity policies at theC3-Center for International Development, Vienna/Austriafrom16-18 September 2011 organised by the Euro Memo Group, www2.euromemorandum.eu/
Clarke, Tony, Fernandes, Sabrina, Girard, Richard, “UncleSlim: TheWorld’sRichest Man”, Outing the Oligarchy, A Special Report byThe International Forum on Globalization (IFG), December 2011).
Cunningham, Finian “Suriye Krizi ve İran Üzerindeki Yaptırımların Türkiye Üzerindeki Yıkıcı Etkisi”, (Çev. Mustafa Durmuş), (2010), http://cerideimulkiye.com.
Çavuşoğlu, Büşra “Türkiye’de Çalışan Yoksulluğunun Genel Durumu”, Sosyal Güvence, (Ocak-Nisan 2012).
DuBoff, Richard B.  “Who Controls Capital? Who Does Capital Control?”,http://mrzine.monthlyreview.org, (26 November 2011).
Durmuş,Mustafa “Obama Sağlık Reformu: Kanseri Aspirinle Tedavi Etmek”, Çalışma ve Toplum, 2011/4 (Sayı 31), http://calismatoplum.org.
Durmuş, Mustafa, “Kapitalizmin Krizinin Yeni Aşamasında Dünyada ve Türkiye’de Ekonomik Durum: İstihdamsız Büyüme ve Adaletsiz Bölüşüm”, KESK –AR, 2010.
Durmuş, Mustafa,  Kapitalizmin Krizi- Küresel Krizin Eleştirel Bir Çözümlemesi, 3.Baskı, Tan Kitabevi Yayınları, 2011.
Durmuş, Mustafa, “2012 Bütçesi Kimin Bütçesi?”,  Radikal 2, (08. 01,2012).
Evrensel Gazetesi,  İşçiler de 'büyüme' şehidi mi?, (07.04.2012)
Forbes  (8 Ekim 2007).
Forbes ( 28 Şubat 2011).
Fortune 500 Türkiye 2011.
Foster, John Bellamy, McChesney, Robert W. ve Jonna, R. Jamil, “The Internationalization Of Monopoly Capital”, MonthlyReview, Vol 60.No 2, http://monthlyreview.org, (June 2011).
Goulet, D.,The Cruel Choice: A New Concept on theTheory of Development, New York Atheneum, 1971.
“Gulf between rich and poor widening”,http://revolting-europe.com/data/wealth-inequality, (20.06.2012).
Gürsel, Seyfettin, “Ezber bozan durumlar”, Radikal, (19.04.2012).
Gürsel, Seyfettin,  İmamoğlu,  Zümrüt ve Soybilgen, ,Barış, “İç talepte sert fren büyümeyi düşürdü”, Betam Araştırma Notu ( 04.07.2012), http://betam.bahcesehir.edu.tr.
Gürses, Uğur,  “Sert İniş Sinyalleri”, Radikal, (04.04.2012).
Gürses, Uğur, “Ekonomideki iniş yumuşak mı sert mi?”, Radikal, (04. 07. 2012)
http://haber.sol.org.tr.,“En zengin daha da zengin, Ülker hepsinden zengin”, (24.12.2012).
http://www.tbb.org.tr.
Hürriyet,  (29.07.2012).
International Labour Office (ILO),  Global Employment Trends 2011: The challenge of a jobsrecovery, Geneva, 2011.
International MarxistTendency, “Perspectives for world capitalism 2012  – Part One”, www.marxist.com, (09 March 2012).
Kalkan, Sarp, Cari İşlemler Açığında Neler Oluyor? Bu Defa Farklı mı Yoksa Aynı mı? TEPAV Değerlendirme Notu (Şubat 2011), http://www.tepav.org.tr.
Kaynak, Muhteşem, Kalkınma İktisadı, 3.Baskı, 2009, Gazi Kitabevi.
Khalil, Ramy, “Capitalism in Crisis - Is a Socialist World Possible?”, www.socialistalternative.org, (08. 09. 2009).
Moore, Malcolm, “Masssuicide' protest at Apple manufacturer Foxconn factory”, http://www.telegraph.co.uk, (11.01.2012).
OECD, Social Justice in the OECD – How Do the Member States Compare? Sustainable Governance Indicators 2011.
Orhangazi, ,Özgür,  Financialization and the US Economy, 2008, Edward Elgar.
Orrell, David,  Economyths, Ten Ways Economics Gets It Wrong, John Wiley & Sons Canada, Ltd., 2010.
Özatay, Fatih,  “Oldukça Yumuşak Bir iniş”, Radikal, (03.07.2012).
Parramore, Lynn, “CrisistoSuicide: How Many Have to Die Before We Kill the False Religion of Austerity?” www.alternet.org/story(26.04.2012).
Perelman, Michael,  The Invisible Handcuffs of Capitalism, Monthly Review Press, 2011.
Radikal, (17.07.2012).
Radikal, (02.08.2012).
Smith, John, “The GDP Illusion - Value Added versus Value Capture”, Monthly Review, (July-August 2012), Vol.64 No.3.
Socialist Resistance SR (Britain), “Class struggle and ecology: An ecosocialist approach”,http://links.org.au, (14.07.2012).
Sum Andrew, Khatiwada,,Ishwar, McLaughlin, Joseph, Palma, Sheila, “ABD: 2007–2009 Resesyon’undan “İşsiz ve Ücretsiz” Çıkış: Toparlanma Kime Yaradı?”, (Çev. Veysel Deniz), Kurtuluş, Sayı 2 (Mayıs-Haziran-Temmuz 2012).
The Guardian , www.guardian.co.uk,  (22.12.2012)
The International Forum on Globalization (IFG), Outing the Oligarchy, A Special Report (December 2011).
Thirlwall, A.P,  Growth and Development: With Special Reference to developing Economies, 7.Edt., MacMillan, 2003.
Thomson Reuters Datastream, Eurostat, (03.02.2012).
Turhan, Şebnem, “Büyüme vatandaşlıktan çıktı”,  Radikal Ekonomi, www.radikal.com.tr, (03.07.2012),
TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2011, Haber Bülteni, Sayı: 10902, www.tüik.gov.tr. (17.09.2011).
TÜİK, Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla, Haber Bülteni 1. Dönem 2012 (02.07.2012), http://www.tuik.gov.tr.
TÜİK, Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla, Haber Bülteni 2. Dönem Sayı: 10895 (10.09.2012).
TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri Bülteni (15.06.2012), http://www.tuik.gov.tr.
Türkiye Kalkınma Bakanlığı, Türkiye Ekonomisinde Haftalık Gelişmeler (06.07.2012), www.dpt.gov.tr.
United Nations Development Programme (UNDP), The Human Development Index (HDI) 2011, http://www.undp.org.bz.
U.S. Bureau of Labour Statistics (USBLS), Characteristics of Minimum Wage Workers: 2010, http://www.bls.gov/cps/minwage2010.htm.
U.S. Bureau of theCensus, Income, Poverty, and Health Insurance Coverage in the United States: 2010, Report P60.
Yates, Michael D.,“The Injuries of Class”, Monthly Review,  Vol 59.N0.8
( January 2008).
Yates, Michael D., “The Emperor Has No Clothes, But Still He Rules: Three Critiques of Neoclassical Economics”,  Monthly Review, www.monthlyreview.org, (14.06. 2011).
Yu, AuLoong ve Ruixue, Bai, “New Signs of Hope: Resistance in China Today”,LabourWorld,  http://worldlabour.org/eng), (08.05.2012).













* Doç., Dr., Gazi Üniversitesi, Maliye Bölümü.
[1] Yılın ikinci çeyreği için büyüme oranı % 2,9 olarak açıklanırken, ilk çeyrek için oran  % 3,3 olarak revize edildi. Yüzde 2,9’luk büyüme Kuzey Amerika ve Avrupa ekonomilerinin içinde bulundukları durgunluk ile kıyaslandığında hala canlı bir büyüme gibi gözükse de önceki yıla göre %  50’lik bir düşüşe işaret etmektedir.
[2]Keza, Ocak-Haziran 2012 döneminde İran’a yapılan hayali altın ihracatını da dikkate almak gerekir. Zira bu dönemde altın ihracatı, altın ithalatını 1,692 milyon dolar aşmaktadır. “Bu, ülkedeki altın stoklarının İran’dan yapılan ithalatın finansmanında kullanılması anlamına gelir; “hayalî” ihracattır ve milli gelir hesaplarında dikkate alınmaması gerekir.  Bir önceki yılın altın ihracat/ithalat rakamlarını “normal” kabul edersek, TÜİK’in bu yıla ait milli gelir hesaplarını belki de dörtte bir oranında “traşlamamız” gerekecektir”(Boratav, 2012 ve Cunningham, 2010).
[3] Bu konudaki tartışmalar için bak. (Özatay, 03.07.2012; Gürses, 04. 07. 2012; Gürses,04.04.2012).
[4] Nitekim bu gelişme hali hazırda bütçe gelirlerine de yansımıştır. Maliye Bakanı Şimşek 2012 yılının ilk altı ayını değerlendirirken, geçen yılın ilk altı ayında bütçenin 2,9 milyar lira fazla verdiğini, bu yıl ise geçen seneye göre bütçe performansında 9,6 milyar liralık bir düşüşle 6,7 milyar liralık açık verdiğini, vergi gelirlerinin geçen yılın aynı döneminde % 24,4 artmasına karşılık bu yıl sadece % 6,9 arttığını ve özellikle KDV’nin yerinde saydığını açıkladı (Radikal, 17.07.2012).Sonrasında ortaya çıkan veriler bütçe açığının 14 milyar lirayı bulduğunu ve bunun 9 milyar lirayı aşan kısmının savaş harcamalarındaki artıştan kaynaklandığını ortaya koydu.
[5]Ancak kamusal tüketim harcamalarındaki bu artış kamu emekçilerine ödenen maaşlardaki artıştan değil, devletin her yıl rutin olarak kullandığı mal ve hizmet alımlarındaki artıştan kaynaklanmıştır.
[6] Büyümenin yavaşladığı, dolayısıyla da sermaye ve servetin daha düşük oranda büyüdüğü ya da büyüyemediği durumlarda büyümeyi bölgesel savaşlar dâhil başka çözümler üzerinden yürütmek zaman zaman sermaye çevrelerinin tercihleri arasında olmuştur. Suriye üzerinden yürütülen savaşçı dış politika söylem ve eylemleri bu açıdan da değerlendirilebilir.
[7] Türkiye’nin hali hazırda oran olarak en yüksek cari açığa sahip ülke durumunda olduğunu hatırlatalım. Nitekim bu sorunun bir yansıması olarak bankaların dışarıdan aşırı kredi kullanmaları ve beraberinde bu krediler üzerinden halkın borçlandırılması siyasal iktidarın da dikkatini çekmiş olmalı ki Başbakan Yardımcısı Babacan kısa süreli yüksek büyümenin faturasının ağır olabileceğine dikkat çekmiştir (Hürriyet, 29.07.2012).
[8]Dünya ticaretinin % 40’ının “outsourcing” ile gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Bunun içinde en önemli yöntem taşeron kullanmaktır. ÇUŞ’lar açısından bu yöntem işgücü maliyetlerini düşürmenin en etkili yöntemidir. Örneğin Nike firması ayakkabı üretiminin tümünü Güney Asya’daki taşeron firmalara yaptırmaktadır. 1996 da bir Nike ayakkabısı 5 farklı ülkede, 52 farklı parça ile üretiliyordu. Bu yıl Endonezya da 70 milyon çift Nike üretildiğinde küçük yaşta kız çocukları günde 11 saat ve saatine 15 cent ödenerek çalıştırılıyordu. Bir bütün olarak Endonezya’daki bir işçiye günde sadece 2 dolar civarında bir para ödeniyordu. Batıda 149,50 dolara satılan bir Nike basketbol ayakkabısı için Vietnam’da ödenen işçilik ücreti sadece 1,5 dolar civarındadır (%1) (Foster ve diğerleri, 2011).

[9]Oysa neo klasik iktisat 20 yy’ınbaşlarında Pareto ve Robbins’ten bu yana büyümeyi açıklarken gelir ve refah bölüşümünü veri kabul eden bir durumu meşrulaştırmaya çalışmıştır. Buna göre toplumsal refahın göstergesi olarak sosyal refah fonksiyonu (SRF) bireylerin tek tek refahlarının sıralamasından oluşur ve diğerlerinin refahı sabit iken bir bireyin dahi refahının artması toplumsal refahı artırır.  (SRF= f (U1,U2,U3,……Un ).
[10] Bu durum iki örnekle açıklanabilir:  İlk örnek olarak, 2007 yılında Bermuda adlı bir küçük ada ülkesi en yüksek GSYH’ye sahip ülke olarak birinci sırada yer almıştı. Bu veriden hareketle bu ülke insanlarının dünyanın en üretken insanları olduğu fikrine kapılmak mümkündür. Oysa bu ülke ekonomisi 2001 Eylül saldırıları sonrasında ABD’ de Dünya Ticaret Merkezi’nin de yerle bir olması nedeniyle dünyanın en büyük hedge fonlarının ve sonrasında Katrina kasırgası ile birlikte en büyük reassürans şirketlerinin bu ülkeye gelmesi sonucunda böyle bir büyüklüğe erişmiştir. Dünyanın bir numaralı ülkesi olsa da bu ülkedeki tek üretken faaliyet beach barlarda üretilen kokteyller ve diğer turistik hizmetlerdir. Diğer taraftan bu ülkeye 1600 km uzaktaki bir başka küçük ada ülkesi olan Dominik Cumhuriyeti’ndeki 57 serbest üretim bölgesinde çalışan 154,000 işçi Kuzey Amerika piyasaları için ayakkabı ve hazır giyim ürünü üretmektedir. Aynı yıl bu ülke ekonomisinin büyüklüğü Bermuda ekonomisinin satın alma gücü paritesi (SGP) bağlamında  % 8’ini, piyasa döviz kuru üzerinden ise sadece % 3’ünü oluşturabiliyordu. CIA’ nın World FactBook’unda bu ülke Bermuda’nın 97 sıra gerisinde yer almaktadır. Şimdi bu ülkelerden hangisi küresel refaha daha fazla katkıda bulunmaktadır? (Smith, 2012:  97). İkinci örnek olarak, Türk şirketlerinin 2011’deki oldukça yüksek performanslarıdır. Bir araştırmaya göre en büyük 500 şirketin toplam cirosu 2010 yılına göre 2011’de % 22 artarak 553 milyar liraya çıkmıştır. Keza 1 milyar liranın üzerinde satış gelirine sahip şirket sayısı 2011 yılında önemli miktarda artmıştır. Bkz. (Fortune 500, 2011). Bankacılık sisteminin 2011 yılı sonu itibariyle toplam kârı ise 20,1 milyar lira olarak gerçekleşmiştir (www.tbb.org.tr).
[11]Precariat, küreselleşme ve teknolojik değişimlerin neden olduğu, uluslararası iş bölümüne uygun bir biçimde esnek istihdam koşullarında ve genelde yarı zamanlı istihdam edilen, büyük ölçüde kadınlardan, gençlerden, engelli işçilerden, tekrar çalışmak zorunda kalan emeklilerden, eski mahkûmlardan ve göçmenlerden, daha önce orta sınıflara mensup meslek sahiplerinden, iktisadi değişim nedeniyle yerlerinden edilmiş olan kalifiye ve yarı-kalifiye işçilerden ve işsizlerden oluşan ve temel özelliği güvencesizlik ve ekonomik koşullara duyarlılık olan işçi sınıfı katmanlarını anlatan bir terimdir (Standing,  2011).
[12]EurostatEurozone’den aktaran The Guardian , 2012. Bir başka kaynağa göre genç işsizlik oranı İspanya’da % 49,9; Yunanistan’da % 48,1; Portekiz’de % 35,1; İtalya’da % 31,1; İrlanda’da % 29,6; Fransa’da % 23,3; İngiltere’de % 22,2 ve Almanya’da % 7,8 (Thomson Reuters, 2012).
[13]Bir araştırmaya göre kapitalist dünya sistemi altında 2020 yılında azgelişmiş ve gelişmiş ülkeler arasında bugün mevcut olan kalkınma ya da gelişmişlik açığının aynen korunabilmesi için azgelişmiş ülkelerin yılda en az % 12 oranında büyümesi; aynı yıl her iki grubun da aynı gelir düzeyinde olabilmelerinin sağlanabilmesi (örneğin 45,000 dolar) için bu ülkelerin yılda en az  % 20 oranında büyümesi gereklidir. Bu azgelişmiş ülkelerin mevcut büyüme hızlarını 6 kat artırmaları ve milli gelirlerinin en az % 50’sini tasarruf ederek yatırıma ayırmaları ve bu kaynağı israf etmeden etkin bir biçimde kullanmaları gerektiği anlamına geliyor. Nitekim yıllık ortalama % 6 ile büyüyen Malezya’nın bu düzeye gelebilmesi için 64 yıl boyunca kesintisiz büyümesi gerekiyor (Thirlwall, 2003,64–67). Bu pratikte gerçekleşmesi imkânsız bir durumdur. Zira azgelişmiş ülkeler içinde gayrisafi sermaye oluşumunun GSYH içindeki payı açısından en yüksek orana sahip ülke olan Çin dahi % 40 ile bu hedefin altındadır. Türkiye’de ise bu oran 2011 yılında  % 22,5’tur (TKB, 2012) . Bu veriler büyümenin niteliksel özelliklerinden kaynaklanan sorunlarının yanı sıra niceliksel olarak da mevcut kapitalist yoldan gelişmişlik ya da kalkınmışlık farkını ortadan kaldıramayacağını ortaya koymaktadır. 

[14] 2010 yılında Wuhan’dakiFoxconn elektronik fabrikasında 18 işçi çok kötü çalışma koşullarının yarattığı stresten dolayı fabrika binasından kendisini atmış ve 14’ü ölmüştü. Ayrıca aynı fabrikada ölümle sonuçlanan çok sayıda patlama olmuş ve uluslararası soruşturmalara konu olmuştu (Moore, 2012).


[15] Ekonomist Dergisi geleneksel olarak duyurduğu 'En Zengin 100 Türk' Araştırması’nın 2012 sonuçlarını açıkladı. Buna göre en zengin 100 Türk’ün toplam serveti 2012 yılında geçen yıla oranla  % 25 arttı. Dikkat çekici yükseliş ise İslami sermayenin önde gelen markalarından Ülker Grubu'na aittir. Geçen yıl altıncı sırada bulunan Ülker Ailesi’ne ait Yıldız Holding, Koç Holding ve Doğuş Holding’in ardından üçüncü sıraya yükseldi. Sabancı Holding ise dördüncü sırada yer alabildi (haber.sol.org.tr).
[16]Bu katsayı 1’e yaklaştıkça adaletsizlik artmaktadır.
[17] Türkiye’de sadece çocuk yoksulluğu değil, aynı zamanda çocuk mahkûm sayısı da oldukça yüksek olup 2012 yılının ilk beş ayı itibariyle 2,500 civarındadır. 2003–2011 döneminde cezaevlerinde ölen çocuk mahkûm sayısı ise 1536’dır. Hem çocuk mahkûm sayısı hem de ölen çocuk mahkûm sayısının 2010 yılından bu yana hızla artması dikkat çekicidir (Radikal, 02.08.2012).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder