“KAYNAK NEREDE ?” SORUSUNA YANITLAR
Mustafa
Durmuş
3 Mayıs 2015
Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen siyasal partiler seçim bildirgelerini
açıkladılar. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Halkların Demokrasi Partisi (HDP) işsizlik,
yoksulluk ve hayat pahalılığı gibi halkın ekonomik sıkıntılarını azaltmayı ve toplumun
bir bütün olarak refahını artırmayı hedefleyen taleplerde ve önerilerde
bulundular[1]. Böylece
belki de son otuz yıldır ilk kez genel seçimlerde bu tür ekonomik ve sosyal
sorunlar ön plana çıkartıldı.
Bu
önerilere karşılık, bildirgesinde “mega projeler, bölgesel güç olma, yapısal
reformlar ve teknoloji atakları” vurgusu yapan AKP, muhalefetin bu önerilerinin
“hayal ürünü” olduğunu, “bunlar için kaynak bulunmadığını” belirtirken, var
olan büyüme stratejisinin güçlendirilmiş bir takım yeni ekonomik önlemlerle
sürdürülmesinden başka bir yol olmadığını da açıkladı.
Öncelikle
bu öneriler hayal değil. Çünkü hedefledikleri toplumsal sorunlar hayal ürünü
değil. Tam tersine bu öneriler (yetersiz olsalar da) ciddi toplumsal
ihtiyaçlara karşılık gelen öneriler. Çünkü küresel çapta, kapitalist
toplumlarda, son yüzyılda, özellikle de ikinci paylaşım savaşı sonrasında, işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı
adaletsizliğinden kaynaklı sorunlar hiç bu denli ağır yaşanmadı. Öyle ki G-20
ülkelerinin hükümetleri, T. Piketty, J. Stiglitz
gibi çok sayıda ana akım iktisatçı, IMF, DB, BM gibi uluslar arası kuruluşlar
ve hatta Dünya Ekonomik Forumu[2] gibi zenginler kulübü dahi işsizlik, yoksulluk
ve gelir dağılımı sorunlarını artık öncelikli sorunlar olarak sıralamak zorunda
kaldılar. Emek örgütleri ve sol, sosyalist akademisyenler ise uzunca bir
zamandır bu ekonomik ve sosyal sorunlara zaten vurgu yapıyorlardı.
Türkiye’ye
gelince, kırkın üzerinde dolar milyarderinin, servetlerinin değeri 50 milyon
dolar ile 1 milyar dolar arasında bulunan 1250 ultra milyonerin[3] ve çok
sayıda türedi zenginin, rantiyenin varlığına karşın 7 milyona yakın işsiz, 2012
yılı itibariyle 24 milyon civarında, devletin sosyal yardım hizmetleri
servisinde kayıtlı kişinin varlığı[4], kayıt
dışı çalışanlarla birlikte 10 milyon civarında işçinin net 1000 lirayı bulmayan,
açlık sınırının (yaklaşık 1,400 lira) altında ve her türlü iş cinayetine ve
meslek hastalığı riskine tabi bir biçimde çalıştırılıyor olması, aslında çok ileri taleplermiş gibi görünen bu
taleplerin son derece normal ve gerçekçi talepler olduğunu ortaya koyuyor.
Bu
taleplerin ses getirmesinin bir diğer nedeni, 12 yıllık AKP iktidarının bu sorunların
üstünü hep örtmesi, iki büyük muhalefet partisinin de bu sorunlara neredeyse
hiç değinmemesiydi. Muhtemelen HDP’nin, giderek hem AKP hem de CHP’nin
tabanından kendine doğru olan kaymalarla barajı aşar bir görüntü vermesi, diğer
başka faktörlerle birlikte, emekçi halkın sorunlarına dönük iktisadi konuların diğer
muhalefet partileri, özellikle de kapsamlı bir şekilde CHP tarafından da gündeme
taşınmasına neden oldu.
“Kaynak yok” gerekçesinin ideolojik
arka planı
Kapitalizmin
belki de kuruluşundan bu yana, işçiler ne zaman patronlarından ya da devletten
ücretlerine zam isteseler “kaynak olmadığı” gerekçesiyle reddedildiler. Ücret
artışlarını sadece örgütlü mücadeleleriyle, patronları buna mecbur bırakmak
suretiyle, sağlayabildiler.
İşçilere,
emekçilere dönük harcamalar için kaynak olmadığı ya da yeterli kaynak olmadığı
açıklamalarının ardındaki ideoloji aslında standart iktisat ders kitaplarında
yer alan iktisat biliminin tanımında kendini gösterir. Çünkü bu kitaplar
iktisadı ‘kıt’ kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanmasının bilimi” olarak
tanımlarlar.
Örneğin
ünlü neo klasik iktisatçı L. Robbins’e
göre iktisat, amaçlarla, “alternatif kullanımlara sahip kıt araçlar arasındaki
ilişkiler” anlamında insan ilişkilerini inceleyen bir bilimdir.[5]
Lipsey et al ise iktisadı, “kıt
kaynakların sınırsız insan ihtiyaçları karşılama” konusundaki yetersizliğinden
kaynaklanan ekonomik problemlerin çözümü ile uğraşan sosyal bir bilim[6]
olarak tanımlarken, Samuelson’a göre
iktisat, insanların ve toplumların para kullanarak ya da para kullanmadan zaman
içinde çeşitli mallar üretmek ve bunları bugün ve gelecekte tüketmek üzere
toplumdaki fertler ve gruplar arasında bölüştürmek için “kıt üretim
kaynaklarını kullanma konusundaki tercihlerini inceleyen” bir bilimdir[7].
İktisadın
bu şekilde tanımlanmasından da görüleceği gibi, ders kitaplarının daha ilk
sayfalarında kitabın yazarının değer yargısı gerçekte iktisat bilimini ve ders
kitaplarını kuşatmaktadır. Bu değer yargıları belli ideolojilere dayanmakta ve
genelde burjuvazinin çıkarlarını yansıtan bu ideolojiler ders kitaplarına
etkili bir biçimde yerleştirilmektedir.
Böylece
yüz yılı aşkın bir süredir bizlere, ekonomide kaynakların kıt olduğu, bu
nedenle de mevcut durumla idare etmenin gerekliliği bilimsel bir biçimde (!)
anlatılmakta, bu durum üniversitelerde ders olarak öğretilmektedir.
Bu yaklaşımlara tarihte ilk radikal yanıtlar yine 19.yüzyılda,
Marks ve Engels’ten geldi. Burjuva ideologlarının tersine, yoksulluğun, işsizliğin,
açlığın ve bölüşüm adaletsizliğinin kapitalizmin sınıfsal sömürü ilişkilerinin
kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ve kapitalizm içinde bu sorunların sonsuza kadar
ortadan kaldırılamayacağını ortaya koydular.
Böylece
Marksistlere göre tıpkı işsizlik gibi, yoksulluk ve gelir adaletsizliği,
kaynakların yetersizliğinden değil, üretim araçlarının bir avuç sermayedarın
özel mülkiyetinde olmasından dolayı, bu kaynakların dağıtım biçiminden
kaynaklanmaktadır.
Bilimsel
araştırmaların sonuçları da ana akım iktisadın bu savının doğru olmadığını, tam
tersine, mesela yoksulluğun nedeninin kaynakların yetersiz olmasından değil, bu
kaynakların eşitsiz bölüşümünden kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Örneğin
Dünya Gıda Örgütü’nün (FAO) bir
raporuna göre (FAO, The State of Food
Insecurity in the World, 2013) , küresel tarım 12 milyar insana yetecek
kadar gıda (kişi başına günde 2200 kalori) üretme kapasitesine sahiptir. Bu
sayı mevcut nüfusumuzun neredeyse iki katıdır.
Buna rağmen açlık nedeniyle günümüzde onlarca milyon insan ölüyor. Her
beş saniyede on yaşın altında 1 çocuk, her gün 37,000 insan açlıktan ölüyor ve
7 milyarlık dünya nüfusunun 1 milyarı kalıcı, kötü ya da eksik beslenme ile
deforme olmuş durumdadır. Bu arada zenginlerin sayısı da, son krize rağmen
giderek artıyor. Yani milenyumda açlık tehlikesi ya da her hangi bir nesnel
yetersizlik söz konusu değildir. “Eğer bir çocuk açlıktan ölüyorsa, suikasta
kurban gitmiş demektir. Açlığın nedeni yeterince besinin olmaması değil, bu
besinlere herkesin erişebilmesini sağlayan gelirin herkeste mevcut olmamasıdır”.[8]
20.yüzyılın başlarında, ana akım neo klasik
iktisadın çok önemli bir ismi ve faşist diktatör B. Mussolini’nin ekonomi
danışmanlığını ve senatörlüğünü de yapmış olan W.Pareto sırasıyla; İtalya’da toprakların yüzde 80’inin nüfusun
sadece yüzde 20’sine ait olduğunu ve eşitsizliğin böyle bir 80/20 kuralı[9]
gibi doğal bir yol izlediğini söyleyerek, bu durumun sorgulanmaması gerektiğini
ileri sürmüştü. Zira ona göre, iktisadın kanunları tıpkı fen bilimleri
alanındaki doğa kanunları gibi kesin ve katıdır, uyulması gerekir. Ayrıca
önemli olarak bir politika kuralı ortaya attı, Pareto Etkinliği: “Eğer bir ekonomide birilerinin durumunu
iyileştirmek başka birilerinin durumunu kötüleştirmekle sağlanabiliyorsa,
ekonomi etkindir, devlet böyle bir iyileştirmede bulunmamalıdır. Ancak
birilerinin durumunu sabit tutarken başka birilerinin durumunu
iyileştirebilecek politikalar ikinci en iyi olarak hayata geçirilebilir (Pareto İyileştirme)[10].
Adil ve rasyonel gibi gelen bu belirlemedeki ideolojik ve politik mesaj
açıktır: Toplumun çok büyük bir kısmının refahını artırabilecek sosyal
harcamaları karşılamak için servet zenginlerinden, örneğin bir servet vergisi
ile vergi almak ya da zenginlerin hali hazırda düşük vergilerini yükseltmek
doğru değildir. Çünkü bu ekonominin yasasına aykırıdır: Birilerinin durumunu
iyileştirmek için birilerinin (zenginlerin) durumunu kötüleştirmemek gerekir. Böylece
kural zenginlerden yana olan bir statükonun, haksız da olsa, sürdürülmesini
gerektirir.
Ana akım iktisadın özellikle de sağ/muhafazakâr
kanadı, yoksulluk ve gelir eşitsizliği sorununa sadece ilgisiz kalmadı, aynı
zamanda bunlardan bazıları yoksulluğu iktisadi gelişme için gerekli de gördü. Onlara
göre işçilerin reel ücretlerdeki artış yoksulluğu azaltır, ancak artık yoksulluktan
kurtulan işçiler daha az çalışmak isteyeceklerinden, bu işgücü
arzını, dolayısıyla da sermaye birikimini yavaşlatır, ülkenin ihracata
dönük olarak üretilen mallarının uluslar arası piyasalarda rekabet gücünü
kaybetmesine yol açar, ayrıca gelirleri artan işçilerin daha lüks tüketime
yönelerek yoldan çıkmalarına, yozlaşmalarına neden olur.
Kısacası
burjuva iktisat ideolojisi ve bu ideolojinin profesyonel misyonerleri
konumundaki bazı iktisatçılar, yıllardır, “tembelliğe neden olduğu”, “yeni
yatırımları caydırdığı” ve en yaygını “kaynakların yeterli olmadığı” gerekçelerinden
hareketle, kitlesel işsizliği, işçilerin, köylülerin ve halkların yoksulluğunu
ve gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğini meşrulaştırmaya çalışmakta ve bu
sorunları hafifletmeye dönük, asgari ücretin yükseltilmesi gibi sosyal
politikalara ve kamu bütçesinden yapılan bu yönlü sosyal harcamalara karşı
çıkmaktadırlar.
Yaklaşık 100 milyar liralık kaynak ihtiyacı
Muhalefet
partilerinin seçim bildirgelerinde yer alan halka dönük ekonomik taleplerin
toplam maliyeti konusunda değişik tahminler yapılıyor. Örneğin CHP, tüm bu
yeniden bölüşüm ve sosyal koruma programlarının maliyetinin 57 milyar lira
civarında olacağını, buna karşılık AKP, CHP’nin bu programının en az 150 milyar
liralık bir ek kaynağa ihtiyaç gösterdiğini, MHP ise böyle bir programın
bütçeye getireceği yükün toplam 71,9 milyar TL olacağını açıkladılar.
Buradan
hareketle de AKP temsilcileri ve hatta doğrudan Cumhurbaşkanı, bu taleplerin
karşılanması halinde ekonominin ve kamu maliyesinin tıpkı 2001 krizindeki gibi
yeni bir iktisadi krize sürükleneceğini belirterek, sadece bu taleplerin hayal
ürünü olduğunu söylemediler, aynı zamanda son 12 yıllık dönemde özellikle
borçlandırma ve yoksulluk yardımlarıyla siyasal iktidara mahkûm kılınmış olan
halka bir anlamda aba altından sopa gösterdiler. Zira ekonomik istikrar
bozulduğunda faizler fırlayacak, esnaf zor duruma düşecek, borçlular borcunu
ödeyemeyecek ve şirketler de iflas edebilecekti. Diğer yandan aynı etkilere yol
açabilecek bir diğer etken olan doların kurunun 2,70’in üzerine çıkmış olduğu
gerçeği ya göz ardı edildi ya da küresel ekonomide olup bitenle veya içerdeki
ekonomik istikrarı bozmaya niyetli çetelerin veya yapıların haince
faaliyetleriyle açıklandı.
Bu
taleplerin yerine getirilebilmesi için kullanılabilecek kabaca iki alan var: Birincil
bölüşüm ve ikincil bölüşüm (yeniden bölüşüm) alanları ve bu alanlarda yapılacak
kamusal düzenlemeler.
Birincil bölüşüm alanındaki
düzenlemeler
Bu
alandaki düzenleme açısından, örneğin asgari ücretin 1400 TL (MHP), 1500 TL
(CHP) ya da 1800 TL’ye (HDP) çıkartılması öneriliyorsa, bunun yolu bellidir.
İşçi kendi emeği ile ürettiği değerden daha çok pay almalıdır. Yani patronun kârı
azaltılmalı, buna karşın milyonlarca işçinin ücreti yükseltilmelidir.
Aynı
şekilde, sadece çıplak ücret değil, diğer sosyal haklar; ücretli izin, ücretsiz
yemek, ücretsiz işe ulaşım, iş güvenliği, sağlık harcamaları, kıdem tazminatı
gibi, yine kendi emeğinin bir ürünü olan bu hakların parasal değeri de
yükseltilmeli ve güvence altına alınmalıdır. Yani sadece işçinin asgari
ücretini yükseltmek yetmeyecektir. İstihdamının güvenliği, işçi sağlığı ve sosyal hakları yeterli düzeye
çıkarılmalı ve yasalarla korunmalıdır. Nitekim bu talepleri MHP ve ağırlıklı
olarak hem CHP’nin bildirgesinde hem de HDP’nin bildirgelerinde görebilmek
mümkündür. Yani burada emek ve sermaye arasındaki çatışmada emekten yana olma
ya da öyle görünme zorunluluğu net olarak kendisini dayatmaktadır.
İkincil bölüşüm alanındaki
düzenlemeler
Birincil
bölüşüm yeterli olmadığında (genellikle olmaz) devletin elinde bir başka imkân
mevcuttur: Bütçe. Öyle ki Türkiye’de 2015 yılında en az 472 milyar liranın
üzerinde bir bütçe kaynağı var. Bu kaynak asıl olarak vergi gelirlerinden oluşuyor
(yaklaşık 390 milyar lira). O halde sorun, bu bütçenin emekten, dolayısıyla da toplumun
büyük bir kısmından yana nasıl kullanılacağı sorunudur. Bunun için de bütçenin
hem ödenekler hem de gelirler kısmına başvurulmalıdır.
Öncelikle
bu bütçeden pay almaması gereken kurumlar ve onların ödenekleri ayıklanmalı ya
da ciddi olarak azaltılmalıdır. Örneğin bu yıl iç ve dış güvenlik ve yargıya bütçeden
64 milyar liralık bir ödenek ayrılmıştır[11] (%
13,5). Kaldı ki yıl içinde gerek Milli Savunma Bakanlığı ödeneklerinin, gerekse
de Başbakanlık ödeneklerinin % 30-40 düzeylerinde, yasal olmayan bir ödenek
artırımı yoluyla, fiilen başka ödeneklerden aktarılarak yükseltildiği biliniyor.
Örneğin
2014 yılında başlangıç ödeneklerini belirgin bir biçimde aşan iki kurum
Başbakanlık ve Milli Savunma Bakanlığı’dır (MSB). Sırasıyla Başbakanlığın 934
milyon lira olarak belirlenen başlangıç ödeneği 1,88 milyar liraya (% 101
artış) ve MSB’nin başlangıç ödeneği 21,8 milyar TL’den 30,2 milyar liraya (% 39
artış) çıkarıldı. Buna karşılık Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) ödeneği yıl
içinde azaltıldı. MEB’in başlangıç ödeneği 55,7 milyar lira iken son kullanım
43,3 milyar liraya (% 29 azalış) düşürüldü[12].
Görüldüğü
gibi söz konusu “güvenlik” olduğunda, “kaynak yok” denilmemekte ve % 30’u aşan miktarda yıl içinde ilave kaynak
sağlanabilmektedir.
●
Yani 2015 yılında güvenlik bütçesi fiilen 70 milyar liranın üzerine çıkacaktır.
İşte aranan ilk kaynak buradadır. Çünkü Türkiye toplumunun 800 bini aşkın
askere, 400 bine yakın polise (AB ülkelerinin ortalama üç-dört katı düzeyinde),
500 bin civarında özel güvenlik görevlisine ve on binlerce korucuya ihtiyacı
yok. Bu denli silah harcamasına da gerek yok. Bu nedenle de iç ve dış güvenlik adı altında militerleşme
ve otoriterleşmeye ayrılan bu payın yarı yarıya azaltılması durumunda yaklaşık
35 milyar liralık ek bir kaynak açığa çıkacaktır. Bu yüzden, hem dışarıda,
zaten batağın içinde olan savaşçı dış politikalardan vazgeçilmesi, yeni
maceraların arayışına girilmemesi, hem de içerde Kürt sorununun demokratik
yollarla çözümü aslında otomatik olarak aranan taze kaynak anlamında diğer
sosyal sorunların çözümü için gerekli kaynağı sağlayacaktır.
●
Kamu ihaleleri yoluyla kamu alımları halkın denetimine açıldığında, milyarlarca
dolar tutarındaki kamu ihalelerindeki usulsüzlük ve denetimsizlikten kaynaklı
ve rüşvet ve yolsuzluk payı olarak kendini gösteren maliyetler azalacağından (bu
payın proje bedellerinin en az % 10’u olduğu tahmin ediliyor) bunlara dönük
kamu harcamaları da azalacaktır. Keza kamudaki 100 bini aşkın makam aracı ve
Saray’ın harcamaları gibi lüks ve israfçı- verimsiz harcamalara da [13] izin
verilmeyecektir. Böylece halkın ‘bütçe hakkını’ kullanarak, kamu harcamalarını
kontrol etmesiyle, böylece, onlarca milyar liralık tasarruf, dolayısıyla da
kaynak yaratılmış olacaktır.
Daha
somut bir ifadeyle, 62. Davutoğlu Hükümeti’nin kurulması sırasında Başbakan
Davutoğlu tarafından açıklanan programa göre; havalimanları, otoyollar, köprü
ve tüneller, Kanal İstanbul, şehir hastaneleri ve eğitim kampusları ile enerji
üretim tesisleri gibi projeler için 100 milyar dolarlık yatırım yapılacaktır.
Ulaştırma, enerji, konut, teknolojik araştırma, eğitim, tarım, içme suyu,
kanalizasyon, sağlık, madencilik sektörlerine ise 250 milyar dolar harcanacaktır[14].
Yani Hükümet yaklaşık 350 milyar
dolarlık bir enerji, alt ve üst yapı yatırımını hedeflemiş durumdadır. Buradaki
yolsuzluklar biçimindeki kayıpların en hafifinden 35 milyar dolar (% 10),
dolayısıyla da yaklaşık 100 milyar lira olacağını kestirmek zor değildir.
Bu önlendiğinde, talepler için gelecekte aranan taze kaynak da ortaya
çıkacaktır. Ayrıca böyle bir denetim ile milyarlarca liralık kamu kaynağının
birilerinin zengin edilmesi için kullanılması da önlenmiş olacaktır.
●
Keza sermaye kesimine verilen
sübvansiyonlar ve teşvikler sıkı bir biçimde denetlenerek, nitelikli istihdam
yaratma gibi şartlara bağlanırsa ve yarı yarıya azaltılırsa, yaklaşık 25-30
milyar liralık daha ek kaynak sağlanacaktır. Zira devlet bütçesinde, hali
hazırda, sermaye sınıfı için cömert vergi indirimleri, istisna ve muafiyetleri
ve diğer teşvikler mevcuttur. “Vergi harcaması” adı altında toplanan ve asıl
olarak sermaye sahiplerinin yararlandığı bu vergi istisna, muafiyet ve
indirimlerinin tutarı 2015 bütçesinde 26,1 milyar liraya yükseltildi. Yani
Hükümet her yıl bu tutarda bir vergiyi almaktan vazgeçmektedir. Bunun bütçe
ödeneklerine oranı % 5,5 civarındadır. Ancak vergi kanunları dışında yer alan
mevzuatla düzenlenen ve bütçenin ekinde yer almayan çok sayıda kanun ile
öngörülen (örneğin Petrol Kanunu ) vergi harcaması açıklananlardan çok daha
fazladır.
Ayrıca
sermaye için 9,4 milyar lira işveren prim desteği, 2,4 milyar lira bireysel emeklilik sigortası
(BES) primi desteği, 2,8 milyar lira ar-ge desteği, kredi faiz desteği için 13-
14 milyar lira ve kobi desteği için 3,5–4 milyar ile % 6,7’lik bir destek ile
toplamda % 12,4’lük bir destek söz
konusudur[15].
●
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
kaldırılması ve eğitimin dincileştirilmesinden vazgeçilmesi halinde bu kuruma
ve bu işlerle ilgili MEB’e ayrılmış olan 8 milyar liranın üzerinde ek bir
kaynak açığa çıkacaktır.
Kamu gelirleri
Devlet
bütçesinin gelirleri asıl olarak vergilerden karşılanıyor (% 82). Ama dünyanın
her yerinde kamunun kendi işletmeleri de mevcut. Bunlar, diğer işlevlerinin
yanı sıra, yaygın bir biçimde toplumun yararını, refahını artırmada da kullanılmaktadırlar.
Bu yüzden partilerin seçim bildirgelerinde özelleştirmelere ayrıca bir not düşülmelidir.
MHP ve CHP bu konuyu teğet geçerken, HDP yeni özelleştirme yapmama sözü vermekle
yetinmektedir.
İşin
gerçeği Türkiye’de özelleştirilecek çok fazla bir şey kalmadı. Öyle ki AKP
iktidarları 2004’ten bu yana, halka ait olması gereken kamu işletmelerini ve
çok sayıda diğer kamusal varlığı kararlı ve hızlı bir biçimde yerli ve yabancı
sermayeye devretti ve Cumhuriyet tarihindeki toplam özelleştirmelerin % 87’sini
(56,7 milyar dolar) gerçekleştirdi[16].
●
Bu verili durumda artık yapılması gereken yeni özelleştirmelerin önlenmesi
kadar, tersine özelleştirme, yani toplumsallaştırmadır. Nitekim ABD, Fransa,
Arjantin gibi ülkelerde, bir süredir, daha önce özelleştirilmiş olan su,
elektrik gibi hizmetler yeniden kamulaştırılıyor. Çünkü özelleştirmelerin halka
zarar verdiği, hizmet kalitesini düşürdüğü, hizmetin fiyatını artırdığı görüldü[17]. Toplumsallaştırma
olarak ifade edilebilecek yeni tür kamulaştırmalarla devlet, hem bu hizmetleri
halka daha nitelikli ve ucuza sunabilir, hem de gelir elde ederek, bazı
hizmetleri, ulaşım, kira desteği, öğrenci desteği, ücretsiz ulaşım desteği gibi
hizmetleri fonlayabilir. Bu yeni bir buluş değildir; buna “çapraz sübvansiyon”
ya da “çapraz destek” adı verilmektedir.
Yani kamu kârlı işletmelerinden
sağladığı gelirlerle, zarardaki ama toplumsal faydası yüksek hizmetleri fonlayabilir[18]. Bu
bağlamda Ziraat Bankası ve Halk Bankası’nın özelleştirilmesi kesinlikle
durdurulmalıdır.
●
Bir diğer gelir biçimi olan devlet borçlanması, yüksek faiz ödemeleri
nedeniyle, halkın sömürülmesine ve halk için harcanması gereken kaynakların
finans kapitale faiz biçiminde aktarılmasına yol açmaktadır. Bu tamamen
durdurulamasa da, asgariye indirilebilir. Faiz
ödemeleri (54 milyar lira) yarı yarıya indirildiğinde yaklaşık 25 milyar
liralık bir kaynak boşa çıkacaktır.
Bunu
gerçekleştirmenin temel yolu yeni bir faiz ve vergi politikası uygulamaktan geçmektedir.
Bu bağlamda Merkez Bankası’nın halkın iradesinden bağımsız bir tutum alarak
piyasaların isteklerine göre hareket etmesi önlenmeli ve yüksek faiz
politikasından vazgeçilmelidir. Çünkü parasal istikrar adı altında uygulanan
yüksek faiz politikası hem ekonomik büyümeyi önlemekte (ve böylece vergi
tabanını ve vergi gelirlerini daraltmakta), hem de zenginleri, para sahiplerini
daha fazla zengin etmektedir. Bu nedenle de reel üretim artışına dayalı sürdürülebilir
bir büyüme modeli altında hem devletin borçlanma ihtiyacı azaltılmalı hem de bu
bankanın yeniden işlevlendirilmesiyle yüksek faiz ödemekten kurtulunmalıdır.
Keza borçlanma gereğini artıran faktörün bütçe açıkları, bunun kaynağının da asıl
olarak askeri ve sivil güvenlik ve israf harcamaları olduğu dikkate alındığında
kamu harcamalarının halk tarafından denetlenmesi yüksek faiz politikasının
önünü de kesecektir.
Vergi sermayeden alınmalı
Vergisel
kaynaklarla ilgili olarak, bundan emekçilerin, halkın daha ağır bir biçimde
dolaylı ve dolaysız vergilendirilerek, hem yeni kamulaştırmalar, hem de önerilen
yeni sosyal harcamalar için kaynak yaratılması anlaşılmamalıdır. Çünkü bu halka
ucuz ya da ücretsiz bir şeyler sunarken, bunların maliyetini ağır vergilerle
yine halka ödetmek anlamına gelir ki bu halkın durumunu iyileştirmez. Bu
nedenle de vergilemenin gerçek anlamda, halktan yana yeniden bölüştürücü bir
işlev görebilmesi için vergilemenin hedefinin şu ana kadar yeterince
vergilendirilmeyen büyük sermaye kesimi ve zenginler olması gerekir. Zira holdingler,
bankalar, büyük ticaret şirketleri, çok büyük paralarla oynayan TÜRGEV gibi
vakıflar ya hiç vergi ödememekte ya da komik oranlarda vergi ödemektedirler.
Örneğin
toplam vergi gelirleri içindeki payı ise % 9 civarında olan kurumlar vergisinin
kanuni oranı % 20’dir. Ancak özellikle büyük şirketler, holdingler ve bankalar
kendilerine sağlanan, muafiyet, istisna, indirim gibi yollarla bu oranı efektif
olarak % 4’lere kadar çekebilmektedirler[19].
●
Hem bu muafiyetler ve istisnalar kaldırılırsa
ya da yarıya indirilirse, en çok vergi kaçakçılığının olduğu bu vergilerdeki
kayıplar azaltılırsa ve kayıt dışılık düşürülürse, hem de 36 milyar lira civarındaki kurumlar
vergisinin mevcut oranı yarı yarıya artırılarak % 30’a çıkartılırsa yaklaşık 18-20
milyar TL’lik bir kaynak daha açığa çıkacaktır.
Tablo:
Bütçeden sağlanabilecek kaynaklar
Sağlanacak
ek kaynak tutarı (TL)
|
Yapılması
önerilen düzenleme
|
100 milyar TL
|
Mega projelere
yapılacak sıkı denetim
|
35 milyar TL
|
Güvenlik
harcamalarının azaltılması
|
25-30 milyar
TL
|
Sermaye
sübvansiyonlarının azaltılması
|
25 milyar TL
|
Faiz
ödemelerinin azaltılması
|
18-20 milyar
TL
|
Kurumlar
vergisi artışı
|
8 milyar TL
|
D.İ.B.’nın ve
MEB /Din İşleri Gn.Md.’nün ödeneklerinin iptali
|
???
|
Servet vergisi
düzenlemesi
|
211-
218 milyar TL
|
Toplam
Kaynak
|
Halktan
yana bir vergi politikası ile aslında büyük ölçüde büyük sermayeye tanınan
vergi uzlaşması ve bu kesimlerin de yararlandığı vergi afları, varlık barışı
gibi düzenlemelere son verilmelidir. Zira muafiyet ve istisnaların yanı sıra, bu
düzenlemeler sayesinde sermaye kesimi, ödediği vergilerin toplam vergiler
içindeki payını, kurumlar vergisi hariç % 1’in altında tutabilmektedir[20].
Yani
sermayedarlar çok az gelir vergisi ödemektedirler. Buna karşılık her türlü,
teşvik, sübvansiyon ve ihale gibi, imkânlardan da yararlanmaktadırlar. Böylece
sözü edilen dolar milyarderlerinin bu denli büyümesinde devletin de payı
büyüktür. Şimdi onların geri ödeme zamanı gelmiştir. Büyük servet zenginleri
(ki bunların sadece yurt dışındaki vergi cennetlerinde tuttukları servetin
değerinin en az 130 milyar dolar olduğu dönemin devlet bakanı Babacan
tarafından zamanında açıklanmıştı)[21] bu
servetlerini bu ülkenin emekçileri, doğası üzerinden ve devletin desteği ile
elde etmişlerdir. Bu servet vergilendirilmelidir.
●
Belli bir miktarın üzerinden, % 2’den
başlayarak artan oranlı biçimde alınacak doğrudan bir servet vergisi, hem
toplumsal ihtiyaçlar için bir gerçek kaynak oluşturacak, hem de bu servet
zenginlerinin spekülatif faaliyetlerinin azalmasına, böylece finansal bir krizin
çıkmasının önlenmesine yarayacaktır[22]. İlave
olarak, son dönemdeki zenginleşme/servet birikimi yollarından birini oluşturan inşaat-arsa-konut rantından alınacak bir
rant vergisi hem yeni kaynak yaracak hem de vergilemede adalet için olumlu bir
adım oluşturacaktır.
●
Gelir vergisi tarifesinin dik artan
oranlı bir biçimde düzenlenerek, yani hem gelir dilimlerinin sayısının
artırılması (örneğin 6-8 basamak), hem de bunlara denk düşen oranların giderek
büyüyen bir biçimde yükseltilmesi ve 1800 liralık net gelir elde edilebilecek
şekilde ilk dilimin vergi oranının sıfır olarak belirlenmesi mümkündür. Bu
yolla hem faiz, kâr payı ve yüksek düzeyde kira geliri elde edenlerin daha
yüksek oranda vergilendirilerek yeni kaynak yaratılması, hem de işçilerin,
emekçilerin üzerindeki dolaysız vergilerin yükünün azaltılması sağlanabilecektir.
Halkı
asıl ezen vergi türü olan KDV ve ÖTV gibi vergilerle ilgili olarak radikal
tutum bu vergilerin kaldırılmasıdır. Ancak bir ara durak olarak halkın doğrudan
refahını ilgilendiren gıda, eğitim, sağlık, petrol ve köylüyü ilgilendiren
gübre ve mazotun vergisi ciddi bir biçimde azaltılmalıdır. Sermayenin, finansın
ve rantiyenin vergilendirilmesiyle, kayıt dışılığın önlenmesiyle, reel bir
üretim artışına dayalı sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ile sağlanabilecek
yeni vergi gelirleri ile, dolaylı vergilerdeki halkın yararına olacak bu vergi
indirimleri nedeniyle ortaya çıkacak olan vergi kaybı fazlasıyla
karşılanabilir.
Yoksulluk ve eşitsizliklere kalıcı
çözüm
Dünya
ve Türkiye’ye ilişkin yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik göstergeleri
kapitalist üretim tarzının artı değer sömürüsü üzerinden sınıfsal
bölünmüşlüğünün sadece çarpıcı sonuçlarıdır.
500 yıllık kapitalizmin insanlara iddia edilenin aksine sınıfsal sömürü,
yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik ve krizler dışında pek de bir şey
vermediğinin göstergeleridir.
Bu
sonuçları doğuran şey, toplumdaki diğer sömürü ve ezme biçimlerinin yanı sıra,
artı değer sömürüsüne, kâr maksimizasyonu için üretime ve çevreyi tahrip eden,
işçi ve emekçi sınıfları baskılamaya dayalı kapitalizmin bizzat kendidir.
Bir
başka anlatımla, işsizlikte olduğu gibi, yoksulluk, gelir ve servet dağılımı
adaletsizliğinin nedeni burjuva iktisatçıların ileri sürdüğü gibi kaynak
yetersizliği değil, kapitalist sistemin kaynakları dağıtma biçimidir. Çünkü
kaynaklar piyasalar tarafından ihtiyaçların karşılanması için değil, kâr elde
etmek için dağıtılmakta ve kapitalist devlet izlediği sosyo-ekonomi
politikaları ile bunu kolaylaştırmaktadır.
Piyasa
mekanizmasıyla gerçekleştirilen ve devlet eliyle de perçinlenen işçi sınıfının
bu sömürülmüşlük ve ezilmişlik durumu kendisini sosyo-ekonomik alanda servet,
gelir, eğitim, sağlık, konut gibi konularda ciddi farklılaşma, eşitsizlik ve
adaletsizlik biçiminde ortaya çıkartmaktadır.
Keza
bu bir kerelik bir olarak kalmamakta, piyasalar ve kapitalist devlet bu
eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi
krizler ise bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır.
Bir
başka anlatımla, nasıl düzenlemeye tabi tutulurlarsa tutulsunlar, üretim ve
bölüşüm özel mülkiyetin egemenliğinde kaldığı sürece, temel insan hakkı olan
istihdam, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal konut gibi hakları
karşılamaya dönük kamusal hizmetler tüm toplumun, insanlığın ya da çevrenin
yararına olacak biçimde sunulamamakta ve son yirmi yılda görüldüğü gibi bu
haklar birer birer ortadan kaldırılarak sermaye için yeni kârlı alanlara
dönüştürülecek şekilde metalaştırılmaktadır.
Tarih,
bize, sosyal devletler döneminin sona ermesinde görüldüğü gibi, kapitalizmi
reforme etme çabasının sadece kısa bir süre için işe yarayabildiğini
göstermiştir. Çünkü bu çaba sistemin egemenlerince yok edilmiştir.
Bu
nedenle de işçi sınıfı, kısa vadede,
mevcut sistemde tüm emekçilerin, işsizlerin, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin
çıkarlarını koruyup geliştiren her tür iyileştirme için mücadele etmelidir. Bu anlamda, seçim bildirgelerinde yer alan ve emekçilerin
durumunu iyileştirmeyi, onların yaşamlarını kolaylaştırmayı hedefleyen talepler
son derece değerlidir.
Ancak,
bu tür seçim vaatlerinde yer alan sözlerin ne kadar yerine getirildiği ya da
getirilebildiği gerçeği bir yana, işçiler, emekçi halklar toplumsal yapının
dönüştürülüp, siyasal iktidarın tekelci sermayeden alınmadan bu reformların
asla güvende ve kalıcı olamayacağının da bilinciyle uzun vadede kaynakların,
tüm toplumun ve çevrenin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bu sorunlara neden
olan üretim tarzını ve bunun neden olduğu bölüşüm ilişkilerini değiştirmek
zorundadırlar.
Bu,
örneğin son durak öncesinde, ekonomiyi kontrolü altında tutan büyük
işletmelerin ve bankaların toplumsal mülkiyete devredilmesini ve dış ticaretin kamulaştırılmasını;
bu işletmelerin yönetim ve denetiminin işçilerin ve diğer emekçilerin ve bir bütün
olarak toplumun demokratik olarak seçilmiş olan temsilcilerine ve bu
temsilcilerin de değeri üretenlerin yerelden ve etkin denetimine tabi
tutulmasını gerektirir.
Sadece
demokratik olarak planlanmış bir sosyalist ekonomi, işçi sınıfının kontrolünde ve
kendini giderek sönümlendirmeye uyarlamış bir devlet ve tüm bunları planlayıp
denetleyebilen, demokratik öz yönetimci- örgütlü bir toplumsal yapı, kalıcı bir
biçimde, herkesin, çevre ile uyumlu, insan
gibi yaşayabileceği bir işe, buna uygun yaşanabilir bir ücrete, kaliteli bir
sağlık hizmetine, ücretsiz ve nitelikli eğitime, konuta ve sosyal güvenliğe
sahip olmasının ve her türlü ezme –ezilme ilişkisine bir daha ortaya çıkmayacak
bir şekilde son vermenin garantisi olabilir.
KAYNAKÇA
2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu.
2015 Yılı MYB Bütçe Kanunu Tasarısı ve Bağlı
Cetvelleri.
Aile
ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Sosyal
Yardım İstatistikleri Bülteni (2012Yıllığı) Ankara, 2012.
BirGün Gazetesi, 3 Mayıs 2015, www. birgün.net.
Durmuş,
Mustafa, “İki somut kaynak: Servet vergisi ve çapraz sübvansiyon!”, http://siyasihaber.org, 30
Nisan 2015 ( 3 Mayıs 2015).
Global
Wealth Report 2013, Credit Swiss
Research Institute, (October 2014).
Godoy,
Julio, “Europe: Privatised Services Back
in Public Hands”, Inter Press Service, http://ipsnews.net,
28. 01. 2010.
Jean Ziegler interviewed by Éric Toussaint,
“Geopolitics of Hunger”, http://brechtforum.org/economywatch/geopolitics-hunger, 16.02.2012.
Muhasebat
Genel Müdürlüğü, Merkezi Yönetim Mali
İstatistikleri Bülteni, Eylül 2014.
Orrell, David, Economyths, Ten ways economics gets it
wrong, Wiley, 2010.
Routledge,
Donald, Routlage Dictionary of Economics,
second edition, 2002.
Samuelson,
Paul A., İktisat, (Çev. Y. Demirgil), Doğuş Matbaacılık, Ankara, 1965.
Stiglitz, Joseph
A., Economics of the Public Sector,
3rd edition, W.W.Norton Company, 2000.
World Economic Forum, “Worsening Wealth Gap Seen as Biggest Risk Facing
the World in 2014”, http://www.weforum.org, 16
January 2014.
[1] Üç
partinin talepleri birbirine benziyor olsa da bu taleplerin arkasındaki
felsefelerde bir ayrışma söz konusudur. Bu üç partinin seçim bildirgesinin,
dayandıkları ideolojiler açısından, kıyaslamalı bir değerlendirmesini ayrı bir
yazımızda yapacağız.
[2]
World
Economic Forum, “Worsening Wealth Gap Seen as Biggest Risk Facing the World in
2014”, http://www.weforum.org, 16
January 2014.
[4]
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Sosyal
Yardım İstatistikleri Bülteni (2012Yıllığı) Ankara, 2012.
[5]Donald
Routledge, Routlage Dictionary of
Economics, second edition, 2002, s. 164.
[7]Paul A. Samuelson, İktisat , (Çev. Y. Demirgil), Doğuş Matbaacılık, Ankara, 1965, s.
5, 7.
[8]
Jean Ziegler interviewed by Éric Toussaint,
Geopolitics of Hunger, http://brechtforum.org/economywatch/geopolitics-hunger, 16.02.2012.
[9] David
Orrell, Economyths, Ten ways economics
gets it wrong, Wiley, 2010, s.155.
[10] Joseph
A. Stiglitz, Economics of the Public
Sector, 3rd edition, W.W.Norton Company, 2000, s. 57.
[11] 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu.
[12]
Muhasebat
Genel Müdürlüğü, Merkezi Yönetim Mali
İstatistikleri Bülteni, Eylül 2014, s. 29.
[13]
Başbakan ve cumhurbaşkanının örtülü ödenek harcaması 2 milyon 300 bin asgari
ücretlinin aylık maaşına, hükümetin 2014 yılı araç harcaması 843.000 asgari
ücrete, Ak Saray’ın aylık elektrik, su, doğalgaz, ısıtma, soğutma, temizlik ve
peyzaj giderleri 21,000 asgari ücretlinin aylık ücretine denk düşüyor. Bkz.
BirGün Gazetesi, 3 Mayıs 2015, www. birgün.net.
[14] “Her
karışı zengin Türkiye”, http://www.sabah.com.tr/ekonomi/
3 Eylül 2014; http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Global/_Government/pg_GovernmentProgram.aspx 3 Mayıs 2015).
[15] 2015
Yılı MYB Bütçe Kanunu Tasarısı ve Bağlı Cetvelleri.
[16]
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, İdare
Faaliyet Raporu 2014, s. 104, www.oib.gov.tr,
(3 Mayıs 2015).
[17]
Julio Godoy, “Europe: Privatised Services Back in Public
Hands”, Inter Press Service, http://ipsnews.net,
28. 01. 2010.
[18] Bu konuda daha önceki şu yazımıza bakınız: Mustafa
Durmuş, “İki somut kaynak: Servet vergisi ve çapraz sübvansiyon!”, http://siyasihaber.org, 30
Nisan 2015 ( 3 Mayıs 2015).
[19] Mustafa
Durmuş, “Vergi adaleti mi dediniz?”, http://siyasihaber.org,
29 Mayıs 2013 (3 Mayıs 2015).
[20] agm.
[22] Bu
konuda bkz. Durmuş, “İki somut kaynak, agm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder