FAİZİ
“ARTIRIYORMUŞ GİBİ” YAPMAK
Mustafa
Durmuş
İki gün önce Merkez Bankası piyasalardaki
beklentilerin gerisinde kalan bir faiz artışına gitti. Bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını yüzde 8'de ve gecelik borçlanma
faiz oranını (faiz koridorunun alt bandı) yüzde 7,25'te sabit tutarken, gecelik
fonlama oranını (faiz koridorunun üst bandı) yüzde 8,50'den yüzde 9,25'e ve daha
çok olağan dışı hallerde başvurulan likidite penceresi borç verme faiz oranını
da yüzde 10'dan yüzde 11'e yükseltti.
Diğer yandan, bundan çok kısa bir süre önce MB, bankaları
geç likidite penceresi faiz oranından (yüzde 10) borçlanmaya zorlamış, ama her
hangi bir sonuç alamamıştı.
Sonuçtan kastımız kuşkusuz, dövizdeki yükselişin
durdurulabilmesi ve kurun yüksek bir düzeyde de olsa istikrara
kavuşturulabilmesiydi. Son faiz kararının da bunu sağlayamadığı görülüyor. Zira
kur bugün itibariyle 3,85’e tekrar yükseldi. Asıl yükselişin ise Fitch’in yarın
açıklayacağı ülke notu ile olması bekleniyor. Bu durumda kurun 3.90’ın üzerini
tekrar görmesi yüksek bir olasılık.
Birçok ana akım iktisatçı ya da para piyasası uzmanı
dövizdeki yükselişi durdurmanın yolunun tıpkı 2001’de yapıldığı gibi en az 3-4
puanlık bir politika faizi artırımı olduğuna inanıyor.
Gerçekten de kurun ve enflasyonun hızla artmaya
başladığı bir ortamda negatif reel faiz ile yatırımcıyı lirada tutabilmek
mümkün değil. Kaldı ki dolardan çıkmak biçimindeki muhafazakâr-milliyetçi
tabana yönelik telkinler de işe yaramıyor. Dün açıkladığımız tablodan da
görüldüğü gibi döviz tevdiat hesaplarının en fazla ağırlığa sahip olduğu iller iktidar
partisinin en fazla oyları aldığı muhafazakâr iller.
Referanduma kilitlenmiş bir siyaset
Teknik olarak Merkez Bankası, faizi uzmanların talep
ettiği oranda (örneğin yüzde 300-400 baz puan) artırabilir. Bu daha önce
yapılmış ve sonuç da alınmış. Kuşkusuz bunun bedeli bu yıl ekonomik büyümeden
tamamen vazgeçilmesi olacaktır. “Önce kurda ve enflasyonda istikrar” diyenler
açısından bu da belki sineye çekilebilir. Ama bu uzmanların göremedikleri ya da
görmek istemedikleri iki önemli konu var.
İlk olarak, iktidar bloğu başkanlık referandumuna
kilitlenmiş durumda. Dolayısıyla da piyasalarda likiditeyi azaltmak, dolayısıyla
daha da daralmak anlamına gelecek olan yüksek faiz politikasını uygulayarak “evet”
oylarını riske atmak istemiyor. Zira önümüzde daha 2,5 - 3 aylık bir zaman var ki
ekonominin daha da daralması, referandumdan bu bloğun istemediği bir “Hayır”
çoğunluğunun çıkması ile sonuçlanabilir.
Faiz oranı teknik bir konu değil
İkinci olarak, uzmanlar faiz oranlarının teknik bir
konu olmaktan ziyade ekonomi politik bir konu olduğunu, yani bunun ülkedeki yönetici
konumundaki sermaye sınıfları arasındaki bir kavganın da alanı olduğu gerçeğini
görmezden geliyorlar.
Yani ülkede, özellikle de 2010’lu yıllardan itibaren,
birikim stratejisinin açıkça inşaat-alt yapı, üst yapı yatırımları, emlak-gayrimenkul ve kentsel ranta dayalı
olarak yürütüldüğü çok açık. Bu sektörün yüksek kârlılığı sadece yüksek rant
potansiyeline sahip olması ile değil, sektördeki maliyetlerin düşük, diğer yandan
talebin yüksek tutulmasıyla mümkün olabiliyor.
Bu açıdan faiz oranlarının düşük olması ya da en
azından yükseltilmemesi gerekiyor. Öyle ki örneğin konut satışlarının en az
üçte biri ipotekli konut kredisi ile yapılıyor. Faiz oranları yükseltildiğinde
ipotekli konut kredisi faizleri de yükseliyor, bu da satışları, dolayısıyla da
inşaat üretimini olumsuz etkiliyor.
Bu savımızı TÜİK tarafından hazırlanan inşaat ve emlak
sektörüne ait 2016 yılı verileri doğruluyor.
Üretim maliyetleri arttı, üretim düştü
Sektöre ait ilk sıkıntı bina inşaat maliyetlerindeki
enflasyonun üzerindeki artışla ilgili. TÜİK’e göre, 2016 yılı Ekim-Aralık
döneminde inşaat maliyet endeksi bir önceki çeyreğe göre yüzde 5,9 ve 2015
yılının aynı dönemine göre yüzde 12,4 artmış. İşçilik maliyetlerindeki artış
yüzde 1 ile sınırlı kalırken, malzeme maliyetindeki artış yüzde 7,5 olmuş.
Döviz kurundaki yükselişin bunda etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yani üretim
boyutuyla, inşaat maliyetleri geçen yıla göre resmi enflasyonun bir buçuk katı
kadar artmış.
Paralel bir biçimde üretimde de yavaşlama söz konusu.
Bunu sırasıyla yapı izin istatistiklerindeki (yapı ruhsatı) ve yapı kullanma
izinlerindeki bariz azalmadan görebiliriz.
2016 yılının ikinci çeyreğinde 51,3 milyon m2’lik bir
yapı izni verilmişken, üçüncü çeyreğinde bu 38,4 milyon m2’ye gerilemiş. Böylece bir önceki çeyreğe göre düşüş yüzde -
25,1 olmuş. 2015 yılının aynı dönemine göre ise bu düşüş yüzde - 12,6’yı
buluyor. Böylece yapı izin ruhsatındaki ikinci çeyrekten üçüncü çeyreğe doğru dörtte
birlik bir azalma sektördeki daralmanın üretim boyutunu ortaya koyuyor.
Benzer bir durum yapı kullanma izin belgeleri için de
geçerli. Örnek verirsek daire sayısı cinsinden 2016 yılının üçüncü çeyreğinde
kullanma izin belgesi bir önceki çeyreğe göre yüzde - 18 ve 2015 yılının aynı
dönemine göre yüzde - 8 oranında azalmış.
İnşaat ve emlak faaliyetleri durgunluğa girdi
Sektördeki bu daralmanın makro düzeydeki yansıması ise
milli gelirin sektörlere göre değişimini gösteren endekse şöyle yansımış: 2016
yılının ikinci çeyreğinde 228,9 olan inşaat endeksinin değeri üçüncü çeyrekte
213,9’a gerilemiş. Geçen yıla göre sektördeki büyüme sadece yüzde 1,4 ile
sınırlı kalmış.
Benzer bir durum gayrimenkul faaliyetlerini gösteren
endeks için de söz konusu olmuş ve 2016 yılının ikinci çeyreğinde 129,8 olan
endeks üçüncü çeyrekte 128,3’e gerilemiş. Geçen yıla göre endeks sadece yüzde
3,7 büyüyebilmiş.
Konut
satışları ipotekli konut kredisi ile pompalanıyor
Asıl çarpıcı gelişme konut satışlarında ortaya
çıkıyor. 2016 Aralık ayında konut satışları 2015 Aralık ayına göre sadece binde
1 oranında artabilmiş.
İpotekli satışların toplam satışlar içindeki payı
yüzde 34,4 ve sözünü ettiğimiz bu bir yıl içinde ipotekli konut satışları yaklaşık
yüzde 22 oranında artmış. Yani ipotekli satışlardaki artışlar toplam konut
satışlarının eksiye dönmesini önlüyor. Bu da borçlandırma ile yürüyen bu
modelde faiz oranlarının rolünü belirleyici kılıyor.
Ayrıca bir ayrıntının daha altının çizilmesi
gerekiyor: İlk defa satılan (yeni üretim) konut satışlarının toplam satışlar
içindeki payı yüzde 50’yi geçiyor. Bu arada ilk defa satılanların satışında bu
bir yıllık sürede yüzde 3’lük bir azalma var. Yabancılara satılan konutların
toplam satışlar içindeki payı ise yüzde 20.
Böylece konut satışları, asıl olarak iç piyasadaki,
yani yerliye yapılan konut satışlarından ve bunların da en az yarısı yeni konutlardan
oluşturuyor. Böylece iç pazarın önemi nedeniyle sektörde konut kredi
faizlerinin yükseltilmemesi çok önemli oluyor.
Sektör
KHK’ya girdi
Sektörün önemi KHK’lara da girmesinden belli. Zira 684
Sayılı KHK ile konut satışlarına getirilen yeni düzenleme ile sektördeki
sermaye grupları devlet koruması altına alınıyor.
Öyle ki 2014 yılında yürürlüğe giren “Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun”
ile konut alanlara alım tarihinden itibaren 14 gün içinde sebepsiz ve her hangi
bir tazminat ödemek zorunda kalmaksızın alımdan cayma ve projenin teslimine
kadar olan yaklaşık 3 sene içinde yüzde 2 gibi bir tazminatla satıştan
dönebilme hakkı tanınmıştı.
Dün yapılan
değişiklikle bu süre 2 yıla düşürülürken, tazminat oranı da yüzde 8’e kadar
yükseltildi. Konutu iade eden tüketici parasını eski düzenlemede 90 günde geri
alırken, artık bu süre 180 güne çıkartıldı. Yani sektörde işler yüklenici
firmalar için kolaylaştırılırken tüketiciler için zorlaştırılıyor.
Sonuç
olarak
İktidar bloğunun inşaat ve emlak sektörüyle kurmuş
olduğu böyle bir simbiyotik ilişki, teknik olarak mümkün olsa da, hatta gerekli
görülse de, faiz oranının gerçek anlamda yükseltilmesini zorlaştırıyor.
Böyle bir siyasal kararın gerisinde ise, hemen her
büyük siyasal karar da olduğu gibi, sınıfsal – ekonomik çıkarlar yatıyor. Sonuç
olarak da faiz oranları artırılmış gibi yapılarak sorun öteleniyor. Bu durumun
sadece ekonominin bütünü açısından sorunların derinleşmesinin değil, faiz
oranları konusunda farklı konumlanış içinde olan sermaye grupları arasındaki
kavganın da büyümesinin önünü açıyor.