30 Ocak 2017 Pazartesi

FAİZİ “ARTIRIYORMUŞ GİBİ” YAPMAK



FAİZİ “ARTIRIYORMUŞ GİBİ” YAPMAK

Mustafa Durmuş

İki gün önce Merkez Bankası piyasalardaki beklentilerin gerisinde kalan bir faiz artışına gitti. Bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını yüzde 8'de ve gecelik borçlanma faiz oranını (faiz koridorunun alt bandı) yüzde 7,25'te sabit tutarken, gecelik fonlama oranını (faiz koridorunun üst bandı) yüzde 8,50'den yüzde 9,25'e ve daha çok olağan dışı hallerde başvurulan likidite penceresi borç verme faiz oranını da yüzde 10'dan yüzde 11'e yükseltti. 

Diğer yandan, bundan çok kısa bir süre önce MB, bankaları geç likidite penceresi faiz oranından (yüzde 10) borçlanmaya zorlamış, ama her hangi bir sonuç alamamıştı.
Sonuçtan kastımız kuşkusuz, dövizdeki yükselişin durdurulabilmesi ve kurun yüksek bir düzeyde de olsa istikrara kavuşturulabilmesiydi. Son faiz kararının da bunu sağlayamadığı görülüyor. Zira kur bugün itibariyle 3,85’e tekrar yükseldi. Asıl yükselişin ise Fitch’in yarın açıklayacağı ülke notu ile olması bekleniyor. Bu durumda kurun 3.90’ın üzerini tekrar görmesi yüksek bir olasılık.

Birçok ana akım iktisatçı ya da para piyasası uzmanı dövizdeki yükselişi durdurmanın yolunun tıpkı 2001’de yapıldığı gibi en az 3-4 puanlık bir politika faizi artırımı olduğuna inanıyor.
Gerçekten de kurun ve enflasyonun hızla artmaya başladığı bir ortamda negatif reel faiz ile yatırımcıyı lirada tutabilmek mümkün değil. Kaldı ki dolardan çıkmak biçimindeki muhafazakâr-milliyetçi tabana yönelik telkinler de işe yaramıyor. Dün açıkladığımız tablodan da görüldüğü gibi döviz tevdiat hesaplarının en fazla ağırlığa sahip olduğu iller iktidar partisinin en fazla oyları aldığı muhafazakâr iller.

Referanduma kilitlenmiş bir siyaset

Teknik olarak Merkez Bankası, faizi uzmanların talep ettiği oranda (örneğin yüzde 300-400 baz puan) artırabilir. Bu daha önce yapılmış ve sonuç da alınmış. Kuşkusuz bunun bedeli bu yıl ekonomik büyümeden tamamen vazgeçilmesi olacaktır. “Önce kurda ve enflasyonda istikrar” diyenler açısından bu da belki sineye çekilebilir. Ama bu uzmanların göremedikleri ya da görmek istemedikleri iki önemli konu var. 

İlk olarak, iktidar bloğu başkanlık referandumuna kilitlenmiş durumda. Dolayısıyla da piyasalarda likiditeyi azaltmak, dolayısıyla daha da daralmak anlamına gelecek olan yüksek faiz politikasını uygulayarak “evet” oylarını riske atmak istemiyor. Zira önümüzde daha 2,5 - 3 aylık bir zaman var ki ekonominin daha da daralması, referandumdan bu bloğun istemediği bir “Hayır” çoğunluğunun çıkması ile sonuçlanabilir.

Faiz oranı teknik bir konu değil

İkinci olarak, uzmanlar faiz oranlarının teknik bir konu olmaktan ziyade ekonomi politik bir konu olduğunu, yani bunun ülkedeki yönetici konumundaki sermaye sınıfları arasındaki bir kavganın da alanı olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar.
Yani ülkede, özellikle de 2010’lu yıllardan itibaren, birikim stratejisinin açıkça inşaat-alt yapı, üst yapı yatırımları,  emlak-gayrimenkul ve kentsel ranta dayalı olarak yürütüldüğü çok açık. Bu sektörün yüksek kârlılığı sadece yüksek rant potansiyeline sahip olması ile değil, sektördeki maliyetlerin düşük, diğer yandan talebin yüksek tutulmasıyla mümkün olabiliyor. 

Bu açıdan faiz oranlarının düşük olması ya da en azından yükseltilmemesi gerekiyor. Öyle ki örneğin konut satışlarının en az üçte biri ipotekli konut kredisi ile yapılıyor. Faiz oranları yükseltildiğinde ipotekli konut kredisi faizleri de yükseliyor, bu da satışları, dolayısıyla da inşaat üretimini olumsuz etkiliyor.

Bu savımızı TÜİK tarafından hazırlanan inşaat ve emlak sektörüne ait 2016 yılı verileri doğruluyor.

Üretim maliyetleri arttı, üretim düştü

Sektöre ait ilk sıkıntı bina inşaat maliyetlerindeki enflasyonun üzerindeki artışla ilgili. TÜİK’e göre, 2016 yılı Ekim-Aralık döneminde inşaat maliyet endeksi bir önceki çeyreğe göre yüzde 5,9 ve 2015 yılının aynı dönemine göre yüzde 12,4 artmış. İşçilik maliyetlerindeki artış yüzde 1 ile sınırlı kalırken, malzeme maliyetindeki artış yüzde 7,5 olmuş. Döviz kurundaki yükselişin bunda etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yani üretim boyutuyla, inşaat maliyetleri geçen yıla göre resmi enflasyonun bir buçuk katı kadar artmış.

Paralel bir biçimde üretimde de yavaşlama söz konusu. Bunu sırasıyla yapı izin istatistiklerindeki (yapı ruhsatı) ve yapı kullanma izinlerindeki bariz azalmadan görebiliriz.

2016 yılının ikinci çeyreğinde 51,3 milyon m2’lik bir yapı izni verilmişken, üçüncü çeyreğinde bu 38,4 milyon m2’ye gerilemiş.  Böylece bir önceki çeyreğe göre düşüş yüzde - 25,1 olmuş. 2015 yılının aynı dönemine göre ise bu düşüş yüzde - 12,6’yı buluyor. Böylece yapı izin ruhsatındaki ikinci çeyrekten üçüncü çeyreğe doğru dörtte birlik bir azalma sektördeki daralmanın üretim boyutunu ortaya koyuyor.

Benzer bir durum yapı kullanma izin belgeleri için de geçerli. Örnek verirsek daire sayısı cinsinden 2016 yılının üçüncü çeyreğinde kullanma izin belgesi bir önceki çeyreğe göre yüzde - 18 ve 2015 yılının aynı dönemine göre yüzde - 8 oranında azalmış.

İnşaat ve emlak faaliyetleri durgunluğa girdi

Sektördeki bu daralmanın makro düzeydeki yansıması ise milli gelirin sektörlere göre değişimini gösteren endekse şöyle yansımış: 2016 yılının ikinci çeyreğinde 228,9 olan inşaat endeksinin değeri üçüncü çeyrekte 213,9’a gerilemiş. Geçen yıla göre sektördeki büyüme sadece yüzde 1,4 ile sınırlı kalmış.

Benzer bir durum gayrimenkul faaliyetlerini gösteren endeks için de söz konusu olmuş ve 2016 yılının ikinci çeyreğinde 129,8 olan endeks üçüncü çeyrekte 128,3’e gerilemiş. Geçen yıla göre endeks sadece yüzde 3,7 büyüyebilmiş.

Konut satışları ipotekli konut kredisi ile pompalanıyor

Asıl çarpıcı gelişme konut satışlarında ortaya çıkıyor. 2016 Aralık ayında konut satışları 2015 Aralık ayına göre sadece binde 1 oranında artabilmiş.

İpotekli satışların toplam satışlar içindeki payı yüzde 34,4 ve sözünü ettiğimiz bu bir yıl içinde ipotekli konut satışları yaklaşık yüzde 22 oranında artmış. Yani ipotekli satışlardaki artışlar toplam konut satışlarının eksiye dönmesini önlüyor. Bu da borçlandırma ile yürüyen bu modelde faiz oranlarının rolünü belirleyici kılıyor.
Ayrıca bir ayrıntının daha altının çizilmesi gerekiyor: İlk defa satılan (yeni üretim) konut satışlarının toplam satışlar içindeki payı yüzde 50’yi geçiyor. Bu arada ilk defa satılanların satışında bu bir yıllık sürede yüzde 3’lük bir azalma var. Yabancılara satılan konutların toplam satışlar içindeki payı ise yüzde 20.

Böylece konut satışları, asıl olarak iç piyasadaki, yani yerliye yapılan konut satışlarından ve bunların da en az yarısı yeni konutlardan oluşturuyor. Böylece iç pazarın önemi nedeniyle sektörde konut kredi faizlerinin yükseltilmemesi çok önemli oluyor.

Sektör KHK’ya girdi

Sektörün önemi KHK’lara da girmesinden belli. Zira 684 Sayılı KHK ile konut satışlarına getirilen yeni düzenleme ile sektördeki sermaye grupları devlet koruması altına alınıyor.

Öyle ki 2014 yılında yürürlüğe giren “Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun” ile konut alanlara alım tarihinden itibaren 14 gün içinde sebepsiz ve her hangi bir tazminat ödemek zorunda kalmaksızın alımdan cayma ve projenin teslimine kadar olan yaklaşık 3 sene içinde yüzde 2 gibi bir tazminatla satıştan dönebilme hakkı tanınmıştı. 

Dün yapılan değişiklikle bu süre 2 yıla düşürülürken, tazminat oranı da yüzde 8’e kadar yükseltildi. Konutu iade eden tüketici parasını eski düzenlemede 90 günde geri alırken, artık bu süre 180 güne çıkartıldı. Yani sektörde işler yüklenici firmalar için kolaylaştırılırken tüketiciler için zorlaştırılıyor. 

Sonuç olarak

İktidar bloğunun inşaat ve emlak sektörüyle kurmuş olduğu böyle bir simbiyotik ilişki, teknik olarak mümkün olsa da, hatta gerekli görülse de, faiz oranının gerçek anlamda yükseltilmesini zorlaştırıyor. 

Böyle bir siyasal kararın gerisinde ise, hemen her büyük siyasal karar da olduğu gibi, sınıfsal – ekonomik çıkarlar yatıyor. Sonuç olarak da faiz oranları artırılmış gibi yapılarak sorun öteleniyor. Bu durumun sadece ekonominin bütünü açısından sorunların derinleşmesinin değil, faiz oranları konusunda farklı konumlanış içinde olan sermaye grupları arasındaki kavganın da büyümesinin önünü açıyor.

8 Ocak 2017 Pazar

VERGİ VERME, BAĞIŞ-YARDIM YAP, “HAYIRSEVER, İTİBARLI” İŞADAMI OL!

VERGİ VERME, BAĞIŞ-YARDIM YAP, “HAYIRSEVER, İTİBARLI” İŞADAMI OL!

Mustafa Durmuş

Ocak 2017
Türkiye’nin siyasal gündemi o kadar yoğun ve o denli hızlı değişiyor ki birçok önemli konu üzerinde bir günden fazla durulamıyor.
Üzerinde uzun uzun konuşulması gereken bu tür konulardan biri Rizeli işadamı Mehmet Cengiz’in adının, adı daha önce Yunus Emre olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne verilmesiydi. M. Cengiz ise 2013 yılında ortaya atılan dinleme kayıtlarında "bu milletin a... koyacağız" sözleriyle gündeme oturmuştu.
Birkaç gün önce basında yer alan bir habere göre M. Cengiz’in isminin binaya verilmesinin nedeni, Cengiz’in binanın yenilenme masraflarını üstlenmesiymiş.
Bilindiği gibi M. Cengiz’in ana ortaklarından olduğu Cengiz İnşaat, Türkiye’de son yıllarda ortaya çıkan 42 küresel inşaat firmasından biri. Bu başarısını da kuşkusuz devletten aldığı büyük çaplı otoyol, köprü, tünel, enerji (HES), maden, turizm ve baraj, liman, metro, demiryolu, havalimanı, boru hatları ve telekomünikasyon işleri gibi alt yapı projelerine ve ihalelerine borçlu.
Bu şirket, 3. Havalimanı ihalesini Limak ve Kolin gibi diğer küresel inşaat şirketleri ile birlikte kazanan, aynı zamanda da yine bu konsorsiyum içinde Akdeniz, Uludağ ve Çamlıbel elektrik dağıtım şirketinin de sahibi olan şirket.
Toplam 12 şirketten oluşan Cengiz Holding ise inşaattan, turizme, madencilikten (Eti Bakır ve Alüminyum) , enerji, sigorta ve havacılık sektörlerine kadar birçok sektörde faaliyetlerini sürdürüyor. Öyle ki Antalya Beldibi’nde kurulan dünyanın sayılı büyük otellerinden Sungate Port Royal Resort Hotel, Türkiye’nin ilk yedi yıldızlı oteli.
Yani “Allah yürü ya kulum demiş” ve Holding almış yürümüş. Hemen her büyük kamusal alt yapı, üst yapı inşaat projesinde, aynı yerli ve yabancı ortaklarla yer alan bir şirket.
Böylece şirket bu ülkenin kendine sunduğu bedava turistik arazi, ucuz emek gücü, milyarlarca dolarlık kamu projesi ihalesi, her türlü finansal ve mali teşvik ile bırakınız Türkiye’yi Dünyanın sayılı inşaat firmaları arasına girmiş durumda.
Dolayısıyla da “bu serveti bu ülkede kazandığına göre, bir kamu binasını da bırakın yenilesin, bunun için de elini cebine atsın” diyebilirsiniz. Öyle ya ismi bu ülke topraklarında yaşayan herkesin istisnasız sahiplendiği Yunus Emre gibi bir değerin yerine konuluyorsa çok önemli bir fedakârlık yapmış olmalı!
M. Cengiz, İlahiyat Fakültesi’nin sıfırdan yapılması değil de, yenilenmesi sırasındaki masrafları üstlenmiş gözüküyor. Masrafın miktarının ne olduğu açıklanmıyor ama haberlerde es geçilen bir konu var: Bu yaptığı harcamaları kanuni gider olarak gösterip verginin hesaplandığı matrahtan indirmek.
Yani Cengiz büyük bir olasılıkla vergi kanunlarının tanıdığı imkândan yararlanarak, vergi vermek yerine binayı yeniledi. Bu tamamen yasal bir imkân zira bu hem Gelir Vergisi Kanunu’nu (GVK), hem de Kurumlar Vergisi Kanunu (KVK) ile düzenlenmiş.
GVK’nın 89/ 4 –ve 5. bendlerinde gelir vergisinin matrahından indirilebilecek olan bazı giderler şöyle sıralanıyor:
“Genel ve özel bütçeli kamu idareleri, il özel idareleri, belediyeler, köyler ile kamu yararına çalışan dernekler ve Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınan vakıflara yıllık toplamı beyan edilecek gelirin % 5’ini (kalkınmada öncelikli yöreler için % 10’unu) aşmamak üzere, makbuz karşılığında yapılan bağış ve yardımlar.
…..
Genel ve özel bütçeli kamu idarelerine, il özel idarelerine, belediyelere ve köylere bağışlanan okul, sağlık tesisi ve yüz yatak (kalkınmada öncelikli yörelerde elli yatak) kapasitesinden az olmamak üzere öğrenci yurdu ile çocuk yuvası, yetiştirme yurdu, huzurevi, bakım ve rehabilitasyon merkezi ile mülki idare amirlerinin izni ve denetimine tabi olarak yaptırılacak ibadethaneler ve Diyanet İşleri Başkanlığı denetiminde yaygın din eğitimi verilen tesislerin ve Gençlik ve Spor Bakanlığına ait gençlik merkezleri ile gençlik ve izcilik kamplarının inşası dolayısıyla yapılan harcamalar veya bu tesislerin inşası için bu kuruluşlara yapılan her türlü bağış ve yardımlar ile mevcut tesislerin faaliyetlerini devam ettirebilmeleri için yapılan her türlü nakdî ve aynî bağış ve yardımların tamamı”.
Böylece M. Cengiz kendi ticari gelirinden, Özel Bütçeli bir kuruluş olan Marmara Üniversitesi’ne ait bir bina için bu harcamayı yaptı ise o yılki gelirinin yüzde 5’ini aşmaması kaydıyla, bunu gider olarak gösterip, buna göre daha az vergi ödeyecek.
Ya da eğer bunu şirket olarak yaptılarsa bu kez aşağıda yer alan KVK’nın 10/1- “c” ve “ç” bendlerinin sunduğu aynı indirim imkânından faydalanacak:
“Genel ve özel bütçeli kamu idarelerine, il özel idarelerine, belediyelere ve köylere, Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınan vakıflara ve kamu yararına çalışan dernekler ile bilimsel araştırma ve geliştirme faaliyetinde bulunan kurum ve kuruluşlara makbuz karşılığında yapılan bağış ve yardımların toplamının o yıla ait kurum kazancının % 5’ine kadar olan kısmı.
......
(c) bendinde sayılan kamu kurum ve kuruluşlarına bağışlanan okul, sağlık tesisi, 100 yatak (kalkınmada öncelikli yörelerde 50 yatak) kapasitesinden az olmamak kaydıyla öğrenci yurdu ile çocuk yuvası, yetiştirme yurdu, huzurevi ve bakım ve rehabilitasyon merkezi ile mülki idare amirlerinin izni ve denetimine tabi olarak yaptırılacak ibadethaneler ve Diyanet İşleri Başkanlığı denetiminde yaygın din eğitimi verilen tesislerin ve Gençlik ve Spor Bakanlığına ait gençlik merkezleri ile gençlik ve izcilik kamplarının inşası dolayısıyla yapılan harcamalar veya bu tesislerin inşası için bu kuruluşlara yapılan her türlü bağış ve yardımlar ile mevcut tesislerin faaliyetlerini devam ettirebilmeleri için yapılan her türlü nakdî ve aynî bağış ve yardımların tamamı”.
Benzer bir durum Katma Değer Vergisi için de söz konusu. Yani bina bitirilip teslim edildiğinde her hangi bir KDV doğmuyor.
Görüldüğü gibi bir "hayırseverlik öyküsü" olarak sunulan faaliyet aslında ödenmesi gereken verginin devlete ödenmeyip, bunun karşılığında bir yenileme inşaatının yapılmasından ibaret.
Burada yapılmış gerçek bir fedakârlıktan söz etmek mümkün değil. Çünkü fedakârlık ancak kişinin kendi parasından yapılabilir, ödeyeceği vergiden tasarruf ederek değil.
Kaldı ki ettiği ileri sürülen küfür nedeniyle çok eleştirilen birinin “hayırsever” biri olarak sunulması ne derece etiktir?
Ancak, hemen belirtelim bu durum sadece Cengiz’e özel bir durum değil. Bugün, yukarıda sözünü ettiğimiz vergi kanunlarının maddeleri sayesinde birçok zengin iş insanı okul, cami, yurt, sağlık ocağı gibi kamu binalarını hayrına yapan insanlar konumuna yükseltiliyor.
İşletmelerinde açlık sınırının altında ve çoğu kez çok ağır koşullarda işçi çalıştırmaktan rahatsızlık duymayanların yaptıkları hayırlar da ancak daha az vergi ödemek karşılığında olabiliyor.


6 Ocak 2017 Cuma

ARÇELİK’TEKİ TOPLU İŞÇİ ÇIKARIMI: KRİZDEN Mİ, KRİZ FIRSATÇILIĞINDAN MI?

ARÇELİK’TEKİ TOPLU İŞÇİ ÇIKARIMI: KRİZDEN Mİ, KRİZ FIRSATÇILIĞINDAN MI?

Mustafa Durmuş

4 Ocak 2017

Yeni yılda yüzlerce imalat sanayi işçisi işsiz kaldı. Arçelik’in Çerkezköy’deki kurutma makinelerinin üretildiği kurutma ve motor fabrikasında çalışmakta olan 500’ü sözleşmeli 150’si kadrolu olmak üzere 650 işçinin işine son verildi.

Böyle bir toplu işten çıkartma haberi beklendiği gibi ne ana akım görsel medyada (TV), ne de yazılı basında yer almadı. Sadece bir- iki emek haberleri konusunda duyarlı gazetede ve sosyal medyada yer bulabildi. Haberden bir gün sonra Arçelik firması yaptığı açıklamada çıkartılan işçi sayısının 281 ve bunların tamamının sözleşmeli işçiler olduğunu duyursa da, bu yeni yılda yüzlerce emekçinin işsiz, ailelerinin aşsız kaldığı gerçeğini değiştirmiyor.

Dövizin lira karşısında hızla değer kazandığı, dolayısıyla üretim birim maliyetlerinin hızla arttığı, üretimin düştüğü böyle ekonomik kriz koşullarında bu sonucun normal, beklenen bir sonuç olduğu ileri sürülebilir.

Kaldı ki uluslar arası araştırmalar da (1) 2016 yılının üçüncü çeyreğinde, beklenenin aksine, Türkiye’deki imalat sanayi üretim endeksinin (PMI) düştüğünü gösteriyor. Bu gelişme üstelik 28 ülkeden oluşan endeksin yükseldiği bir dönemde oldu ve Türkiye, Brezilya ve Malezya’nın ardından endeksi 50’nin çok altına düşen üçüncü ülke konumuna geriledi.

Bu durumu daha da kötüleştirecek bir biçimde Türkiye yine imalat sanayinde ithalat girdi maliyetlerinin en fazla arttığı ülke oldu. Bu kez birinci sırayı kimseye kaptırmamıştı.
Hem ekonomi bilimi hem de hayat bizlere kapitalist işletmelerin kâr elde etmek için faaliyette bulundukları gerçeğini öğretti. Bu nedenle bir firma zararda ise uzun vadede ayakta kalamıyor.
Yani endeksin iki verisini bir arada yorumlarsak, ikincisinden başlayarak; ithalat girdi maliyeti hızla yükseldi, bu da üretimin yavaşlamasına neden oldu. Buna yol açan temel faktörün liranın dolar karşısında yüzde 18’e yakın değer kaybetmesi olduğu kabul ediliyor.

Böylece başta enerji ve hammadde maliyetleri olmak üzere ithalat girdi maliyetleri hızlıca arttı. İhracat pazarlarında yaşanan kayıplar da buna eklenince üretimdeki azalma kaçınılmaz oldu.
Bu nedenle de sermaye gibi düşündüğümüzde ya da sermayenin dilinden konuştuğumuzda , “patronlar, istemeden de olsa, maliyetleri düşürmek için bazı işçileri çıkartmak zorundaydı” biçiminde sonuçlar çıkarabiliriz.

Oysa hem işçi ücretleri döviz cinsinden ödenmediği, hem de asgari ücret ve ortalama ücret aslında açlık sınırı civarında kaldığı için, üretim girdi maliyetlerini artıran faktör işçilerin ücretleri değil. Üstelik döviz kurunun bu kadar değerlenmesine yol açan politikaları uygulayan da ya da şirketleri inanılmaz bir dış kredi kullanımına iten kararları alanlar da işçiler değil. Buna rağmen fatura, tarihte hep olduğu gibi, bir kez daha işçilere çıkartıldı ve işsiz bırakıldılar.

Şirket bilançoları olayı aydınlatabilir

Olaya biraz daha yakından bakıp, her bir firmanın mali durumunu analiz ettiğimizde gerçeği yakalama şansımız olabilir. Yani ülke imalat sanayi üretiminin ve ihracatının bütünü için geçerli olabilecek bazı gerekçeler firma bazında geçerli olmayabilir.

Bu çözümlemeyi yapabilmek için döviz kurlarındaki yükselişin imalatçı şirketlerin kârlılık durumlarını nasıl etkilediğine bakmak gerekiyor. Bunu da yeni yılın başında Türkiye’de faaliyet gösteren bir ulusal banka yapmış (2).

Önce kur artışının olumsuz etkilediği büyük şirketlerden başlayalım. Bu analize göre, 30 Eylül 2016 itibariyle dövizin lira karşısında değer kazanması nedeniyle, Türk Hava Yolları A.O.’nun kârı yaklaşık 2,1 milyar lira; Türk Telekom’u kârı 1,3 milyar lira; Anadolu Efes’in kârı 348 milyon lira ve Türkcell’in kârı 255 milyon lira azalmış.

Buna karşılık silah üreticisi Aselsan’ın kârı 162 milyon lira(ilk sırada) ; ENKA Holding’in kârı 114 milyon lira artmış. Ve yazımızın konusunu oluşturan toplu işçi çıkartılmasının yaşandığı Koç Grubu üyesi Arçelik 18 milyon liralık kâr artışı ile kârını artıran firmalar arasında 10.sırada yerini almış.

Yılın son çeyreğinde (4.çeyrek) durum nasıl gelişmiş? Aynı analizde yılın bu son çeyreğine ilişkin tahminler de yapılmış. Böylece şirketlerin net döviz pozisyonlarının değişmediği ve örneğin doların yüzde 17,5’luk, avro’nun yüzde 10,4’lük bir değer artışını sürdürmesi halinde kur farkı gelir ve giderleri üzerinden yapılan tahmine göre; Türk Telekom zarar eden firmaların başını çekerken (1,7 milyar lira); Aselsan 227 milyon lira ile en kârlı kuruluş olacak. Arçelik ise kârını bu çeyrekte 22 milyon liraya çıkartacak.

Böylece ülkedeki ekonomik kriz durumunun bundan böyle de toplu işçi çıkartmalarının asıl nedeni olabileceği gerçeğini göz ardı etmeksizin, böyle dönemlerde kriz fırsatçılığı yapılabildiğinin ve bundan böyle de yapılabileceğinin altını çizmek gerekiyor.

Sermaye 2017 yılının ciddi ekonomik risklere gebe olduğunun farkında. Bu tür riskleri savuşturabilmek için ilk aklına getirdiği şey küçülerek maliyetleri düşürmek. Bunun için toplu işçi çıkartmaktan kaçınmıyor.

Ayrıca bu yıl hayatın işlerini koruyabilen işçiler için de çok zorlaşacağını, daha pahalı hale geleceğini öngördüklerinden, onların haklı ekonomik taleplerini bastırmak, onları işlerini koruyabildiklerine şükreder duruma getirmek için de krizi iyi bir fırsat olarak görüyor.
-----------------------------
(1) “Global Manufacturing Ends 2016 With Fastest Growth In Nearly 3 Years”, http://seekingalpha.com, 4 Ocak 2017.
(2) Vakıf Yatırım, Döviz Kurlarındaki Değişimin Halka Açık Şirketlere Etkisi, 3 Ocak 2017.


4 Ocak 2017 Çarşamba

YENİ YILDA BİLİM DÜNYASININ İLK KAYBI: TONY ATKINSON

YENİ YILDA BİLİM DÜNYASININ İLK KAYBI: TONY ATKINSON

Mustafa Durmuş

Ocak 2017

Kapitalizmin son 50 yılına ait gelir ve servet eşitsizliklerinin nedenlerini araştıran ve bu sorunun çözümüne ilişkin politikalar üreten ünlü Britanyalı ekonomist (Sir) Tony Atkinson vefat etti.

1944 yılında Britanya’da doğan, London School of Economics mezunu ve ünlü iktisatçı James Meade’nin öğrencisi olan  Atkinson, son yıllarda bu alanda isim yapmış olan Stiglitz, Saez ve Piketty’den çok önce kapitalizmin yol açtığı gelir ve servet eşitsizlikleri konusunda öncü çalışmaları başlatmıştı.

Bu alanda yazdığı sayısız bilimsel makalenin yanı sıra, 2015 yılında yayımlanan ve “Eşitsizlik: Ne Yapılmalı?” (Inequality: What can be done?) başlıklı kitabı oldukça ses getirmişti.

Bu kitabında yazar her ne kadar 2. Dünya Savaşı sonrasından itibaren en üstteki % 1 ile en alttaki % 99’un gelir ve servetten aldıkları payların giderek arasının nasıl açıldığını gösterse de,  asıl olarak bu eşitsizliklerin 1970’lerin sonlarından itibaren uygulanmaya başlanan neo liberal politikalar, böylece de sosyal devlet uygulamalarına son verilmesi olduğunun altını çiziyor. Bu bağlamda özellikle de halka dönük sosyal harcamalarda yapılan büyük çaplı kesintilerin bu eşitsizlikleri derinleştirdiğini, bu nedenle de tersinin yapılmasının, yani sosyal devlet uygulamalarına geri dönüşün çözüm olabileceğini ileri sürüyor.

Her ne kadar kendisi neo klasik refah iktisadının temel çıkarımlarını kabul ediyor görünse de, kitabında “sermayeyi kimin ya da kimlerin kontrol ettiğinin eşitsizlik açısından çok büyük öneminin olduğunu” söylüyor.

Ayrıca içinde yaşadığımız yüzyılın tam rekabetçi bir kapitalizm değil, eksik rekabetçi (ya da oligopolist) bir kapitalizm olduğunu belirterek, refah iktisadının eşitlik- etkinlik biçimindeki temel çatışmalı olarak ileri sürülen önermesinin yumuşatılabileceğini, bir başka anlatımla günümüz kapitalizminde etkin bir iktisadi büyümeyi sakatlamadan bölüşümün daha adil bir hale getirilebileceğini savunuyor.

Bu çerçevede de kitabında somut bazı önlemler öneriyor: “Yaşanabilir düzeyde bir ücret”, “kamu tarafından garantilenmiş haftada maksimum 35 saat istihdam hakkı”, “işçilerin yönetime katılabilecekleri işçi meclislerinin oluşturulması”, “emeklilere yeterince ücret ödenebilmesi için servetin ve mirasın vergilendirilmesi” ve “zenginlerin en üst gelir vergisi oranlarının % 65’e kadar yükseltilmesi”.

Bu öneriler bugünün dünyasında toplumun çok büyük bir kesiminin rahatlıkla benimseyebileceği öneriler. Bu bağlamda sol, sosyalist, sosyal-demokrat siyasal partilerin ya da emek örgütlerinin taleplerinin esasını oluşturabilirler.
Ancak Atkinson bu kitabında kendi sorduğu bizce de çok önemli olan bir soruyu yanıtlamıyor: “Sermayeyi kim kontrol edecek?”

Yani toplumda emek-sermaye biçimindeki sınıfsal ayrışması sürdürdükçe, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet varlığını sürdürdükçe ve bu araçlar bir avuç sermayedarın elinde (ya da bir kısmı dolaylı yoldan kapitalist devletin uhdesinde olmayı ) sürdürdükçe, kaynak tahsisi piyasalarca yapıldığı sürece, emekten yana yeniden bölüştürücü bütçe politikaları, vergi politikaları ve sosyal politikalarla eşitsizliklerin yeniden üretilmesi önlenebilecek mi?

Kapitalist üretim tarzı altında eşitsizlikler bir kerelik değil, üretim ve bölüşüm ilişkileri sürdükçe, sürekli olarak ve her seferinde daha büyük çapta yeniden üretiliyor. 1950- 1990 arasında görülen sosyal demokrasi ya da sosyal refah devletleri uygulaması ise kapitalizmin genel bir durumunu değil, tarihteki tek istisnasını yansıtıyor.
Bu gerçek kuşkusuz Atkinson’un çalışmalarının eşitsizlikleri azaltma konusunda verilen mücadeleye yaptığı katkıları hafifletmiyor, aksine daha da önemli kılıyor.
Huzur içinde uyusun…

(Atkinson değerlendirmesi için bkz: 


1 Ocak 2017 Pazar

OECD BÜYÜME SENARYOLARI VE GERÇEKLER

OECD BÜYÜME SENARYOLARI VE GERÇEKLER

Türkiye gerçekten yüksek gelirli ülkeler grubuna girdi mi?

Mustafa Durmuş

Aralık 2016

Basında dört gün önce yer alan bir habere göre, Türkiye, Çin, Güney Afrika, Meksika, Kolombiya, Kazakistan, Kosta Rıka ve Endonezya ile birlikte ‘Orta Gelirli Ülkeler Statüsü’nden, Dünyanın ‘Yüksek Gelirli Ülkeleri Statüsü’ne yükseldi (1). Bunu bizzat Cumhurbaşkanı, bir açılış töreni sırasında, OECD tarafından hazırlanmış olan bir rapora dayanarak söyledi (2).

Türkiye’nin içerde ve dışarıda ciddi politik ve ekonomik sıkıntılar yaşadığı böyle bir dönemde böyle bir "müjdeli" haberin moral ve motivasyon açısından önemi çok büyük olduğundan, muhtemelen rapor yeterince incelenmeden servis edildi ve müjdeli haber olarak duyuruldu.
Ancak bu durum bir tartışmanın da önünü açtı. Zira son işsizlik ve büyüme (yüzde – 2,7’lik küçülme) verileri dâhil olmak üzere, reel ve parasal göstergelerin ciddi bir ekonomik daralmayı, hatta krizi işaret ettiği, asgari ücrete sadece 104 lira artış yapıldığı bir dönemde böyle bir şey mümkün olabilir miydi?

Ülke, bir süredir ekonomik ve politik olarak çok sıkıntılı bir süreçten geçerken, ciddi bir askeri darbe girişimi yaşamışken, ülke OHAL ile yönetilirken, nasıl olur da bir anda gelişmiş, yüksek gelirli ülkelerin sınıfına atlayabilirdi? Siyaset bilimi, toplum bilim ya da iktisat bilimine göre bunun açıklaması mümkün müydü?

Türkiye ‘Yüksek ve Sürdürülebilir Büyüme Hızına Sahip 59 Ülke Grubu’nda yer alıyor
Bu sorularla ilgili son sözü OECD’nin sözü edilen raporu söylüyor aslında. Zira rapora göre Türkiye ‘Yüksek Gelirli 28 Ülke Grubunda’ değil, ‘Yüksek ve Sürdürülebilir Büyüme Hızına Sahip 59 Ülke Grubu’nda yer alıyor.

Sözü edilen bu grupta Afrika'dan Sudan ve Fas, Asya'dan Azerbaycan ve Moğolistan, Avrupa'dan Bulgaristan, Rusya ve Türkiye ve Latin Amerika’dan Arjantin ve Meksika gibi ülkeler yer alıyor.
2016 yılı itibariyle bu grupta bir ülkenin yer alabilmesinin koşulları şöyle ise sıralanıyor:

- Ekonomi 6 yıl boyunca yılda en az yüzde 3,5 oranında büyümüş olmalı,
- Ekonomi önceki 6 yıldan en az 2 puan daha fazla büyümüş olmalı,
- Büyüme sonrası milli hâsıla büyüme öncesi milli hâsıladan daha yüksek olmalı,
- Ekonomi, hızlı büyümenin ardından en az 10 yıl boyunca yılda yüzde 2 oranında büyümeli (sürdürülebilir büyüme).


Düzeltme:
Rapordan yukarıda çıkartılan sonucun düzeltmesi niteliğinde bir haber ise 28 Aralık tarihinde Bloomberg’de şu özet ile yayımlandı:

“OECD’nin yayımladığı Küresel Kalkınma Hakkında Perspektifler raporunda ele alınan 4 farklı 2030 senaryosundan birine göre Türkiye 8 ülke ile birlikte 2030’da yüksek gelirli ülke olacak”(3).
Gerçek durum:

Türkiye’nin orta gelirli ülkeler grubundaki konumlanması devam ediyor. Sadece OECD’nin hazırladığı senaryolardan birine göre 2030 yılında bugünün yüksek gelirli ülkeleri konumuna gelebilir.
Nitekim raporda, 2030 yılı itibariyle bu 8 ülkenin artık yüksek gelirli ülkeler olarak nitelenebileceği aşağıdaki ifade ile yer alıyor (s. 259):

“The further away a scenario (or state of the world in 2030):
These newly middle-income countries have consequently graduated from being eligible for Official Development Assistance, but have been able to access other forms of international co-operation and finance. Some of the middle-income countries of
2015 – such as China, Colombia, Costa Rica, Indonesia, Kazakhstan, Mexico, South Africa and Turkey – are now high-income countries.”

Senaryoların anlamı?

Şimdi gelelim raporda yer alan bu senaryoların ne anlama geldiği konusuna. Öncelikle raporda da belirtildiği gibi (s. 252) senaryolar ne öngörü ya da tahmin anlamına, ne de OECD’nin resmi açıklaması anlamına gelmiyor.

Nitekim toplam 4 senaryo hazırlanmış. Bunların üçü “kötü” olarak nitelenebilecek, biri “iyi” olarak nitelenebilecek senaryolar.

İlk senaryoda ülkeler arasındaki işbirliği daha da zorlaşıyor.

İkincisi (iyi senaryo) Birleşmiş Milletler’in 17 'Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi'ne (yoksulluk ve gelir bölüşümü adaletsizliğinin azaltıldığı, sanayileşme ve kalkınma-büyümenin hızlandığı ve sosyal adaletin geliştirildiği) olumlu gelişmelerin yaşandığı senaryo. Bu gelişmeler sağlanırsa, ama her şeyden önemlisi küresel işbirliği artar ve göçlerin önü açılırsa 2030 yılında bu sekiz ülke sınıf atlayabilecektir.

Üçüncü senaryo tam bir felaket senaryosu zira azgelişmiş ülkelerden kaynaklı bir küresel krizi öngörüyor ama bunun da işbirliği çabalarını artırabileceğini savunuyor.

Son senaryoda hızlı otomasyon ve çatışmacı durumlar nedeniyle emek gücü tasarımının radikal değişimine vurgu yapılıyor. Bu senaryoda göçlere kapalı bir durum öngörülmüş.

Uluslar arası göç akımı senaryoların ana değişkeni

Ancak senaryoların hepsinde bağımsız değişken, ya da pivot olan değişken uluslar arası göç. Böylece aslında rapor, uluslar arası göç hareketlerinin ekonomilere etkileri üzerinden ülkelerin yeni konumlarını tariflemeye çalışıyor. Zira göçmen sayısı arttıkça ulusal gelir artıyor.

Buradan “Türkiye göç hareketlerine daha fazla izin verdikçe gelir düzeyini artırabilecektir” gibi zımni bir sonuç çıkıyor ortaya.

Şimdi raporun kendine ilişkin değerlendirmelerimizi sıralayalım:

►2030 yılına kadar önümüzde daha 14 yıl olduğuna göre “bu zaman zarfında bugünün yüksek gelirli
ülkeleri yerlerinde mi sayacaklar, aradaki açık devam etmeyecek mi, edecekse bu nasıl kapatılacak?

►Kalkınma açığının kapanması gibi konularda üretilmiş olan başka senaryolar da mevcut. Bunlardan en çok bilineni ünlü Britanyalı kalkınma iktisatçısı Prof. Thirlwall’a ait (4).

Bu yazarın hesaplarına göre, kapitalist dünya sistemi altında 2020 yılında azgelişmiş ve gelişmiş ülkeler arasında bugün mevcut olan kalkınma ya da gelişmişlik açığının aynen korunabilmesi için, azgelişmiş ülkelerin yılda en az yüzde 12 oranında büyümesi; aynı yıl her iki grubun da aynı gelir düzeyinde olabilmelerinin sağlanabilmesi için (örneğin 45,000 dolar) bu ülkelerin yılda en az yüzde 20 oranında büyümesi gerekiyor.

Bu azgelişmiş ülkelerin mevcut büyüme hızlarını 6 kat artırmaları ve milli gelirlerinin en az yüzde 50’sini tasarruf ederek yatırıma ayırmaları ve bu kaynağı israf etmeden etkin bir biçimde kullanmaları gerektiği anlamına geliyor.

Öyle ki yıllık ortalama yüzde 6 ile büyüyen bir ekonominin (bunu sadece Çin ve Hindistan sağlayabildi) bu düzeye gelebilmesi için 64 yıl boyunca kesintisiz büyümesi gerekiyor.

Bu pratikte gerçekleşmesi mümkün olmayan bir durum. Zira azgelişmiş ülkeler içinde yatırımların GSYH içindeki payı açısından sadece Çin bu orana yaklaşabiliyor. Türkiye’de ise bu oran yeni hesaplamaya göre yüzde 30 civarında.

Yani Thirlwall’in öngörüsü doğru ise kapitalizm altında ne niteliksel ne de niceliksel açıdan gelişmiş ülkelerle olan kalkınma açığının kapatılabilmesi mümkün gözükmüyor.

OECD’nin Türkiye ile ilgili diğer raporları:

Ayrıca içinde Türkiye’nin de değerlendirildiği OECD’nin aşağıda bulgularını kısaca özetlediğimiz diğer raporlarına ne demeli?

►OECD Global Interim Economic Outlook February 2016 presentation,http://www.slideshare.net:

“Bazı yükselen ekonomiler yaşadıkları döviz şokları ve yüksek düzeydeki iç borç stokları nedeniyle daha kırılganlaştılar. Türkiye her iki gösterge açısından da en yüksek ikinci riske sahip ülke konumunda”.

http://www.oecdbetterlifeindex.org:

OECD’nin iyi bir yaşam sürmenin kriterlerini ya da iyi bir yaşamın göstergelerini sunduğu bu raporda toplamda 23 göstergeye ya da kritere bakılıyor ve bu kriterler 11 alanda toplanıyor. Bunların arasında; insanların elde ettikleri kazançların miktarı, konut maliyetleri, yaşam sürelerinin uzunluğu ve hatta çalışma saatlerinden geriye kalan zaman gibi çok çeşitli göstergeler var.

Rapora göre, genelde OECD ülkelerinin büyük bir kısmı bu göstergelere uygun olarak iyi bir yaşam sürüyor. Ama örneğin Norveç’te insanlar çok iyi standartlarda bir yaşam sürerken, Türkiye ve Meksika’da insanların iyi bir yaşam sürmelerinden, buna bağlı olarak da mutlu olmalarından söz edebilmek mümkün değil.

Araştırmada her bir göstergeye bir puan ya da not veriliyor ve bu puanlar üye ülkelerin OECD ortalamasına göre standart sapmasını temsil ediyor. Bu bağlamda OECD ortalaması “0” olarak belirlenmiş. Böylece “1’e yakın puanlar yüksek derecede iyi olma” halini, “-1’e yakın değerler ise kötü olma” halini gösteriyor.

ABD’’li bir araştırma şirketi olan PEW Research Center ise bu 23 göstergenin her birine eşit değerler vererek ülkeleri analiz etmiş (5).

Bu araştırmanın sonuçlarına göre, listenin en kötüleri Meksika ve Türkiye. Sırasıyla Meksika’nın puanı – 1,48 ve Türkiye’nin puanı -1,27. Türkiye’nin kötü puanının başında insanların önemli bir kısmının haftada 50 saatten fazla çalışıyor olması ve sanitasyon gibi hizmetlere yeterince erişememesi (-3,34) geliyor.

http://www.oecd.org/…/in-it-together-why-less-inequality-be…:

OECD’nin 21 Mayıs 2015’te yayımlanan bu raporuna göre milli gelirin en eşitsiz bölüşüldüğü ülkeler sıralamasında, ilk üç ülke sırasıyla; Şili, Meksika ve Türkiye. OECD ortalaması Gini katsayısının 0.27 olduğundan hareketle 0.40’lık bir katsayı ile Türkiye en eşitsiz gelir bölüşümüne sahip üçüncü ülke olarak 34 ülke içinde en tepelerde yerini alıyor (s.22).

►OECD Insights-Income Inequality, 2015:

Bu rapora göre, Türkiye OECD’de yoksulluğun en fazla olduğu 3. ülke durumunda.

►OECD / Sosyal Adalet Göstergeleri 2011:

31 OECD ülkesinde 6 sosyal adalet göstergesinin ağırlıklı ortalaması OECD genelinde 10 puan üzerinden 6.67 puan. Türkiye 6 göstergenin hepsinde 5 puanın altında kalarak 4.19 ile son sırada (31.sırada) yer aldı. Böylece Türkiye OECD’nin en sosyal adaletsiz ülkesi olarak raporda yer alıyor.

►OECD, Government at a Glance 2015, http://www.oecd-ilibrary.org:

‘Hukukun Üstünlüğü’nü ele alan bu raporda iki temel gösterge ile demokrasinin üye ülkelerde ne denli işlediğini araştırılıyor.

İlk gösterge ‘Kuvvetler Ayrılığı’ olarak bilinen, yürütme-yasama ve yargının birbirinden bağımsız olması demek olan gösterge. Pratikte bu, yürütmenin, yargı ve yasamayı baskı altında tutup tutmadığını gösteriyor. Demokrasinin tam işlediği ülkelerde bunun puanı 1,0. OECD ortalaması ise 0.76. En iyi durumda olan ülkeler İskandinav ülkeleri. Türkiye’nin puanı 0,37. En son sırada yer alıyor. OECD dışındaki Rusya ve Çin dahi Türkiye’nin üstünde, sırasıyla; 0,39 ve 0,41 puanlara sahipler.

İkinci gösterge ‘Temel İnsan Hak ve Özgürlüklerinin Uluslar arası Hukukun Güvencesi Altında Olması’ göstergesi. Yani herkes ayrımcılığa uğramadan eşit ve adil bir biçimde, fikir, inanç, ifade, mülkiyet edinme haklarına sahip olabilmeli. Bu açıdan OECD ortalaması 0,78. Buna karşılık Türkiye yine en son sırada yer alıyor (0,36). OECD dışında sadece Çin Türkiye’nin altında yer alıyor (0,32).
Sonuç olarak, sözü edilen OECD raporunun hatalı bir biçimde yorumlandığı ortaya çıkıyor. Kaldı ki haber doğru olsa ve Türkiyenin kişi başına gelirini kat be kat artırarak örneğin 50,000 doların üzerine çıkartması onun sosyal ve ekonomik sorunlarını çözdüğü anlamına gelir mi?

Türkiye’nin sorunlarını çözebilmesi sadece iktisadi olarak büyümesi ile değil, aynı zamanda iktisadi ve sosyal olarak kalkınması, emek ve ekoloj ile uyumlu bir sürdürülebilir bir biçimde sanayileşme stratejisi ile mümkün.

İktisadi ve sosyal kalkınma ise toplumsal ilerlemeyi ve toplum refahının artırılmasını hedefleyen, iktisadi ve sosyal dönüşüm süreçlerindeki değişimi ifade eden bir kavram. Büyüme olmadan kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün değil, ama kalkınmaksızın bir ekonomiyi büyütebilmek mümkün.

Bu anlamda kişi başına düşen gelirin yüksekliği tek başına bir ülkenin iktisadi ve sosyal kalkınmışlığının göstergesi olamaz. Öyle olsaydı (bu gelirin nasıl bölüşüldüğü bir yana bırakılarak) örneğin satın alma gücü paritesine göre kişi başına düşen geliri 55,000 dolara yakın olan Suudi Arabistan’ın (ABD ile neredeyse aynı), 70,000 dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin ya da 138,500 dolar ile Katar’ın Dünyanın sosyal ve ekonomik olarak en gelişmiş ülkeleri olmaları gerekirdi.

Son notlar:

(1) http://www.sabah.com.tr/…/cumhurbaskani-erdogan-turkiye-yuk… .
(2) OECD, Perspectives on Global Development 2017- International Migration In A Shifting World, 2016).
(3) ( http://www.bloomberght.com/…/1966843-oecd-4-farkli-senaryod…).
(4) A. P. Thirlwall, Growth and Development, 2003 s. 64–67).
(5) (Jacob Poushter, Measuring the ‘good’ life around the world, http://www.pewresearch.org, 29 October 2015)


BİRİKİM MODELİ HEM TALEP HEM DE ARZ YÖNLÜ TIKANIYOR

BİRİKİM MODELİ HEM TALEP HEM DE ARZ YÖNLÜ TIKANIYOR

Mustafa Durmuş

Aralık 2016

M. Sönmez’in Türkiye’nin politik ve iktisadi olarak son 14 yılda geldiği durumu anlatan yazısında (1) yer alan tespitlere katılmamak mümkün değil. Yazısının sonunda yer alan “üçlü yol ayrımı” konusundaki öngörüleri ve uyarıları da son derece gerçekçi ve bir o kadar da önemli.

Biz burada sadece yazıyı biraz derinleştirip, iki konuyu ilave etmekle yetineceğiz.

Sönmez’e göre, ekonomide 2003 yılından beri izlenen ama 2013 yılından itibaren tıkanmaya başlayan birikim modelinin iki ayağı var: Özel tüketim harcamalarına dayalı iç talep artışı ve inşaat ve ranta dayalı alt yapı ve üst yapı yatırımları.

Bu iki ayaklı birikim modelinin hayata geçirilebilmesi ancak ana akım iktisatçıların deyimiyle finansallaşmanın artmasıyla, bizim tercihimizle banka kredilerinin, dolayısıyla da hem hane halkı borçlarının, hem de şirketlerin borçlarının devasa biçimde artmasıyla mümkündü. Böyle bir kredi bolluğunu sağlayan ise olumlu dış konjonktür, yani 2013 yılına kadarki bol uluslar arası likidite imkanı, yani yabancı sermaye girişleri oldu.

Borca dayalı büyümenin sonucu

Yazıda da belirtildiği gibi bu dönemde Türkiye, bu uluslar arası finans çeşmesinden testisini fazlasıyla doldurdu. Ancak bunun kaçınılmaz bir sonucu vardı: Borç stoklarının görülmemiş ölçüde artması. Öyle ki son 13 yılda hane halkının borcu 12 milyardan yaklaşık 500 milyar liraya, şirketlerin dış borcu ise yaklaşık 330 milyar dolara yükseldi.

Şirketlerin borçlarının milli gelir içindeki payı 2008’den bu yana yüzde 26’nın üzerinde artarak, 2016’nın ilk çeyreğinde yüzde 56’nın üzerine çıktı. Böylece Türkiye, Çin’den sonra özel sektör borçları en hızlı artan ülke oldu.

Öyle bir noktaya gelindi ki, özel sektörün Ağustos’ta döviz yükümlülüğü 211 milyar dolar, oysa bankalar dâhil net finansal varlıkları 107 milyar dolar. Böylece net açık 102 milyar dolara yükselerek rekor kırdı (BNP Pariba, 2016).

2015 yılında döviz cinsinden borcun sektörel dağılımı ise şöyle: İnşaat sektöründe dövizle borçlanma oranı yaklaşık yüzde 52 (2014’te yüzde 46), konut ve kiralama sektöründe yüzde 64; imalat sanayide yüzde 53 (2014’te yüzde 52). (Renaisance Capital, 2016).

Borç stokundaki bu hızlı yükselişe paralel olarak dış borçlarda vadeler kısalmış ve borçları çevirme olanağı azalmış (borçların büyük kısmı doğrudan yatırım biçiminde olsa da, bu yatırımların payı da azalıyor). Bankaların borç çevirme oranı 2013’ten bu yana en düşük seviyeye gerileyerek Ekim’de yüzde 119’a düşmüş (BNP).

Alınan önlemler

Türk Bankacılık sisteminin verdiği kredilerin azımsanamayacak bir bölümü, ortalama yüzde 40’ı döviz cinsinden kredilerden oluşuyor. Özel sektör borçlarının bu durumunun finansal istikrar konusundaki tedirginliği artırdığı çok açık. Bu da, hükümeti, bu borçların bir kısmının kamusal garantilerle gelecek yıllar için sigortalanmasına (hedge) yönelik ilave önlemler almaya zorluyor (mevcut yatırımların sürdürülebilmesi için kredi garantileri ve hizmet satın alma garantisi sözleşmeleri gibi).

Diğer taraftan, liranın değer kaybının yarattığı endişenin büyüklüğü ihracat gelirleri ve bankalardaki DTH mevduatlarının büyük ölçüde sigortalanmamış olmasından kaynaklanıyor. Kaldı ki döviz cinsinden borcu olan şirketlerin % 74’ünün ya hiç ihracat geliri (dolayısıyla da dolar ya da avrosu) yok ya da bu gelirler kriterlerin çok altında bir düzeyde. Üstelik bazı vergi düzenlemeleri de döviz cinsinden borçlanmayı teşvik ediyor (Renaisance Capital, 2016).

Krediler ve tüketim harcamaları azalıyor

Borçlanmaya dayalı iç talep artışı modelinin sürdürülemezliği kendini hem kredi, hem de özel tüketim harcamalarındaki düşüş ile birlikte gösteriyor. Öyle ki tüketici kredileri Mart’tan bu yana yüzde 15 civarında azaldı. Aslında toplam krediler 2014’ten bu yana yatay seyrediyor. 2016 yılının ilk yarısındaki ekonomik büyümenin asıl sürükleyicisinin kamu tüketimi olması ve üçüncü çeyrekte bunun yüzde 24 civarında artış göstermesi (buna rağmen yüzde 3’e yakın bir küçülmenin önlenememesi) bir tesadüf değil.

Hükümetin iç talebi pompalama doğrultusundaki girişimlerini 2017 Bütçesi üzerine yazdığımız yazıda değerlendirmiştik (2017 Bütçesi: Olağanüstü Hal Bütçesi). Hükümet özel tüketim harcamalarını pompalayarak iç talebi sırasıyla; hem Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) garanti miktarını 250 milyar liraya çıkartarak, hem kamu mevduatlarına uygulanan faiz oranına yüzde 7,5’luk bir üst sınır getirerek, hem KOBİ’ler için yüzde yarım olan provizyon oranlarını 2017’nin sonuna kadar sıfıra çekerek ve büyük şirketler ve ticaret firmaları için yüzde 1’den binde 5’e düşürerek, hem bankaların döviz karşılık oranlarını düşürerek ve ‘Rezerv Opsiyon Mekanizması’nda yeni düzenlemeler yaparak artırmayı düşünüyor.

Ancak kredi provizyonlarının düşürülmesinden hali hazırda sorunlu olduğu bilinen bazı özel bankaların yanı sıra kamu bankaları da zararlı çıkacaktır. Zira örneğin KOBİ kredilerinin toplam kredileri içinde payı cinsinden en yüksek paya (yüzde 39) sahip banka olarak Halk Bank bundan etkilenecektir. Kamu bankalarının kârlarındaki azalma bütçe açığını artıran bir faktör olacaktır.
Böylece aslında Hükümet iç talebe dayalı büyüme modelinden bütünüyle vazgeçmiş değildir. Bir yandan kamu cari harcamaları yoluyla kamusal tüketimi artırırken, kredi kullanımını artırmaya yönelik yukarıda saydığımız para politikası alanındaki teşviklerle de bunu sonuna kadar sürdürmek durumunda kalacaktır.

Kamu kaynaklarının özel sektör için kullanımı artarak sürecek

Bu arada Hükümet kamu kaynaklarını özel sektör için kullanma yönünde net bir tercih yapmış gibi gözüküyor. Daha önceki yazımızda da altını çizdiğimiz gibi, hükümetin bütçeden gelecek yıl özel sektöre vereceği doğrudan mali destek toplamda 32,4 milyar lirayı bulacak. Bunun içinde en büyük payı toplamda 23,5 milyar lira ile işçiler adına ödenen SGK primi için işverene sağlanan destek (22 milyar lira) ve Bağ - Kur primi için işverene sağlanan destek (1,5 milyar lira) oluşturuyor. Ayrıca 3 milyar liralık ‘İhracatçı Desteği’, esnafa 1,3 liralık ‘Esnaf Kredisi Faiz Desteği’, 1,1 milyar liralık ‘KOBİ Desteği’, 1,1 milyar liralık ‘Yatırım ve Turizm Desteği’ ve 2,4 milyar liralık ‘Tarımsal Kredi Faizi Desteği’ verilecek.

Buna kuşkusuz ‘Varlık Affı Yasası’ kapsamına sokulan ve Bakan’ın açıklamasına göre 80 milyar lirayı bulan vergi ve prim borcu yapılandırmasını da eklemek gerekiyor.

Ayrıca Komisyon’daki, 16.12.2016 tarih ve 4748 sayılı Kanun tasarısı (TC Emekli Sandığı ve Bazı Kanun ve KHK’larda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı) ile sırasıyla; KOBİ’ler için çalışan başına aylık 100 olarak uygulanan asgari ücret desteği 2017'de de devam ettiriliyor. Bu şirketlerin ödemek zorunda oldukları sigorta primleri erteleniyor. Kurumlar vergisinin yüzde 100 ‘e kadar indirimli uygulanabilmesi için Bakanlar Kurulu’na yetki veriliyor. Üretim sektöründe faaliyette bulunan şirket birleşmelerinde kurumlar vergisi 3 yıl indirimli olarak uygulanıyor. Yatırım teşvik belgesi kapsamındaki gayri maddi hak ve yazılım teslimleri KDV'den muaf oluyor ve 2017 yılında imalat sanayinde yapılan inşaat yatırımları nedeniyle ortaya çıkacak KDV şirketlere hızla iade ediliyor.

Bütün bu önlemler siyasal iktidarın Başkanlık seçimi kavşağına girilirken ekonomik krizin aleyhte bir sonuca yol açmasını önleyebilmek için alınan önlemler olarak da okunabilir. Ancak bunun kaçınılmaz sonucu bu ve diğer benzeri önlemlerin bütçe açığını ciddi bir biçimde artırarak, kamu maliyesi alanında yeni bir krizin uç vermesidir. Sönmez’in çözümlemesine yapılabilecek bir ekleme bu olabilir.

Üretim maliyetleri artıyor, büyüme yavaşlıyor

Son olarak, analize dahil edilmesinin yararlı olduğunu düşündüğümüz bir diğer konu emek gücü maliyetleri ve verimliliklerinin son zamanlarda ortaya koyduğu asimetrik durum. Zira emek gücü maliyeti üretim için çok önemli.

Emek gücü birim maliyetleri geçen seçim sonrasında asgari ücrete yapılan 300 lira zam ile arttı. Devlet bu yıl bunun 100 lirasını Hazine’den karşıladı (bu yıl da bunu sürdürecek). Bu da reel döviz kurunu zayıflattı ve 2008 öncesi düzeye düşürdü.

Bir başka anlatımla, dövizin çok pahalı olduğu ve bunun başta enerji ve hammadde maliyetlerini artırarak üretim darboğazı yarattığı ve enflasyonu artırdığı bir gerçek.

Diğer yandan lira tahmin edildiği kadar ucuz değil. Bu da özellikle ihracatçılar açısından ihracata dönük üretimi, ülkenin ihracat pazarlarındaki rakiplerinin toparlanma içinde bulunduğu bir dönemde, olumsuz etkiliyor.

Kapitalizmin mantığı içinde emek gücü birim maliyetlerinin artışı emek gücü verimlilik artışıyla dengelenebiliyor, kâr oranı böyle artırılabiliyor. Oysa özellikle bu yılın 3. Çeyreğinde geçerli olmak üzere, emek gücü verimlilik artışındaki yavaşlamanın sürdüğünü görülüyor. Bunun nedeni uygulanan birikim modeli ve eğitim politikalarının bir sonucu olarak hem yüksek teknolojik gelişme içeren fiziki, hem de beşeri sermayeye yapılan yatımların giderek azalması.

Yani Türkiye ekonomisinin küçülmesi sadece iç talep yetersizliğinden değil, arz yönlü olarak emek gücü verimlilik artışının yavaşlamasından da kaynaklanıyor.

Bu da kuşkusuz uzun vadede üretim tarzını, ama kısa vadede uygulanan sermaye birikim ve bölüşüm modelini ve eğitim politikalarını masaya yatırmayı gerektiriyor.