31 Mayıs 2018 Perşembe

SUÇLU AYAĞA KALK


SUÇLU AYAĞA KALK!

Mustafa Durmuş

30 Mayıs 2018

Ülker Grubu ve Doğuş Grubu gibi ülkenin dev sermaye gruplarının ardından, (basına sızdığı kadarıyla), AKP iktidarları döneminin en önemli ekonomik büyüme motorlarından olan inşaat-emlak sektöründeki büyük firmalardan da iflas vb. haberleri gelmeye başladı.

DEV İNŞAAT FİRMALARI ZORDA
Bahadır Özgür geçen ay aslında bu konu ile ilgili son derece önemli bir yazı yazmıştı (1). Buna göre, Türkiye’nin tanınmış 4 büyük inşaat firması (yasal engeller nedeniyle firmalara ait firma adı gibi bilgiler resmen açıklanmamış) yaptıkları projeler, aldıkları krediler, satamadıkları konutlar ve kur baskısı nedeniyle darboğaza düştü:
“Bu şirketlerden en büyüğü, enerjiden beyaz eşyaya çok farklı sektörlerde faaliyet yürüten dev holdinglerden biri. Konkordato ilan etmesine ramak kaldığı belirtilen diğerini Frank Sinatra hayranları kolayca bulabilecektir. Üçüncü inşaatçı ise daha düne kadar Türkiye’nin her yanına diktiği AVM’lerle övünüp duruyordu. Son firma da çok köklü ve Ankara’da öğrencilik yapanların buluşma, adres tariflerinin vazgeçilmez mekânıyla özdeşleşmiş” bir firma.
Özgür yazısını şöyle tamamlıyor: “Bu dördü en büyükler içinden örnekler sadece. İrili ufaklı yüzlerce firmanın olduğu düşünülür ve üzerine 2 milyon konut stoku biriktiği ve batık kredi miktarının 15 milyar dolara ulaştığı iddiaları eklenirse, ülkede konut değil domino taşları dikilmiş demektir. Ve bir büyüğün batması yangın için yeter de artar bile…”
Ben sektördeki gelişmeleri sadece mevcut krizi daha da derinleştirmesi bağlamında değil, daha geniş bir bağlamda ele alacağım. Belki o zaman bir kısım insanımıza, son yıllarda yapılan AVM’lere, gökdelenlere, büyük camilere bakarak “ne kadar gelişmişiz, daha ne olsaydı” gibi yaptıkları çıkarımların ne kadar boş olduğunu gösterebiliriz.
Bu nedenle de bizzat tanık olduğum bir inşaat örneğinden yola çıkacağım. Bu alttaki resimde gördüğünüz 22 katlı bir rezidans ve eklerinin inşaatına ait bir resim. Evimin tam karşısına dikiliyor. Yeri Ankara’nın göreli olarak varsıl bir bölgesi olan Çankaya.

İTİNAYLA İNŞAAT CİNSİ DEĞİŞTİRİLİR!
Daha önce bu ucubenin yerinde (geçen yıla kadar) bir halı saha vardı. Çünkü arsaya sadece halı saha ya da diğer spor tesisleri yapılabiliyordu. Yani arsanın kullanım izni bununla sınırlıydı. Geçmişte Ankara’nın Çankaya’ya yakın köylerinden birinde oturan bir aileye verilen topraklardan biriydi.
Yani tarımla uğraşan bu aile neoliberal-neo muhafazakâr dönemde önce buraya halı saha yaptı ve işletmeye başladı. Sonra da Gökçek döneminde yüksek bir “girişimcilik becerisiyle” arsanın tahsis biçimini değiştirip, bir anda buraya rezidans yapma izni aldı. Müteahhitle anlaştı ve şimdi bu bina yükseliyor.
Şimdi gelin, bazı yoksullarımızın övünç kaynağı olan bu müthiş ilerlemenin asıl konuşulmayan yanlarını konuşalım.

BİR DOKUNUŞLA YARATILAN MÜTHİŞ RANT VE ORTAYA ÇIKAN ZENGİNLİK
İlk olarak, arsada halı saha işletmesi varken bunun yıllık geliri 1-1,5 milyon lirayı geçmiyordu. Oysa bu cins/tahsis değişikliği ile yapılan 50 lüks konut ve süpermarket, eğlence merkezi gibi inşaatın getirisi bu para ile kıyaslanamayacak kadar yüksek. Öyle ki daireler daha şimdiden 2-3 milyon liradan satılıyor. Anlaşmanın müteahhit ile yüzde 50 - yüzde 50 olarak yapıldığını varsaydığınızda 25 lüks konut arsa sahibine kalıyor. Buna MİGROS’un kiralayacağı ileri sürülen süpermarket alanı ve diğer alanların işletmelerinin gelirlerini dâhil etmiyorum.
Yani arsa sahibi bir dairesinin satışından, halı saha işletirken elde ettiği gelirinin 2 katını elde edecek. Müteahhidin kârını hesaplamaya makinamın tuşları yetmiyor.
Diğer taraftan ülkede milyonlarca insan ev sahibi olmayı hayal bile edemiyor, kiralarda yaşıyor. Konut kredisi ile ev sahibi olanlarsa, işsiz kalıp konutlarını kaybetme korkusu içinde yaşamlarını sürdürüyor.
Kısaca ortaya müthiş bir rant çıkıyor. Yani normalde arazisinin sağlayacağı gelirin onlarca katını sağlayan bir düzenlemeden söz ediyoruz. Buna imkân veren, her şeyi ticarileştiren, kuralsızlaştıran bir kapitalist sistem olduğu kadar, belediye ve devlet düzenlemeleri değil mi?

GELİR VE SERVET EŞİTSİZLİĞİ BU TÜR KONUTA OLAN TALEBİN ASIL NEDENİ
Bu rezidanslar satılır mı? Büyük ölçüde evet. Çünkü Türkiye’de öyle bir gelir ve servet bölüşümü adaletsizliği var ki bu tür lüks konutların en tepedeki zenginler tarafından oturmak ya da yatırım amaçlı olarak alınabilmesi mümkün.
Ayrıca başlar Araplar olmak üzere eski Sovyet Cumhuriyetlerinin zenginleri de bu tür konutları satın alıyorlar. Yani bu tür lüks inşaatlar gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin hem sonucu hem de nedenlerinden birini oluşturuyor.

YEŞİL ALANI OLMAYAN BİR PROJE
Dikkatinizi çekmiş olmalı. Bu projede yeşil alan yok. Yüzlerce insanın oturacağı, binlercesinin alış veriş yapacağı, üstelik de bir meskûn mahalde 22 katlı dev bir bina dikiyorsunuz ama etrafında sadece 1-2 metre karelik bir yeşil alan bırakıyorsunuz.
Normalde bu denli yüksek kata, önemli bir yeşil alan ayrılması kaydıyla izin verilirken (binanın diğer tarafındaki çok katlı bloklar bunun somut örneği iken), bu binaya nasıl böyle bir izin verilebilir, bu da anlaşılabilir bir şey değil. Ancak mahallenin diğer sakinlerinin arsalarının, konutlarının değerlerinin göreli olarak düşeceğini anlayabilmek zor değil.
Ayrıca bina adeta bir çirkinlik abidesi, bir beton blok olarak mahallenin maksimum 3 katlı konutlarının ortasına dikilmiş durumda. Bunun neden olacağı, ekolojik etkileri, görüntü, trafik ve gürültü kirliliği ve bunun maliyetlerini düşünün. Ama öyle bir aşamadayız ki daire başına 2-3 milyon liralık bir satış geliri ya da bir büyük süpermarketin sağlayacağı kâr her şeyin önüne geçebiliyor.
Bu rezidanstaki konutların bir kısmının banka kredisi ile satın alınacağı malum. Bu da bu projelerde bankaların (verdikleri uzun vadeli / mortgage kredileri bağlamında) nasıl suç ortağı olduklarını gösteriyor. Yani finans kapital Türkiye’de inşaata son 16 yılda yatırılan 551 milyar doların (2) kaynak sağlayanlarından, dolayısıyla da ortaya çıkan bu sorunlardan sorumlu biri konumunda.

KDV İNDİRİMLERİNİ KİM SAĞLADI?
Hükümetin son 2 yıldır inşaat ve emlak sektörünü canlandırabilmek gerekçesiyle konut satışlarındaki KDV’yi yüzde 18’den yüzde 8’e düşürdüğü biliniyor. Son Bakanlar Kurulu düzenlemesiyle konut ve işyerini de kapsayacak bir biçimde hem tapu harçları düşürüldü hem de KDV indirimi bir kez daha, 2018 Ekim sonuna kadar uzatıldı. Muhtemelen tekrar uzatılacak.
Bu ciddi bir vergi geliri kaybına neden oluyor. Bir örnek üzerinden anlatırsak; 1milyon liralık dairenin satışından yüzde 18 KDV oranından 180 bin lira vergi geliri sağlanırken, bu oran yüzde 8’e düşürüldüğünde bu gelir 80 bin liraya gerileyecek. Yani daire başına devletin vergi geliri kaybı 100 bin lira olacak. Bunu 1 milyon lira olarak hesapladık çünkü satışlarda konutların gerçek değerlerinin gösterilmediği bilinen bir gerçek. Böylece gerçek değer-satış değeri farkının neden olduğu bir vergi geliri kaybı da söz konusu olacak.
Ayrıca tapu harçlarının düşürülmesinden dolayı da bir gelir kaybı doğacak. Bu kayıpları devletin nasıl karşılayacağını artık sokaktaki insan dahi biliyor: Yeni zamlar, yeni vergiler ya da daha fazla borçlanma.
Şimdi şöyle bir düşünün: Devlet ruhsat, tahsis, cins değişikliği ile yani sihirli bir dokunuşla bazı arsaların değerini onlarca kat artırırken, bu arsaya yapılan konutların satışlarından aldığı vergiyi de yüzde 60 oranında azaltıyor.

HANİ MÜLK ALLAH’INDI?
Müteahhitler ve arsa zenginleri acaba ne yaptılar da böyle bir ödüllendirmeyi hak ettiler diye sorulmaz mı? Ya da hani “Mülk Allah’ındı?” Diye sorulmaz mı? Öyle ya Allah’a it bir mülkü (üstelik daha da cazip hale getirerek) zengini daha da zengin etmede bir araç olarak kullanıyoruz,  üstelik de almamız gereken vergiyi tam olarak almıyoruz.

KONUT YATIRIM MALI DEĞİL, İSTİHDAM VE GELİR YARATMAZ
Hükümet 2016 yılında yaptığı hesaplama değişikliği ile konut yatırımlarını da yatırımlardan, konut kredilerini de tasarruflardan sayıyor. Böylece eskiden yüzde 13 olan tasarruf oranı yüzde 23’e ve yüzde 19-20 olan yatırım oranı da yüzde 29-30’a çıkmış oluyor. Bu da ekonominin mucizevi büyümesinin nasıl kâğıt üzerinde gerçekleştiğini gösteriyor.
Yani istihdam, gelir yaratmayan, işsizliği azaltmayan ama sadece bankaları, müteahhitleri, inşaatçıları daha da zengin eden bir büyüme modeli ile karşı karşıyayız.
Bu tür binalara bakarak övünenlere (bir tür el atına binip çalıp satanlara), “böyle AVM’ler, rezidanslar, TOKİ konutları yerine fabrikalar yapılsaydı daha iyi olmaz mıydı, böylece de sizler için, çocuklarınız için hem istihdam hem de gelir yaratılmaz mıydı ?” Diye sorulmalı. Çünkü bu ülkede son 15 yılda yapılmış dişe dokunur tek bir fabrikadan söz edemiyoruz.

NE YAPILMALI?
Öncelikle eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, ekonominin krize yatkınlığını, doğa tahribatını artıran, toplumsal dokuya zarar veren bu zenginleşme modeline son verilmeli. Bu konuda gerekli her yasal düzenleme yapılmalı.
Bu sektörü vergi ve faiz indirimleri yoluyla desteklemekten, bu firmaların borçlarını yapılandırmaktan, kısaca bunları devlet tarafından kurtarmaktan ve bunun faturasını halka ödettirmekten vazgeçilmeli.
Bu binaların bir kısmının yıktırılması gerekecek. Diğerlerine ise ağır bir toprak rantı vergisi konulmalı. Öyle ki hem yenileri yapılmasın, hem de haksız zenginleşme önlensin. Ayrıca Emlak Vergileri öyle düzenlenmeli ki (gayrimenkul değer artışı vergisi gibi bir vergiyle örneğin) bu tür binalar çok maliyetli hale getirilerek bunlara ilişkin talep ve paralelinde de arzı azaltılsın.
Gelir ve servet eşitsizliği böyle devam ettiği sürece bu tür lüks mallara olan talebin süreceğinin bilincinde olarak bu eşitsizliği azaltacak önlemler alınmalı. Örneğin “nereden buldun” düzenlemesine tekrar başvurulmalı . Ayrıca gelirlerin sadece altına değil, üstüne de sınır getirilmeli. Yani Gelir Vergisinin üst oranları ciddi biçimde yükseltilmeli. Bu yönde hem düzenlemeler yapılmalı, hem de vergi yasaları konulmalı.

SUÇLU AYAĞA KALK!
Şimdi varsayın ki bir mahkemedeyiz ve gelinen ekonomik kriz, eşitsizlikler, adaletsizlikler, yoksulluk ve işsizlik nedeniyle sanıklar sorgulanıyor. Sanık sandalyelerinde birden fazla sanık oturuyor: Rant peşinde koşan arazi, arsa sahipleri, müteahhitler, inşaatçılar, bankalar, bu izinleri veren belediyeler, bu düzenlemeleri yapan ve vergi oranlarını düşüren devlet, politikacılar ve bütün bunları alkışlayan ya da en iyisinden bunlara sessiz kalan insanlar.
Hakim, “suçlu ayağa kalk” diye seslendiğinde bunlardan hangisi ya da hangileri ayağa kalkar ya da kalkmalıdır?
….
(2) Erinç Yeldan, Betona 551 milyar dolar,
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/954947/Betona_551_milyar_dolar.html, 07 Nisan 2018.


29 Mayıs 2018 Salı

HANELER GERÇEKTEN BORÇSUZ MU, SERVETLERİNİ KORUMUŞLAR MI?


HANELER GERÇEKTEN BORÇSUZ MU, SERVETLERİNİ KORUMUŞLAR MI?
Mustafa Durmuş
28 Mayıs 2018

Başbakan Yardımcısı Şimşek’in Türkiye’de hanelerin borçları ve servetleri ile ilgili olarak yaptığı açıklamalara göre (1); haneler ne çok borçlu, ne de AKP iktidarları döneminde servetlerinde reel bir kayba uğradılar. Yani haneler finansal göstergeler açısından iyi durumdalar.
Önce borçlara ilişkin veriye bakalım.
Bu konuda Şimşek’in verdiği oran doğru. Oran 2017 yılı itibariyle tam olarak yüzde 17,6. Yani hanelerin borçlarının GSYH içindeki payı yüzde 20’nin altında, Avrupa ortalamasının üçte biri kadar.
Diğer yandan bu oran 2005 yılında yüzde 7,2 idi. Yani 12 yılda hane halkı borcu 2 kattan fazla arttı. 2013 sonrasında artış yavaşlamaya başladı. Bu da ülkedeki ekonomik ve siyasal belirsizliklerin ve risklerin ve giderek artan faiz oranlarının hanelerin borçlanmasını yavaşlattığını gösteriyor. Bunun altını çizmek gerekli.

HANELER FİNANSAL PİYASALARA TAM ENTEGRE DEĞİLLER!
Oranın Avrupa ortalamasının çok gerisinde olması hanelerin finansal piyasalarla tam entegre olamadıklarını da gösteriyor. Diğer yandan gerek finans sektörünün gerekse de (özellikle de) şirketlerin borç rasyosunun çok yüksek olması bu entegrasyonun (doğası gereği) önce kurumsal sektörde başlayıp, mevcut durumda da neredeyse tamamlandığını gösteriyor.
Bu noktada geriye hanelerin finansal sektöre daha fazla entegre edilmesi seçeneği kalıyor ki yaşanan ekonomik kriz şimdilik buna izin vermiyor. Bu da bankacılık sektörünün önümüzdeki dönemde beklenenin aksine tüketici kredileri üzerinden daha az kâr elde edeceğini gösteriyor.

“PİYASA TANRI” “DEVLET TANRIYI” DİZE GETİRİYOR !
Finans kapital bu sorunu kamu sektörünü daha fazla finansallaştırarak (daha fazla borçlandırarak) aşmaya çalışacaktır. Çünkü hali hazırda kamu sektörü borç rasyosu da Avrupa ortalamasının altında (resmi veri yüzde 36).
Kısaca devlet bütçesi daha fazla açık verecek, bankalar da devleti daha yüksek faiz oranlarından fonlayacaklar. Böylece haneler üzerinden yürümeyen finansallaşma devlet üzerinden tamamlanacak gibi görünüyor. Bugün MB’nin yaptığı düzenlemeyle Geç Likidite Penceresi Faiz Oranı ile Gösterge Faiz Oranının aynılaştırılması yüksek faizin resmileştirilmesi anlamına geliyor. Bu özellikle de iktidarın finans kapitalin giderek daha fazla etki alanına girdiğinin de bir göstergesi. Yani “Piyasa Tanrı” “Devlet Tanrıyı” dize getiriyor.
Şimşek’in servetlerin durumu ile ilgili açıklamasına gelince;
Ülkede resmi olarak servet dağılımına ilişkin veriler derlenmediği, yayınlanmadığı gibi, yüzlerce milyar dolarlık servet de gerçek anlamda vergilendirilmiyor. Bu nedenle de uluslararası kuruluşların araştırmalarına başvuruyoruz.
Bu araştırmaları asıl olarak İsviçre’de yerleşik bir küresel finans kuruluşu olan Credit Swiss yıllık olarak yapıyor ve yayımlıyor. Kurumun Türkiye dâhil 173 ülkeyi ele alan son Küresel Servet Raporu’nda (2) Türkiye’deki servetin gelişimi ve bölüşümü ile ilgili ayrıntılı verilere yer veriliyor. Ben de bu verilerden hareketle bazı hesaplamalar yaptım ve buna ilişkin sonuçlara son kitabımda yer verdim (3).
İlk olarak Türkiye’nin, ileri sürüldüğü gibi son 2002-2016 arasında bir bütün olarak ne kadar zenginleştiğini, Dünyanın ve diğer bazı ülkelerin gösterdiği performansa ilişkin verilerle kıyasladım.

2002-2015: SERVETTE BAŞLADIĞIMIZ YERE DÖNDÜK!
Buna göre, Türkiye’nin toplam servet tutarı 2002 yılı sonunda 439 milyar dolar ve Dünya serveti içindeki payı binde 4 idi. 2007 yılı sonuna kadar bu rakam 1,7 trilyon dolara ve pay da binde 8’e kadar yükselmiş ama 2013 yılından itibaren tekrar inişe geçmiş. 2015 yılı sonu itibariyle toplam servet tutarı 1,1 trilyon dolara gerilerken, ülke servetinin Dünya servet stoku içindeki payı da tekrar binde 4’e gerilemiş.
Yani 2015’e kadarki sürede Türkiye, Dünya serveti içindeki payı açısından başladığı yere geri dönmüş. Eğer servet ekonomik refahın önemli bir göstergesi ise 2015 yılı sonunda Türkiye binde 4 ‘lük paya geri dönerek yerinde saymış denilebilir. Bu da büyük ekonomik başarı efsanesini bu yönüyle de çökertiyor.

SERVETTE 2016’YA KADAR NET 62 MİLYAR DOLARLIK AZALMA!
Ayrıca Türkiye’nin toplam serveti 2015’den 2016’ya 62 milyar dolar azalmış. Bu yüzde (-) 5,5’lik bir düşüşe denk geliyor. Kişi başı servetteki düşüş ise daha fazla: Yüzde (-) 7,1. Böylece kişi başı servetin en fazla düştüğü ilk yedi ülke arasında sıralanıyoruz.
Bu verilerin 15 Temmuz öncesine ait olduğunun altını çizmek gerekiyor. Zira 15 Temmuz 2016’da doların kuru 2,90 iken, bugün 4,60’ın üzerinde seyrediyor. Yani bu zaman zarfında liranın uğradığı değer kaybı nedeniyle, dolar cinsinden toplam servetimizin bugünkü değerinin çok daha düştüğü açık.

ASIL SORUN SERVETİN ÇOK ADALETSİZ DAĞILIYOR OLMASI
Toplamı 1 trilyon doları aşan servetin 54 milyon yetişkin arasında nasıl dağıldığına ilişkin veriler ise servet bölüşümündeki adaletsizliğin gelir bölüşümündekinden kat be kat fazla olduğunu gösteriyor (4).
2016 yılı ortası itibariyle her ne kadar kişi başı ortalama servet miktarı 19,685 dolar olsa da, kişi başı medyan servet sadece 4,339 dolar olarak gerçekleşmiş(Avrupa ortalamasının üçte birinden biraz fazla).
Yani 54 milyon yetişkinin yarısından fazlasının birikmiş serveti (her türden) 4,000 doların biraz üzerinde. Bu 2007 yılı sonunda 9,700 doların üzerinde imiş. Yani AKP’nin ikinci döneminden itibaren servet giderek belli ellerde toplanırken, çoğunluğun payı hızla azalmaya başlamış.
Yetişkinlerin çok büyük bir kısmının (yüzde 73’ ünün) serveti 10,000 doların altında iken, yüzde 25’ininki 10,000- 100,000 dolar arasında, yüzde 1,8’ininki 100,000 – 1.000.000 dolar arasında ve binde 1’inin serveti 1 milyon doların üzerinde.
Servet zenginliği yoksullukla bir arada ele alınması gereken bir olgu. Yani bir ülkede servet zenginleri varsa, mutlaka yoksulluk da yaygın bir şekilde mevcuttur.
Örneğin dünyada en az servet sahibi (dolayısıyla da en yoksul) yüzde 5’lik yetişkin nüfus içinde 8,3 milyon TC vatandaşı var (Dünya çapında bu sayı 968 milyon). Bu yüzde dilim, yüzde 5’ten en az servet sahibi yüzde 20 ve yüzde 50’ye çıkartıldığında sırasıyla, bu gruba giren TC vatandaşları yetişkinlerin oranı yüzde 15,4 ve yüzde 36,4’e yükseliyor (5).

KİŞİ BAŞI SERVET 2 KAT, KİŞİ BAŞI BORÇ 12 KAT ARTTI!
Kuşkusuz tabloda bir diğer önemli veri kişi başı borç tutarları ile ilgili. Kişi başı ortalama servet 2002 sonunda 11, 102 dolardan, 2016 ortasında 19, 685 dolara yükselmiş ama kişi başı borç tutarı da yine dolar cinsinden aynı yıllarda 470 dolardan 6,089 dolara fırlamış. Yani kişi başı servet 2 kata yakın, buna karşılık kişi başı borç 12 kat artmış.
Bu da aslında hanelerin borçluluk durumunun Avrupa’nın çok altında olmasına karşılık kişi başına borcun çok ciddi bir biçimde arttığını, böylece hanelerin hızla yoksullaştığını ortaya koyuyor.
Kısaca son 16 yılda üretilen hâsıla ve yaratılan değerin hem mutlak büyüklüğü hem de göreli dağılımı, bölüşümü açısından parlak bir tablo ile karşı karşıya bulunduğumuzu ileri sürmek çok zor.
Bazı yıllar dışında elde edilen ortalama yüzde 5-6’lık ekonomik büyümenin işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların refahını reel olarak artırmadığı, bu süreçte yaratılan değerin ise mutlak anlamda Dünya ölçeğinde yerinde sayarken, ülke içinde son derece adaletsiz bölüşüldüğü, ilave olarak halkın çok daha fazla borçlu hale geldiği görülüyor.
……
(1) 
https://www.aa.com.tr/…/basbakan-yardimcisi-simsekt…/1157128.
(2) ) Credit Swiss, Global Wealth Databook 2016, November 2016.
(3) Mustafa Durmuş, Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi, İMGE Kitabevi, 2017, s. 145- 152.
(4) Credit Swiss, agr. s. 108.
(5) Agr. s. 125.


Formun Üstü


24 Mayıs 2018 Perşembe

“PİYASA TANRI” “DEVLET TANRIYA” KARŞI


 “PİYASA TANRI” “DEVLET TANRIYA” KARŞI

Mustafa Durmuş

23 Mayıs 2018

Dolar sonunda 4,80’i de aştı, 5’e doğru koşuyor. Sadece yılbaşından bu yana liranın dolar karşısındaki değer kaybı yüzde 25’e yaklaştı.
“Neler oluyor?” diye soranlar için yanıt açık: Aslında yeni bir şey olmuyor. Bir süredir başta döviz, işsizlik, enflasyon, borç stokları ve cari açık olmak üzere ekonominin temel göstergeleri freni patlamış bir araç gibi yolundakileri ezip geçiyor. Alınan baskın seçim kararı ise, tıpkı 2001 yılında alınan erken seçim kararı gibi, bu süreci hızlandıran ve aracı duvara toslatan bir karar olarak tarihe geçecek.

DOLAR NEDEN YÜKSELİYOR YA DA LİRA NEDEN BU DENLİ DEĞER KAYBEDİYOR?
Bu sorunun birçok yanıtı var ama sadece belli başlılarına değinmekle yetinelim.
Küresel çapta sırasıyla; Trump’ın uyguladığı korumacı politikalar, koyduğu ithalat vergileri ve ithalat kısıtlamaları, FED’in ard arda faiz oranlarını artırıyor olması ama en önemlisi petrol fiyatlarının sürekli artması doları fırlatıyor.

PETROL FİYATLARI ARTIYOR
Örnek olarak petrolün varili 80 doları buldu. 40 dolarlardan bu düzeye geldi. Petrolü sadece elinizdeki dolar ile alabiliyorsunuz. Dolayısıyla da Türkiye gibi petrol ithalatı yüksek bir ülke iseniz dolara olan ihtiyacınız çok daha fazla oluyor. Böylece petrolün fiyatı arttıkça cebinizde daha çok dolar bulundurmak zorundasınız. Bu da sizin hesapsız-kitapsız büyüme politikalarınızı gözden geçirmenizi gerekli kılıyor.

İTHALATA OLAN AĞIR BAĞIMLILIK
Türkiye ekonomisi hem üretim ve tüketim, hem de ihracat açısından ithalata bağımlı. Yani sermayedarlar kâr elde edebilmek için üretim yaptıklarında bunun hammaddesini, makine ve ekipmanını, teknolojisini, ara malını çok büyük ölçüde dışarıdan sağlamak zorundalar. Bu bağımlılık yüzde 80’e yaklaşmış durumda. Ayrıca saman, et, buğday, şeker, hatta tereyağı dahi gıda maddeleri de artık ithalatla geliyor. Soframızda olan neredeyse hiçbir şey ne yerli ne de milli artık.
Bu durum son 16 yıldır izlenen sanayisizleştirici olduğu kadar tarımsızlaştırıcı neo liberal ithalat politikalarının ve inşaata dayalı kâr ve sermaye biriktirme stratejisinin bir sonucu. Tarımsal arazilerin üzerine AVM’ler, plazalar, TOKİ binaları dikerseniz, buralardaki dükkân ve mağazalarınız da ağırlıkla ithal malı ürünler satarsa siz üretimde de tüketim de ithalata bağımlısınız demektir. Bu nedenle de bunları ithal etmek için dolarınızın, avronuzun olması gerekiyor.

ÖZEL SEKTÖRÜN DIŞ BORCU PATLADI
Ülkenin dış borç stoku 453 milyar dolar. Bunlar geri ödenecek. Tek başına özel sektörün bu yıl sonuna kadar ödemesi gereken dış borç faiziyle birlikte yaklaşık 94 milyar. Döviz pozisyon açığı ise bunun üç katı. Bu da borçlu firmaların, ekonomiye ve iktidara olan güveni azaldığında bu borçları ödeyebilmek için bugünden, yani dolar daha da yükselmeden dolar satın alarak biriktirmesine neden oluyor. Bu da kuru yükseltiyor.

ENFLASYON VE BELİRSİZLİKLER ARTTI
Son olarak enflasyon bu denli yüksek, gelecek bu denli belirsiz ve ekonomik ve politik risklerle dolu olduğunda elinde Türk lirası olanlar paralarının değerinin erimesini önlemek için ya dolar (ya da avro) veya altın almaya başlıyorlar. Dolar ile birlikte altının da zirve yapmasının nedeni bu.
Aklınıza şu öneri gelebilir: Hükümet dolar bassın! Doların başkasının parası olduğunu, yani bunu basma yetkisine sahip tek ülkenin ABD olduğunu hatırlatalım. Geçmişte bunu Saddam yasa dışı olarak yaptı ama başına neler geldiğini gördük. Yani bu da çözüm değil.

YA SONUÇLARI?
İflaslar artacak. Kitlesel işçi çıkarımları gündemde:
Kuşkusuz bunun en çarpıcı sonucu, döviz cinsinden borçlu bazı firmaların, artık borçlarını dahi çevirebilmek için yeni borç alamamaları nedeniyle batmaları, iflas etmeleri olacak. Bunun işaretleri de yok değil. Doğuş Grubu dâhil birçok büyük firma mallarını satarak bu sıkıntıyı aşmaya çalışıyor. Ama bu batış ve iflaslar asıl olarak, o işletmelerde çalışanları, işçileri, emekçileri vuracak. Çünkü bu durum onları işsiz bırakacak, yoksulluğa ve açlığa itecek.
Vergi gelirleri azalacak:
Batışlar, iflaslar olduğunda hem doğrudan kurumlar vergisi ve gelir vergisi tahsilatları azalacak, hem de azalan ithalat ya da iç ticaretten dolayı KDV ve ÖTV gelirleri düşecek. Bu devletin yeni kemer sıkma politikalarına başvurmasına neden olacak ve halkın yoksulluğunu artıracak.
Hayat daha da pahalanacak:
Döviz artınca, petrolden başlayarak, iğneye, ipliğe zam geldiğini artık yaşayarak biliyoruz. Yani fiyatlar, enflasyon artacak. Gelirlerini kaybeden ya da ücretleri enflasyon nispetinde artmayanlar bu fiyat artışları karşısında daha da yoksullaşacaklar.

MERKEZ BANKASI MÜDAHALE EDECEK Mİ?
Ana akım burjuva iktisat teorileri ekonomideki her şeyi Arz-Talep Kanunu ile açıklamaya çalışsalar da genelde yetersiz kalırlar. Bunun nedeni petrol, emlak, borsa ve döviz piyasaları gibi çok önemli piyasalarda genellikle bu kanunun çalışmamasıdır.
Örneğin bu kanuna göre, bir malın fiyatı arttığında o mala olan talep düşer. Şimdi soralım: O halde neden dövizin fiyatı yükselirken dövize olan talep azalmıyor, tersine artıyor?

DOĞRU DOZU AYARLAMAK İMKÂNSIZ
Bu nedenle de para arzı ile para talebinin kesiştiği nokta olarak açıklanan denge faizi gibi kavramların da gerçekte karşılığı olduğunu ileri sürmek zor. Yani döviz kurunu dengede tutabilmek için gerekli olan denge faiz oranını grafik üzerinde hesaplamak, çizmek kolay ama gerçekte bu hesap tutmuyor. Arz-Talep Kanunu işlemediğinde bunun zorunlu parçası olan denge fiyatı da anlamını yitiriyor.
Buradan hareketle Merkez Bankası faiz oranını 300-500 puan artırsa dahi, bu artışla sağlanan faiz oranı denge faiz oranı olmayacak ve kısa bir süre düşen kur tekrar yükselecek. Yani ilacın dozunu tam olarak belirlemek mümkün olmadığı gibi, ilaç hastalığın kendini ortadan kaldırmayan, sadece kısa süreliğine ağrı kesici etkisi yaratan bir ilaç. Kaldı ki faiz artırımı konusunda çok da geç kalındı.

DOLARIN GERÇEK DEĞERİ NE?
Eğer dövizin fiyatını Arz-Talep Kanunu belirlemiyorsa ne belirliyor? Bizce bu konuda hala başvurabileceğimiz bir ekonomi politik kanunu var: Emeğin Değer Kanunu. Ancak bu kanunun 19.yüzyıldakine göre biraz genişletilmiş bir versiyonuna başvurmak gerekiyor. Zira son 150 yılda dünya çok değişti.
Bu kanuna göre bir malın değerini (fiyatın değerden sapması daha farklı bir şey) belirleyen şey onun için harcanmış olan toplumsal emek miktarıdır. Günümüzde baskın emperyalist finans kapital olgusu ve FED gibi kurumların varlığı bu değeri doğrudan etkileyen faktörler. Bu nedenle de normalde basımı 1 doları geçmeyen bir 100 dolarlık banknotun değeri ancak onu elde edebilmenin maliyetinin yüksekliğiyle açıklanabilir.

DOLARA ERİŞİM MALİYETİ
Bu noktada az gelişmiş ülkelerin dolara erişim güçlükleri, içeride çok yüksek faiz oranları uygulamak zorunda kalmaları, FED’in faiz politikaları ve LİBOR gibi piyasalar belirleyici oluyor. Böylece doları bir az gelişmiş ülke ne kadar zor elde ediyorsa, doların değeri o ülkenin parası karşısında o denli yüksek oluyor (bu yaklaşım çerçevesinde arz-talep sadece sonuca etki yapan etkenlerden biri olarak görülmeli).

TANRILAR SAVAŞIYOR!
Kapitalist sistem içinde mecazi olarak iki tanrıdan söz edilebilir: Piyasa Tanrı ve Devlet Tanrı. Bunlar genelde birbiriyle uyum içindedirler, birbirlerinin işine pek karışmazlar. Böyle bir durum hatta kapitalizm öncesinde de mevcuttur. Öyle ki Hz. İsa’nın “Tanrının hakkı Tanrıya, Kralın hakkını Krala” diye özetlenen ünlü sözünde, köylüden toplanan vergi gelirlerinin Kral ve Kilise arasındaki (tithe) paylaşımını meşrulaştırdığı ileri sürülür.
Ama zaman zaman bu tanrılar da birbirlerine ters düşerler. Özellikle de derin ekonomik ve politik krizler söz konusu olduğunda bu çatışma görülür. Hele Devlet Tanrı kendi iktidarı, gücüyle ilgili sıkıntılarından dolayı piyasaları karşısına aldığında ya da almış gibi göründüğünde, Piyasa Tanrının kendine olan güvenini kaybeder. Böyle bir durumda hegemonya savaşları da başlar. Devlet Tanrı elindeki devlet erkini kullanarak Piyasa Tanrıyı cezalandırmak, Piyasa Tanrı da faiz, kur, enflasyon gibi araçlarıyla onu cezalandırmak ister. Şu an Türkiye’deki durum aslında bu benzetmeye uygun bir durum olarak görülebilir.

HZ. MUSA'NIN ASASI KİMİN ELİNDEYSE SONUCU O BELİRLER?
Tekrar aynı soruya dönelim. Merkez Bankası faiz silahını çekerek bu gidişi durdurabilir mi?
Bu, öncelikle asanın (faiz) Devlet Tanrının mı yoksa Piyasa Tanrının mı elinde olmasına bağlı olarak değişir. Asa Devlet Tanrının elindeyse, inşaat, emlak, konut sektöründeki taahhütleri ve dini söylemleri de dikkate alındığında faizin ciddi oranda yükseltilmesini beklemek zor. Piyasa Tanrının elindeyse faiz yükseltilebilir ama bu yeterli olmaz. Zira piyasalar siyasal iktidarın ekonomi yönetimine güvenlerini giderek yitiriyorlar. Artık bu kesimler açısından da gelecek iyice belirsizleşmiş durumda. Yani ciddi bir güven sorunu oluştu. Böyle olduğunda faiz gibi araçlar yetersiz kalıyor.
Kaldı ki piyasaların böyle bir gücü olduğuna, yani faiz asasını kullanacağına inananlar, Hz. Musa’nın kavmini kurtarabilmek için asasıyla denizi ortadan yarıp, bir geçiş yolu ortaya çıkardığına inananlar, böyle bir gücü vardıysa neden işin başında kavmine yapılan saldırıyı önlemedi, sorusunu kendilerine sormalılar.


Formun Üstü

Formun Altı


18 Mayıs 2018 Cuma

NASIL BİR TOPLUM, ÖYLE BİR EĞİTİM


NASIL BİR TOPLUM, ÖYLE BİR EĞİTİM

Mustafa Durmuş

18 Mayıs 2018

Son 16 yılda en çok tahrip edilen kurumların başında eğitimin geldiği artık toplumun büyük bir çoğunluğunca kabul edilen bir gerçek.

Öyle ki bundan birkaç ay önce Milli Eğitim Bakanı “elimizde sadece 600 tane nitelikli lisenin kaldığını” itiraf etmişti. Bunun ötesinde, PISA örneğinde olduğu gibi eğitimdeki bir başarı ölçütü açısından Türkiye yerlerde sürünürken, eğitimde ticarileşme, muhafazakârlaşma ve dinselleştirme tavan yaptı.

Üstelik eğitimdeki bu kötüleşme, asıl olarak kaynak yetersizliğinden değil, bu alana kamudan son 16 yılda, bugünkü değer itibarıyla 1,2 trilyon liralık bir kamu kaynağının aktarılmasına paralel gelişti.

Ayrıca az sayıda nitelikli liseye çocuklarını yerleştiremeyenler orta sınıf aileler kaynaklarını zorlayarak ve bankalardan ihtiyaç kredisi alarak çocuklarını pahalı özel okullara gönderirken, yoksullar İmam Hatipler veya meslek liselerini tercih etmek(!) durumunda kalıyorlar. Bu durum hem eğitim-finansallaşma ilişkisini hem de eğitimin sınıfsal ayrışmayı nasıl daha da artırdığını gösteriyor.

VASIFSIZ BİR EMEK GÜCÜ YETİŞTİRİLİYOR
Bu gelişmelerin sonucunda üretimin temel unsuru olan emek gücü giderek vasıfsızlaştı, dolayısıyla da verimi düştü. Öyle ki OECD ülkeleri arasında emek gücü verimliliği açısından en gerilerde yer alıyoruz. Örneğin 2015 yılında satın alma gücü paritesiyle bir işçinin bir saatte ürettiği değer, OECD ortalamasında 51 dolara yakın iken Türkiye’de bu değer 32 doların biraz üzerinde (1). Keza düşük becerili işçilerin toplam emek gücü içindeki payı açısından OECD ortalaması yüzde 23 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 51. Böylece Türkiye Şili’nin ardından OECD içinde emek gücü içinde düşük eğitimli ve düşük vasıflı işçilerin payının en yüksek olduğu ikinci ülke konumunda kalıyor. (2)

Ayrıca AKP’nin ilk yıllarını kapsayan bir dönemde, yani 2001- 2007 döneminde emek gücü verimliliği yılda ortalama yüzde 6 artarken, 2009-2014 döneminde bu artış yılda yüzde 1’e gerilemiş (3). Yani AKP iktidarlarının ikinci döneminde verimlilikler ciddi oranda azalmış.
Temel 12 yıllık eğitim içinde öğrenci başına harcanan paranın (2012 yılında) OECD’de ortalama 10,000 dolar iken Türkiye’de sadece 3,500 dolarda kalması da (4) bu gelişmede eğitime yeterli kaynak ayrılmadığını gösteriyor.

BAZILARI İÇİN BAŞARI
Bu noktada sorulması gereken sorulardan biri de şu olmalı: “Genel ekonomi ve toplumsal gelişim açısından eğitim bu denli kötüleşirken, bu durum acaba birileri açısından bir başarı mıdır?” Çünkü okumayan, sorgulamayan, eleştirmeyen, militarist ve dinci bir itaat kültürüyle yetişen bir gençliğin kimin işine yaradığı sorgulanmalı.

Düzenin egemenlerinin genel olarak bundan fayda sağladığı açık. Zira böyle bir kitlenin desteğini arkalarına alarak iktidarlarını sürdürebilirler. Nitekim son 16 yıllık süreçte eğitimden geçen 1,6 milyon gencin önümüzdeki seçimde seçmen olarak oy kullanacak olması (ortaya çıkacak sonuca bağlı olarak) eğitimdeki bu gelişmenin aslında bilinçli olarak planlanıp planlanmadığının bir diğer göstergesi olacak.

PARÇA-BÜTÜN İLİŞKİSİ
Genelde eğitimciler, eğitim sorununu parça - bütün ilişkisini düşünmeden ele alırlar. Özellikle de aydınlanmacı geleneğin sürdürücüsü bir kuşak eğitimci ilerici-aydınlanmacı (kendi deyimleriyle Atatürkçü) bir eğitim sistemi ile eğitim sorununun çözümlenebileceğine ve nitelikli gençlerin yetiştirilebileceğine inanıyorlar. Aslında bu görüşün karşısında olanlar da, benzer bir düşünce yapısı altında, siyasal İslamcı, milliyetçi, itaatkâr bir nesil yetiştirerek ülkenin sorunlarının çözümleneceğini ileri sürüyorlar. Geçmişten bu güne her iki grup da iktidar olduğunda düşüncelerine uygun bir eğitim sistemi tasarladılar, ona göre öğrenci yetiştirdiler.
Her iki görüşün ortak noktası özünde metafizik olmaları. Yani bu kesimler toplumdaki maddi üretim tarzı ve üretim ilişkilerinden kopuk bir biçimde, düşünceye yapılan müdahalelerle sorunların çözümlenebileceğine inanıyorlar.
Kuşkusuz bir üst yapı kurumu olarak eğitimin değiştirici, ilerletici (ya da geriletici), dönüştürücü etkisi inkâr edilemez bir olgu. Ama son tahlilde belirleyici olanın ekonomik ve sosyal ilişkiler, yani üretim tarzındaki gelişmeler olduğu unutulmamalı.
Bir başka anlatımla, eğitimde olan biteni anlayabilmek ve çözüm üretebilmek için, içinde yaşadığımız toplum olan kapitalizmde son yıllarda neler olduğunu anlamamız gerekiyor.

SOSYAL DEVLET BİR PROJE DEĞİL, İSTİSNA!
Örneğin hem dünyada, hem de Türkiye’de 2. Dünya Savaşı ile 1980’lerin sonuna kadarki dönem kamu finansmanına dayalı bir eğitim için uygun bir dönemdi. Bu dönemde emekçi sınıfların çocukları için iyi bir eğitim almak, iyi bir iş bulabilmenin, iyi bir gelir elde edebilmenin, kısaca hayatlarını kurtarabilmenin en önemli yollarından biriydi.

Ancak kapitalizmin bu genişleme ve refahı yayma dönemi, 500 yıllık tarihinde sadece bir istisnadır. Bu dönemde; dünyada yaşanmakta olan sosyalizmin etkilerine ilave olarak, kâr oranlarındaki hızlı artışa, emek gücü verimlilik artışına, reel ücret artışlarına ve sendikal örgütlenmedeki artışa uygun olarak sosyal devlet uygulamaları, yani nitelikli, kamucu ücretsiz eğitim, sağlık, sosyal güvenlik uygulamaları söz konusu oldu (bu belli ölçülerde Türkiye için de geçerli oldu).

Bu dönemde üretim ilişkileri (asıl olarak bölüşüm ilişkileri) üretici güçlerin gelişimini önler nitelikte değildi. Bu yüzden de merkezi planlama fikri ağır bastı, emek gücü verimliliğini de, reel ücretleri de artıran üretim ve bölüşüm modelleri (asıl olarak Keynesyen) hayata geçirildi.

NEO LİBERALİZM, NEO MUHAFAZAKÂRLIK VE NEO OTORİTERLİK
Diğer taraftan 1980’lerden itibaren kapitalizm içinde sınıfsal güç dengesi sermayeden yana olmak üzere belirgin bir biçimde değişti. Sermaye kârını ucuz ve örgütsüz emeğin bol olduğu azgelişmiş çevre ekonomilerine kaydırırken, aynı zamanda da finansallaşma üzerinden kârını katlamak yolunu seçti. Böylece reel üretimden kopuş hızlanırken, buna uygun bir işçi sınıfı kompozisyonu oluştu. Bu da beraberinde artık varlığı çok da istenmeyen, kolayca gözden çıkartılabilen itibarsız bir işçi sınıfı yarattı. Sermaye sınıfı ve onun adına iş yapan devlet kurumu açısından örgütsüz, güvencesiz, kısmi çalıştırılan, düşük ücretli bir işçi sınıfının varlığı yeterliydi.

SORGULAMAYAN, ELEŞTİRMEYEN BİR EMEKÇİ
İşte böyle bir işçi sınıfının temel özelliği belli düzeye kadar eğitimli olmasıydı. Bu işçiler asla sorgulayan, eleştiren, örgütlenen, hakkını arayan işçiler olmamalıydı. Kendisine verilene şükreden ve egemene itaat eden bir işçi sınıfı kapitalist üretim tarzının geldiği son aşamanın ihtiyacı olan şeydi. Yani gelişmenin önünü tıkayan bölüşüm ilişkileri kendine uygun bir üretici güç gelişimi de yaratmıştı.

Bu durumu bölüşüm ilişkilerine ait verilere bakarak somutlamak mümkün. Öyle ki dünyada en zengin yüzde 1’lik bir nüfus tüm servetin yüzde 82’sine; Türkiye’de ise yüzde 60’ına sahip. Gelir dağılımında ise Türkiye’de en zengin yüzde 1 milli gelirin yüzde 23’ünü alırken, son iki yıldır emeğin milli gelir içindeki payı iyüzde 30’a kadar düştü.

SABIR, ŞÜKÜR, SINAV…
Yani böyle bir üretim ilişkisi, üretici güçlerin gelişimini bastırmak, kendine uygun bir üretici güç (ağırlıklı olarak da emek gücü, insan kalitesi) yaratmak durumundaydı. Öyle de oldu. Artık örgütlü işçilerin yerini dünyada robotlar alırken, Türkiye’de insani gelişimi de artırabilecek olan sektörler yerine kamusal kaynaklar inşaat sektörüne teşvik olarak aktarılıyor. Üretimi yapacak olan işçiler ise, siyasal İslam’a uygun, muhafazakâr, milliyetçi, tartışmayan, okumayan, sorgulamayan, hakkını aramayan, sabırcı, şükürcü, dünyada sınandığına inanan ve tevekkül sahibi insanlar olarak yetiştiriliyordu.

Bu nedenle de bu bölüşüm ilişkilerinden en büyük payı alanlar açısından izlenen eğitim politikalarını başarısız sayabilmek mümkün değil. Ama içinde yaşadığımız toplum sadece onlardan oluşmuyor. Deyim yerindeyse onlar” sadece yüzde1, bizler ise yüzde 99’u” oluşturuyoruz. Yani şu ana kadar izlenen eğitim politikaları toplumun büyük çoğunluğu açısından başarısız.

O halde üretim tarzından, toplumsal ilişkilerden ve bunların dönüşümünden bağımsız soyut bir iyi eğitim sistemi ve politikasını, bu bağlamda da “iyi bir eğitim ile ülkenin tüm sorunlarının çözümlenebileceği” düşüncesini savunabilmek oldukça zor. Aksine “nasıl bir toplum istiyorsak ona uygun bir eğitim politikası tasarlamalıyız”.

Eğer geleceğimizi oluşturacak toplum örneğin, emeğe, doğaya saygılı, onunla uyumlu, insani gelişimi merkezine koyan, israfçı olmayan verimli bir büyüme ve ekonomik ve sosyal kalkınmayı öngören, adaletli bir bölüşümü temel alan bir ekonomik ve sosyal kalkınma modeli ile kurulacaksa, bunun gerçek bir demokrasi ve demokratikleşme ile sağlanabileceği ve bunun önemli parçalarından birinin de buna uygun bir demokratik ve özgürleştirici kamucu eğitim sistemi ve politikası olacağı açıktır.
…………..
(1) OECD, Productivity Statistics, 2017.
(2) OECD, Skills Outlook, 2017, Figure 1.7.
(3) OECD Compendium of Productivity Indicators 2016 (2017).
(4) OECD, Society at a glance 2016.

6 Mayıs 2018 Pazar

KESENİN AĞZI AÇILDI


KESENİN AĞZI AÇILDI
Mustafa Durmuş
5 Mayıs 2018
Bildik bir konudur. Seçim yaklaştıkça hükumetler oy hesabıyla kesenin ağzını açarlar. Bugünlerde bunu bir kez daha yaşıyoruz. Hele bu seçimler sadece milletvekilliği değil, rejimin karakterini de değiştiren Cumhurbaşkanlığı seçimi olunca ve durum bıçak sırtı olunca kesenin ağzı daha da açılıyor.
Halen Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülen “30.4.2018 tarihli vergi ve sigorta primi alacaklarının yeniden yapılandırılmasına ilişkin kanunla” son 15 yılda 6. kez vergi ve prim affı getirildiği gibi, emeklilere yılda iki kez dini bayramlar öncesi 1,000 lira ikramiye verilmesi de söz konusu olacak.

İLK İKRAMİYE VERİLMEDEN ERİDİ
Piyasalar bu ikramiyeleri şimdiden fiyatladı ve yaklaşan Ramazan ayının yaklaşmasının da etkisiyle özellikle de gıda fiyatlarında patlama yaşanıyor. Buna bir de 4,30’a kadar yaklaşan ve en azından seçime kadar daha da artacak olan dolar kurunu ekleyince aslında ilk 1,000 liralık ikramiye eridi gitti. Öyle ki böyle bir enflasyonist etki yaratacağını bilseydi emekli belki de, “bu ikramiyeleri vermeseydiniz daha iyi olurdu” diyecek bir noktaya gelecek.
Bu taslakta yer alan imar affı ise son derece tartışmalı. Zira yine oy hesabı ile yapıldığı, bu arada ciddi rant sağlayacak Hazine arazilerinin özel mülkiyete devrinin de meşru kılındığı bu düzenleme ile affedilen ve yasa dışı yapılan yapıların yasallaştırılmasının neden olduğu bir ahlaki erozyon söz konusu.
Ayrıca zengin yoksul, yapı cinsi vs ayrımı yapılmaksızın, bu affın karşılığında bedel olarak, emlak bedelinin tek bir oranında, yani % 3’ünün tahsil edilecek olması da çok sorunlu.

GECEKONDUDA YÜK DAHA AĞIR HİSSEDİLECEK
Zira dağın başında, bir yoksulun bin bir sıkıntı ile yaptığı bir gecekondudan alınacak % 3’ün gecekondu sahibine getireceği yük ile lüks bir villa sahibinin ödeyeceği % 3’ün onun bütçesine getirdiği yük aynı değil. Gecekondu sahibinin yükü çok daha ağır olacak. Ayrıca tapuda gösterilen emlak bedellerinin gerçeğin çok altında olduğunu ve belediyelerin uygulamasına göre de çok değiştiğini biliyoruz.
Bu vergi, prim affı nedeniyle ortaya çıkacak kamu geliri kaybının 28-30 milyar lira civarında olması bekleniyor. Hükumet ise imar affından 60 milyar lira civarında bir gelir beklendiğini açıkladı. Bu rakamları önceden kesinleştirmek imkânsız olsa da, sağlanacak bu gelirin seçim çalışmalarında rahatça kullanılabilmesinin önünde her hangi bir engel bulunmuyor (hele OHAL koşullarında).

YENİ VERGİ İNDİRİM VE BİNDİRİMLERİ GELDİ
Bugün de Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu' nun 2018/11674 sayılı kararıyla yeni vergi indirimleri ve bindirimleri yapıldı.
Sırasıyla; son dönemlerin hemen her düzenlemesinden yararlanan inşaat- konut sektörüne ilişkin olarak tapu harçları binde 20’den binde 15’e düşürüldü. Bu düzenleme 31 Ekim 2018 tarihine kadar yürürlükte kalacak. Aynı tarihe kadar yürürlükte kalacak bir başka düzenleme ise inşa edilen konutların teslimi sırasında ödenen KDV’nin % 18’den % 8’e düşürülmesiydi.
Ciddi bir kriz içinde olduğu bilinen inşaat – konut sektörüne dönük bu düzenlemenin aslında müteahhitleri rahatlatmaya dönük bir düzenleme olduğu belli. Çünkü eğer amaç evsizlerin ev sahibi yapılması olsaydı, yani evsizlerin ihtiyacının karşılanması olsaydı, bunun yolu “barınmanın bir hak olduğu” kabul edilerek, bu kesimlere sosyal konut sunumun yapılması olabilirdi. Diğer taraftan bu düzenlemenin de bir vergi kaybı ile sonuçlanacağı açık.

MAKİNE VE TEÇHİZATA TEŞVİK
Ayrıca bu kararla imalat sanayide kullanılan yeni makine ve teçhizat da katma değer vergisinden istisna tutuldu. İlave olarak bu makine ve teçhizata iki kat hızlı amortisman uygulamasına imkan tanındı. Böylece, üretim teşviki adı altında yapılacak olsa da bu düzenlemenin de önemli bir gelir kaybına neden olacağı açık.

TEŞVİK: ÇOCUKLU ANNEYE Mİ, ÖZEL KREŞLERE Mİ?
Bir diğer düzenleme ise ilk bakışta kreşte çocukları olanları rahatlatabilecek izlenimi veren bir düzenleme. Buna göre kamuda çalışan kadınlara istihdama destek için verilen kreş desteğinde çocuk başına tutar fiilen 304 liradan 1,015 liraya çıkartıldı. Böylece kreşte çocuğu olan kamu emekçisi bir kadının vergi matrahından istisna edilen tutar yükseltilmiş oldu.
Buradaki önemli konu yine “nitelikli istihdamın bir hak olduğu”, dolayısıyla da devletin kamu-özel sektör ayırımı yapmaksızın çalışabilecek herkese istihdam sağlamakla yükümlü bulunduğu, bunun ise çocuklu kadınlar açısından iş yerlerinde ücretsiz kreş sunumunu gerektirdiği biçimindeki bir vatandaşlık hakkından uzaklaşılarak bu hizmetin özel sektörden satın alınması.
Yani çalışan kadın çocuğunu ya da çocuklarını özel kreşe verecek, ödediği kreş ücreti için de çocuk başına 1,015 liraya kadar ki kısmını ödeyeceği vergiye esas alınan matrahtan indirecek.
Ancak hatırlatalım, nitelikli kreş ücretleri artık 1,000 liranın çok üzerinde seyrediyor, ayrıca bu düzenleme aslında özel sektörü teşvik ediyor. Keza bu düzenleme de vergi geliri kaybına neden olacak.

İÇİCİLER ÖDESİNLER!
Hükumet bu vergi gelirlerinin bir kısmını ise şöyle telafi edecek: Rakı, cin, votka gibi alkollü içkilerden aldığı maktu vergileri artırıyor (bu artırımın bir diğer nedeni de AB’ye 2009 yılında verilmiş olan bir taahhüt). Örneğin rakıdan aldığı vergi eskiden 171,2 lira iken bundan böyle 184,3 lira oldu.
Muhafazakâr seçmenin en azından bir kısmının (bu düzenlemenin içki içenleri cezalandıracağı inancıyla) bu düzenlemeden mutlu olacağını söylemek mümkün. Diğer yandan aynı seçmen haram olduğu bu kesimce kabul edilen faizden neden asgari ücretliden alındığı kadar bile vergi alınmadığını, yine paradan para kazanmak biçiminde adeta bir kumar kazancı olarak da görülebilecek olan borsa gelirlerinin neden hiç vergi alınmadığını sorgulamıyor. Muhtemelen işin bu kısmından haberdar değil, Büyük medyanın yaydığı eksik ve yanlış haberlerle kendini yeterince bilgilendirilmiş varsayıyor.
Özcesi seçime giderken, siyasal iktidar kesenin ağzını açmaya devam edecek. Ya sonrası? Ne olabileceğini bir arkadaşımın paylaştığı bir fıkra ile tahmin etmeye çalışalım (fıkranın bir miktar cinsiyetçi olduğunun farkında olarak özür diliyorum ama durumu da tam olarak anlattığı için paylaşmadan edemedim).

"PARAMI GERİ ALINCAYA KADAR"
“Hemşerim Temel bir fahişe ile pazarlık yapmış ve bir geceliğine ne kadar ücret istediğini sormuş. Cevap 10 bin TL olmuş. Bizimki fiyatı iki katına çıkarmış, “Ama özel bir isteğim var.” demiş. Fahişe merak etmiş sormuş “Nedir?”. Temel ”Gecenin sonunda seni döverim” demiş. Paranın cazibesine katılan kadın endişeli de olsa teklifi kabul etmiş. Ama eve gidene kadar devamlı “Ne kadar döveceksin?” diye sorup durmuş. İşi bitinceye kadar cevap vermeyen Temel sorunun tekrar sorulması üzerine cevap vermiş. “Paramı geri alana kadar.” (R. Hakan Özyıldız, http://www.hakanozyildiz.com/…/derinlesen-ekonomik-sorunlar…).
İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğimle…