21.Yüzyılın
Üçüzleri:
İktisadi kriz, yeni bir
paylaşım savaşı ve otoriterleşme[1]
Mustafa
Durmuş
Sevgili
Mustafa Kâhya’nın anısına,
1. Emperyalist Paylaşım
Savaşı’nın 100.yılındayız. Tarihin tekerrür ettiğine inanmıyoruz ama bu savaş
öncesi koşullarla bugünün koşulları arasındaki benzerliklerin de göz ardı
edilmemesi gerekir. Savaşların ve diğer uluslar arası gerilimlerin arka
planında yer alan iktisadi gelişmelerin ve çıkar çatışmalarının bugünün bilgisi
ile çözümlenmesi son derece önemli. Zira gelecek, belli evrimci kanunlar
çerçevesinde geçmişte ortaya çıkan olaylar tarafından şekilleniyor. Bu,
geleceğin bugünkü koşullara bakılarak tam olarak tahmin edilebileceği anlamına
gelmez. Daha ziyade, tarihteki her hangi bir andaki bir toplumsal gelişmenin en
doğru anlaşılabilmesinin yolunun, geçmişteki koşulları iyi çözümlemekten
geçtiği, zira bu koşulların mevcut yapıların gelişimini şekillendiren koşullar
olduğu anlamına gelir. Yani geleceğin koşulları bugünden belirlenmektedir. Bu
bağlamda artık kalıcı bir durgunluğa dönüşmüş olan kapitalist krizin,
militarizmin uluslar arası çapta yükselmesinin ve otoriterleşmeye yönelimdeki belirgin
artışın bir arada görülmesi tesadüf değildir.
2008 yılında patlak
veren kapitalist kriz, dünyada, özellikle de bazı büyük ekonomilerde, hızla bir
‘Büyük Resesyon’a, kamu ve özel sektör borç krizlerine ve beraberinde de sosyal ve politik
krizlere dönüştü. Öyle ki kriz Avrupa’nın sahillerine kadar ulaştı.
Şu an itibariyle avro bölgesi krizi aşılamamakta, tam tersine giderek derinleşerek
yayılmakta, çok daha fazla ülkeyi etkilemektedir. Bu gelişmelerin sonucunda
bölgenin Kuzeyi ve Güneyi arasındaki farklılıklar daha da arttı ve Güney
ülkeleri ekonomik açıdan önemli kayıplara uğradı.
Siyasal açıdan
Avrupa’nın bütünleşmesinin geleceği ile ilgili umutsuzluklar da artmaya başladı.
Öyle ki Avrupa Para Birliği’nin (EMU)
artık işlevsiz olduğundan hareketle bazı senaryolar üretilmektedir. Örneğin avro
bölgesinin Merkez ve Çevre ülkeleri olarak ayrışarak ikili bir yapıda varlığını
sürdüreceği, tam bir çözülme yaşanarak Birliğin bundan böyle sadece tek bir
pazar olarak devam edebileceği ve Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya gibi
ülkelerin avro bölgesini terk edecekleri (bunların içinde en gerçekçisi) senaryoları
konuşulmaktadır[2].
Yaklaşık yedi yıldır onlarca
trilyon dolarlık banka ve şirket kurtarması yapılmış, ‘miktarsal kolaylaştırma’
adı altında finansal kuruluşlara devasa miktarda nakit aktarılmış, reel
yatırımları teşvik etmek ve ekonomide canlılık sağlamak gerekçesiyle neredeyse sıfıra
yakın faiz politikası ve çok büyük çaplı kamusal alt ve üst yapı harcaması
biçimindeki maliye politikaları uygulanmış olsa da bunların gerçekte işe
yaramadığı ortaya çıktı.
Dünya ekonomisi:
Düşük viteste yola devam…
OECD, Kasım ayında
Avustralya’da yapılacak olan G-20 toplantısı öncesinde dünya ekonomisi ile
ilgili beklentilerini açıkladı[3].
Buna göre, küresel hâsıla
bu yıl yüzde 3,3, gelecek yıl yüzde 3,7 ve 2016 yılında yüzde 3,9 büyüyebilecektir.
Bu oranlar gerçekleşse dahi kriz öncesi düzeylere erişilmiş olmayacaktır.
Erişilmesi şüpheli bu büyüme hızları, ancak ABD’nin bu yıl yüzde 2,2 ve gelecek
iki yıl ise sırasıyla yüzde 3,1 ve yüzde 3 oranında büyüyebilmesiyle
gerçekleşebilecektir. OECD’ye göre Avrupa ve Japonya bu dönemde yüzde 1
büyürlerse şanslı sayılacaklar.
OECD Genel Sekreteri Gurra’nın açıklamalarına
göre dünyanın büyük ekonomilerinin çoğunluğunun büyüme performansları hayal
kırıcıdır. Bu da bir kez daha altı ay öncesindeki büyüme tahminlerinin yarım
puana yakın düşürülmesine yol açtı. Bunun nedeni küresel yatırımların, yatırım kredilerinin
ve uluslar arası ticaretin son derece cansız ve iştahsız olmasıdır. Bu da
küresel toparlanmayı çok cılız bir o kadar da eşitsiz bir hale dönüştürmektedir[4].
Ayrıca toparlanmayı yavaşlatacak olan riskler
mevcut. Bunlar; avro bölgesindeki durgunluğun kalıcı hale gelmesi, büyük ülkelerin
uyguladığı farklı para politikalarının yükselen ülkelerde yaratacağı finansal
kırılganlıklar (örneğin Fed’in muslukları sıkma politikası) ve gelişmiş ülkelerdeki yüksek borç düzeyi ve
kredi artış hızı gibi risklerdir. Bu riskler gerçekleştiğinde potansiyel büyüme
hızları daha da düşecektir[5].
ABD
ekonomisi: Askeri harcamalardaki artışlarla büyüyor, ancak yeni bir resesyon
kaçınılmaz görünüyor!
Küresel kapitalist sistemin temel sürükleyicilerinden biri olan ABD
ekonomisinin büyümesi 2013 yılında ortalama yüzde 2’ye kadar gerilerken[6],
bu yılın ilk çeyreğinde ekonominin yüzde 2,9 oranında bir daralma yaşadığı
açıklandı. Böyle bir daralma,
toparlanmanın başladığı yıl olarak kabul edilen 2009 yılından bu yana görülen
en derin daralma olduğundan, bu gelişme hem dünyanın bu en büyük ekonomisinin
yeni bir resesyona girdiği yönündeki tartışmaları yeniden başlattı, hem de
küresel kapitalizmin geleceği ile ilgili endişeleri artırdı. Çünkü ekonomideki
bu küçülme 2001yılında başlayan resesyon sürecinin tamamında yaşanmış olandan
ve 1970 resesyonundaki küçülmeden çok daha büyük boyutta idi[7].
Kasım ayının ilk
haftasında açıklanan yeni büyüme verilerine göre ise, ABD ekonomisi ilk
çeyrekteki bu küçülmenin ardından, ikinci çeyrekte yüzde 4,6 ve üçüncü çeyrekte
yüzde 3,5 büyümüş durumdadır. Ama büyümenin dinamiklerine bakıldığında bu
olumlu tablo olumsuza dönüşmektedir. Zira üçüncü çeyrek büyümesinin temel
sağlayıcıları kamu harcamalarındaki ve ihracattaki artışlardır. Örneğin özel
tüketimin büyümeye puansal katkısı ikinci çeyrekten üçüncüye, yüzde 1.75
puandan yüzde 1.22 puana düştü. Asıl düşüş ise özel yatırım harcamalarında
görülmekte. Bu harcamalar yüzde 1.45 puandan yüzde 0.74’e geriledi (yani büyüme
içindeki payları yüzde 32’den yüzde 21’e geriledi). Özel
yatırımların GSYH içindeki payı kriz öncesindeki düzeye hala geri dönemedi. Şirket
kârları ya nakitte tutuldu ya hissedarlara yapılan kâr payları ödemelerinin
artması biçiminde dağıtıldı ya da şirket hisselerinin değerinin yükseltilmesi
için hisse geri alımı biçiminde değerlendirildi. Yeni fabrika ve teknoloji
yatırımına pek rastlanılmamaktadır. İhracat artışının yanı
sıra, kamu harcamaları içinde belirgin
katkıyı askeri harcamalardaki artışın (üçe katlanmış durumda) sağlaması son dönem ABD’nin militarizme
yönelimindeki artışı da göstermektedir[8].
Ekonomisinin yüzde
70’inin özel tüketime dayalı olduğu bir ülkede, perakende satışların Ağustos ayından bu yana düşüyor olması ve
özel yatırımların da, beklendiği gibi, buna paralel bir biçimde giderek
azalması, hem büyümenin ana kaynağı olan kârlılığın giderek düşmekte olduğunu,
dolayısıyla da ufukta yeni bir krizin belirmekte olduğunu, hem de bir süredir sözü
edilen, cılız da olsa, ekonomik toparlanmanın
sona ermekte olduğunu ifade etmektedir.
Çünkü ABD özel sektör yatırımları
ile reel GSYH büyümesi arasında yüksek bir korelasyon mevcuttur. Yatırım yapıldığında
büyüme gerçekleşmekte ve yatırımlar da kârı izlemektedir. Kârlar aşağıya döndüğünde, bir yıl kadar
sonra yatırımlar ciddi biçimde azalmaktadır,
kârlar yükseldiğinde ise bir yıl içinde yatırımlar onu izleyerek artmaktadır. ABD’de bu yıl belirgin bir biçimde kârlılık
azaldı. Dolayısıyla da 2015 ortalarına doğru bu gelişme kendini yatırımlarda
düşüş biçiminde gösterecektir. Yatırımlar GSYH büyümesi ile yakından ilişkili
olduğundan bir yıl içinde resesyon riski oldukça yüksek gözükmektedir. Böyle
olduğunda ekonomi geri vitese takabilir[9].
ABD’li bazı
iktisatçılar da bu görüşü paylaşmakta ve 2014 yılında, ABD ekonomisinin en iyi ihtimalle yüzde 2
oranında büyüyebileceğini ve resesyonun, resmi görüşün dışına çıkılarak doğru
bir biçimde, resesyon öncesine ait, örneğin, GSYH, ihracat, perakende satışlar,
istihdam, sınai üretim gibi temel ekonomik göstergelerin düzeyini yakalayamama
durumu olarak tanımlanması halinde,
ekonominin yeni bir resesyonun içine sürüklenmekte olduğunu ileri sürmektedirler[10].
Avrupa:
Deflasyonist süreç ve üçüncü dip resesyon ya da seküler stagnasyon…
Krizin en derinden etkilediği bölge kuşkusuz Avrupa ve özellikle de avro
bölgesi adı verilen ve 18 ülkeden oluşan bir bölgedir. Çünkü bölgedeki ekonomik
durum giderek kötüleşmekte ve bu gelişme bir “üçüncü dip resesyon” ya da “seküler
stagnasyon” olarak tanımlanmaktadır.
Bu durumu öncelikle, avro bölgesinin bütününe ait ekonomik büyüme
verilerinden görebilmek mümkündür.
Eurostat’ın yeni GSYH
hesaplama yöntemi ile Avro bölgesi 2014 yılının ikinci çeyreğinde yüzde 0,1
büyümüş görünmektedir (eski hesaplama altında sıfırdı). Bu çok düşük bir büyüme
hızıdır. Böyle sıfıra yakın bir büyümenin
ana nedeni, bu çeyrekte, bölgenin üç
büyük ülkesinin ekonomilerinin, sırasıyla Almanya ve İtalya’nın yüzde 0,2
oranında daralması ve Fransa’daki büyüme oranının ise sabit kalmasıdır. Yani
avro bölgesi GSYH’si 2007 düzeyini hala yakalayamadı. İkinci olarak bölgenin bir bütün olarak sınaî
üretimi düşüş içindedir. Öyle ki Ağustos 2013 ile kıyaslandığında sınai üretim
bu yılın Ağustos ayında AB-28 ülkelerinde ortalama yüzde 0,8 ve avro bölgesinde
yüzde 1,9 düştü[11]. Böylece sınaî üretim düzeyi dört yıl
öncesi düzeyin bile gerisinde kaldı[12].
Avrupa’daki durgunluk AB Komisyonu’nun son raporu[13]
ile de teyit edilmektedir. Komisyon,
Avrupa’da bu yılın bütününde büyümenin yüzde 1,3 ve avro bölgesinde yüzde 0,8
olmasını öngörmektedir. 2015’te rakamlar sırasıyla yüzde 1,5 ve 1,1 ve 2016
yılı için yüzde 2,0 ve 1,7 olacaktır. Fakat Komisyon’un daha önceki
öngörülerini sıklıkla aşağıya doğru revize ettiği hatırlandığında bu
öngörülerin gerçekleşmemesi hayli muhtemeldir[14].
Bu durum başka göstergelere de yansımış durumdadır. Örneğin bu
yılın Haziran ayındaki tüketim harcamalarındaki gelişmeyi gösteren PMI Endeksi beklenen düzeyin altında
kalmış, Ekim ayında FTSE Eurofirst Endeksi bir günde yüzde
3 değer kaybederken, anahtar endeks Eylül ayından bu yana yüzde 11 gerilemiştir[15].
ZEW’in
tüm avro bölgesi için hazırlamış olduğu göstergelerde de bir kötüleşme söz
konusudur. Ekim’de bu gösterge 10,1 puan düşerek değer 4,12’ye kadar geriledi. “Mevcut
Ekonomik Durum Göstergesi” 13,0 puan düşerek eksi 56,8 oldu[16].
OECD verilerine göre kişi başına düşen hem yatırım hem de tüketimde 2011
yılından bu yana bir düşüş mevcuttur. 2005 yılında 100 olan endeksin değeri
2014 yılında yatırım malları üretiminde 95’e ve tüketimde 97’ye geriledi[17].
Hem yatırım hem de
tüketim malları üretiminin ve bunlara olan talebin gerilemesi kuşkusuz bazı
temel sınaî ürün ve gıda maddelerinin fiyatlarının da dünya çapında düşmesine
neden oldu, bu da özellikle Avrupa’da deflasyonist gidişi hızlandırdı.
Öyle ki son aylarda Brent
ham petrolünün fiyatı yüzde
28 ve demir cevheri fiyatı yüzde 40,
Bloomberg sınaî metal endeksi yüzde 37, altın fiyatları 2011
fiyatlarına göre yüzde 38, keza temel gıda maddeleri mısır (Haziran ayına göre) yüzde 22, hububat yüzde 16, soya fasulyesi yüzde 28 (son dört yılın en düşüğü) düştü[18].
Avro bölgesi krizi ‘Kapitalizmin Eşitsiz Gelişimi Yasası’nı
doğrulamaktadır. Çünkü böyle bir eşitsiz gelişim bölgenin Merkez ve Çevre
olarak farklılaşmasına ve bu da yapısal çarpıklıkların ortaya çıkmasına neden
oldu. Bu çarpıklıklar özellikle avroya geçişten sonra daha da artmış ve bugünkü
krizi hazırlayan ana nedenlerden biri oldu. Yani,1980’lerden bu yana, özellikle
de 1999 yılında ortak paraya geçişten bu yana, avro bölgesinde sistemik
makroekonomik dengesizlikler ortaya çıktı.
Böylece Almanya’nın
başını çektiği cari fazlaya sahip “Merkez Ülkeler Bloğu” ile Fransa’nın başını
çektiği cari açığa sahip “Çevre Ülkeler Bloğu” şeklinde bir ayrışma görülmektedir.
Başta Almanya olmak üzere Merkez ülkeleri hem teknolojik üstünlükleri hem de emek
gücü maliyetlerini baskılayarak ihracat konusunda ciddi bir rekabet üstünlüğü
sağladılar. Rekabet gücünü yitiren Çevre ülkeleri çok yüksek cari açıklarla
karşı karşıya kaldı ve büyümelerini bu fazla sahibi ülkelerden yaptıkları
ithalatlar, sağladıkları sıcak para ve spekülatif yatırımlardan oluşan
balonlarla gerçekleştirdiler. Ancak cari açıklarının giderek artan boyutlara
ulaşmasıyla Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve İspanya gibi Güney’in bu zayıf
ülkelerinde hem kamu borç stokları hem de özel sektör dış borç stokları
sürdürülemez boyutlara ulaştı, işsizlik ve bütçe açıkları görülmemiş düzeyde
arttı, büyüme oranları ve enflasyon hızla düştü.
Bir başka anlatımla rekabet gücünü
yitiren Çevre ülkeleri cari açık, Almanya gibi rekabetçi ülkeler cari fazla verdiler. Avro’ ya geçişle Almanya’nın cari fazlası
daha da arttı. Güçlü Almanya oyunun kurallarını tek başına belirlemeye başladı.
Bu durum başta Fransa ve ABD olmak üzere bölgenin içinden ve dışından diğer
egemen devletlerle olan çatışmayı da artırdı.
Eurostat’n
son verileri bu tespitleri doğrulamaktadır. Buna
göre avro bölgesinin Güneyinde yer alan İspanya, Portekiz, İrlanda ve
İtalya’daki GSYH düzeyi, kriz öncesi
düzeyin yüzde 7 ve Yunanistan’da ise yüzde 25 düzeyinde daha düşük seyretmektedir.
Yunanistan’daki resmi işsizlik oranı yüzde 26, İspanya’da yüzde 25,
Portekiz’de yüzde 14, İtalya’da yüzde 12,3 ve İrlanda’da yüzde 11’in üzerindedir. Kamu
borç stokları ise Yunanistan’da 2009’da yüzde 127’den 2013’te yüzde 175’e,
İspanya’da yüzde 53’ten yüzde 92’ye, İrlanda’da yüzde 62’den yüzde 123’e ve
Portekiz’de yüzde 84’ten yüzde128’e çıktı[19].
İşsizlik tahammül edilemez düzeylerdeyken, bölgede reel ücretler ya sabit
seyretmekte ya da düşmekte,
yeterince yeni istihdam yaratılamamaktadır.
Almanya:
Ekonomik durgunluk ve emperyal amaçlar iç içe…
Avro bölgesi ülkeleri içinde yer alan ve
dünyanın en güçlü sınaî ürün üreticisi ve ihracatçısı konumundaki ülkelerinin
başında gelen Almanya’nın
krizden bu yana ilk kez ciddi bir daralmanın içine girmesi kötü durumun
sadece Güneydeki ülkelerle sınırlı olmadığını, giderek yaygınlaştığını da ortaya koymaktadır.
Almanya
avro bölgesi ihracatının motoru konumunda bir ülkedir. Bu nedenle de bu ülkenin
ihracatındaki gerileme avro bölgesi resesyonunun da nedenlerinden biri oluşturmaktadır.
Ancak Almanya’da Ağustos 2014’te ihracat yüzde 5,8 ve sınaî üretim endeksi Temmuz-Ağustos aylarında yüzde 4,3 düştü. Bu
öngörülenden üç kat fazla bir düşüştür. Keza Alman “Yatırımcı Güven Endeksi” (ZEW) 10 ay üst üste (şu anda -3,6
puanda)[20]
ve “İş Yapma İklimi Endeksi” (IFO)[21]
beş ay üst üste geriledi. ZEW’in finans piyasası uzmanlarına göre orta vadede
Almanya’nın iktisadi durumu daha da kötüleşecektir. Avro bölgesinin bazı
kesimlerindeki jeo politik gerilim ve güçsüz ekonomik büyüme kalıcı
belirsizliğin ana kaynağını oluşturuyor, bu da piyasaların endişesini artırmaktadır.
Sınaî
üretim ve ihracat verilerindeki bu kötüleşmenin bir sonucu olarak Almanya, 2014 yılı bütüncül büyümesini
yüzde 1,8’den yüzde 1,2’ye, 2015 için
ise yüzde 2’den yüzde 1,3’e düşürürken, IMF de paralel bir biçimde, Almanya için
büyüme tahminlerini 2014 için yüzde 1,9’dan yüzde 1,4’e ve 2015 için yüzde
1,7’den yüzde 1,5’e çekti[22].
OECD’nin öngörüsü ise 2015 için yüzde
1,1 ve 2015 için yüzde 1,8’dir[23].
Kısaca
Avrupa’nın bu en büyük ve en güçlü sanayi ve ihracat tabanına sahip bulunan
ekonomisi de giderek daralmakta,
fabrikalara verilen siparişler ve ihracatlar azalmakta ve enflasyon oranı
sadece yüzde 0,8’de kalarak bu durgunluğu pekiştirmekte ve ekonomiyi
deflasyonist bir sürece doğru sürüklemektedir. Bu da yaşanmakta olan krizin konjonktürel bir aşağıya doğru inişten, bir iş döngüsünden, bir çalkantıdan çok daha öte, ekonomideki
sermaye birikim sürecindeki temel bir kırılma olduğunu ortaya koymaktadır.
Benzer gelişmeler diğer Avrupa ülkelerinde de yaşandığından
The Economist Dergisi (Ekim
25-31 sayısında) dünyanın en büyük sorununun avro bölgesindeki deflasyona gidiş
sürecinin hızlanması olduğunun altını çizmektedir.
Asya Pasifik
Bölgesi: Hem kriz hem de bölgesel güçler arasındaki çatışmaların odaklarından
biri!
Gelişmiş Avrupa bölgesi
ekonomilerinde yaşanan deflasyon ve düşük enflasyon ciddi bir endişe kaynağı
oluştururken, Japonya’da
umut bağlanan Abenomics’in artık
pilinin bittiği yaygın olarak kabul edilmektedir. Nitekim Aralık ayı itibariyle
Japonya’nın resmi olarak krizden bu yana dördüncü kez resesyona girdiği
açıklandı. Aynı ay resesyona giren bir diğer ekonomi Rusya ekonomisi oldu.
Yeni bir iktisadi çıkışın bel bağlandığı ve
kendilerine bu nedenle de ‘yükselen
ekonomiler’ adı da verilen bazı azgelişmiş ülkelerin küresel ekonomik
büyümedeki payları ise yüzde 1,5 puan geriledi. Paralel bir biçimde dünya
ticareti yavaşlamaktadır. 2014 yılının
ilk yarısında bu yavaşlama iyice belirginleşmiştir.
Çin
ekonomisindeki büyüme sadece hız kesmekle kalmadı. Bu ülkede sert bir
çakılmanın işaretleri de mevcut. Zira dünyanın bu en
büyük ikinci ekonomisinin 2008’den bu yana büyümesinin en önemli kaynağını oluşturan
gayrimenkul piyasası inişe geçmiş durumdadır.
Yeni
bir finansal kriz geliyor!
Küresel kapitalizmin bu
iki büyük bölgesindeki ekonomik daralma, başta Fed olmak üzere birçok
uluslararası örgütün büyüme tahminini bir kez daha aşağı doğru düzeltmesine
neden olurken, başta IMF, ECB, DB, OECD
ve BIS gibi kuruluşlar olmak üzere dünyanın ileri gelen iktisatçılarının
büyük bir kısmı yeni bir finansal
krizin patlamakta olduğu konusunda hem fikirler.
Krizin gelmesi kesin bir şey olarak görülürken, sadece ne zaman ve hangi ülkede
önce patlak vereceğinin bilinmediğine vurgu yapılmaktadır.
IMF 2014
yılının Ekim ayında yayımladığı “Küresel
Finansal İstikrar Raporu’nda[24]
ABD’de faiz oranlarının yükselmesi ile azgelişmiş ülkelerden yabancı sermaye
çıkışlarının artacağı ve bunun da küresel büyümeyi daha da yavaşlatırken, yeni
bir finansal krizi tetikleyeceği uyarısında bulundu. Ardından yine bu ayın
başlarında yapılan IMF ve DB toplantılarının sonucunda küresel büyüme
tahminleri aşağı doğru düzeltildi. Böylece de bu yıl artık durgunluğun ve düşük büyüme hızlarının kalıcı bir durum
olduğu net olarak ortaya çıktı.
Bu durumdan çıkış için IMF, yeni
yayımladığı öngörülerinde, Keynesyen
maliye politikalarına dönüş yaparak, ekonomide kamusal alt yapı yatırımlarının
artırılması gereğine işaret etmeye başladı. IMF’ye göre, kamusal alt yapı
yatırımları kısa vadede hâsılayı olumlu etkilemektedir, zira mali çoğaltan ve
özel sektör yatırımlarının içlenmesiyle toplam talep araktadır[25].
Aslında daha öncesinde,
“Merkez bankalarının bankası” olarak da anılan BIS (Bank of International Settlement), 2014 yılı raporunda[26],
tıpkı 2008 krizi öncesi gibi, merkez bankaları ve para politikaları
aracılığıyla finansal balonların şişirildiğini ve bunun da yeni, fakat daha
büyük bir finansal krizin koşullarını yarattığını açıklamış ve hükümetlere ve
merkez bankalarına uyarılarda bulunmuştu.
2013 yılının Aralık ayında
Der Spiegel’de yayımlanan bir makale[27]
ise, finans sektörünün kendi içinden bir değerlendirmeyi içeriyordu. Burada
özet olarak yeni bir finans balonunun küresel çapta şişirildiği ve buna bağlı
olarak da yeni bir finansal krizin oluşmaya başladığı ileri sürülüyordu. Buna
göre dünyanın her yerinde merkez bankaları faiz oranlarını neredeyse sıfıra
kadar çekerek ve piyasalarda dolaşımda olan menkul kıymetleri satın alarak
ekonomiye trilyon dolarlık nakit pompalıyorlar. Amaçları büyümeyi teşvik etmek
olsa da, bu eylemleri başta menkul kıymetler borsası ve emlak piyasalarındaki
fiyatların hızla yukarı çıkmasına yol açıyor. Çünkü bu eylemler, özel tüketim
ve kurumsal yatırım harcamalarını artırmadığı gibi, borçlanmayı hiç olmadığı kadar
kolaylaştırıyor, tasarruf yapmayı anlamsızlaştırıyor, finansal yatırımcıları
çok riskli anlaşmalara kolayca imza atmaya sevk ediyor. Borsadaki menkul
kıymetlerin değerleri patlama yaparken, emlak fiyatları alarm verici bir düzeye
yükseliyor. Şirketler ise görülmedik ölçüde borçlanıyorlar. Yani merkez bankası
parası oldukça yoğun bir suni gübre gibi işlev görüyor. Kısa zamanda büyük
çapta ürün verirken, sonuçta potansiyel bir tahribata neden oluyor. Bu nedenle
de artık sadece Robert Shiller gibi
alanda meşhur Nobel ödüllü akademisyenler değil, içerden yatırımcılara göre,
yeni bir finansal krizin çıkacağı kesin ama ne zaman olacağı tam olarak
bilinemiyor.
Giderek büyüyen
finansal balonların temel bir göstergesi kuşkusuz finansallaşmanın diğer yüzü
olan borçlanma ve gölge bankacılığının (hedge fonları, sigorta şirketleri,
private equity fonları brokerlar vb) durdurulamaz yükselişidir.
Öyle ki Lehman
Brothers’in batışından bu yana, finans sektörününki hariç olmak üzere, dünyadaki
borç stokları yüzde 38 oranında arttı. Yani kamu ve özel borç stoku 2008’de
yüzde 180 iken, 2013 yılında yüzde 212’ye yükseldi. Böyle hızlı bir
finansallaşma sonucunda dünya borsaları
gerçek değerlerinin yüzde 30 üzerine çıkarken, trilyonlarca dolar da
aralarında Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş ülkelerdeki konut ve inşaat
sektörüne aktı. Bu ülkelerin bazılarında konut fiyatlarındaki bu artış yüzde 180’i
buldu. Balonun büyüğü ise Çin’de oluştu. Çin Hükümeti şu ana
kadar ekonomiye trilyonlarca dolar pompalarken bu durum 4,4 trilyon dolarlık
bir gölge bankacılığına ve bir o
kadar da konut balonunun şişmesine neden oldu. Çin’in toplam borcu (finans
hariç) 2008’de yüzde 147 iken 2013 yılında yüzde 217’ye fırladı[28].
Gölge bankacılığının tüm dünyada işlem hacmi 70 trilyon doları buluyor. Öyle
ki ABD’de gölge bankacılığı normal bankacılık sisteminin iki buçuk katına çıktı[29].
Bu tür bankacılığın en önemli finansal aracı ise türev araçlardır. Bunlar “değerleri
başka menkul değerlerden türetilerek oluşturulan finansal kâğıtlar ya da fonlar
/menkul kıymetler” olarak tanımlanmaktadırlar. Temel özellikleri ise yüksek
spekülatif kazanç sağlamaları, dolayısıyla da yüksek riske sahip bulunmalarıdır.
Şu anda beş büyük ABD
bankasındaki türev araç riskinin her
bir banka için tutarı 40 trilyon dolardan fazladır. Bu araçların
ticareti modern bir kumar şeklinde yürümektedir. Öyle ki son dönemde bankalar
Wall Street’i gezegenin en büyük gazinosuna dönüştürdüler. New York Times’ın
bir haberine göre, ABD bankalarının bilançolarında
şu anda 280 trilyon dolarlık türev araç stoku mevcuttur[30].
Tüm dünyada ise 700 trilyon
dolarlık bir türev araç stoku var. 2008 krizi patladığında bu 500 trilyon
dolardı[31].
Bu bir yandan çok yüksek bir türev ticareti gelirine
işaret ederken, diğer yandan da bu türev araç balonu patladığında ortaya
çıkacak olan hasarın miktarının tahmin edilemeyecek kadar
yüksek olacağını göstermektedir.
Kısacası yeni
bir bankacılık krizi kapıdadır. Ancak bu kez devletin
bankaları kurtarması gündemde olmayacaktır. Zira ABD’de, Dodd-Frank
Yasası’na göre, müflis bankalar müşterilerinin hesaplarına el koyabilecektir
(bailing in). Bunlara yerel hükümetlerin mevduatları da dâhildir. Türev
alacaklar iflas durumunda ilk ödenecekler arasında yer aldığından, zarar büyük
olduğunda diğer alacaklıların paraları ödenmeyecektir[32].
Dünyanın ileri gelen
iktisatçılarının değerlendirmeleri de dâhil tüm bu resmi kuruluşların
raporlarından ortaya çıkan gerçek, 2008
krizinden bu yana uygulanan onlarca trilyon dolarlık parasal kolaylaştırma politikalarının esas olarak yeni finansal balonların
şişirilmesine yaradığıdır.
Bir başka anlatımla,
bankalara ve büyük yatırım fonlarına aktarılan bu taze para reel sektör
yatırımcılarına ulaşmadı, daha ziyade finans piyasalarında yeni ve büyük karların yaratılması ve
spekülatif kazançlar için kullanıldı. Böylece özellikle Fed ve ECB ve
BoJ gibi merkez bankaları eliyle yeni balonlar şişirilirken, özel yatırımlar
çok düşük düzeyde kaldı.
Diğer taraftan bu kez durum 2008 öncesinden de ciddi gözükmektedir. Zira
2008’den farklı olarak tüm kapitalist
metropol ekonomileri çok borçlu durumundadır (hem kamu hem de özel sektör
borçları anlamında). İlave olarak, bu borçların son tahlilde geri ödenmesini
sağlayabilecek tek mekanizma olan ekonomik büyüme hızları çok düşük hatta bazılarında ekside kalmaktadır.
Öyle ki 2007-2013
döneminde tüm gelişmiş kapitalist ekonomilerde toplam borç stokları hızla arttı. Finans dışı borç stoklarının GSYH’ye oranları
ABD’de ve Avro bölgesinde % 300’ü, Japonya’da ise % 450’yi aştı. Çin’de ise
finans dışı özel sektör borcunun GSYH’ye oranı 2007’de % 103’ten 2014 yılında % 190’a çıktı[33].
Bu da gelişmiş
kapitalist ekonomileri kriz karşısında daha kırılgan bir hale getirmektedir. Bu
nedenle de bir yandan uluslar arası sermaye hareketleri üzerinden
(Fed’in miktarsal kolaylaştırmadan vazgeçmesi ve ABD faiz oranlarının yükselmesi,
döviz kurlarının düşürülmesi vb) krizlerini
giderek bu kaynaklara bağımlı bir biçimde büyümelerini sürdüren Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere yıkarken, aynı zamanda da devlet aracılığıyla tüm
dünyada emekçileri daha da
baskılamalarına, yeni kemer sıkma politikalarına razı etmelerine, bunun için
otoriterleşmeye yönelmelerine ve emperyalist savaşlar gibi askeri yollarla krize
çözüm aramalarına neden olmaktadır.
Kriz
azgelişmişlere aktarılıyor!
Kapitalist kriz artık uluslararası
sermaye hareketlerinin doğrudan ve dolaylı etkileri aracılığıyla giderek azgelişmiş
ülkelere, özellikle de bunların içinde bir süredir büyüme performansları ile
dikkatleri çeken ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, “yükselen ekonomiler” olarak
da adlandırılan bazı ülkelere yıkılmaktadır. Yani emperyalist kapitalist ülkeler 2013’ten
bu yana ekonomik sıkıntılarının bir kısmını, krizin maliyetini azgelişmiş ülkelere
ödettirerek aşmaya çalışmaktadırlar.
2008 yılından bu yana,
özellikle de 2010’dan sonra, gelişmiş ülkelerde uygulanan ve finans
piyasalarına bol ve düşük faizli para enjeksiyonu ile sonuçlanan miktarsal
kolaylaştırma politikaları ile bu fonların hatırı sayılır bir kısmı yükselen
ekonomi piyasalarına yöneldi. 2010 öncesinde gelişmiş ülkelerden yükselen
ekonomilere akan sermaye toplamda hiçbir zaman 400 milyar doları aşmazken, bu
rakam 2011 yılında 1,5 trilyon doları ve 2013 yılında 2,5 trilyon doları buldu.
Yükselen ekonomiler bu politikalardan geçici de olsa iki türlü fayda
sağladılar. Gelişmiş ülke merkez bankalarından özel bankalara ve fonlara
yapılan enjeksiyonlardan yararlandıkları gibi, Çin’in teşvik uygulamalarıyla
artan ithalat talebini karşılamaya dönük olarak bu ülkeye olan ihracatlarını
artırdılar.[34]
Ancak 2013 yılında bu
durum esastan değişmeye başladı. Metropollerde finansal sisteme yapılan
enjeksiyonlar özel bankacılık sisteminin zararını telafi ederken, reel
ekonomiye gözle görünür bir fayda sağlamadı Keza siyasal iktidarlar parasal
genişleme politikaları ya da miktarsal kolaylaştırmanın yeni balonların
şişirilmesine neden olduğunu görmeye başladılar. Bu da yeni bir finansal krizin
oluşumuna neden olabilecekti. Ayrıca özellikle de ABD’de enflasyon giderek
artmaya ve bir istikrarsızlık kaynağı olmaya başlamıştı. Bu nedenle de bu
fonların aşamalı da olsa geri çağırılması gerektiği düşüncesi giderek kabul
görmeye başlamıştır.
Bir başka anlatımla, Fed uzunca bir süreden beri, bu program
ile her ay 85 milyar dolarlık piyasadaki dolaşımda olan hazine bonosu ve
tahvilleri, şirket hisse senetlerini ve gayrimenkul tahvillerini, karşılığında
para basarak ya da bankaların rezervlerini artırarak satın alıyordu. Bu
geleneksel olmayan parasal teşvik, Fed ve diğer merkez bankalarının ticari
bankalara borç verme faizini sıfıra kadar çekmeleri sonrasında ve ekonomilerin ‘Büyük Resesyon’dan çıkışlarına destek
olsun diye uygulanıyordu. Buradaki gerekçe de şu idi: Faiz oranları
sıfırlandıktan sonra ekonomi ancak miktarsal olarak teşvik edilebilirdi. Yani bu
ucuz paradan ziyade bol para politikası gerekliydi.
2008 yılından bu yana
uygulanmakta olan miktarsal
kolaylaştırma ile Fed’in
bilançosu 4 trilyon dolara kadar büyüdü (milli hâsılasının dörtte birinden
fazla). Bu ana kadar daha önce hiçbir
merkez bankası böyle bir para basma operasyonuna yönelmemişti. Paraların önemli
bir kısmı finansal sektörü deyim yerindeyse patlatmaya yaradı. Öyle ki 2012
yılında başlatılan üçüncü miktarsal kolaylaştırmadan bu yana S&P 500 Endeksi yüzde 42 oranında
yükseldi[35].
Bu da süper servet sahibi süper zenginlerin servetini daha da artırmalarını
sağladı. Benzer bir durum Avrupa ve
Japonya’da da gerçekleşti. Dünya çapında merkez bankalarının piyasalara şu ana
kadar 7-10 trilyon dolar taze para enjekte ettikleri tahmin edilmektedir[36].
Ancak bu politika yeni
finansal balonların şişirilmesine neden olurken, bu şekilde oluşan bol
likiditenin bir kısmının da daha yüksek getiri için “sıcak para”
biçiminde, “yükselen ekonomiler” olarak
adlandırılan azgelişmiş ülkelere yönelmesine yol açtı. Böylece hedge fonları,
ucuz faiz ile Hindistan, Brezilya ve
Türkiye gibi ülkelere milyarlarca dolar akıttı ve bu ülkelerdeki düşük kur-
yüksek faiz makasından ciddi getiriler sağladı. Örneğin Türkiye son on yıldır
küresel yatırımcıların en çok sevdiği ülkelerin başında geliyordu. Bu durum,
kalbi duran bir adamın elektro şok tedavisi yapılarak hayata döndürülmesine
benziyordu[37].
Bunun bedeli ise borsada, inşaat ve konut piyasalarında giderek sürdürülemez
balonların şişirilmesi ve yeni bir finansal kriz ile bu balonların patlaması
riski idi.
Fed
para musluklarını sıkarken, ECB ve BoJ muslukları daha da açıyor: Küresel
güçler arası kavga kızışıyor!
Fed bir süredir almaya çalıştığı, ama resesyonu
derinleştireceği endişesiyle sürekli ertelediği para musluklarını kısma
kararını nihayet Ekim 2014’te almak durumunda kaldı. Buna göre, Fed’in finansal
piyasalardan yaptığı aylık 85 milyar dolarlık menkul kıymet alımına son verilecektir.
Ancak bu karar, piyasalara verilen ve mevcut konumda sıfıra yakın olan faiz
oranlarının 2015 yılına kadar yükseltilmeyeceği teminatı ile birlikte açıklandı.
ECB
(Avrupa Merkez bankası) ise bu yılın Eylül ayında
belirlenmiş olan binde 5 düzeyindeki yeniden borçlanma faizlerini yükseltmezken
(yani düşük faiz politikasını sürdürürken) 6 Kasım’da ECB Başkanı Draghi
yaptığı açıklamada parasal sisteme 1 trilyon avroya kadar taze para enjekte
etmeye hazır olduklarını belirtti[38].
Keza Japon merkez bankası BoJ da
mevcut miktarsal kolaylaştırma politikasının piyasadan alım oranının
artırılması suretiyle genişletilerek sürdürüleceğini açıkladı. Buna göre BoJ
yıllık hazine tahvili geri alımını, tarihinde görülmemiş bir miktara, 750 milyar dolara yükseltti[39]. Bu oran Japonya’nın yıllık GSYH’sinin yüzde
15’ine eşit ve oransal olarak Fed’in ve diğerlerininkinin alımlarının çok
üstündedir.
Bu iki farklı politikanın, ekonomilerin farklı cari
durum ve ihtiyaçlarından kaynaklandığı ileri sürülebilir. Örneğin Fed, ABD ekonomisinin özellikle de emek
gücü piyasalarında kendi ayakları üzerinde durabilecek noktaya geldiği
(işsizlik oranını yüzde 6’ya kadar çektiği), bundan öte bir parasal teşvikin
enflasyonist olacağına inanıyor, dolayısıyla da yeni bir finansal krizin ve
enflasyonist sürecin önünü açmak istemiyor olabilir.
Diğer yandan Japon ekonomisi hali hazırda kendi
ayaklarının üzerinde duruyor olsa da yeni bir resesyona doğru savrulma ihtimali
bir hayli yüksektir[40].
Böylece BoJ ekstra enjeksiyon ile
2015’te ekonomiyi canlandırmak istemektedir. Ancak miktarsal kolaylaştırmanın
genişletilerek sürdürülmesinin dünyanın iki büyük ekonomisi olan Avrupa ve
Japonya’yı resesyondan çıkaracağı konusu oldukça şüphelidir.
Hatta bazı iktisatçılara göre[41]
bu politika sonuç vermeyecektir, gerçekte geçmişte de işe yaramamıştır. Bu politikanın
ABD’de işe yaradığı ve ekonomik toparlanmanın gerçekleştiği şeklindeki tez ise
geçerli değildir, zira ABD’de ‘Büyük Resesyon’un sonlanmasının ardından elde
edilen ortalama büyüme hızı öncekinin yarısı kadar olabilmiştir. Keza bir bütün
olarak 2010 yılından bu yana Fed dâhil tüm merkez bankaları miktarsal
kolaylaştırmaya başvurdular ama büyüme çok cılız kaldı, istihdam ve
yatırımlardaki canlanma ise son derece güçsüz oldu. Bugün Japonya ve avro
bölgesinde deflasyon hayaleti dolaşmaktadır. Adeta kalıcı bir stagnasyon bu büyük ekonomileri
ele geçirmiştir. Yani şu ana kadar bu
politikaların krizdeki ekonomileri ayağa kaldıramadığı net bir durumdur.
Bu somut gerçeklik miktarsal kolaylaştırmanın teorik
arka planında yer alan Miktar Teorisi’nin de (MV=PT) aslında gerçek hayatta
geçerli olmadığını göstermektedir. Zira
para miktarının (M) devasa artmasına rağmen ne enflasyon (P) ne de hâsıla
(T) kıpırdamadı. V, yani paranın dolaşım
hızı ise düştü. Bu da şunu doğrulamaktadır:
Piyasada paraya ya da krediye olan talep, para arzının sürükleyicisidir,
yani para arzı, paraya talep yaratmamaktadır. İktisadi faaliyetler yavaş
olduğunda para talebi de düşük kalmaktadır.
Uygulamada, ekonomiyi büyütemeyen trilyonlarca dolar bankacılık
sistemine aktı, orada bilançoların toparlanması ve karların restorasyonu için
kullanıldı. Finansal varlıklara akıtılarak devasa balonlar şişirildi öyle ki
hem devlet tahvillerinin hem de özel sektör menkul kıymetlerinin, borsanın
değerleri yetmiş üç ayda rekor seviyelere ulaştı. Diğer yandan finansal
piyasaların patlaması reel sektörün canlanmasını sağlamadı, hatta gerilemesine
neden oldu ve sonuçta da bu varlıkları ellerinde tutan en zengin yüzde 1 bu
işten kazançlı çıktı[42].
Öyle ki Credit Swiss’in 2014 Yılı
Küresel Servet Raporu’na göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i küresel
servetin yüzde 48’ini (2013’te yüzde 41 idi), en zengin yüzde 10’u yüzde
87’sini (2013’te yüzde 86 idi) ve en yoksul yüzde 50’si ise toplam servetin
yüzde 1’inden azına (2013’te yüzde 1 idi) sahiptir. Bu analiz 200 ülkeyi ve 4,7
milyon yetişkini kapsamaktadır[43].
Avrupa açısından, ECB’nin parasal kolaylaştırmayı
genişleterek sürdürme kararının, bir süredir dillendirilen “yapısal reform”
dayatması ile birlikte değerlendirildiğinde, reel sektör yatırımlarını
canlandırmak ile ilgisini kurmak oldukça zordur. Bu kararın asıl nedeni hem
Avrupa hem de dünyadaki bankacılara ve finansal spekülatörlere deflasyona gidiş
süreci içinde yardımcı olacaklarının güvencesini vermektir. Zira bir süredir
bölge deflasyona sürüklenmekte ve bunun bir borç deflasyonu ile neticelenmesi
riski artmaktadır[44].
Bir başka açıdan, Fed’in muslukları sıkma kararı enflasyon ve yeni bir finansal kriz
endişesi yaşayan egemen sınıflar arası bölünmenin, Avrupa ve Japonya’nın miktarsal
kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararı ise küresel kapitalist güçler
arasındaki çatışmanın daha da artacağının bir işaretidir.
Fed’in kararı ile bağlantılı olarak piyasadaki paranın
giderek daralmasının ve 2015 yılından itibaren faiz oranlarının yükselmesinin
hem ABD’de, hem de yabancı sermaye hareketlerine son derece bağımlı ve bu
nedenle de bu hareketlerdeki dalgalanmalar karşısında son derece kırılgan olan
Türkiye gibi ekonomiler üzerinde etkisi büyük olacaktır. Örneğin, ABD’de tıpkı
2008 krizi öncesinde gayrimenkul piyasasında 2001 yılından bu yana uygulanan
düşük faiz ve bol para ile şişirilen balonların bir anda faiz oranlarının üç
katına (yüzde 5.25) çıkması sonucunda
patlayarak 2008 krizini tetiklemesi gibi[45],
2015 yılından itibaren yükselecek olan faizler benzer bir finansal çöküşe, kârların
azalmasına ve ardından bir ekonomik krize neden olabilecektir.
Azgelişmiş ülkeler
yönünden ise, IMF’nin de son raporunda
işaret ettiği gibi, bu karar, eğer ECB ve BoJ’un ters yönlü kararı ile
dengelenemezse, azgelişmiş ülkelerden yabancı sermaye çıkışlarını artırırken, yeni
girişleri caydırıcı olacaktır. Yabancı sermaye çıkışı sonucunda, geçtiğimiz
yıllarda görüldüğü, gibi döviz kuru yükselecek, doğrudan yabancı sermaye
yatırımları azalacak, enflasyon artıp, ihracat yavaşlayacak ve tüm bunlar da azgelişmiş
ekonomilerin daralmasına neden olacaktır. Özellikle büyümeleri ihracatlarına
bağımlı olan yükselen ekonomiler bu gelişmelerden çok ağır bir biçimde
etkilenecektir. Uluslar arası sermaye hareketleri üzerinden kriz aktarma
konusunda en riskli ülkelerin başında ise Türkiye’nin geldiği açıktır.
Kısaca dünya
uzun süreli bir durgunluk ve daha da derinleşmekte olan resesyon dönemine girmektedir.
IMF, merkez bankalarının sözcüleri, hazine bakanları ve önde gelen
iktisatçıların Eylül- Ekim aylarındaki toplantılarından avro bölgesinin yeni
bir resesyona doğru gittiği, Çin’deki büyümenin ve yükselenlerdeki genişlemenin
yavaşladığı değerlendirmeleri çıkmıştır.
Genevre’de toplanan iktisatçılarca
hazırlanan rapor[46], kapitalist çöküşün en önemli iki ekonomik göstergesinin reel sektördeki
yatırımların yetersizliği ve yeni bir finansal krizin koşullarını oluşturan
kredi balonlarının dünya ekonomisi için vazgeçilemez bir boyuta erişmesi
olduğunun altını çizmektedir.
Bu arada
aynı ay içinde büyük uluslar arası bankaların ve diğer finans kuruluşlarının
temsilcileri bir araya geldiler ve bu noktaya gelmenin nedenini 2008 krizi
sonrasındaki regülasyonlara bağladılar. Bu mevcut finansal sistemin krizlerden
azade olmasını sağlayacak reformların imkânının da kalmadığını göstermektedir.
Her yeni regülasyon yeni bir çalkantının yeni kaynağını oluşturabilmektedir.
Tüm bu
toplantılar sırasında kriz noktasına nasıl gelindiği konusunda değişik görüşler
ileri sürülmüş olsa da çözümler konusunda gerçekte ortaya hiçbir öneri konulamamıştır.
Bu durum 1930 krizi öncesinde yapılan
ve her katılımcının krizin gelmekte olduğunu bildiği ama önlem olarak ortaya
koyabilecek bir şeylerinin olmadığı “Uluslar
Ligi” toplantılarına benzetilmektedir[47].
Yani bu üst düzey
toplantılardan her hangi bir sonuç çıkmaması, kapitalist üretim tarzının
kendi içinden, mevcut küresel krize ekonomik bir çözüm sunmasının olanaklarının
iyice daraldığını ortaya koymaktadır.
OECD’nin önerileri ise şu ana kadar denenmiş olanlardan
fazlasını içermemektedir: Talebi destekleyecek, deflasyona gidiş
sürecini durduracak para politikalarının sürdürülmesi ve bunlara yeni araçların
dâhil edilerek genişletilmesi, büyümeyi destekleyen maliye politikaları ve
yapısal reformların hızlandırılarak sürdürülmesi. Örgüt büyümenin yüzde
35’inin istihdam artırıcı politikalardan, yüzde 31’inin yatırım teşvik edici
politikalardan ve alt yapı yatırımlarından, yüzde 19’unun rekabetin
artırılmasından ve yüzde 15’inin ticaretten geleceğine ve eğer tüm bu tedbirler
alınırsa 2018 yılında G 20 GSYH’sinin yüzde 2 büyüyeceğine inanmaktadır[48].
Geriye, krizi azgelişmişlere aktarmak,
krizi işçi sınıfına ödetmek (mikro
yapısal reformlar bu anlama geliyor), tıpkı daha önceki krizlerde olduğu
gibi, bunu sağlayabilmek için de asker-polis
rejimi olarak adlandırılabilecek daha otoriter rejimlere yönelmek ve dünyayı
bir diğer büyük emperyalist savaşa sokmak gibi çözümler
kalmaktadır. Uluslar arası planda ve ekonomi alanının dışında kalan alanlarda
ortaya çıkan gelişmeler uluslar arası sermayenin ve büyük emperyalist
devletlerin giderek bu mekanik çözümlere kayıtsız kalmadıklarını göstermektedir.
Krizler
sistem açısından işlevseldir ancak…
Kapitalist krizlerin
tarihsel gelişimi, bizlere, bunların
kapitalist sistem açısından işlevsel olduğunu göstermektedir. Öyle ki
krizler sermayeye dengesizliklerini ve ayarsızlıklarını yeniden düzenlemede
yardımcı olmakta ve sermayenin genişlemesinin yeni bir dönemi için temel
oluşturmaktadırlar. Yani düzenli
iş-döngüsü krizleri sisteme yardımcı olmaktadır.
Ancak bu döngülere ilaveten kapitalist ekonomilerde uzun
dönemli trendler de mevcuttur. Örneğin 1960’ların sonlarından bu yana onlarca
yıldır kapitalist ekonomilerin büyüme trendi yavaşlamaktadır. Bu sorun en çok
da ABD, Japonya ve Avrupa gibi gelişmiş ekonomilerde yaşanmaktadır. Öyle ki bu
ülkelerde büyüme oranları yüzde 1’lere kadar doğru geriledi. Bu durum bu
ülkelerin ekonomilerinin bu büyüme hızlarıyla ancak yetmiş yılda iki katına
çıkabileceğini gösterir. Pastanın yeterince büyütülememesi biçimindeki bu
durumu yeterli bulmayan uluslar arası sermayenin geriye kalan tek çözümü
pastayı yeniden bölüştürmek olacaktır.
Bu bağlamda yeniden
paylaşım savaşı niteliğinde emperyalist bir dünya savaşı öngörüsü afakî değildir.
Bu arada son otuz yıldır çözüm olarak denenen küçük bölgesel savaşlar (Afganistan,
Libya, Irak ve Suriye) krizin bu derinliğini çözmeye yetecek sayıda ve güçte
olmamıştır. Ekonomileri yeniden
finansallaştırmak ise, bugün yaşanmakta olduğu gibi, daima yeni finansal
balonlar ve krizlerin oluşumu ile sonuçlanmaktadır.
Ayrıca emperyalist savaşların
sadece yeniden paylaşım ve kriz çözücü etkileri yoktur. Bu savaşlar aynı
zamanda emekçilere ve sistem muhaliflerine de bir gözdağı niteliğindedir. Zira
savaş dönemleri olağanüstü hal dönemleridir.
Savaş dönemlerinde demokratik hak ve özgürlükler, her türlü muhalif
örgütlenme, grevler, gösteriler, mitingler ya tamamen yasaklanır ya da askıya
alınır. Aynı zamanda milliyetçilik, şovenizm ve ırkçılık azdırılarak faşizm
dalgası da yükseltilir ve emek örgütleri, azınlıklar, düzen muhalifleri ve
sosyalistler ciddi hedef haline getirilirler.
Durgunluk
ve resesyonun kalıcı hale gelmesiyle militarizmin küresel olarak yükselişe
geçmesinin tesadüf olmadığının altının çizilmesi gerekir.
Bugün Türkiye, otuz
yıldır devam eden ve çözüm süreçleri gibi yollarla askıya alınan bir iç savaşın
yanı sıra hemen sınırında Orta Doğu’da şimdilik bir bölgesel savaş görünümüne
sahip bir dünya savaşının eşiğindedir.
ABD ve emperyalist blok
IŞİD’i olduğundan çok daha büyük bir canavar gibi göstererek bölgenin yeniden işgaline
ön hazırlık yapmaktadır. Obama Yönetimi,
aynı zamanda, önümüzdeki on yıl boyunca nükleer silah kapasitesini yenilemek
için yaklaşık yarım trilyon dolara yakın bir kaynak ayırmayı planlamaktadır[49].
Keza kasım başında Pentagon tarafından yapılan bir açıklamaya göre ABD, Irak’a
yeni bin beş yüz asker göndererek oradaki asker sayısını iki katına çıkarmayı
hedeflemektedir[50].
Ayrıca Afganistan’daki askerlerinin geri çekilmesi planını ertelemeyi planlamaktadır[51].
Kısaca kapitalist krizin derinleşmesi büyük kapitalist güçler arasındaki
gerilimin ve militarizmin yükselişe geçmesinin sürükleyici gücünü oluşturmaktadır.
Uluslararası
düzeydeki bölünme giderek
derinleşiyor!
ABD finans sektörü,
ECB’nin miktarsal kolaylaştırma programını daha da genişleterek sürdürmesini
istemektedir. Almanya miktarsal
kolaylaştırma politikalarının daha fazla sürdürülmesine karşıdır. Alman
sermayesi ise bunun kendi pozisyonunu zayıflatacağını düşünerek buna karşı çıkmaktadır.
Bu çekişme geçmişte Ekim 1987’deki borsa çöküşünün nedenlerinden biriydi. ABD
faizleri yükseltip, ECB ve Japon merkez bankaları düşürdüğünde ‘carry trade’in
koşulları oluşmakta ve yatırımcılar uluslar arası piyasalarda düşük faizle
borçlanıp ABD’deki varlıklara yatırım yapmaktadırlar. L. Summers Almanya’yı suçlarken, Alman maliye
bakanı krizin nedeninin ABD olduğunu ileri sürmektedir. ABD ve Alman finans kapitali arasındaki
gerilim giderek artmaktadır.
Hali hazırda ticaret
alanında yürüyen savaş bir süre sonra askeri biçimler almaya başlayabilir. Bu
konuda Asya Pasifik’teki gelişmeler giderek önem kazanmaktadır. “Pasifik Ötesi Ticaret Anlaşması” (TPP) ,
Obama Yönetimi’nce Asya-Pasifik’te rakipsiz bir ekonomik hegemonya aracı olarak
gündeme getirilmişti. Ancak bu yılın Ekim ayında imzalanması beklenen anlaşma
Japonya’nın karşı çıkması nedeniyle imzalanamadı ve Kasım’da Obama’nın
Japonya’ya bu amaçla yapacağı ziyarette de imzalanması beklenmemektedir.
On iki bölge ülkesini
(örneğin Avustralya, Kanada) içeren ama Çin’i dışarıda bırakan bu Anlaşma,
sadece bu geniş bölge pazarlarına ABD’nin ticaret ve yatırımcı olarak girişinin
önündeki engelleri kaldırmakla kalmamakta,
bu tür gümrük ve tarife engellerini kaldırmanın ötesinde bölgedeki
Amerikan yatırımlarının önündeki tüm yasal engelleri de kaldırmayı hedeflemektedir. Öyle ki Japonya’nın yüksek tarifelerle
korunmakta olan tarım ürünleri- pirinç, et, domuz eti ve süt, şeker gibi-
bundan çok ciddi etkileneceği gibi ABD, Japonya’nın diğer önemli sektörleri
olan posta, finansal hizmetler, sigorta, iletişim, eğitim, askeri işler,
havayolları, limanlar, alt yapı, sağlık, ilaç ve kozmetik gibi sektörlerine de
göz dikmiş durumdadır[52].
Bu konuya Japon
Hükümeti’nin gösterdiği direnç ABD ve müttefiklerinin Asya-Pasifik’te sadece
Rusya ve Çin ile değil Japonya ile de karşı karşıya geldiğini göstermektedir[53].
Uluslar arası gerilimlerin arka planında yer alan iktisadi gelişmeler ve
çıkar çatışmaları konusundaki tarih bilinci, geleceğin öngörülebilmesi
açısından öğreticidir. Zira gelecek belli evrimci kanunlar
çerçevesinde geçmişte ortaya çıkan olaylar tarafından şekillenmektedir. Bu,
geleceğin bugünkü koşullara bakılarak tam olarak tahmin edebileceği anlamına
gelmez. Daha ziyade, tarihteki her hangi bir andaki bir toplumsal gelişmenin en
doğru anlaşılabilmesinin yolunun, geçmişteki koşulları iyi analiz etmekten
geçtiği, zira bu koşulların mevcut yapıların gelişimini şekillendiren koşullar
olduğu anlamına gelir. Yani geleceğin
koşulları bugünden belirlenmektedir. Bu bağlamda üretim tarzındaki
gelişmeler (alt yapı) son tahlilde, uzun vadede gelişmelerin yönünün
belirleyicisi olmaktadır.
1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde 1910’lı yıllardaki ekonomik büyümenin
sonlanması sistemik krizin mekanik araçlarla çözüme kavuşturulmasını, yani
rakiplerin birbirlerine karşı askeri araçlara başvurmasını da beraberinde
getirmişti. Bugün de bu koşullar geçerlidir, dolayısıyla savaş gibi mekanik
araçlar için hazırlıklar yapılmaktadır. Almanya ve Japonya 20yyın ilk
yarısındaki saldırgan tutumlarına geri dönmektedirler.
100.Yılında
1. Dünya Savaşı koşulları yeniden üretiliyor…
1.Dünya Savaşı’ndan yüz
ve 2. Dünya Savaşı’ndan yaklaşık yetmiş beş yıl sonra Alman siyasal seçkinleri tekrar savaşı kaşımaya başladılar. Almanya’nın
Avrupa ve dünyadaki liderliğini ön plana çıkartan propaganda faaliyetlerine hız
verdiler. Bu yıl Alman Cumhurbaşkanı, şu ana kadar süren askeri kısıtlamalara
artık son vereceklerini açıkladı. Alman
Hükümeti Ukrayna’da sağcı bir darbeyi desteklerken, Rusya’ya karşı ekonomik
savaşı da başlattı. Orta Doğu’da IŞİD’in neden olduğu durumu kullanarak
ekonomik ve politik çıkarlarını askeri araçlarla korumaya başladı. K. Irak’ta
Peşmerge’yi silahlandırdı, aynı zamanda Suriye’ye karşı yapılan hava
saldırısına destek verdi. Bu arada Almanya’nın kendi içinde şu ana kadar
görülmemiş bir askeri propaganda tüm medyaya hâkim oldu.
ABD emperyalizmi Orta Doğu’da savaşı körüklemekte ve
aynı zamanda Rusya’ya ve Çin’e karşı Asya’da yığınak yapmaktadır.
Ekonomik gerilim giderek açığa çıkmaktadır. Avustralya, ABD’nin Çin ve
Rusya karşıtı politikalarının pivot uygulayıcısı olarak harekete geçti ve Orta
Doğu’daki müdahaleye katılacağını açıkladı. Avustralya’nın yıllardır Çin’e yaptığı demir
cevheri ve diğer sınaî hammadde ihracatının getirileri sona ermeye başlamıştı,
böylece Avustralya ABD’ye daha da yaklaşmtı.
Ekonomik ve politik
süreçler arasındaki ilişki kolay görülemeyen,
karmaşık bir nitelikte olmasına rağmen, gelişimin yönü netleşmektedir: Küresel
ekonomik büyümedeki yavaşlama 3. Dünya Savaşı’nın koşullarını oluşturmaktadır.
Tarih
tekerrür etmez ama 1914 ve 2008 öncesi dönemlerin benzerliği de ihmal edilemez.
1913-14
yıllarına gelindiğinde kapitalist dünya ekonomisi büyümesinin sınırlarına
ulaşmıştı. 1890’lardan itibaren ekonomik
gelişimin yönü yukarı doğru idi, ama bu durum kendi zıttını yaratmış ve iktisadi
çöküşün koşullarını da oluşturmuştu. Patlak veren kriz sadece periyodik bir
çalkantının işareti değil, uzun sürecek olan bir ekonomik durgunluğun da
başlangıcıydı. Emperyalist savaş ise bu zor durumdan bir kurtulma girişimiydi. Bir
önceki dönemin yolundan ekonomik gelişimi sürdürmek çok zordu, zira burjuvazi
piyasaların sınırlarını zorlamaktan korkuyordu. Bu bir sınıf gerilimi yarattı,
siyaset bu gerilimi daha da artırdı ve bu da Ağustos’ta savaşa neden oldu.
Yine 2006’ya kadar “Büyük
Ilımlılık”[54]
yaşanmış ve 1970 ve 1980’lerin sorunlarının çözüldüğüne inanılmıştı. Çin
yükselen bir ekonomi olarak dünya ekonomisine yeni sağlam bir temel oluşturmakta
hatta Afrika bile küresel kapitalist genişleme için yeni bir çıkış alanı gibi
değerlendirilmekteydi. Aslında genişlemenin temellendiği yapı finansal
spekülasyon ve asalaklığa dayalı kumdan bir kale gibiydi.
Türkiye’de
iktisadi durum ve giderek artan otoriterleşme eğilimi
2013 yılı ortalarından bu yana küresel düzeyde
ortaya çıkan bazı gelişmeler kapitalist ekonomilerdeki ekonomik durgunluğun,
sarsıntı benzeri geçici bir şey değil, artık kalıcı bir durum olduğunu, Avro
bölgesi ve Japon ekonomilerinin fiilen resesyona girdiklerini, gelişmiş
kapitalist ülkelerde yeni fakat 2008’dekinden şiddetli bir finansal krizin
gelmekte olduğunu ortaya koydu. Ayrıca
“yükselen ekonomiler” olarak tabir edilen ve aralarında Türkiye’nin de
bulunduğu bazı azgelişmiş ülke ekonomilerinin diğerlerinden ayrışmadıkları ve
özellikle de son iki yılda iniş-çıkışlar gösteren uluslar arası sermaye
hareketlerinden olumsuz etkilenerek büyümelerinin yavaşladığı ve
kırılganlıklarının arttığı gözlemlenmektedir.
Bu gelişmelerden hareketle başta ABD olmak üzere
küresel aktörler bu durumdan, krizi Fed kararları ve sermaye hareketleri
aracılığıyla azgelişmiş ülkelere aktarmak ve son tahlilde bölgesel savaşları
yoğunlaştırmak ve yeni bir paylaşım savaşını hazırlamak ve otoriter-polis
devletlerine yönelerek krizin bedelini emekçilere ödettirmek yollarıyla çıkmayı
denemektedirler.
Uluslararası düzeydeki bu gelişmelerden en çok
etkilenen ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Öyle ki 2013 Mayıs ayında Fed’in piyasalardan tahvil ve bono alımını aylık
10 milyar dolar azaltacağını ve en geç bir yıl içinde bu alımı sıfırlayacağını
açıklaması bile BİST Endeksinin ani düşüşüne, Hazine bonosu alımlarının
azalmasına, gecelik faiz oranlarının artmasına,
doların değerinin 2 TL’nin üzerine çıkmasına, kur üzerindeki baskıyı
yavaşlatmak için Hükümetin döviz satış ihalelerine başvurmasına, bunun da net döviz
rezervlerinin yüzde 15 azalmasına, 10
yıllık Hazine bonolarının faizinin 19 ayda ilk kez yüzde 10’un üzerine çıkmasına[55]
ve Türkiye’den
Mayıs-Haziran aylarında 11 milyar doların üzerinde bir kaynak çıkışına neden oldu[56].
Sadece bir açıklamanın bile piyasaları sarsması, bir
yandan Türkiye ekonomisinin küresel finans kapitale ne denli bağımlı ve
krizlere ne denli yatkın olduğunu, diğer yandan da hızlı büyüme, sağlam
kamu maliyesi/ bütçe ve düşük borç stoku düzeyleri gibi övünç kaynağı olarak
gösterilen unsurların sistemik sorunlar karşısında ne denli yetersiz kaldığını
ortaya koymaktadır. Keza bu gelişmeler, para politikaları ile ilgili olarak
asıl söz sahibinin T.C. Merkez Bankası’ndan ziyade, Fed olduğunu göstererek,
Türkiye’nin hem siyasal hem de ekonomik yönden emperyalizme olan bağımlılığının
derecesini sergilemektedir.
Türkiye ekonomisinin bu hale nasıl geldiği sorusunun yanıtı izlenen birikim
stratejisi ile yakından ilgilidir. Özellikle son on yıldır Türkiye’de uygulanmakta
olan neo liberal birikim-büyüme stratejisi, 24 Ocak 1980 Kararları ile
başlatılan emperyalist - kapitalist sisteme yeniden eklemlenme sürecinin son
halkasıdır. Bu süreçte Türkiye ekonomisi her açıdan, ama özellikle de kaynak
temini açısından, uluslararası finans kapitale daha da bağımlı hale getirildi.
Bu dönemde büyüme, yerli tasarrufların yüzde 13’ler gibi (bu oran 2002 yılında yüzde 18,6 idi[57])
çok yetersiz bir durumda olmasından ötürü, yabancı kaynak kullanımı ile mümkün
olabildi. Buna, bu dönemdeki dışsal dinamik olarak uluslararası likide
bolluğunun yüksek getirili ülkelere yönelme ihtiyacı da eklenince, dış kaynağa
bağımlı büyüme stratejisi hem mümkün olabilmiş, hem de uluslararası kapitalist
sistem nezdinde meşruiyet kazandı. Öyle ki tarihsel olarak 2005 yılına kadar
yılda ortalama 20 milyar dolarlık dış kaynak kullanan Türkiye’nin bu tarihten
sonraki dış kaynak kullanımı 50 milyar doların üzerine çıktı. Bu kaynağın
önemli bir kısmı kısa vadeli kaynak niteliğinde oldu.
Bir başka anlatımla, Türkiye’de ekonomik konjonktür büyük ölçüde dışsal
olarak belirlenmekte ve dış dünya ile Türkiye arasındaki dış kaynak hareketleri
bu bakımdan ön planda olmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye ekonomisinde 2009 yılından bu yana gerçekleşen üç
dalgalanmadan birincisi (yukarı doğru) 2009’un son iki ayı ile Temmuz 2011
arasında gerçekleşti. Batı merkez bankaları, finans kapitali krizden kurtarmak
için bol likidite pompaladılar ve bu fonların önemli bir bölümü çevre
ekonomilerine girdi. Türkiye de bu furyadan bol kepçe pay almış, bu konjonktürün
geçerli olduğu yirmi bir ay boyunca Türkiye’ye giren yabancı sermaye toplamı
103 milyar dolara ( aylık ortalama 5 milyar dolara) ulaştı. İkinci yukarı
dalgalanma Temmuz 2012-Nisan 2013 dönemi olmak üzere on ay sürdü, Avrupa Merkez Bankası’nın ve Fed’in açılan
para muslukları, Türkiye’ye de akmış ve aylık ortalama 7,5 milyar doları aşan
bir yabancı sermaye girişi gerçekleşti. Bu akımların sonucunda, ilkinde 2010 ve
2011’de ekonomi % 9 büyüdü ama 75 milyar dolarlık bir dış açık bu konjonktürün
bir armağanı olarak kaldı. Mayıs-Haziran
2013’e gelindiğinde dış kaynak akımları hâlâ pozitif değerlerde seyretmeyi, ama
bu bir önceki iniş konjonktüründen çok daha hızla daralarak, sürdürdü.Yani
Türkiye ekonomisi, net sermaye çıkışı olmadan da, sadece dış kaynak girişi
azaldığı için küçülme ivmesine geçebilecek kırılganlıkta bir ekonomidir[58].
2012 yılına değin AKP iktidarları döneminde, ortalama yüzde 5-6 büyüme sağlayan ve bol
sıcak para, düşük kur ve yüksek faiz ve yüksek ithalat ve yüksek cari açık mekanizmasına
dayalı olarak temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen paralarla, başta
bankacılık, borsa, gayrimenkul-inşaat,
perakendecilik ve ithalata dayalı tüketim sektörlerinde balonlar şişirerek
yürüyen, böylece hem ekonomik canlılık yaratırken, hem de özellikle de, kentsel
rant projeleri üzerinden sermaye ve servet birikimi sağlayan, böylece
kitlelerin borçluluğunu ve yoksulluğunu artırırken, onlarca yeni dolar
milyarderi üreten büyüme stratejisi artık sürdürülemez bir hale geldi.
İlk olarak, Türkiye ekonomisinin büyüme hızı keskin bir biçimde
yavaşlamaktadır. 2010 yılında yüzde 9,2 ve 2011 yılında yüzde 8,8 büyüyen
Türkiye ekonomisinin, 2015-17 Orta
Vadeli Plan’a göre bu yılki büyüme hızının ancak yüzde 3,3 ve 2015 yılının yüzde
4 olabileceği tahmin edilmektedir.
Bu yılın ilk iki çeyreğindeki büyüme hızının
detaylarına bakıldığında büyümenin asıl olarak kamu harcamalarındaki artıştan
ve ihracattan (dış talep) kaynaklandığı, asıl büyümeyi sağlayacak olan özel
yatırımların, dolayısıyla da sermaye birikiminin, büyümeye katkı vermediği gibi
gerilediği[59]
ortaya çıkmaktadır. Örneğin geçen yılın ilk çeyreğine göre ekonomi beklenenin
üstünde yani yüzde 4,3 oranında büyüdü, mevsim ve takvim etkisinden
arındırılmış büyüme oranı ise yüzde 1,7 olarak gerçekleşti. Mal ve hizmet
ihracatı sabit fiyatlarla yüzde 11,4 ve devletin nihai tüketim harcaması sabit
fiyatlarla yüzde 8,6 artarken, özel tüketim harcamaları yine sabit fiyatlarla
sadece yüzde 2,9 arttı. Buna karşılık gayri safi sabit sermaye oluşumu sabit
fiyatlarla yüzde 0,5 azaldı. 2013 yılında bunun yüzde 4,2 artış biçiminde
olduğu dikkate alındığımda yatırımlarla büyüme arasındaki bağın giderek koptuğu
görülmektedir[60].
Geçen
yılın ilk çeyreğine göre aslında özel tüketim harcamaları yüzde 0,5 puan (yüzde
3,6’dan yüzde 2,9’a) ve özel yatırım harcamaları yüzde 2,0 puan (yüzde1,5’ten, yüzde
- 0,5’e) geriledi. 2013 yılında ise özel tüketim harcamaları % 5,1 oranında bir
artış göstermişti. 2014 ilk çeyrek verileri geçen yılın ilk çeyreği değil de
son çeyreği ile kıyasladığında ise özel tüketim harcamalarındaki düşüş yüzde 2,4
puan ve özel yatırım harcamalarındaki düşüş yüzde 6,9 puana yükselmektedir.
Yani özel kesimin iç talebinde önemli bir azalma mevcuttur. Özel sektörün
harcamalarındaki bu daralmanın kamu harcamalarındaki yüzde 4,8 puanlık ve
ihracattaki yüzde 7 puanlık artış ile telafi edildiği göze çarpmaktadır.
İkinci
çeyrekte ise büyüme hızı daha da keskin bir biçimde yüzde 2,1’e geriledi. Mevsim ve takvim etkisinden
arındırılmış sabit fiyatlarla GSYH bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,5 azaldı.
Özel tüketim (yüzde 0,4 artabildi) ve özel yatırım harcamaları (yüzde 3,5
azaldı) düşmesini sürdürürken, mevcut cılız büyümeyi yine kamu harcamaları artışı
(yüzde 2,4) ve ihracat artışları (yüzde
5,5)[61]
sağladı.
Son on yıldır izlenmekte
olan büyüme stratejisinin temelini yabancı kaynağa bağlı inşaat sektöründe
gerçekleşen alt yapı ve üst yapı inşaatları oluşturmaktadır. Nitekim hali
hazırda toplamda milli gelirin yüzde 20- 21’ini bulan toplam yatırımların yüzde
45’i inşaat sektörüne gitmektedir. Para
dönüşünün sınai yatırımlara göre iki-üç kat daha hızlı olduğu ve imar
değişiklikleri ile ilave rant gelirlerinin sağlandığı bu tür yatırımların
büyümeye katkısı ise yüzde 5-6 civarındadır (sanayininki bunun yaklaşık üç katıdır).
Bu sektörde yaratılan servet çok daha hızlı ve fazla, ama yarattığı istihdam
geçici ve niteliksiz, gelir etkisi ise çok zayıftır. Bu sektör diğer sektörlere
göre yolsuzluklara çok daha açıktır. Nitekim son yolsuzluk tapelerindeki
şirketlerin ağırlığını büyük inşaat şirketlerinin oluşturması tesadüf değildir.
Ancak 2013 yılından bu yana
inşaat sektöründe ciddi bir yavaşlama göze çarpmaktadır. Örneğin 2013 yılının
ilk altı ayında sektör bir önceki yıla göre ortalama yüzde 6,7 oranında
büyümüştü. 2014 yılının ilk ayında ise bir önceki yıla göre büyüme oranı
neredeyse yarı yarıya düşerek yüzde 3,8 oldu[62].
Bu gerilemede en önemli faktörler, yükselen faizler ve döviz kurları nedeniyle
özellikle ipotekli konut satışlarında görülen belirgin azalma (zira bir önceki
yılın aynı ayına göre üçte bire yakın azaldı) ve konut stoklarındaki hızlı
artışlardır.
Bu veriler kapitalist
ekonomilerin büyümesinde asıl faktör olan sermaye birikiminin tıkanmakta
olduğunu, zira yatırımların kârlılığının azalmakta olduğunu ortaya koymakta ve
sistem açısından birikim rejiminin tıkanıklığını açacak olan önlemlere olan
ihtiyacı da göstermektedir. Diğer taraftan büyümeyi sağlayan iki unsur olan
ihracat pazarlarındaki daralmalar ve kamu harcamaları önümüzdeki dönemde
büyümenin önünde engel teşkil edecektir.
Türkiye’nin
temel ihracat pazarı olan ‘avro bölgesi’ hali hazırda bir deflasyon öncesi
durumu yaşarken üçüncü kez resesyona girme tehlikesi ile de karşı karşıyadır.
Bu durum da sistemin büyük aktörleri olan bankalar ve şirketlerin bir borç
deflasyonuna[63]
sürüklenmesinin önünü açmaktadır. Bu nedenle de ECB hem bu yıl hem de gelecek
yıla ilişkin büyüme tahminlerini aşağıya doğru olmak üzere revize etti. IMF ve
diğer kuruluşlar da şu anda büyüme açısından en sorunlu iki bölgenin avro
bölgesi ve Japonya olduğu konusunda hem fikirler. ECB’nin miktarsal
kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararı bir yanıyla, avronun değerini
düşürmeye, böylece de ihracatları artırmaya dönüktür. Bu nedenle de temel
ihracat pazarındaki bu gelişmelerin Türkiye’nin ihracatına katkı sağlaması
beklenmemelidir.
Kamu
harcamalarındaki artış büyümeyi sağlayan diğer önemli etkendir. AKP Hükümetinin
mali disipline olan inancının sürdüğü kesin olduğundan, sanayileşme ya da kalkınmaya dönük yatırım
harcamalarında bir artış gözlemlenmediği gibi, halka dönük sağlık, eğitim,
sosyal güvenlik gibi sosyal harcamalarda reel azalma mevcuttur.
Harcamalardaki
artışın kaynağı ise sırasıyla, neo liberal birikim stratejisinin temelini
oluşturan inşaat - alt yapı ve üst yapı harcamaları (Marmaray, 3. Köprü, 3.
Hava limanı, duble yollar ve TOKi), HES’ler ve güvenlik adı altında yapılan
harcamalardır. ‘Gezi Direnişi’nin ardından
Lice’de ortaya çıkan gelişmeler aslında son yıllardaki bütçe kaynaklarının
önemli bir kısmının da nerelere harcanmakta olduğu gerçeğinin üstündeki örtünün
kalkmasını sağladı. Öyle ki, geri çekilmeden bu yana geçen bir yıl boyunca
resmi açıklamalara ve gazete haberlerine göre sayıları 314 ila 402 arasında
yeni “kalekol / karakol” inşaat ihalesi yapıldı. Bunlardan 102’si tamamlandı,
143’ünün yapımı sürmekte ve kalanı da ihale aşamasındadır. Bunların 21’i Dersim’de, 36’sı Diyarbakır’da
ve 36’sı Bingöl’de yapıldı. Keza sınırda Şırnak hattında 11 ve Munzur /
Dersim’de 4 “Güvenlik Barajı” yapılmaktadır. Bunlardan 7’si için hali hazırda
103,5 milyon TL harcanırken toplam maliyetin 207 milyon lirayı bulması
beklenmektedir. Ayrıca 820 km’lik bir güvenlik yolu yapılmaktadır. 2000 civarında yeni korucu kadrosu açıldı.
Bunların 600’ü Bitlis, 960’ı Van ve 600’ü Batman’a verilmiş durumdadır.
Bunlara
özellikle Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan muhalefetin bastırılmasına dönük
polisiye harcamaları ve IŞİD başta olmak üzere Suriye’deki rejim karşıtı bazı
İslamcı örgütlere verildiği iddia edilen desteklerin maliyeti de eklendiğinde
büyümenin ardındaki önemli faktörlerden birinin neo liberal- neo muhafazakâr
otoriteryan bir yönelimin güvenliğini ve bölgedeki yayılmacılığını sağlamaya
dönük harcamalar olduğu söylenebilir
Diğer
taraftan ekonomik büyüme ya da kişi başına GSYH artışı, tek başına bir toplumun
bütün olarak refahının artmasını anlatan iyi bir gösterge değildir. GSYH
büyümesi öncelikle insana ait maliyetleri ve faydaları, emek ve emekçilerin
çalışma koşullarını göz ardı ederken ticari işlem değerleri üzerinde
yoğunlaşır. Sadece belirli piyasa işlemlerinin değerini ölçer. Üretimi ya da
örneğin özgün bir biçimde faydalı mal üretimini göstermez. Öyle ki, örneğin
bugün “barış çabaları” silah üretmekten çok daha değerli olmasına rağmen GSYH
içinde, dolayısıyla da ticari işlemler arasında yer almaz.
Keza
günümüzde kapitalist büyüme bir yanılsamadır. Bu yönüyle de toplumdaki sömürü
ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler
tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir.
Ayrıca
azgelişmişler için büyümeden daha önemli bir sorun kalkınma ve sanayileşmedir.
Çünkü bu ülkeler genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin
Türkiye) kapitalist bir üretim tarzı içinde kalkınamamakta ya da
sanayileşememektedir.
İktisadi
büyüme kavramı pratikte toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi
bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için kullanılmaktadır. Örneğin
birkaç banka ya da sınaî tekel kâr ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir
de büyümekte, iktisadi büyüme de hızlanmaktadır. Nitekim son on yıldır on
milyon aileyi yoksulluk yardımlarıyla yaşamaya mahkûm eden büyüme stratejisi
dolar milyarderi sayısını kırkın üzerine çıkartabilmiştir. Bu anlamda İktisadi
büyüme gerçekte, sermayenin, servetin büyümesidir. Ancak bu servet de adil
dağılmamakta küçük bir azınlığın elinde birikmeye devam etmektedir. Son ILO raporuna göre Türkiye’de ücret
gelirlerinin milli gelir içindeki payı ise 1999’da yüzde 50 iken günümüzde
yüzde 30’a kadar gerilemiştir[64]. TÜİK
verilerine göre Ağustos 2014’te toplam olarak istihdam edilen 26,5 milyon
insanın 17,4’ milyonunun (yüzde 66,5’i) ücretli ve yevmiyeli çalışan işçiler
olduğu[65] dikkate
alınırsa milli gelirin ne denli adaletsiz bölüşüldüğü ve bunu yaratan emeğin
bundan sadece üçte bir oranında pay alabildiği ve bu durumun özellikle de son
15 yıldır hızla daha da kötüleştiği görülmektedir.
Kapitalist büyüme
sırasında hem emek hem de çevre daha fazla sömürülmekte, daha fazla tahrip edilmektedir. Türkiye’de nükleer santrallere ilave olarak,
hali hazırda, Trabzon’dan Rize’ye, Artvin’den Bingöl’e kadar çok sayıda HES
yapılması planlanmış durumdadır ve bunların bazılarının inşaatı yöre halkının
muhalefetine ve aleyhteki mahkeme kararlarına rağmen sürdürülmektedir. Son
döneme damgasını vuran ve bir kentsel talana dönüşen TOKİ - özel sektör
işbirliği ile gerçekleştirilen konut ve AVM inşaatları ise bir yandan rant
üzerinden servet birikimini hızlandırırken diğer yandan da kent ve çevre
felaketlerine neden olmaktadır.
Son olarak, günümüzde
iktisadi büyüme yeterli düzeyde ve güvenceli istihdam yaratmayan bir büyümedir.
Kapitalizm, geldiği nokta itibariyle, sadece kriz dönemlerinde değil, krizde
olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem
olmadığını ortaya koymuştur. Son dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam
istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam
niteliğindedir (prekarya). Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü
sürdürürken, diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel
emeği israf etmekte ve iş kazaları adı altında bu insanların ölümüne neden
olmaktadır. Soma madenlerindeki iş cinayeti sırasında ölen 301 işçi,
sonrasındaki Şırnak’ta bir madende ölen 3 işçi, İstanbul Torunlar Plaza
inşaatında ölen 10 işçi ve Ermenek’te madende ölen 18 işçi birlikte yılda
ortalama 1300-1400 işçinin iş cinayetine kurban gittiği gerçeği kapitalizmin
emek üzerinde yarattığı tahribatın en yakıcı, en çarpıcı örneğidir. Büyüme ise
asıl olarak mevcut emek gücünün daha verimli ve yoğun çalıştırılmasıyla
sağlanmaktadır.
Büyüme verilerinin
ardından işsizlik verileri de
yaklaşan bir krizin belirtileri niteliğindedir. TÜİK’e göre sırasıyla Mart 2104
itibariyle, işsizlik oranı, yüzde 9,7 (erkeklerde yüzde 9,1, kadınlarda
ise yüzde 11, 0), tarım dışında yüzde 11,6 ve 15-24 yaş grubundaki gençler arasında
yüzde 16,7 olmuştur[66].
Resmi verilere göre işsiz sayısı 2 milyon 747 bindir. Ağustos 2014 verilerine
göre ise işsizlikte belirgin bir artış söz konusudur. Buna göre işsizlik
oranı ise yüzde 10,1 ( 0,4 puan artış) seviyesinde gerçekleşmiş (erkeklerde yüzde
8,9 kadınlarda ise yüzde 12,7) ve tarım dışında yüzde 12,3 ve 15-24 yaş grubundaki
gençler arasında yüzde 18,9 olmuştur. Yine resmi verilere göre 2014 yılı
Ağustos ayı itibariyle işsiz sayısı 2 milyon 944 bin kişidir[67]
(işsizlik oranı 2012’de yüzde 9,2 ve 2013’te yüzde 9,7 olarak açıklanmıştı).
Yıllardır, resmi hesaplamayla dahi, yüzde
10’un üzerindeki bir işsizlik oranı, bugün resesyon içindeki bazı Avrupa
ekonomilerindeki orana yakın olduğundan hareketle, hafife alınacak bir
oran değildir. Ana akım iktisat ideolojisine göre, ideal kapitalist bir
ekonomideki ideal işsizlik oranının yüzde 1-3 arasında olması gerektiğinden
hareketle, bunun üç dört katı bir işsizlik oranına sahip bir ülkedeki hem
sistemi hem de ekonomi yönetimini sorgulamak gereklidir. Yıllardır bu
yükseklikteki ve kalıcı hale gelmiş bir işsizlik oranı, geleceğin emekçilerine
işsizlikten ya da en iyisinden, çok niteliksiz ve güvencesiz, kısmi zamanlı
istihdamdan başka bir imkân vaat etmemektedir. Maliye Bakanlığı’nın verilerine
göre, 2014
yılı üçüncü çeyreğinde toplam kamu istihdamı 2013 yılının aynı dönemine göre yüzde
3,7 oranında artarak 3 milyon 420 bin kişi olarak gerçekleşti. Son dönemde daha
çok polis ve maliye memurları gibi memurların alınması bu istihdamın da
üretimden çok güvenlik ve mali denetimi artırmaya dönük olduğunu
göstermektedir.
Diğer taraftan resmi
işsizlik rakamları gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Zira başta
umutsuzluk olmak üzere çeşitli nedenlerle iş arama kanallarını kullanmayanlar,
çaresizlik nedeniyle yeterli gelir sağlamayan işlerde çalışmak zorunda
kalanlar, niteliklerine uygun olarak iş bulamadıkları için başka işleri
kabul etmeyenler (örneğin atama yapılmasını bekleyen on binlerce öğretmen) ve
haftada iki saat bile olsa iş bulabilenler TÜİK’in işsiz tanımı içinde yer almamaktadırlar.
Bu geniş kesim de gerçek işsizliğin içine dâhil edildiğinde işsizlik oranı yüzde
20’yi, işsiz sayısı ise 6 milyonu aşmaktadır[68].
Halkın geçim durumunun bir diğer temel ekonomik göstergesi enflasyon ve hayat pahalılığıdır.
TÜİK’e göre, 2015 yılı Ekim ayı tüketici fiyatları, Eylül ayına göre yüzde 1,90
puan arttı, geçen yılın Aralık ayına göre fiyat artışı yüzde 8,45 ve on iki
aylık ortalamalara göre enflasyon yüzde 8,65 oldu[69].
Ana akım iktisat
ideolojisi fiyat hareketleri ile ilgili değerlendirmelerini onun ekonomik
istikrar ve kaynak tahsisi üzerindeki etkileri ile sınırlandırmaktadır. Oysaki
emekçilerin ve genel olarak halkın iyilik durumunun asıl göstergesi
enflasyondan ziyade hayat pahalılığıdır. Çünkü fiyat artışları hayat pahalılığı
ile ilgili iki temel değişkenden sadece biridir. Yani mal ve hizmet
fiyatlarındaki değişmeler kadar, hatta ondan daha önemli olarak, emekçilerin
ücret, maaş ve gelirlerindeki değişmeler hayatın onlar açısından ne kadar
pahalı ya da ucuz olduğunun bir göstergesidir. Türkiye’de işçi ücretleri ve
maaşların ancak resmi enflasyon oranlarının yarısı kadar artırıldığı ise bir
gerçektir.
Resmi enflasyon verileri
bu anlamda halkın refahının gerçek durumunu tam olarak yansıtmamaktadır, zira
hesaplanma şekli nedeniyle halkın fiyat artışları karşısında ne denli ezildiği
gerçeğinin üstünü örtmektedir. Nitekim detaylara bakıldığında enflasyon
sepetinde yer alan 432 maddeden 255 maddenin ortalama fiyatlarında artış olduğu
görülmektedir. Ancak burada bir başka detay daha vardır ki asıl etki burada
ortaya çıkmaktadır. Bu dönemde gıda fiyatları yüzde 13 civarında artmış durumdadır.
Gıda harcamalarının emekçilerin aylık bütçeleri içindeki payı ise en az yüzde
20’dir. Sağlık, eğitim ve ulaşım masraflarının her biri ise yüzde 10’a yakın
bir artış göstermektedir. Enerji ve konut (kira) gibi harcamalar da bunlara
dâhil edildiğinde bu beş-altı kalem aslında emekçilerin bütçesinin yüzde
80’inden fazlasını götürmektedir. Bu nedenle de yüzlerce ilgisiz kalemden
oluşan sepetteki ortalama fiyat değişiminden ziyade emekçilerin en çok muhatap
oldukları kalemlerdeki fiyat artışlarına ve onların ücretlerindeki değişime
bakmak yeterlidir.
Türkiye ekonomisinin büyüme,
işsizlik, enflasyon gibi temel yapısal sorunlarının yanı sıra krizlere karşı
duyarlılığını artıran başka faktörler de söz konusudur. Kendilerini daha çok
parasal göstergeler biçiminde ortaya koyan bu verilerde son dönem hızlı bir
kötüleşme görülmekte, bu da Türkiye’nin özellikle de dışarıda patlak vermesi
beklenen finansal krizin sonucunda bankacılık başta olmak üzere inşaat ve reel
üretim sektöründe krize girebileceğini ortaya koymaktadır.
The
Economist Dergisi’nin bir çalışmasına göre[70],
ani bir biçimde sermaye girişi durması ile belirecek risk kriterine bağlı
olarak, 26
ülke içinde 2012 yılı itibariyle yüzde 6,3’lük bir cari açık payı açısından
Türkiye en riskli üçüncü ülkedir. 2015-17 dönemini kapsayan Orta Vadeli
Programa göre bu açık 2014 yılında en iyi ihtimalle yüzde 5,7 ve 2015 için yüzde
5,2 olacaktır. 2014 yılının ilk dokuz
ayında cari açık bir önceki yıla göre yüzde 37 azaldı ve yaklaşık 31 milyar
dolara geriledi[71].
Böyle göreli bir gerilemenin nedeni ihracat ya da turizm gelirlerindeki ciddi
artıştan ziyade ithalat artışındaki yavaşlamadır. Bu da ithalata bağımlı olarak
büyüyen bir ekonomideki daralmanın göstergesidir. Ayrıca 2013 yılında ithalat
içinde ciddi bir pay sahibi bulunan hurda altın ithalatının 2014 yılında dörtte
bir oranında azalması da açığı azalttı. Buna rağmen açığı kapatacak düzeyde bir
yabancı sermaye girişi olmadı ve ilk dokuz aydaki giriş 26 milyar dolar ile
sınırlı kaldı. Bir önceki yılın aynı dönemine göre bu yabancı sermaye girişinde
yüzde 53’lük bir azalma anlamına gelmektedir. Yabancı kaynak girişindeki bu
azalma 2014 yılındaki dış kaynaklı yatırım ve büyüme yavaşlamasını da açıklar
niteliktedir. Yabancı sermaye açığı ise 7,5 milyar dolara yaklaşan kaynağı
belirsiz para (net hata noksan)[72]
girişi ile telafi edildi.
Türkiye ekonomisi son on yıldır hiç olmadığı
miktarda ve hızda finansallaştı. Sanayi sektöründeki yaşanan kâr sıkışması, dış
kaynak kullanımındaki artışla beraber başta bankacılık, sigortacılık ve yatırım
fonları olmak üzere inşaat-rant, gayrimenkul sektörlerinden oluşan finansal
sektörde yapılan yatırımlarla aşıldı. Nitekim 2014 yılının üçüncü çeyreğinde
özel sektörün yurt dışından sağladığı uzun vadeli 163 milyar doları aşan borcun[73]
asıl olarak bankacılık, inşaat-gayrimenkul gibi finans sektörü ve ulaştırma ve
enerji gibi alt yapı sektörlerindeki büyük projelerin finansmanında
kullanıldığı göze çarpmaktadır. İmalat sanayi firmalarının dışarıdan
borçlanmalardaki payı ise yüzde 15’i bulmamaktadır.
Bu da ekonomide hızla bir spekülatif finans
sermayesi büyümesine, gelir ve servet dağılımının çok daha adaletsiz ve eşitsiz
bir hale gelmesine neden olduğu gibi, kullanılan tüketici kredilerinin (yatırım
kredisinden ziyade) çok büyük boyutlara erişmesine ve de iç ve dış borç
stoklarının (kamu ve özel) hızla artmasına, döviz kurunun hızlı bir biçimde
yükselmesine neden olmaktadır. Kuşkusuz böyle bir gelişim var olan durgunluğun
aşılmasında bir çözüm gibi gözükürken aynı zamanda yeni finansal krizlerin de
tetikleyicisi olmaktadır.
The Economist’in kredi kullanımındaki artışın neden
olduğu risk bağlamında birinci sıraya oturttuğu Türkiye’de toplam kredi stoku
2010 yılında 532 milyar lira iken, bu rakam sürekli yükselerek 2011’de 690
milyar lira, 2012’de 802 milyar lira, 2013’te 1,058 trilyon lira ve nihayet
2014 yılının üçüncü çeyreğinde 1,200 trilyon liraya ulaşmıştır[74].
Böyle bir finansallaşmanın diğer yüzünde kuşkusuz
borçlar bulunmaktadır. Buna göre, 2002 yılında kullanılan ihtiyaç kredisi
tutarı 3,3 milyar lira iken, bu 2013 yılında 182 milyar liraya fırladı. Yani 11
yılda ihtiyaç kredisi kullanımı 55 kat arttı. İhtiyaç kredisi kullanan sayısı
da 1,3 milyon kişiden 11,2 milyon kişiye çıktı[75].
Bu da dokuz kat artış anlamına gelmektedir. Yani AKP iktidarları döneminde
ilave 9,9 milyon kişi borçlular arasında yer aldı. Bu borçluların yaklaşık
yarısı (4,8 milyon) ücretli emekçilerdir.
Borçları en hızlı artanlar ise aylık 1000 lira gelir
elde eden en düşük gelir grubudur. Bu
dönemde bu kesimin ihtiyaç kredisi borcu yirmi bir kat artarak 1,8 milyar liradan
38,4 milyar liraya ulaştı. Vade
dilimleri açısından ele alındığında bu dönemde en hızlı artan borçların üç yüz
yirmi sekiz kat ile 66 milyon liradan 21,7 milyar liraya çıkan 37-48 ay vadeli
krediler olduğu görülmektedir. Kanuni
takipteki borçlar ise bu dönemde beklendiği gibi otuz dokuz kat artış gösterdi.
T. Bankalar Birliği’nin verilerine göre, Haziran
2014’te 360 milyar liraya ulaşan tüketici kredilerinden (üçte ikisi ihtiyaç
kredilerinden ve kredi kartlarından oluşuyor) 12 milyar liralık kısmı batık
kredidir. İhtiyaç kredisi olarak kullanılan kredi kartların ile borçlananların
sayısı 20 milyon kişiye yaklaşmaktadır[76].
Bir başka anlatımla, Türkiye’de hane halkı borç stoku / GSYH oranı 2003
yılında yüzde 7,5 iken, 2013 yılında yüzde 55,2’ye kadar yükseldi.
Borçlanma oranı ekonominin büyüme oranının çok üstüne çıktığında ise
borç-deflasyon ilişkisi devreye girmektedir. Özellikle 2005 yılından bu yana bu
iki değişkenin arasındaki makas, özellikle de 2010’dan itibaren, açılmaya başladı.
Bireysel tüketici kredilerindeki artışın sürmesi halinde, yükselen döviz kuru
ve faiz oranı ile birlikte, bu gelişme ekonominin borç-deflasyon tuzağına girmesi
ve bunun da bankacılık sektörü kaynaklı bir krizle sonuçlanabilecektir. Böyle
bir krizde, Türkiye’de borçlu bireylerin yanı sıra, bankacılık sektörü ve
bireysel krediden beslenen inşaat ve otomotiv sektörü de krize girecektir[77].
Krize doğru kırılganlığın arttığının bir diğer
göstergesi kısa vadeli dış borçlardır. Toplam dış borç stoku 2002 yılında
yaklaşık 100 milyar dolardan 2014 yılının ikinci çeyreği itibariyle 402 milyar
dolara çıkarak dört kat artış gösterdi. Bu borçların yaklaşık yüzde 70’i özel
sektör borcu, yüzde 33’ü bir yıl içinde ödenmesi gereken kısa vadeli borçtur[78]. Son olarak dolar kuru 2010 yılında 1.55
TL’den 2014’te (OVP) 2,22 TL’ye fırladı.
Bu veriler ekonominin uluslar arası finansal
sistemle bütünleşmesinin artması ölçüsünde kırılganlığının da arttığını
gösterirken, aynı zamanda da ekonomik
istikrar söyleminin neden geniş borçlu kitlelerde karşılık bulduğunu da
açıklamaktadır.
Tüm bu gelişmelere rağmen, 62.
Davutoğlu Hükümeti’nin açıkladığı program[79]
şu ana kadar sürdürülmüş olandan temelde farklılıklar göstermemekte,
dolayısıyla da önümüzdeki dönemde ciddi bir kriz riski ortada iken buna dönük
sosyal ve ekonomik önlemleri kapsamamaktadır. Çünkü programda, yer yer daha
fazla üretim, ar-ge, rekabetçi piyasalar sözleri edilse de son on yıldır
izlenmekte olan stratejiye esas olarak sadık kalınacağı anlaşılmaktadır. Öyle
ki 2014-2018 döneminde kamu yatırımlarının 350 milyar doları aşacağı, büyük
projelerin tamamlanacağı ve yeni projelere başlanacağı ileri sürülmektedir.
Yürütülmekte olan kentsel dönüşüm çalışmalarının yanı sıra,
toplu konut uygulamalarının kapsamının genişletileceği. TOKİ'nin
öncelikle nüfus artışının hızlı ve konut fiyatlarının yüksek olduğu şehirlerde
ve alt ve orta gelir grubunun temel konut ihtiyacına yoğunlaşmasını temin
edeceği ve kalkınmada öncelikli bölgelerde sosyal konut üretimine ağırlık
verileceği ve kentsel dönüşüm kapsamında 6,5 milyon birim konutun 2023
yılına kadar dönüştürülmesi hedefi doğrultusunda çalışmalara devam edileceği
açıklanmaktadır. HES yapımlarının kararlılıkla sürdürüleceği ve kamu-özel
ortaklığı modelinin yaygınlaştırılarak özellikle sağlık alanında büyük
projelerin hayata geçirileceği görülmektedir. Bu durum hem üç yıllık OVP’ye hem
de 2015 MY Bütçesi’ne ana hatlarıyla yansımıştır. Ana muhalefet partisi ise son
on iki yıldır uygulanan politikaların mimarı olan Kemal Derviş’i ve onun neo
liberal politikalarını yeniden keşfetme ve sunma gayreti içindedir.
Yani şu ana kadar
uygulanmış olan birikim stratejisinin bundan sonra da sürdürüleceği anlaşılmaktadır.
Bu da Türkiye ekonomisinin yine başta konut ve inşaat balonları ve
finansallaşma ile krizlere gebe halinin süreceğini ortaya koymaktadır. Ancak bu
kez dış konjonktür yaklaşık on yıl devam eden ve 2012 yılına kadar Türkiye ekonomisini
rahatlatıp, büyümesini sağlayan konjonktürden hızla farklılaşmaya başlamıştır.
Öncelikle küresel
ekonomik durgunluğun kalıcı hale gelmesiyle emperyalist kapitalist ülkelerin
kendi aralarındaki rekabet kızışmakta ve her devlet öncelikle kendi sermayesini
koruma güdüsü ile korumacı ticari önlemlere başvurmaktadır. Fed para
musluklarını sıkarken, ECB ve BoJ daha da gevşetmekte, faiz ve kur savaşları
yürütülmekte ve Asya Pasifik Ticaret Anlaşması gibi anlaşmalarla örneğin Çin’in
yükselişi önlenmeye çalışılmaktadır. Diğer yandan da bu önlemlerin yetmeyeceği
öngörüldüğünden başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın muhtelif bölgelerini
kapsayan bir genel paylaşım savaşının ön hazırlıkları yapılmaktadır. Böyle bir
konjonktür özellikle güvensiz bölgelere, yani azgelişmiş ülkelere doğru olan
yabancı sermaye akımlarının azalmasına, hatta çıkışların hızlanmasına neden
olacaktır.
Türkiye ise şu ana
kadar yatırımlarının yüzde 40’ını kısa vadeli yabancı kaynak ile finanse eden
bir ülke oldu. Son döneme kadar büyük kısmı sıcak para olmak üzere yılda
ekonomiye giren yabancı kaynak miktarı yılda ortalama 50 milyar doları aştı, bunu
da uyguladığı yüksek faiz, düşük döviz kuru, göreli ekonomik ve siyasal
istikrar gibi faktörlerle sağladı. 2013 yılından bu yana bu durum hızla
değişmeye başladı.
Kısacası, Türkiye ekonomisi çok
kritik bir kavşaktadır ve devlet bu krizi kapitalist sınıflar lehine yönetmek
için her türlü ekonomik ve politik aracı kullanmaktadır.
Otoriterleşme
artıyor: Kapitalist krize çözüm bulamayan egemen güçler tüm dünyada işçi
sınıfına ve tüm dünya halklarına yönelik saldırılarını artırıyor, en küçük
direnişleri dahi askeri araçlarla bastırmaya çalışıyorlar.
Savaşa yönelimi artıran
bir faktör, kriz nedeniyle içerde yükselen sosyal muhalefeti bastırmak için bir
asker-polis devleti oluştururken[80]
dikkatleri dışarıya çekerek bu durumu meşrulaştırmak ihtiyacıdır. Çünkü
sistemin egemenleri bütün bu askeri çözümleri elde tutarken, yapısal reformlara
hız verelim çağrısında bulunmaktadırlar. ‘Mikro
yapısal reformlar’ olarak adlandırılan ve IMF ve DB tarafından yıllardır
önerilen bu politikalarla kriz öncesinde işçilerin ellerinde kalan sosyal
koruma da yok edilmek istenmektedir. Buna karşı direnç ise daha otoriter bir
siyaset ve devlet örgütlenmesi ile bastırılmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi,
yeni güvenlik yasalarının çıkarılış nedeni yükselmekte olan muhalefeti ve sınıf
hareketini baskılamak ihtiyacıdır.
İşçi sınıfının önünde çok önemli gelişmeler mevcuttur ve bunlar
örgütlenme ve mücadele konusundaki düşünceleri gözden geçirmeyi gerektirmektedir.
Sınıf uzlaşması fikri sermayenin gözünden iyice düşmüş
görünmektedir. Bir dönemin sosyal devletlerine denk düşen ‘Toplumsal Sözleşme’ fikri ise artık giderek sönümlenmektedir.
Bugün durum itibariyle sosyal
devlet çağının sonuna gelmiş bulunuyoruz.
“Dünyada hiçbir ülkede sosyal demokrat partiler
gerçek anlamda önde değildir. Danimarka, İsveç, Almanya ve Fransa’da kendi
sağındaki diğer partilerle yaptıkları koalisyonların parçası olarak kendilerini
hükümette bulabilirler ama ya bu tesadüfen oluşmuş bir durumdur ya da Sağ’ın
başarısızlığının bir sonucudur. Hükümet olduklarında ise kemer sıkma
politikalarını aynen uygulama eğiliminde oldular. Şu an hiçbir sosyal demokrat partinin gerçek
anlamda alternatif entelektüel ve örgütsel fikri mevcut değildir. Bu nedenle de
sosyal demokrasinin geleceği parlak değildir. Bunun nedenleri ise çok açıktır.
Sosyal demokrasi 19.yüz yılda inşa edilmiş ve 20. yüz yılda bazı başarılar elde
etmiş olsa da 21.yüz yıl için sosyal demokrasi ümitsiz bir durumdur. Çünkü bir
zamanlar sosyal demokratları güçlü kılan tüm faktörler ortadan kaybolmuştur.
Savaşın neden olduğu toplumsal muhalefet ve bilinç artışı, birleşik ve örgütlü
ve güçlü bir sınıf hareketinin varlığı ve serbest piyasaları tehdit eden bir
Sovyetler Birliği’nin etkileri tüm bunlar Batıda benzer devrimlerin olması
korkusuyla sermaye sınıfının büyük tavizler vermesine neden olmuştur. Yani tüm bu faktörler kapitalizmin tarihin
belli bir momentinde sosyal demokrasiye ödün vermesine neden olmuştur. Bugün bu
faktörler artık mevcut değildir”[81].
Elbette mücadelelerle elde edilen kazanımlar sonuna kadar savunulmalıdır.
Ancak, mücadele sosyal devleti korumak ya da sosyal
hakları savunmak ile sınırlı da tutulmamalıdır. Özellikle son kriz sonrası
uygulanan kemer sıkma politikalarının sonuçları, mücadelesini eldekileri tutmakla
sınırlandırmış bir işçi hareketinin başarısızlığa uğramaya ve bu hakları da
kaybetmeye mahkûm olduğunu ortaya koymuştur.
Uluslar arası bir
savaşın eşiğinde olduğumuz gibi, bir sınıf
savaşının da tam ortasındayız. Zaman zaman ara verilmiş olsa da
kapitalizmde sınıf savaşı her zaman sürmüştür. Bugün sınıf savaşı kapitalist krizden dolayı yoğunlaşmakta ve mevcut
kriz de sermaye sınıfı emekçi sınıflara karşı sınıf savaşını yükseltmektedir.
Özelleştirmeler,
taşeronlaştırma, kemer sıkma, kısıntılar, bütçede mali disiplin, ücretlerin
baskılanması, petrol, elektrik, doğal gaz zamları, yüksek enflasyon, ağır vergi
yükü, sağlıksız çalışma koşulları, artık süreklilik kazanan toplu iş
cinayetleri ve yoksullaşma gibi işçilerden ve emekçilerden beklenen
fedakârlıklar işçilere, emekçilere bedel
ödetme yollarıdır.
Bu savaş sermaye ve kapitalist devletler tarafından işçilere karşı yürütülen açık bir
savaştır ve hedefinde öncelikle işçilerin ve emekçi kitlelerin geçmişte elde
ettiği kazanımları da geri almak
vardır. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler derinleşmekte olan ve yeni bir
paylaşım savaşının da önünü açan kapitalist kriz ve beraberinde gelen
otoriter-polis devleti koşullarında örgütlenmelerini gözden geçirmeli ve bütünleşik
bir ekonomik-demokratik-politik ve ideolojik mücadele perspektifiyle, dönemin
bu yeni koşullarına yanıt verebilecek örgütlenme, mücadele yol ve yöntemlerini
bulmak ve hayata geçirmek zorundadır.
KAYNAKÇA
Abiad, Abdul, Almansour, Aseel, Furceri, Davide, Granados, Carlos Mulas, Topalova, Petia,
“Press point for Chapter 3: Is it time for an infrastructure push? The
macroeconomic effects of public investment”, IMF World Economic Outlook, October 2014.
“Autumn forecast
2014: Slow recovery with very low inflation”, http://ec.europa.eu/economy_finance/eu/forecasts/2014_autumn_forecast_en.htm, Brussels, 4 November 2014.
Bank for International
Settlements
(BIS), 84th Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014.
Beams, Nick (b), “Turmoil rips through global financial
markets”, http://www.wsws.org, 16 October
2014.
BirGün Gazetesi, 22 Kasım 2014.
Boratav,
Korkut, “Ekonomide iniş devam ediyor”, Sol Gazetesi, 20 Ağustos 2013.
Brown, Ellen, “Building an Ark: How to
Protect Public Revenues From the Next Meltdown”, http://www.truth-out.org, 14 October 2014.
Chang,
Ha-Joon, “Another financial crisis looms
if rich countries can't kick their addiction to cash injection”, The Guardian, 30 August 2013.
Cogan,
James, “US general suggests delaying troop withdrawals from Afghanistan”, http://www.wsws.org, 8 November 2014
Credit
Swiss, Global Wealth Report,
October, 2014.
ÇOLAK, Ömer Faruk, “Hanehalkı
borçlanması sınıra yaklaşıyor”, dunya@dunyagazetesi.com.tr, 14.02.2014.
Denning, Steve,
“Big
Banks and Derivatives: Why Another Financial Crisis Is Inevitable”, http://www.forbes.com/sites/stevedenning,
1 August 2013.
Durmuş,
Mustafa, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, 2013, Gazi Kitabevi.
Durmuş,
Mustafa, “Avrupa Merkez Bankası (ECB)
borç deflasyonuna gidişi durdurmaya çalışıyor!”
www. siyasihaber.org.
Elliott, Larry , “World leaders
play war games as the next financial crisis looms”, The
Guardian, http://www.theguardian.com, 12 October 2014.
Enders, Caty , “Nuclear weapons
expansion pushed in Congress despite accidents at lab”, theguardian.com, 29 September 2014.
Eurostat
news release, “euroindicators” 152/2014, 14 October 2014.
Gurría, Angel , OECD Secretary-General, Pre-G20 Summit Economic Outlook Launch, http://www.oecd.org/about/secretary-general/pre-g20-summit-economic-outlook-launch.htm, Press Conference, Paris, 6 November 2014.
Head,
Mike, “US-Japan conflicts stall Obama’s
Trans-Pacific economic pact”, http://www.wsws.org, 28
October 2014.
Durmuş,
Mustafa, “Büyük Moderasyon”dan “Büyük
Resesyon”a Avrupa Ekonomisi”, http://cerideimulkiye.com, 14 Ocak 2013.
Hesse,
Martin, Seith, Anne, “Feeding the Bubble
Is the Next Crash Brewing?”, http://www.spiegel.de, 12 March 2013.
http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Global/_Government/pg_GovernmentProgram.aspx
International Labour Organisation
(ILO), Global Wage Report 2014/15-
Wages and income inequality, December 2014.
IMF, Global Financial Stability Report, October 08
2014, http://www.imf.org.
Inman, Phillip, “Record world debt could trigger new
financial crisis, Geneva report warns”,
Kaya,
Yasin, “Turkey: Crisis at home, crisis
in the world”, The Bullet, Socialist Project, E Bulletin No. 871, 6 September
2013.
Kozanoğlu,
Hayri, “Deniz Bitti”, BirGün, 25 Haziran 2013.
Kishore, Joseph, “US Federal Reserve ends “quantitative
easing” program after funneling trillions to financial markets”, http://www.wsws.org/en/articles/2014/10/30/quan-o30.html, 30 October 2014.
Lawson, Neal, Surfers Without Waves – Is Social Democracy Dead In
The Water?, http://www.social-europe.eu/2014/12/social-democracy-2 /04.12.2014.
Mann,
Catherine L., “Getting the world economy
into higher gear”, Advance G20 Release
of Outlook, Paris 6 November, Advance G20 Release of Outlook.
Martin,
Patrick , “Obama doubles, US troop strength in Iraq”, http://www.wsws.org,
November
2014.
Öngel,
Serkan, “Sen öyle sansan da işsiz değilsin!”, BirGün Gazetesi, 18
Haziran 2014.
Polychroniou, C. J., “The European Conundrum: Stagnation, Massive
Unemployment and Rising Debt - Despite
Austerity”, , http://truth-out.org, 4 November 2014.
Rasmus, Jack (a), “U.S. GDP Drops -2,9 %”, 27June
2014, Z Net.
Rasmus, Jack (b),
“Is the Center of the Global Economic Crisis Shifting to Emerging
Markets?”, http://zcomm.org.7 July 2014.
Roberts, Michael
(a), “The story of QE and the recovery”,
Roberts,
Michael (b), “The world economy in low gear”, http://thenextrecession.wordpress.com, 8.November,2014.
Roos, Jerome “The next financial
crisis may be just around the corner”, http://roarmag.org, 20 October 2014.
Snyder,
Michael, “5 U.S. Banks Each Have More
Than 40 Trillion Dollars In Exposure To Derivatives”, http://theeconomiccollapseblog.com,
24 September
2014.
The Economist,
“Which emerging markets are most
vulnerable to a freeze in capital inflows?, The capital-freeze index”, http://www.economist.com, Sep 7th 2013.
TÜİK, Düzeltilmiş
Haber Bülteni, Sayı: 16192, 10 Haziran 2014.
TÜİK
Bülteni, Gayri
Safi Yurtiçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2014, Sayı: 16193, 10 Eylül 2014.
TÜİK, İktisadi
Faaliyet Kollarına Göre Sabit Fiyatlarla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (Değer,
Pay, Büyüme Hızı) (1998 Fiyatlarıyla), http://www.tuik.gov.tr.
TÜİK, Hanehalkı
İşgücü İstatistikleri, Mart
2014, Sayı 16008, 16 Haziran 2014.
TÜİK, Hanehalkı İşgücü
İstatistikleri, Ağustos
2014, 17
Kasım 2014, Sayı: 16013.
TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Ekim 2014, Sayı: 16135,
03 Kasım 2014.
Woronczuk, Anton,
“Why Did Economy Shrink So Dramatically During the First Quarter of
2014?”, Interview with Robert Pollin,
http://truth-out.org, 27 June 2014.
www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Ozel+Sektorun+Yurtdisindan+Sagladigi+Kredi+Borcu
www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tcmb+tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/parasal+ve+finansal+istatistikler/haftalik+para+ve+banka+istatistikleri
ZEW, “Indicator of Economic Sentiment - Further
Economic Slowdown Expected”, Press
Release, 14.10.2014 – ZEW (jrr/jpr), http://www.zew.de.
[1] Bu yazı,
güncellemeler dışında, daha önce aynı başlıkla 10,13 ve 28 Kasım 2014
tarihlerinde üç parça olarak http://siyasihaber.org’da
yayınlanmıştır.
[2] C.J. Polychroniou, “The European Conundrum:
Stagnation, Massive Unemployment and Rising Debt - Despite Austerity”, 4
November 2014, http://truth-out.org.
[3]
http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/2.
[4] Angel Gurría, OECD
Secretary-General, Pre-G20 Summit Economic Outlook Launch, http://www.oecd.org/about/secretary-general/pre-g20-summit-economic-outlook-launch.htm,
Press Conference, Paris, 6 November 2014.
[5]
Catherine L. Mann, “Getting the world economy into higher gear”, Advance G20 Release of Outlook, Paris 6
November, Advance G20 Release of Outlook.
[6]
http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8
[7]Anton
Woronczuk, “Why Did Economy Shrink So Dramatically During the First Quarter of
2014?”, Interview with Robert Pollin,
http://truth-out.org, 27 June 2014.
[8] Michael Roberts (a), “The story of
QE and the recovery”, http://thenextrecession.wordpress.com/2014/11/02/the-story-of-qe-and-the-recovery.
[9] Michael Roberts (b), “The world
economy in low gear”, http://thenextrecession.wordpress.com, 8 November,2014.
[10] Jack
Rasmus (a), “U.S. GDP Drops -2,9 %”, 27June 2014, Z Net.
[13] “Autumn forecast 2014: Slow recovery with very low inflation”, http://ec.europa.eu/economy_finance/eu/forecasts/2014_autumn_forecast_en.htm, Brussels, 04 November 2014.
[14] Nitekim ECB aylık toplantısında (4
Aralık) büyüme beklentilerini bir kez daha aşağıya doğru düzeltti. Üç ay
öncesinde 2015 yılı için büyüme tahmini olan yüzde 1,6’yı yüzde 1’e, enflasyon
oranını yüzde 1,1’den yüzde 0,7’ye çekti. Bu yeni tahminlerin dahi çok yüksek
olduğu konuşuluyor.
[15] Nick Beams (b), “Turmoil rips through global
financial markets”, http://www.wsws.org, 16 October 2014,
[17]
http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8.
[18] Nick Beams (a), “Storm clouds gather over world
economy”, http://www.wsws.org, 14
October 2014.
[20] ZEW Indicator of Economic Sentiment - Further Economic Slowdown
Expected, Press Release, 14.10.2014 – ZEW (jrr/jpr), http://www.zew.de.
[23]
http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8.
[24] IMF, Global
Financial Stability Report, October 08 2014, http://www.imf.org.
[25] Abdul Abiad, Aseel Almansour, Davide Furceri,Carlos Mulas
Granados and Petia Topalova, “Press point for Chapter 3: Is it time for an
infrastructure push? The macroeconomic effects of public investment”, IMF World Economic Outlook, October 2014.
[26] Bank for International Settlements
(BIS), 84th Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014.
[27]Martin
Hesse and Anne Seith, “Feeding the Bubble Is the Next Crash Brewing?”,
http://www.spiegel.de, 12 March 2013.
[28] Jerome Roos, “The next financial crisis may be just around the corner”, http://roarmag.org, 20 October 2014.
[29] Jerome Roos, agm.
[30] Michael Snyder, “5 U.S. Banks Each Have More Than 40 Trillion Dollars In
Exposure To Derivatives”, http://theeconomiccollapseblog.com, 24 September
2014.
[31] Steve
Denning, “Big
Banks and Derivatives: Why Another Financial Crisis Is Inevitable”, http://www.forbes.com/sites/stevedenning,
1 August 2013.
[32] Ellen Brown, “Building an Ark: How to
Protect Public Revenues From the Next Meltdown”, http://www.truth-out.org, 14 October 2014.
[33] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook
[34]Jack
Rasmus (b), “Is the Center of the Global Economic Crisis Shifting to Emerging
Markets?” ,
http://zcomm.org, 7 July 2014.
[36] Joseph Kishore, “US Federal Reserve ends
“quantitative easing” program after funneling trillions to financial markets, http://www.wsws.org/en/articles/2014/10/30/quan-o30.html, 30 October 2014.
[37]Ha-Joon
Chang, “Another financial crisis looms if rich countries can't kick their
addiction to cash injection”, The Guardian, 30 August 2013.
[39] International Economic Report, https://www.pnc.com, 3 November 2014.
[40] http://thenextrecession.wordpress.com/2014/10/13/japan-the-failure-of-abenomics. Nitekim Aralık başında Japon
ekonomisi resesyona girdi.
[42] agm.
[43] Credit
Swiss, Global Wealth Report,
October, 2014, s. 24-32.
[44] Mustafa Durmuş, ECB borç
deflasyonuna gidişi durdurmaya çalışıyor!,
[45] Mustafa
Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4.
Baskı, Gazi Kitabevi, s. 148.
[46]
Phillip Inman,
“Record world debt could trigger new financial crisis, Geneva report
warns”,
[47] Larry Elliott, “World leaders play war
games as the next financial crisis looms”, The Guardian, http://www.theguardian.com, 12 October 2014.
[48]
http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8.
[49] Caty Enders, “Nuclear weapons expansion pushed in Congress
despite accidents at lab”, theguardian.com, 29 September 2014.
[50] Patrick
Martin, “Obama doubles, US troop strength in Iraq”, http://www.wsws.org/en/articles/2014/11/08/iraq-n08.html, 8 November 2014.
[51] James Cogan, “US general suggests delaying troop withdrawals from
Afghanistan”, http://www.wsws.org/en/articles/2014/11/08/afgh-n08.html, 8 November 2014.
[52] Mike
Head, “US-Japan conflicts stall Obama’s Trans-Pacific economic pact”, http://www.wsws.org, 28 October 2014.
[53] ABD’nin Japonya ile karşı karşıya gelmesi yeni değildir. 2.Dünya Savaşı
öncesinde de, 1853 yılında, Amerikalı amiral Perry donanmasıyla Japonya’ya
kuşatma altına almış ve dönemin feodal egemeni olan Togukawa’yı iktidardan
indirmişti. Perry’nin görevi ABD kapitalizmi için imtiyazlar elde etmekti.
Perry, yönetimi anlaşmaya zorlayarak bu imtiyazları sağladı. Bu anlaşma ile
Japon ekonomisi ithalata açılırken, Japonya’nın ihracatına kısıtlamalar
getirildi. Yabancılar Japon otoritelerine bağlı olmayacaklardı. Diğer Avrupalı
uluslar da benzer imtiyazlar talep ettiler ve bunları elde ettiler. Bu durum
Osmanlı’nın son dönemlerinde başta İngiliz ve Fransız’lar olmak üzere
emperyalist güçlere sağladığı kapitülasyonlara benzer bir durumdur.
[54]
Mustafa Durmuş, “Büyük Moderasyon”dan “Büyük Resesyon”a
Avrupa Ekonomisi”, http://cerideimulkiye.com, 14 Ocak 2013.
[55] Emre
Peker, “Stagflation fears stalk Turkey”, Money Beat 26 August 2013’ten
aktaran Yasin Kaya, “Turkey: Crisis at
home, crisis in the world”, The Bullet,
Socialist Project, E Bulletin No. 871, 6 September 2013.
[56] Hayri
Kozanoğlu, “Deniz Bitti”, BirGün
Gazetesi, 25 Haziran 2013.
[57] Mustafa
Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4.
Baskı, 2013, Gazi Kitabevi, s. 23.
[58] Korkut
Boratav, “Ekonomide iniş devam ediyor”, Sol
Gazetesi, 20 Ağustos 2013.
[60] agb.
[61] TÜİK Bülteni, Gayri Safi
Yurtiçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan -
Haziran, 2014, Sayı: 16193, 10 Eylül 2014.
[62] TÜİK, İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Sabit Fiyatlarla Gayri Safi Yurtiçi
Hasıla (Değer, Pay, Büyüme Hızı) (1998 Fiyatlarıyla), http://www.tuik.gov.tr.
[63] Mustafa
Durmuş, “Avrupa Merkez Bankası (ECB) borç deflasyonuna gidişi durdurmaya
çalışıyor!” www. siyasihaber.org.,
[64] International Labour Organisation (ILO), Global Wage Report 2014/15- Wages and income inequality, December
2014, s. 16.
[65] TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Mayıs 2014, Sayı: 16010, 15
Ağustos 2014, http://www.tuik.gov.tr.
[70] The
Economist, “Which emerging markets are most vulnarable to freze in capital flows?, The Capital-freeze
Index,” www. Economist.com, 7 September 2013.
[71] TCMB
Eylül ayı cari açık verileri
[72] agr.
[73]
www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Ozel+Sektorun+Yurtdisindan+Sagladigi+Kredi+Borcu
[74]
http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tcmb+tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/parasal+ve+finansal+istatistikler/haftalik+para+ve+banka+istatistikleri
[75] agb.
[76] BirGün Gazetesi, 22 Kasım 2014.
[77] Ömer Faruk ÇOLAK, “Hanehalkı borçlanması sınıra yaklaşıyor”, dunya@dunyagazetesi.com.tr, 14.02.2014.
[78] Hazine
Müsteşarlığı, Türkiye Brüt Borç Stoku
Borçlu Dağılımı, http://www.hazine.gov.tr.
[80]
Parlamenter demokrasinin belirsizliklerini reddeden ‘otoriter bir polis
devleti’ ile ‘faşizm’ aynı şey değildir. Bu nedenle de tüm gerici polis
rejimlerini faşizm olarak adlandırmaktan kaçınmak gerekir. En küçük bir baskı olgusunu faşizm ile
anlatmak faşizmin gerçek özünü kavramayı zorlaştırır. Faşizm, özel bir takım durumlar nedeniyle
kapitalist toplumun yönetilme biçimine ciddi bir meydan okuma söz konusu
olduğunda, buna karşı sistemin özellikli bir yanıtıdır. Faşizm burjuvazinin
basit, sıradan bir isteği de değildir. Faşizm sadece işçi sınıfının
zayıflığının bir belirtisi değil, aynı zamanda burjuvazinin zayıflığının da bir
sonucudur. Burjuvazi sınıf egemenliğini
güçlendirmek için bir kitle temeli oluşturmak ya da korumak zorundadır. Burjuvazi kapitalist sistemin tüm
çelişkilerinin had safhaya ulaşması nedeniyle faşist yöntemlere başvurur.
Faşizm, kapitalist ayrışmanın bir ürünü, işçi sınıfına karşı bir terör, kaba
bir saldırı aracı, işçi örgütlenmelerinin yok edilmesi, sınıf sendikalarının
dağıtılması, sosyalist, komünist partilerin yasaklanması, işçi ve devrimci
militanların kitleler halinde tutuklanmaları, işkencelere uğraması ve katledilmesi,
burjuva demokrasisinin ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılması demektir.
Tarihte, 1929 Büyük Depresyon’u gibi ciddi iktisadi krizlerin,
devrimcilerin-komünistlerin etkinliğinin artması ve sistemi tehdit etmesi
kadar- Fransa, Almanya ve İtalya’da faşist hareketlerin ortaya çıkışları ve
iktidara gelişleri üzerinde etkili olduğu ve faşizmin toplumda yer bulması,
yeşermesi için ortam hazırladıkları görülmüştür. Zira iki dünya savaşı arasında
sürüp giden iktisadi kriz emekçilerin yaşam koşullarını daha da çekilmez hale
getirmiş, bu nedenle de emekçi
kitlelerin ayaklanmasını önlemek ve kırmak ve savaşı hazırlamak için burjuvazi
uluslar arası ölçüde faşizme gereksinim duymuştur. Almanya’da faşizmin (Nazizm)
iktidar oluşuna hizmet eden çok sayıda faktör sayılabilir ama en etkili
olanlardan biri Büyük Depresyon’dur. Bir yandan Almanya’daki sermaye grupları
kriz koşullarında sermayesini büyütme ya da koruma sıkıntısı yaşarken, diğer
yandan Alman işçi sınıfının hem güçlü sendikal hem de politik örgütlülüğü, ücretlerinin
düşürülmesine ya da daha fazla çalıştırılmalarına, dolayısıyla da daha fazla
sömürülmesine izin vermiyordu. Oysa bu tür büyük krizlerden
kapitalizmin çıkışı son tahlilde faturayı işçi sınıfına kesmek biçiminde
olmuştur (2008 krizinden bu yana yapılmaya çalışılan özünde budur). Bu bağlamda
Alman kapitalistleri de Hitler’i, ülkeyi ekonomik krizden çıkartacak ve
sermayeye Avrupa’da yeni imkânlar sağlayacak, sömürü düzenini pekiştirecek,
örgütlü işçilerin ve komünistlerin canına okuyacak bir kurtarıcı olarak
gördüler ve desteklerini esirgemediler.
[81] Neal, Lawson, Surfers Without Waves – Is Social Democracy Dead In The Water?, http://www.social-europe.eu/2014/12/social-democracy-2 /04.12.2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder