17 Nisan 2017 Pazartesi

YABANCI SERMAYE: “YETMEZ AMA EVET!”

YABANCI SERMAYE: “YETMEZ AMA EVET!”

Mustafa Durmuş

15 Nisan 2017

Başlığın 2010 referandumunda ‘evet’ oyu kullanan bazı liberal solcuları eleştirmek için atıldığı düşünülmesin. Zira onların büyük bir kısmı ülkenin Pazar günü yapılacak olan referanduma getirilme nedenlerinden birinin, aslında 2010 yılındaki referandum olduğunun farkındalar ve bu nedenle de bu kez “hayır” diyeceklerini açıkladılar.
Başlık ülkemize gelen, özellikle de kısa vadeli, spekülatif yabancı sermayeye yön veren bazı uluslararası yatırım fonlarının tavrı ile ilgili.
Çünkü aralarında UBS, Morgan Stanley, Goldman Sachs, Deutche Bank gibi büyük finansal kuruluşların, özellikle de Nisan ayı başından bu yana yayımladıkları Türkiye raporlarında “evet” çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğu, bu nedenle de piyasaların hali hazırda ‘evet’i fiyatladıkları açıklanıyor ve yatırımcılar açık ya da örtülü bir biçimde ‘evet’e çağrılıyor.
Örnek olarak Morgan Stanley (1) bu konuda kendilerinin, piyasaların temsilcileri, bankalar, bürokrasi, sivil toplum örgütleri ve büyükelçiliklerle yapmış oldukları toplantıları ve yine şu ana kadar yapılmış ve sayıları 12’yi bulan referandum anketlerinin sonuçlarını dayanak olarak gösteriyor.
Böylece bu örgütler, sözüm ona her hangi bir değer yargısı katmaksızın gerçek durumu tespit etmeye çalıştıkları izlenimini vermeye çalışıyorlar. Gerçekte ise, birazdan ele alacağımız nedenlerden dolayı, manipülatif davranıyorlar, kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar.

Sınıfsal çıkarlar yön veriyor !
Sermayenin sadece yabancı sermaye kanadı değil, aslına bakılırsa yerli sermaye kanadı da son bir haftadır açıktan ‘evet’ kampanyası yürütüyor ve bu yönde oy kullanacaklarını açıklıyor.
Örnek olarak, Türkiye’nin dolar milyarderleri sıralamasında 3,7 milyar dolarlık serveti ile en zengin sermayedarı olduğu tescillenen Murat Ülker dün ‘evet’ diyeceklerini açıkladı. Benzer bir biçimde, TOBB ‘evet’ için gazetelere ilan verdi.
Sermayenin bu tavrı birkaç nedenden dolayı anlaşılabilir bir tavır. İlk olarak, hiç biri özellikle de 15 Temmuz sonrasında bazı büyük şirketlerin el konularak TMSF’ye devredilmesinden sonra siyasal iktidar ile sorun yaşamak istemiyor.
İkincisi ve daha da önemlisi, bu örgütler 2016’yılının son çeyreğinden bu yana ekonomiye destek gerekçesiyle uygulanmakta olan sermaye yanlısı para ve maliye politikaları ile ekonominin, tartışmalı da olsa, son çeyrekte yüzde 3,5 büyütüldüğünü biliyorlar.
Bu yıl, varlık affına ilaveten, sermayeden vergi ve prim afları, indirim ve muafiyetler gibi düzenlemelerle 102 milyar liralık vergi alınmayacağını, beyaz eşya ve elektronikte ve konuttaki düşürülmüş olan ÖTV ve KDV oranlarının yıl sonuna kadar uzatılacağını, istihdam desteği adı altında kendilerine aylık 773 liralık bir nakit desteği verildiğini, kurumlar vergisi oranlarının düşürüldüğünü, 250 milyar liralık bir plasman imkanıyla Kredi Garanti Fonu’nun imkanlarının kendilerine ucuz ve bol kredi olarak sunulduğunu (ki şu ana kadar bankalar bu fonun garantisi ile 100 milyar lirayı aşkın kredi kullandırttılar) biliyorlar.
Ayrıca en yetkili ağızdan 657 sayılı. DMK’nın değiştirilerek, artık kamuda, özellikle de üst düzey yöneticilerin, her hangi bir liyakate bağlı kalınmaksızın, kendi istedikleri kimselerden atamasının yapılabileceğini, bunların da devletin imkânlarını kendileri için daha hızlı ve daha fazla kullandırabileceklerini, daha da önemlisi kıdem tazminatlarının artık kendileri için bir maliyet, dolayısıyla da sorun olmaktan çıkartılacağını öğrenmiş bulunuyorlar.
Bu nedenlerle de, devleti ve bürokrasiyi istedikleri yönde etkilemenin göreli olarak daha çok zaman aldığı ve daha zor olduğu, buna karşılık hesap sormanın daha mümkün olduğu bir kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sistemdense, gücün tekelde toplandığı ve büyük sermayeye son derece sıcak bakan bir başkanlık sistemi kendilerine daha cazip geliyor. Yani tercihleri bütünüyle kendi sınıfsal çıkarlarını yansıtıyor.

“Yetmez ama evet”
Yabancı sermayeye gelince. Bu yıl cari açığımızın 36 - 40 milyar dolar arasında olması bekleniyor. Bu aşağı yukarı milli gelirin yüzde 5- 6’sına denk düşecek. Böyle önemli boyuttaki bir açığın fonlayıcılarından söz ediyoruz. Ve Türkiye hala benzer ülkeler arasında yabancı sermayeye en yüksek faiz ve getiriyi sunan ülkelerin arasında yer alıyor. Dışarıdaki fon fazlalığı nedeniyle de, Türkiye özellikle de kısa vadeli spekülatif kârlar için hareket eden yabancı sermayenin, fonların vazgeçemeyecekleri pazarların başında geliyor.
Bu nedenle de, sınıfsal çıkarları gereği bu yabancı fonlar, Türkiye’den sağlayacakları getirilerinin hem istikrarlı olmasını, hem de güvence altında olmasını istiyorlar.
Hazırladıkları raporlara bakılırsa kabaca iki senaryodan söz ediyorlar. “Evet” çıkması durumunda (ki daha yüksek ihtimal olarak sunuyorlar) ülkede şu ana kadar uygulanmakta olan genişletici para ve maliye politikalarının süreceğini, böylece ülkenin örneğin 2017 yılında en az yüzde 2,5 ila yüzde 3,4 oranında büyüyeceğini ileri sürüyorlar. Karar alma süreçlerinin hızlanacağını, bunun da ekonomiye (daha doğrusu sermayenin siyasal iktidara) olan güveni artıracağını öngörüyorlar. Böylece “istikrar” altında büyüyen bir ekonomide kendi faiz getirileri, kârları ve rantları da güvenceli bir biçimde artmış olacak.
“Hayır” çıkması halinde ise (ki bazıları ‘evet’ - ‘hayır’ın bıçak sırtı olduğunu kabul ediyor) sonucun tam bir siyasal ve iktisadi belirsizlik olacağını, bunun bir erken seçimle sonuçlanacağını, Hükümetin devrilebileceğini ve tüm bunların da istikrarsızlığı daha da artıracağını, politik risk algısını yükselteceğini, yabancı sermayenin ekonomiye olan güvenini sarsacağını, ülkeden çıkışların artacağını, kısaca mevcut ekonomik ve politik sorunları daha da derinleştireceğini ileri sürüyorlar.
Diğer taraftan bu kuruluşlar geçen yıl, Bölgedeki jeopolitik riskler, ülkedeki politik riskler ve ekonomik risklerden hareket ederek, bu işlerden de siyasal iktidarı açık ya gizli olarak sorumlu gösterip, deyim yerindeyse, zehir zemberek raporlar yazan kuruluşlardı.
Bu kuruluşların yapılan anketlerden hareketle, yüzde 5-30 arasında olduğunu bildikleri kararsızların tavrının ‘evet’ e döndüğünü ileri sürecek kadar net bir biçimde ‘evet’çi olmaları ise muhtemelen şöyle açıklanabilir: Nasıl ki yerli sermaye “istikrar” adı altında sermayeye verilen desteklerin sürmesini sınıfsal olarak talep ediyorsa, yabancı sermaye de aynı sınıfsal çıkarlarla hareket ediyor ve “istikrarı” savunuyor. İstikrarın ise, onların gözünde, mutlaka demokrasi altında olması gerekmiyor. Yeter ki yüksek, hızlı finansal kârlarını sürekli olarak elde edebilsinler, faiz getirilerini sağlayabilsinler.
Ancak bu kuruluşların hala endişeleri ve bu paralelde talepleri de var. Örneğin yıllardır dillerine doladıkları emek gücü verimliliğini artıran, devlet kontrollerini ve düzenlemelerini bütünüyle ortadan kaldıran ya da etkisiz kılacak olan “yapısal reformların” ve “emek gücü piyasası reformlarının” yapılamamasından ve ülkenin politik ve ekonomik koşulları nedeniyle kısa vadede de yapılamayacağından endişe duyuyorlar. Bu da onları ‘yetmez ama evet’çi yapıyor.

 Koyun can, kasap et derdinde
Başlığı “koyun can, kasap et derdinde” diye de atabilirdik. Çünkü yerli ve yabancı sermaye bu Pazar oylanacak olan anayasa değişikliği ile devletten daha hangi ekonomik ve siyasal imkânları da alırım derdinde.
Buna karşılık toplumun büyük bir kısmı, bir yandan işsizlikle, yoksullukla, enflasyon ve hayat pahalılığıyla mücadele ederken, diğer yandan çok yıpranmış da olsa, Cumhuriyetin, alanı çok daraltılmış da olsa mevcut parlamenter demokrasinin, hak ve özgürlüklerinin, inancına, kimliğine uygun yaşam biçiminin, insan hakları, kadın hakları, ekolojinin ve emeğin haklarının ve kazanımlarının bütünüyle ortadan kaldırılabileceğinin kaygısını yaşıyor.
Özcesi, toplumun azınlığını oluşturan yerli ve yabancı sermaye örgütlerinin ve servet zenginliklerinin siyasal ve ekonomik istikrardan anladığı şey ile toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin anladıkları şey aynı olmamalı…
………….
(1) Morgan Stanley, “Looking Past the Referendum”, April 5, 2017.


YENİ ANAYASA İLE BÜTÇEYİ KİM YAPACAK, KİM UYGULAYACAK, KİM DENETLEYECEK?

YENİ ANAYASA İLE BÜTÇEYİ KİM YAPACAK, KİM UYGULAYACAK, KİM DENETLEYECEK?
Mustafa Durmuş
13 Nisan 2017
Eski Gelirler Genel Müdürü ve eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez bugün bloğunda bir yazı paylaştı (mahfiegilmez.com /2017/04/anayasa-degisikligiyle-mali-ve-ekonomik.html).
Bu yazısında Eğilmez, anayasa değişikliği referandumundan “evet” sonucu çıkması halinde bu kararın; kamu bütçesinin yapılması, denetlenmesi, alınacak vergiler ve yapılacak harcamalar ve halkın bütçe yapma hakkı üzerindeki olumsuz etkilerini ele alıyor.
Böyle bir değişikliğin kabul edilmesi durumunda, Cumhurbaşkanının; bütçeyi hazırlamak, vergi oranlarını ve muafiyet ve istisna konularını ve miktarlarını, vergi indirimlerini belirlemek, yeni vergi benzeri fonlar koymak, istenildiği biçimde ve yere harcama yapmak ve bunun hesabını da parlamento dâhil hiçbir seçilmiş organa vermemek biçiminde şu anki sistemde olmayan bir güce sahip olacağını ve bu gücün sadece başkan değil, herhangi bir atanmış yardımcısı tarafından da kullanılabileceğinin altını çiziyor.
Devlet bütçesi, maliye, hazine, borç yönetimi vb konularda hem teorik bilgiye, hem de yıllarca yürüttüğü üst düzey bürokratik görevler nedeniyle derin bir uygulama bilgisine ve deneyimine sahip bulunan Eğilmez’in bu uyarılarını dikkate almak gerekiyor.
Bizim ekleyebileceğim şeyler ise şunlar olabilir:
Devlet bütçeleri çok önemli siyasal, ekonomik ve yönetsel belgeler. Zira hükümetlerin faaliyetlerine meşruiyet kazandırıyorlar, onları yasal kılıyorlar. Bütçeler aynı zamanda bir ülkedeki mevcut sosyal sınıflar arasındaki ekonomik ve demokratik kavganın en önemli alanlarından birini oluşturuyorlar. Egemen - yöneten sınıfların en önemli ekonomi ve maliye politikası araçları durumundalar. Ayrıca bir iktidarın bütçesine bakılarak onun emek, demokrasi, sosyal haklar ve özgürlükler, insan hakları, farklı etnik kimlikler ve inanç grupları ve farklı cinsiyetlere nasıl yaklaştığını anlayabilmek mümkün.
Halktan toplanan vergilerin ve diğer kamu gelirlerinin ve bunlara dayalı olarak yapılan harcamaların miktarının ne olacağı, bunların kimlerden alınıp, kimlere, nerelere yapılacağı, ne kadarlık bir borçlanma yapılacağı gibi toplumun tümünü ekonomik ve sosyal olduğu kadar, politik olarak da etkileyen tüm bu işlemler bütçeler aracılığıyla gerçekleştiriliyor.
Katılımcı değil, tek kişinin belirleyiciliği esas!
Bu nedenle de bütçelerin demokratik bir biçimde, halkın ve onun demokratik bir biçimde seçilmiş örgütlerince, aşağıdan yukarıya doğru, katılımcı bir biçimde yapılması, demokratik süreçlerde görüşülüp kabul edilmesi ve şeffaf ve hesap sorulabilir bir biçimde uygulanması ve denetlenmesi ve tüm bu işlemlerin bir tek kişiye ya da onun tarafından temsil edilen bir küçük azınlığa bırakılmaması son derece önemli. Oysa Pazar günü oylanacak olan anayasa değişikliği ile getirilmek istenen bütçe yapma sistemi en geniş katılımı değil, tek kişinin belirleyiciliğini hedefliyor.
Milli gelirin neredeyse üçte biri
Bütçenin hayatımız açısından önemini anlayabilmek için somut olarak 2017 Bütçesinin büyüklüğüne bakmak yeterli. Bu yıla ait Merkezi Yönetim Bütçesi harcamalarının 645,1 milyar lirayı, gelirlerinin ise 598,3 milyar lirayı bulması hedeflendi. Buna göre de 50 milyar liralık bir açık söz konusu ve bunun da borçlanma ile karşılanması amaçlanıyor.
Bu rakamlar kanunlaşan tasarıdaki öngörüler. Ama yılbaşından bu yana ekonominin desteklenmesi adı altında sermaye kesimlerine dönük olarak yapılan harcamalar, buna karşılık onlardan alınmayan, ertelenen vergiler ve referandum için devletin kesenin ağzını açması sonucunda bu rakamların fazlasıyla aşılacağı ve bütçe açığının da, borçlanma gereğinin de beklenenin çok üstüne çıkacağı anlaşılıyor. (Bu konuda şu iki önemli yazıyı okumanızı öneririz:hakanozyildiz.com/…/hazine-son-alt-ayda-borc-alms-buyume-ve…; http://www.hurriyet.com.tr/…/hazine-nakit-aciginda-rekor-ar…).
Kısaca, bu ülkede bir yılda işçilerin, emekçilerin yaratmış, üretmiş oldukları toplam değerin yaklaşık üçte biri bütçe adı altında devlete aktarılıyor. İşte, yaratacağı ekonomik ve sosyal etkilerin büyüklüğü dikkate alındığında, bu kadar büyük bir miktarda bir mali gücün, bunu kullanma yetkisinin kim ya da kimlerce kullanılacağı kadar, giderek tekelde toplanması son derece kaygı verici olmalı. Bunu bir de hiç denetlenemez konumundaki 200 milyar dolarlık bir varlığa sahip olması hedeflenen T. Varlık Fonu ile birlikte düşündüğümüzde ekonomik ve politik gücün nasıl konsolide edilmek istendiğini görebiliriz. Bunun telafi edilmesi mümkün olmayan sosyal, ekonomik ve politik sonuçlarının olduğunu tarih bize defalarca gösterdi.
Bütçe Hakkı ?
Eğilmez’in de altını çizdiği gibi, bu durum bir yanıyla bir hak kaybı ile de ilgili. Yani “Bütçe Hakkı” adı verilen ve Dünyada 1215 yılından bu yana halkın, egemenlerin vergi toplama ve harcama yetkilerine sınır getirdiği, onu denetlediği bir temel demokratik hak ile ilgili bir durum söz konusu.
Eğilmez, çok doğru bir tespitle yeni anayasa değişikliği ile bu hakkın bütünüyle ortada kaldırılacağını söylüyor. Şöyle ki 161. Madde ile artık Bütçe kanun teklifi Hükümet tarafından değil, Saray’da hazırlanacak ve bu teklifi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Hükümet değil, Cumhurbaşkanı sunacak. Meclis’in bu teklifi reddetmesi (kanunun çıkarılamaması) durumunda, bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanacak. Böylece fiilen bütçe yapma yetkisi Meclis’in elinden alınmış olacak.
Keza bütçe denetiminin son aşaması olan Kesin Hesap Kanunu Tasarısı da Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulacak. Böylece bitmiş bir yıla ait bütçe sürecinin resmi olarak sonlandırılmasında da son sözü Cumhurbaşkanı söylemiş olacak.
73. Madde ise vergi, resim, harç gibi kamu gelirlerinin kimlerden alınmayacağı, kimlere indirim verileceği, bunların oranlarının ne olacağı konularını Cumhurbaşkanının yetkisine bırakıyor. 2017 yılında bu çerçevede başta sermaye çevrelerinden olmak üzere 102 milyar liralık bir verginin alınmayacağı göz önünde tutulduğunda böyle bir yetkinin, kullanan kişiye ne kadar büyük bir güç sağlayacağı kolayca anlaşılabilir.
Son olarak 167 / 2. Madde ile ithalat, ihracat ve diğer dış ticaret işlemleri üzerine vergi ve benzeri yükümlülükler dışında ek mali yükümlülükler koymaya ve bunları kaldırmaya Cumhurbaşkanı yetkili kılınıyor.
Eğilmez yazısını şöyle bitiriyor:
“Cumhurbaşkanına verilen yetkiler çok daha geniştir. Burada Cumhurbaşkanı vergi oranlarını değiştirmekten öteye geçmekte ve vergi ve benzeri yükümlülükler dışında ek yükümlülükler (ki bunlar da fon gibi adlar taşısa da vergi etkisi yapan yükümlülüklerdir) koyma ve kaldırma yetkisine sahip kılınmaktadır. Aslında bu yetkinin bakanlar kuruluna bile verilmesi tartışmalıyken tek kişiye verilmesi üstelik Cumhurbaşkanın seçimle değil, atamayla gelecek yardımcılarının da bu yetkiyi belirli hallerde kullanabilmeleri konuyu iyiden iyiye tartışmalı hale getirmektedir”.


1 Nisan 2017 Cumartesi

ÜÇ AYDA KÜÇÜLMEDEN MUCİZEVİ BİR BÜYÜMEYE

ÜÇ AYDA KÜÇÜLMEDEN MUCİZEVİ BİR BÜYÜMEYE
Mustafa Durmuş

31 Mart 2017
TÜİK, 2016 yılının bütününe ait büyüme verilerini açıkladı. Bu verilere göre Türkiye ekonomisi (Ekim-Kasım-Aralık) aylarını kapsayan 4.çeyrekte beklenenin üzerinde, yüzde 3,5 ve böylece de 2016 yılının bütününde de yüzde 2,9 oranında büyümüş.
Ana akım medyada bu durum “Türkiye ekonomisi büyümeye devam ediyor” sözcükleriyle müjdelendi ama hatırlatalım, ekonomi bu yeni hesaplama yöntemine göre 2015 yılında yüzde 6,1 büyütülmüştü. Yani son bir yılda ekonomik büyüme hızı yarı yarıya düşmüş. Kuşkusuz bu düşüşte ekonomik kriz kadar politik krizin de etkisi büyük.
Ekonomideki işsizlik, cari açık, borç stokları, bütçe açığı, gelir bölüşümü gibi bir çok gösterge aleyhte iken ve üstelik de 15 Temmuz sonrasındaki OHAL uygulamaları ve dışarısı ile yaşanan bunca gerilime rağmen ekonominin yüzde 3’ e yakın büyümüş olması nasıl açıklanabilir ?

Yeni hesaplama yöntemi : Sihirli bir dokunuş!
Birkaç ay geriye gitmek gerekiyor. Bilindiği gibi 2016 yılı sonlarından itibaren TÜİK büyüme verilerini yeni bir yöntem ile belirliyor. Bunu yaparken de son derece tartışmalı bir yılı, 2009 yılını baz yılı olarak seçti. Tartışmalıydı, zira bu yılda ekonomi son yılların en kötü performansını sergilemiş ve yüzde - 4,7 oranında küçülmüştü. Böylece bundan sonraki her yıldaki büyüme bu yıldan çok daha yüksek çıkıyor.
Ayrıca TÜİK daha önce inşaat-emlak harcamalarını yatırımlar içinde ve mortgage ödemelerini tasarruflar içinde saymazken, bu yeni hesaplama yöntemiyle bunlar da işin içine dahil edilince, yani bir sihirli dokunuş ile, bir anda ekonomik göstergeler iyileşti. Örneğin tasarruf ve yatırımlar yüzde 10’ar puan artırıldı, dış açık, bütçe açığı, borç rasyoları düşürüldü ve beraberinde ekonomik büyüme hızı, özellikle de 2011 yılından itibaren yüzde 30 ila yüzde 50 arasında yükseldi ve kişi başına düş(mey)en milli gelir de 9,000 dolardan 11,000 dolara çıktı (bu konuyu daha önce de yazmıştım. Ayrıca M. Eğilmez de bir yazısında eski ve yeni seriye göre büyüme verilerini hem tablolaştırmış, hem de grafikle sunmuştu (bak: http://www.mahfiegilmez.com/…/…/kedi-buysa-ciger-nerede.html).

İşte bugün açıklanan büyüme verileri 2016 yılındaki yeni hesaplama yöntemi ile oluşturulmuş büyüme verileri. Bu nedenle de öncelikle bu verileri Türkiye’nin en derin politik krizlerinden birinin yaşandığı geçen yıl sonlarında uygulamaya sokulan bu yöntemin sağlıklılığına ilişkin kısıtlar çerçevesinde ele almak gerekiyor.
Diğer taraftan kullanılan bu yöntem nesnel bir yöntem olarak kabul edilse dahi, TÜİK’in son verilerinde hala bir çok önemli nokta var. Örneğin bu yeni yönteme göre daha önce sunulan veride 3. çeyrek (Temmuz-Ağustos-Eylül) büyümesi yüzde -2,9 olarak açıklanmıştı. Bugünkü açıklamada bu veri revize edilmiş ve yüzde -1,3’e düşürülmüş. Böylece 4. çeyrek de yüzde 3,5 olarak hesaplanınca yılın bütününde ekonomi yüzde 2,9 büyümüş.
Bültene göre (Ekim –Kasım-Aralık) aylarını kapsayan 4.çeyrekte neredeyse tüm büyüme göstergelerinde belirgin bir iyileşme var. Öyle ki özel tüketim harcamaları yüzde 5,7, kamu tüketim harcamaları yüzde 0,8, özel yatırım harcamaları yüzde 2, ihracat yüzde 2,3 ve ithalat yüzde 3,3 artmış.
Yani bu verilere göre ülke ekonomisi darbe girişiminin ardından geçen 3 ay içerisinde kendini toparlamaya başlamış, haneler ekonomiye artan güvenlerinden dolayı tüketim harcamalarını artırmış (oysa parasal genişlemenin etkileri ancak 2017’den itibaren görülebilecektir), devlet harcamalarını ciddi olarak azaltmış (!), çok daha önemlisi, iyileşen yatırım ortamından ötürü olsa gerek, özel yatırımlar ve ihracat belirgin olarak artmış.
Bu gelişmelerin yaşanan bu kadar önemli bir krize ve ardından yaşananlara rağmen sadece 3-5 ay içinde olumluya çevrilmesi normal koşullarda mümkün mü, bilinmez. Hele üç büyük derecelendirme kuruluşunun ard arda ülke notunu yatırım yapılamaz düzeye indirdiği, turizm sektörünün deyim yerindeyse dibe vurduğu, liranın dolar ve avro karşısında çok ciddi değer kaybettiği bir dönemde bunlar gerçekleştiyse bunun bilim dışı bir açıklaması olmalı.
Bülteni incelemeye devam edelim. Yıllık bazda ele alındığında, ekonomideki yüzde 2,9 büyümeye en fazla katkıyı yüzde 7,3 ile devlet (yaptığı harcamalar ile) vermiş (2015 yılında bu yüzde 4,1 idi). İkinci sıradaki katkı özel yatırımcılardan geliyor: Yüzde 3. Ama hatırlatalım, yeni hesaplamada inşaat ve konut harcamaları yatırım sayılıyor. Hanelerin katkısı ise sadece yüzde 2,3 olmuş (2015’te yüzde 5,5 idi). Yani sokaktaki insanın satın alma gücü ve dolayısıyla da tüketimi yarı yarıya azalmış. Diğer taraftan ihracatın katkısı negatif olmuş: Yüzde -2 (2015’te yüzde 4,2). İthalatın katkısı ise artmış : Yüzde 3,9 (2015’te yüzde 1,7 idi).
Asıl sürükleyici kamu sektörü!
Yani yeni hesaplama yöntemine göre bile büyümenin ardındaki asıl sürükleyici güç devlet olmuş. Bunun daha ne kadar sürdürülebilir olduğu konusu bir yana, bütçe açıklarını ve dolayısıyla da borçlanma ihtiyacını artıracağı kesin. İhracatın azalırken, ithalatın artması ise cari açığın artmasının, dolayısıyla da dış finansman ihtiyacının artacağının ve artık dış finansmanın daha zor, daha kısa vadeli ve bir o kadar da, artan ülke riskleri nedeniyle, daha pahalı bir hale geleceğinin habercisi.
TÜİK’in büyüme verilerini başka reel göstergelerle çapraz sorgulatarak değerlendirmek daha doğru olur. Yani diğer reel göstergelerin böyle bir büyümeyi destekliyor olması gerekiyor. İşsizliği ya da gelir bölüşümünü kastetmiyorum. Zira son dönem kapitalist büyüme bunlarda bir iyileşme yapmadan da sağlanabiliyor.
Kastım, sanayi üretimi verileri, elektrik üretimi, birincil enerji tüketimi, karbon dioksit emisyonu, taşınan yolcu ve yük , kargo miktarı, enflasyondan arındırılmış toplam kredi miktarı ve yapı ruhsat ve kullanma izinleri (daha önceki bir yazımızda inşaat yapı ruhsatı ve kullanma izinlerindeki 2016 yılındaki ciddi düşüşü anlatmıştık).
E. Meyerson adlı İsveçli bir bilim insanı, akademisyenin, Türkiye’deki eski ve yeni büyüme hesaplama yöntemlerini ele alarak büyüme analizi yaptığı iki çalışması var. Bunlardan ilkinde yazar yeni seriye göre hesaplamanın nasıl 2010 yılından itibaren büyüme hızını belirgin bir biçimde artırdığını ortaya koyuyor. Yazar bunun kurgusal-sanal bir büyüme olduğunu, gerçek olmadığını, makyajlamadan kaynaklandığını ileri sürüyor (https://erikmeyersson.com/…/constructing-growth-in-new-turk…).

 Meyerson’un ikinci çalışmasında vardığı sonuçlar ise daha çarpıcı (https://erikmeyersson.com/…/will-the-real-real-gdp-in-turk…/):
“Resmi büyüme oranları ile benim hesaplamalarım sonucunda çıkan büyüme oranları arasında ciddi fark var. Öyle ki 3 farklı model altında incelediğimde büyüme oranları resmi büyüme oranlarının yüzde 4.1 puan ile yüzde 7.5 puan altında çıkıyor. Özellikle de üçüncü modele göre, 2010 – 2015 arasında Türkiye ekonomisi durağan kalmış, ortalama sıfır büyümüş".

Son olarak, yeni milli gelir hesaplama yönteminin manipülatif boyutları ve bunun bugün açıklanan büyüme oranları üzerindeki etkileri konusunda Korkut Boratav Hoca’nın bugünkü yazısının okunmasında büyük yarar var. Bu çalışmasında da Korkut Hoca, yeni hesaplama yöntemiyle 2008- 2015 dönemindeki ortalama yıllık büyüme oranının nasıl yüzde 1,77 puan yükseltilerek yüzde 3,83’ten yüzde 5,60’a çıkartıldığını ortaya koyuyor(http://ilerihaber.org/yazar/milli-gelir-revizyonu-arizalidir).