30 Ekim 2018 Salı
28 Ekim 2018 Pazar
WASHİNGTON’DAN BAKILDIĞINDA TÜRKİYE EKONOMİSİNİN GÖRÜNÜ
WASHİNGTON’DAN BAKILDIĞINDA TÜRKİYE
EKONOMİSİNİN GÖRÜNÜMÜ
Mustafa Durmuş
28 Ekim 2018
Verilere göre, küresel ekonomi 2011
yılından bu yana büyümesini sürdürüyor. Diğer yandan hem küresel borsalarda son
bir haftadır yaşanan düşüşler, hem de uluslararası örgütlerin raporları işlerin
göründüğü kadar iyi olmadığını da ortaya koyuyor.
KÜRESEL BORSA BALONU SÖNÜYOR MU?
Öncelikle, bu hafta Avrupa ve Asya
borsalarındaki düşüşün ardından ABD borsalarında ciddi düşüşler, dolayısıyla da
ciddi düzeyde zarar yaşandı. Bu düşüşün birçok açıklaması olabilir, ama asıl
nedenin küresel ekonominin yavaşlaması olduğu ileri sürülüyor (1).
Detaylandırırsak, New York Borsası’nda
kote 176 şirketin hisseleri son 52 haftanın en yüksek düzeyinin en az yüzde
50’si oranında düşüş gösterdi. Facebook, Amazon, Netflix, Google’s ana şirketi
Alphabet, Microsoft, Apple ve NVIDIA’nın hisseleri Ağustos’tan bu yana ortalama
yüzde 7,8 düştü. Yedi şirketten üçünde düşüş yüzde 20 ve ikisinde yüzde 13 -14
civarında oldu (2).
Böylece, Trump’ın zenginlerin vergi
oranlarını düşürmesinin ardından coşan ABD borsalarında bir yılda sağlanan
kazançlar bir haftada erirken, küresel çapta borsalar 2012 avro borç krizinden
bu yana en kötü performanslarını sergilemiş oldular.
Bir kısım iktisatçı bu gelişmeyi sadece
bir “düzeltme” olarak nitelendirse de durum o kadar basit görünmüyor. Daha
ziyade bu düşüşler, FED faiz oranlarını yükseltmeyi sürdürürken (dolayısıyla
borçlanma maliyetleri artarken), Trump’ın yaptığı cömert vergi indirimlerinin
neden olduğu kâr patlamasının kısa süre içinde sona ereceği ile ilgili olarak
korkuya kapılmalarının ardından satışa yönelmelerinin bir sonucu gibi
görünüyor.
Kısaca borsalar her zaman ve tam olarak
reel ekonomide neler olduğunu göstermeseler de sanki bu kez bu işlevi yerine getiriyorlar
(3).
KÜRESEL EKONOMİK BÜYÜME HIZI YAVAŞLIYOR
Küresel ekonominin finansal tarafında
bunlar olurken, reel tarafında da işlerin iyi gitmediğini uluslararası
örgütlerin raporları ortaya koydu.
Örneğin IMF, bu ay kamuoyu ile
paylaştığı iki raporunda (4), 2016 yılında yaşanan mini resesyonun ardından ilk
kez küresel büyüme beklentisini, hem bu yıl hem de gelecek yıl için üç ay
önceki tahmini olan 3,9’dan yüzde 3,7’ye düşürdü. Buna neden olarak da başta
Brezilya ve Türkiye olmak üzere bazı yükselen ekonomilerde artan ekonomik ve
siyasal gerilim ve stresi ve böylece ortaya çıkan kırılganlıkları gösteriyor.
Aynı tahmini OECD Eylül ayında
yayımladığı ara raporunda (5) yapmış ve bu yıl ve gelecek yıl için küresel
ekonomik büyümenin yüzde 3,7 olarak gerçekleşeceğini ileri sürmüştü. Rapora
göre bu iki yıl için sadece Hindistan ve S. Arabistan’ın büyümesi yukarı yönlü
olacak.
KAPİTALİST BÜYÜME SINIRLARINA ULAŞIYOR
Diğer yandan, 2017 ve 2018 yıllarındaki
göreli olarak yüksek büyüme hızlarının dünya ekonomisinin 1987-2007 arasına
elde ettiği yıllık ortalama yüzde 3,9 - 4,0 gibi büyüme hızlarının hala altında
kaldığını vurgulamak gerekiyor. Yani kapitalist dünya artık eski hızında
büyüyemiyor.
2008 krizi sonrasında dünya ekonomisinde
görülen cılız toparlanma kapitalizmin kendi dinamiklerini harekete geçirerek,
yani, kârlılık, üretkenlik ve üretim artışlarıyla değil, daha ziyade devlet
müdahaleleriyle gerçekleşiyor.
Öyle ki sadece dünyadaki ekonomik
büyümenin ana motorlarından olan ABD’de değil, neredeyse bütün Merkez
Ekonomilerde reel yatırım düzeyleri hala 2008 Büyük Resesyonu’ndaki düzeyin
altında kaldı. Bunun nedeni ise hem kârlılığın düşük (hala 2007’nin altında),
hem de özel sektörün borç stoklarının çok yüksek olması.
Böylece küresel kapitalizm giderek büyüme
sınırlarına ulaşıyor ve giderek daha fazla, hem ekonomik, hem de politik olarak
devlet desteğine ihtiyaç duyuyor, emeği ve doğayı çok daha fazla sömürüp tahrip
ediyor ve çok daha fazla otoriterleşiyor.
TÜRKİYE EKONOMİSİNDE ÇAKILMA
İki örgütün raporlarına göre ekonomik
büyüme açısından aşağı doğru en büyük düzeltmeyi Türkiye ekonomisi yaşayacak.
Öyle ki OECD’ye göre Türkiye bu sene sadece yüzde 3,2 ve 2019 yılında ise
sadece binde 5 büyüyebilecek.
IMF’ye göre (6) ise 2017 yılında ve 2018
başında Türkiye’de ekonomik büyüme çok güçlüydü ama bu keskin bir biçimde,
örneğin 2018’de yüzde 3,5’e ve 2019 yılında binde 4’e kadar düşecek.
Bu düşüşün nedenleri arasında; parasal
koşulların kötüleşmesi (uluslararası likiditenin daralıp, daha pahalı hale
gelmesi), liranın dünya paraları karşısında daha da zayıflaması, yükselen
petrol fiyatları, artan faizler ve riskler nedeniyle yükselen borçlanma
maliyetleri, yatırımcı ve tüketici talebi üzerinde çok etkili olan yüksek
düzeydeki belirsizlikler akla ilk gelenleri.
Büyümenin yavaşlaması demek şirketlerin
daha az kâr etmesi, kârlılıklarının azalması ve gelirlerinin düşmesi, hatta
zarar etmesi demek. Bu da, böyle yüksek faiz ve döviz kurlarından borçlarını
geriye ödemekte çok zorlanacakları, iflasların, toplu işçi çıkarımlarının
yapılacağı (hali hazırda yapıldığı) anlamına geliyor.
Nitekim 3 bin civarında şirketin
konkordato ilan etmesi ve bunların arasında Türkiye’nin ilk 500 şirketlerinden
bazılarının da bulunması, resmi işsiz sayısının 3,5 milyonu, gerçek işsiz sayısının
ise 6,5 milyonu bulması (7) durumun ciddiyetini gösteriyor.
DEĞİRMENİN SUYU KESİLDİ
Ayrıca Türkiye ekonomisi uluslararası
sermaye hareketlerinin ani yer değiştirmesine ve jeopolitik risklere karşı
duyarlı kalmaya devam edecek gibi görünüyor.
Bu tespiti doğrular bir biçimde,
uluslararası sermaye hareketlerini izleyen bir kuruluş olan IIF’e göre
Türkiye’den önümüzdeki yıl ciddi bir sermaye çıkışı beklenmiyor, ama ülkeye
gelecek olan yabancı kaynak 5,1 milyar dolar ile sınırlı kalacak.
Bu geçen yılki girişlerin yaklaşık 35
milyar dolar ve bu yılki girişlerin 17 milyar dolar altında demek oluyor (8).
Böylece ülkeye son 17 yıl süresince ilk kez bu kadar az miktarda yabancı kaynak
girmiş olacak (çünkü 2002 yılında dahi giriş miktarı 7 milyar dolara yakındı).
İKTİDARIN İYİMSERLİĞİ SÜRÜYOR
Buna rağmen hem bu ay açıklanan Yeni
Ekonomi Programı, hem de 2019 Yılı Bütçe Sunuş Konuşmasında Türkiye
ekonomisinin büyümesinin, bu yıl yüzde 3,8, 2019’da yüzde 2,3, 2020’de yüzde
3,5 ve 2021’de yüzde 5 olmak üzere süreceği ifade edildi.
FİNANSAL KRİZİN GÖSTERGELERİ
IMF, raporlarında ekonomik durgunluk ya
da resesyon tehlikesine dikkat çekerken, yeni bir finansal kriz riskinin de
altını çiziyor. Özellikle de bu riskin çok yüksek düzeydeki küresel borç
stoklarından, bu borçların yüksek artış hızından, borsa, tahvil ve türev
piyasalarda şişmekte olan balonlardan ve bütün bunları harekete geçirecek olan
faiz oranı artışlarından kaynaklandığını belirtiyor.
Finansal risk bağlamında IMF, aralarında
Türkiye’nin de bulunduğu bazı ekonomilere özellikle dikkat çekiyor. Örneğin
Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda (9) finansal göstergeler açısından
Arjantin, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerin kırmızı bölge içinde yer aldığını
belirtiyor.
Sırasıyla; döviz rezervlerinin
yeterliliği ve nakit döviz ihtiyacı açısından yapılan değerlendirmeye göre,
Türkiye’nin dış borçları ihracat gelirlerinin iki katından fazla iken döviz
rezervleri bunun yarısını bile karşılamaktan uzak.
Döviz gelirlerindeki hızlı erime
açısından Türkiye diğer ülkelerden belirgin bir biçimde ayrışıyor. Öyle ki
potansiyel döviz erime riskinin dörtte üçünü koşullu yükümlülükler adı verilen
kamu-özel ortaklığı (KOÖ) projelerinden gelen riskler oluşturuyor. Bu risklerin
ülkenin toplam döviz gelirlerinin yüzde 80’ini oluşturduğu tahmin ediliyor.
Yabancı sermaye çıkışları ve borcu
borçla çevirme (roll over) oranı en yüksek ülkelerin başında Güney Afrika,
Arjantin ve Türkiye geliyor. Ayrıca bu grup içinde Türkiye’nin ihracatı da en
yüksek düzeyde olduğundan, korumacılık nedeniyle ortaya çıkabilecek dış talep
şokları açısından da Türkiye riskli ülkeler arasında sayılıyor.
Dış borçlarının GSYH’sinin yüzdesi
olarak yüksekliğinin ötesinde bu borçların vade yapısı açısından en riskli
ülkeler arasında ilk sırayı ilk sırada Türkiye ve Arjantin yer alıyor. Bu
borçların içinde dövizli olanların payı en yüksek olan ülke ise Türkiye.
FATURA YİNE EMEKÇİLERE KESİLDİ
Kuşkusuz Washington, Türkiye’ye (kuruluş
amacına uygun bir biçimde), krizden çıkış önerilerinde de bulunuyor.
Örgüt öncelikli olarak hükümete yeni bir
mali imkân sağlayacağı için acil bir sosyal güvenlik reformu (!) yapmasını
öneriyor. Bu arada orta ve uzun vadeli hedeflerin tutturulabilmesi için kamu
maliyesi dengelerini etkileyen kamu özel ortaklığı projelerinin dikkatlice yönetilmesi
ve devletin özel sektöre verdiği garantilerin azaltılması gerektiğinin altı
çiziliyor (10).
İşsizliğin azaltılabilmesi, enflasyonu
düşürme (dezenflasyon) sürecinin neden olacağı hasıla kayıplarının
hafifletilmesi, dış kaynak bileşiminin iyileştirilebilmesi ve ülkenin nakit
akışkanlığının sağlanabilmesini için örgüt, yatırımcı iklimini
iyileştirebilmesini, dolayısıyla da işgücü piyasalarının daha da
esnekleştirilmesi gerektiğini savunuyor (11). Yani yatırımcıların gönlünün hoş
tutulması gerektiğini vurguluyor.
Dikkat edilirse bu öneriler açıklanan
Yeni Ekonomi Programı’nda yer alan öneriler. Böylece ülkenin ekonomik krize
girmesinde (toplumsal sorunlara olan ilgisizliği dışında) hiçbir sorumluluğu
olmayan başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin, halkın krizden
çıkabilmek için bir kez daha bedel ödemesi, ekonomik fedakârlıklara katlanması
kadar, kıdem tazminatı, iş güvencesi gibi kazanımlarından tamamen vazgeçmesi
bekleniyor.
Son olarak, 2019 yılında vergi
gelirlerinin en az yüzde 20 oranında artırılması öngörülürken, vergi
gelirlerinin büyüklüğü sıralamasında KDV (237 milyar lira), Gelir Vergisi (172
milyar lira), ÖTV (163 milyar lira) ve Kurumlar Vergisi (74 milyar lira) ilk
dörtte yer alıyor (12).
Böylece halktan daha fazla KDV ve ÖTV
adı altında vergi toplanırken ve ücretlilerden daha fazla Gelir Vergisi
alınırken, sermayeden alınacak Kurumlar Vergisinin sınırlı tutulacağı
anlaşılıyor.
Yani sadece sosyal politikalar
aracılığıyla değil, vergi politikaları aracılığıyla da krizin bedeli emekçilere
ödettirilecek gibi görünüyor.
Krizin bedelini ödememenin ve bu bedeli
gerçek sorumlularına ödetmenin yolu bilinçli ve örgütlü bir ekonomik-demokratik
mücadeleden geçiyor.
………
(1) Edward Harrison,
“European Selloff Highlights Resumption Of US Treasury Bear Flattening”, https://pro.creditwritedowns.com (Oct 23, 2018).
(2) Wolf Richter, “This Stock Market Is “Gradually” Rotting Under the Covers”, https://wolfstreet.com (Oct 23, 2018).
(3) https://thenextrecession.wordpress.com/2018/10/25/correction.
(4) IMF, World Economic Outlook October 2018, s. 32 ve IMF, The Global Financial Stability Report (GFSR) October 2018.
(5) OECD, Interim Economic Outlook September 2018.
(6) IMF, World Economic Outlook, AGR. s. 41.
(7) TÜİK ve DİSK-AR’ın Ekim ayında yayımladığı işsizlik verileri.
(8) http://www.hakanozyildiz.com/…/turkiyeye-scak-para-girisler… (19 Ekim 2018).
(9) IMF, The Global Financial Stability Report (GFSR) October 2018, s. 21-24.
(10) IMF, World Economic Outlook, AGR.,s. 28.
(11) Agr., s. 29.
(12) Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın 2019 Yılı Bütçe Sunuş Konuşması, s. 27.
(2) Wolf Richter, “This Stock Market Is “Gradually” Rotting Under the Covers”, https://wolfstreet.com (Oct 23, 2018).
(3) https://thenextrecession.wordpress.com/2018/10/25/correction.
(4) IMF, World Economic Outlook October 2018, s. 32 ve IMF, The Global Financial Stability Report (GFSR) October 2018.
(5) OECD, Interim Economic Outlook September 2018.
(6) IMF, World Economic Outlook, AGR. s. 41.
(7) TÜİK ve DİSK-AR’ın Ekim ayında yayımladığı işsizlik verileri.
(8) http://www.hakanozyildiz.com/…/turkiyeye-scak-para-girisler… (19 Ekim 2018).
(9) IMF, The Global Financial Stability Report (GFSR) October 2018, s. 21-24.
(10) IMF, World Economic Outlook, AGR.,s. 28.
(11) Agr., s. 29.
(12) Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın 2019 Yılı Bütçe Sunuş Konuşması, s. 27.
Formun Üstü
23 Ekim 2018 Salı
21 Ekim 2018 Pazar
BREZİLYA: POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (2)
BREZİLYA:
POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (2)
(Brasilia'dan
Ankara'ya Ortak Yönler)
Mustafa
Durmuş
21
Ekim 2018
ARTAN
SUÇ VE ŞİDDET
Brezilya’da ciddi ekonomik sorunlara ilave olarak,
ülkede giderek artan ve yaygınlaşan şiddet olayları ve işlenen suçlar aşırı
sağın ekmeğine yağ sürdü. Öyle ki sadece 2014 yılında 60 bin kişi öldürüldü.
Polis olayları çözmek konusunda isteksiz davranınca da bu boşluk aşırı sağcı ya
da Neo Nazi silahlı çeteler tarafından dolduruldu. Bunlar halkın kurtarıcıları
olarak sahne almaya başladılar. Aynı yıl sağ muhalefet İşçi Partisi’nin (İP) Başkanını
yolsuzlukla suçladı. Tüm bu gelişmeler sonucunda İP tabanını kaybederken,
Bolsonaro ile temsil edilen aşırı sağcı ırkçı hareketler güçlenmeye başladı (1).
Bu kitle hareketleri,
protestolar ve artan şiddet ve suç vakaları aslında neo-liberal dönüşümün
semptomlarıydı. Bunlar siyasetin lümpenleşmesine yol açtılar. Öyle ki bazen bu hareketler kolektivizmin
restorasyonu ve neo-liberalizmle çatışmayı hedefleyen platformlara destek
verirken, bazen de faşizmin oluşumu için verimli bir zemin oluşturdular (2).
“SOSYAL KALKINMACILIK” ÇÖKTÜ, SINIFSAL ÇELİŞKİLER ARTTI
Marksist bazı yazarlarsa Brezilya’daki gelişmeleri
uygulanan birikim stratejisinin çökmesine ve sınıf savaşının artmasına
bağlıyorlar. Bu strateji, devlet öncülüğünde yürütülen “sosyal kalkınmacılık”
adı verilen bir strateji. Kabaca, doğal kaynak ihracata dayalı, aynı zamanda da
iç talebe, dolayısıyla da iç pazara odaklı ve devasa alt yapı yatırımlarıyla
hayata geçirilen bir büyüme ve birikim strateji.
İşçi Partisi öncülüğündeki koalisyon sosyal
kalkınmacılığı tam anlamıyla hayata geçiremese de kamusal yatırımlara öncelik
verdi ve federal düzeyde yapılan yatırımlar yılda ortalama yüzde 10,6 oranında
arttı. Asgari ücretin yükseltilmesi ve gelir bölüşümünün iyileştirilmesi
aracılığıyla iç talep artırıldı (ücretler yılda ortalama yüzde 5 oranında artırıldı).
Ekonomik büyüme yıllık yüzde 3,3 gibi bir oranda istikrarda tutuldu ve
yoksulluk azaltıldı. Ancak bu gelişim 2011 yılında küresel çapta meta fiyatları
düşmeye başlayınca tersine döndü. Zira bu olumsuz küresel gelişmelerden
Brezilya’nın ihracatı olumsuz etkilendi. Ülkenin doğal kaynak ürünlerine olan
dış talep azalıp, alt yapı yatırımları da yavaşlatılınca bu strateji çöktü.
2015-2016’da ekonomi yüzde 7 küçüldü. Bu arada devletin tepesiyle ilgili büyük
çaplı yolsuzluk soruşturmaları başlatıldı. Özellikle de büyük inşaat
firmalarının neden olduğu yolsuzluklar ortaya atıldı (bu firmalar ise izlenen
ekonomik stratejinin çok önemli unsurlarıydı). Halkın hoşnutsuzluğu arttı ve bu
tepkiler dönemin İP Başkanı D. Roussef’e yöneldi. Irkçı aday Bolsonaro bu
durumu çok iyi değerlendirerek kendini bir alternatif olarak halka sunma imkânını
buldu (3).
PRAGMATİZMİN
İFLASI
Brezilya’da aşırı sağın yükselişini, “pragmatik sol
popülist yaklaşımın tersine dönen dış konjonktür koşulları nedeniyle iflas
etmesi” olarak açıklayan görüşler de mevcut.
Buna göre Brezilya deneyimi kendi sınırları içinde de
olsa, politik alandaki pragmatizmin ilerici ekonomik değişiklikleri destekleyebildiğini,
ama gerçek sonucun asıl olarak dışsal koşullarca ve iktidarı destekleyen
politik koalisyonun istikrarı ile belirlendiğini ortaya koyuyor.
Örnek olarak, Loureiro ve Filho’ya göre (4), İP’in
stratejisi bir pragmatik politik ve ekonomik stratejiydi (neo-liberalizm
altındaki asgari direniş biçimiydi). Lehte dışsal konjonktür sayesinde
(ABD’deki Büyük Moderasyon, AB’deki göreli refah artışı ve Çin’deki hızlı
büyüme) İP pragmatizmi kısa dönemde ülkede siyasal istikrarı sağladı, ekonomik
büyümeyi hızlandırdı ve gelir bölüşümünün iyileştirilmesine yardımcı oldu. Bu
strateji, oyunun kurallarına ve Anayasaya sadık kalmayı ve ulusal geliri (sınırlı
düzeyde kalmak kaydıyla) sosyal transfer programları ve emek gücü piyasalarında
yapılan iyileştirmelerle emekten yana yeniden bölüştürmeyi öngörürken, diğer
yandan oldukça adaletsiz servet bölüşümüne dokunmamayı, ideolojik çatışmalara
girilmemesini ve sınıf temelli politikalar yürütmemeyi içeriyordu.
Bir başka anlatımla ihracat mallarının fiyatlarındaki
artışlar ve büyük çaplı sermaye girişleri İP’in liderliğindeki iktidarın
pragmatik ve çatışmasız reformist politikaları hayata geçirmesini mümkün kıldı.
Ama bu pragmatizm Brezilya’daki ekonomik büyüme engellerinin ortadan
kaldırılmasından ziyade, sadece hafifletilmesine yardımcı oldu. Mevcut birikim
sistemi dönüştürülemediği gibi, orta vadede kapitalist büyümeyi kısıtlayan
faktörler de ortadan kaldırılamadı.
Küresel ekonomik koşullar tersine dönmeye başlayıp,
iktidara verilen sınıfsal destek azalınca İP’in tabanı erimeye başladı ve bu
durum onu giderek iktidardan uzaklaştırdı. Sonuçta bir dönüm noktası olarak
2016 yılında Başkan Rousseff iktidardan düşürüldü. Bu dönemde politik çatışma
burjuvazinin yerli kanadı ile küresel sermayeye eklemlenmiş olan kanadının
arasındaki farklılıklarla derinleşti. Bu iki grubun ideolojik ayrılıkları, aralarındaki,
izlenen ekonomi politikaları, kurumlar, politik temsiliyet konularındaki
mücadeleler sonuç üzerinde etkili oldu. Bu süreç otoriter bir demokrasinin
ortaya çıkmasıyla neticelendi (5).
BOLSONARO
BREZİLYA HALKININ SORUNLARINA ÇÖZÜM OLAMAZ
Bolsonaro’nun (diğer aşırı sağcı popülist liderler
gibi) müesses nizam karşıtı söylemleri mevcut.
Böylece (kitleselleşmiş soldan bir
meydan okuma söz konusu olmadığından), tipik bir biçimde halkın gözünde
meşruiyetini kaybetmiş olan neo liberalizme sağdan bir meydan okumayı temsil
ediyor. Özellikle de neo liberal
politikaların iyice dışlayıp marjinalleştirdiği kesimlere erişmeye çalışıyor ve
aldığı oyun yüksekliğine bakıldığında bu konuda oldukça başarılı olduğu görülüyor.
Diğer yandan, eğer başkan seçilirse, ülkeyi sadece
politik olarak, faşist bir otoriterliğe kaydırmayacak, aynı zamanda ekonomiyi
daha da derinleştirilmiş bir neo liberalizme mahkûm edecektir. Bu ikilinin bir
arada yürümesi şart görünüyor. Çünkü büyük sermaye ve yönetenler eğer müdahale
edip, manipüle etmezlerse devasa eşitsizliklere ve krizlere neden olan sistemlerinin
sosyal patlamalarla yıkılabileceğini farkındalar. Bu nedenle de kitleleri
farklı hedeflere yönlendirebilecek hareketlere ve liderlere ihtiyaçları var.
Bolsonaro’yu desteklemeleri asıl olarak bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor.
Nitekim Bolsonaro, aşırı serbestleştirilmiş bir
strateji çerçevesinde, mevcut kamusal yatırım projelerinin sürdürülmesinden vazgeçmeyi
ve yaygın özelleştirilmeleri başlatmayı planlıyor. Bu konudaki fikir babası ise
adı kamu fonlarıyla ilgili bir rüşvet olayına karışmış olan Şikago Okulu’na
mensup, aşırı serbest piyasacı, sağcı ekonomist P. Guedes. Guedes sosyal nitelikteki kamu harcamalarının
büyük ölçüde kısılmasını, özelleştirmeleri, daha da adaletsiz bir vergi
sistemini (düz oranlı vergileme) savunuyor.
Yani Bolsonaro, adil bir sosyo-ekonomik kalkınmaya hiç
yer vermediği ekonomik programı aracılığıyla sosyal muhafazakârlık ve aşırı
ekonomik liberalizmi sentezliyor. En zengin 6 kişinin 100 milyonun servetine
eşit bir servete sahip olduğu bir ülkede (6) böyle bir programın bırakın
eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı, halkın en temel ekonomik sorunlarına bile
çözüm olamayacağı, hatta bunları daha da derinleştireceği açıktır.
Buna rağmen, statükodan umudunu kesmiş ve ciddi bir
ekonomik reformasyon beklentisi içindeki olan, aynı zamanda Kongre’deki sağcı
ittifakın bizzat yönettiği ve tek sesli hale getirilmiş büyük medyanın ve
Kilisenin manipülatif etkisi altındaki geniş yığınları peşinden
sürükleyebiliyor.
“BBB”
İTTİFAKI
Bolsonaro’ya müesses nizamın verdiği destekten bir
örnek vermek gerekirse, ülkedeki aşırı sağcıların birçoğu Evanjelist gelenekten
geliyor. Ülkede 600 adet Hristiyan TV ve radyo kanalı var. Bunlardan Rede
Record ülkenin ikinci büyük TV kanalı ve Evanjelist Kilisesi mensubu milyarder
Edir Maçedo’ya ait. Ayrıca bu yapı Kongre’de BBB Sağcı Koalisyonunu (Mermi,
İncil ve Et) kurdurarak ciddi bir politik
güce sahip oldu. Öyle ki BBB’nin önerisiyle Brezilya yerlilerinin toprakları
sınırlandırıldı, çitlemeler yapıldı. Yerlilere olan karşıtlığa ek olarak, kürtaj
ve homoseksüellik, kadın hakları karşıtlığı biçiminde ortaya çıktılar. Aynı
zamanda ülkede silahlanmanın kontrol altına alınmasını istemiyorlar (7).
28
EKİM 2018: ANTİ-FAŞİST GÜÇ BİRLİĞİ BREZİLYA'NIN SON ŞANSI
28 Ekimde Başkanlık seçimlerinin ikinci turu
yapılacak. Demokrasi güçlerinin hala Bolsonaro’yu yenme imkânı var.
Güçlü bir sol hareket öncülüğünde, işçi sınıfının
önemli bir parçasını oluşturduğu anti- faşist bir birliktelik bunu sağlayabilir,
ama neo-liberal dönüşüm sırasında bu solun maddi temelleri büyük ölçüde
erozyona uğradı. İP ve Rousseff yönetimi sınıfı güçlendirmeyi asla göze
alamadı, tersine küçük küçük yasal iyileştirmelere ve düzenlemelere başvurarak
sınıfı pasifize etti (8).
Buna rağmen, tehlikenin farkında olan anti- faşist
güçler ikinci tur için işbirliği yapmaya hazırlanıyorlar. Brezilya Sosyalist
Partisi ve Sosyalizm ve Özgürlük Partisi, bu seçimlerin faşizme ve darbeye
karşı mücadele açısından çok önemli olduğunu belirterek adaylar içinde İP’in
adayı olan ve ilk turda yüzde 29 oy alan Haddad’ı destekleyeceklerini
açıkladılar. İlk turda adayı üçüncü gelen ve yüzde 12,5 oy olan Demokratik Emek
Partisi de Haddad’ı destekleyeceğini açıkladı. Haddad ayrıca sandığa
gitmeyenlerin, diğer küçük partilerin adaylarına oy veren seçmenlerin oylarını
alma gayreti içinde (9). Bolsonaro’nun karşısında hala yüzde 54’lük bir
çoğunluğun mevcut olması umudu yükseltiyor.
BRASİLİA’DAN
ANKARA’YA ORTAK YÖNLER
Brezilya’daki İP önderliğindeki koalisyonların ve
Türkiye’deki tek başına AKP iktidarlarının birbirinden farklı özellikler
taşıdığı kuşkusuz. İP yüzünü sola dönmüş, solda konumlanan bir parti iken, AKP
Türkiye’de milenyumun ilk neo liberal ve neo muhafazakâr partisi, yani sağda
konumlanan bir parti.
Buna rağmen iki partinin ortak özellikleri var. Öncelikle,
her ikisi de 15 yıldır iktidarda. İkinci olarak her iki parti de pragmatik bir popülist
ajandaya sahip. Yani emperyalist –kapitalist sistemi karşılarına almadan, onun
neo liberal versiyonu ile kavga etmeksizin, yoksullara dönük kısmi
iyileştirmelerle, yani popülist politikalarla halkın desteğini alabilmeleri her
ikisinin de ortak özelliği. Aradaki fark, İP’in sol bir popülizmi, AKP’nin sağ
bir popülizmi uygulamakta olması. Ortak nokta ise sonuçta sağ ya da sol bu popülist
pragmatizmin çözüm olmadığının ortaya çıkması.
Üçüncü olarak, her ikisi de lehte uluslararası
konjonktürden (bol yabancı kaynak, düşük faizler gibi) bol bol faydalandılar,
ama bu koşullar tersine dönmeye başlayınca her ikisi de başta ekonomik olmak
üzere, çoklu krizlere girdiler. Bunun sonucunda İP tek başına iktidar olamaması
yüzünden içinde yer aldığı koalisyona yansıyan sınıf çatışmalarından etkilendi
ve giderek taban kaybetti. Benzer bir biçimde AKP iktidarı izlenen birikim
stratejisi tersine dönen koknjonktür yüzünden iflas edince krizlere girdi,
taban yitirmeye başladı.
Son olarak, her iki ülke de hızla aşırı sağa, otoriter
ve totaliter bir rejim değişikliğine savruluyor. Brezilya’da bu muhalefet hareketi
aracılığıyla gerçekleşirken, Türkiye’de iktidar bloğunun kendi içinden oluyor.
………
(1) Alfredo
Saad-Filho, Social Policy Beyond
Neoliberalism: From Conditional Cash Transfers to Pro-Poor Growth,
http://dx.doi.org (July 2016).
(2) di Alfredo Saad Filho, Brazil: Social Change from
Import-Substitution to Neoliberalism and the ‘Events of June’ ,
http://www.nuvole.it/wp/7-brazil-social-change-from-import-substitution-to-neoliberalism-and-the-events-of-june-2
(20 October 2015).
(3) EPA-EFE/Fernando
Bizerra , Brazil faces two very different economic models in Bolsonaro and
Haddad, https://theconversation.com (11 October 2018).
(4) Pedro
Mendes Loureiro, Alfredo Saad-Filho,
“The Limits of Pragmatism: The Rise and Fall of the Brazilian Workers’
Party (2002-2016)”, http://eprints.soas.ac.uk (2018).
(5) Agm.
(6) EPA-EFE/Fernando
Bizerrai, agm.
(7) Roxana
Pessoa Cavalcanti, “How Brazil’s far right became a dominant political force”,
https://theconversation .com (January 25, 2017).
(8) di
Alfredo Saad Filho, agm.
(9) https://mronline.org/2018/10/11/brazil-left-unites-in-support-of-haddad-as-candidate-works-to-woo-voters.
20 Ekim 2018 Cumartesi
BREZİLYA: POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (1)
BREZİLYA: POPÜLİST PRAGMATİZMİN ÇÖKÜŞÜ VE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ (1)
Mustafa Durmuş
20 Ekim 2018
Pele ya da Alex’i pek çoğumuz duymuş olsak da Bolsonaro’yu neredeyse hiç
birimiz daha önce hiç duymamıştır. Ancak son günlerde dünyadaki emek ve
demokrasi güçleri bu isimle ilgili olarak Brezilya’daki gelişmeleri endişe ile
izliyor.
Çünkü iki hafta önce yapılan başkanlık seçimlerinin ilk turunda Sosyal
Liberal Parti’nin adayı olan Bolsonaro yüzde 46 oy ile birinci çıktı. İktidar
bloğunda yer alan sol popülist İşçi Partisi’nin (İP) adayı olan Haddad ise
sadece yüzde 29 oy alabildi.
BOLSONARO: FAŞİZMİN DİRİLİŞİNİN
SEMBOLÜ
Eski bir asker olan Bolsonaro tıpkı Trump ve dünyadaki diğer benzerleri
gibi ırkçı, homofobik, kadın ve LGBTİ düşmanı ve demokrasi karşıtı aşırı sağcı
bir politikacı.
Öyle ki ülkesinde 1985 yılına kadar hüküm süren askeri diktatörlüğe ve bu
dönemde yapılmış olan işkencelere methiyeler düzebiliyor. Kadınların
erkeklerden daha düşük ücret alması gerektiğini, gay bir çocuğu olsaydı onu
reddedeceğini, kürtaja, göçmenlere, mültecilere karşı olduğunu açıkça söylüyor.
Aynı zamanda da İP’nin başkan yardımcısı olan bir kadın siyasetçiye “tecavüz
etmeye bile değmez” diyebilecek kadar kadın düşmanı, tecavüzcü bir provokatör
olarak anılıyor ülkesinde.
Bolsonaro faşist politik gelenekteki dirilişi temsil ediyor. Brezilya
halklarının ekonomik ve sosyal kazanımlarını ortadan kaldırmak isteyen, büyük
özelleştirmeler yapılmasını talep eden neo-liberal ideoloji ile uyumlu hareket
ediyor. Bu nedenle de, ülkedeki zengin seçkinlerin eski Başkan Lula’nın içeri
atılmasını sağlayarak onun başkanlığının önünü açtığı ileri sürülüyor (1).
28 Ekim tarihinde yapılacak olan ikinci tur seçimlerinde eğer demokrasi
güçleri güç birliği yapıp Bolsonaro’nun seçilmesini önleyemezse bu durum sadece
Brezilya ve Latin Amerika’yı etkilemeyecek. Aynı zamanda dünyada finans
kapitalin doğrudan emrinde olan faşist iktidarlardan biri daha kurulmuş olacak
ki bu dünyadaki demokrasi güçleri için çok kötü bir haber.
BOLSONARO’NUN GENİŞ BİR KİTLE
DESTEĞİ VAR!
Bolsonaro’nun yükselişi gelip geçici bir durum olmadığı gibi, hafife
alınacak bir olgu da değil. Çünkü gücü, etkileyebildiği ve ağırlığını
yoksulların, orta sınıfların oluşturduğu seçmen tabanının ve burjuvazinin
(özellikle de küreselleşmeye entegre olmuş kanadının), 15 yıllık sol popülist
koalisyondan ekonomik ve siyasal olarak umudunu kesmeye başlamış olan bir kısım
burjuvazinin, müesses nizamın diğer unsurları olan bürokrasinin, asker ve
polisin, Neo Nazi sivil faşist güçlerin, çeteleşmiş yaygın suç örgütlerinin
verdikleri destekten kaynaklanıyor.
Keza 52 sandalye ile, Kongre’de 55 sandalyeli birinci parti konumunda olan
İşçi Partisi’nin ardından ülkenin en büyük ikinci partisi durumunda. Yani
Kongre’de de ciddi bir desteğe sahip.
TEK ÖRNEK DEĞİL, DÜNYADA AŞIRI SAĞCI
POPÜLİZM YÜKSELİYOR!
Küreselleşmenin gerilemeye ve ulusal pazarlarda korumacılığın artmaya
başladığı bir dönemde, artık dünyanın birçok ülkesinde iktidara ırkçı, aşırı
sağcı, faşist partiler gelmeye başladılar. Üstelik bu iktidarlar kısa vadeli
olmuyor, en az 10-15 yıl sürebiliyorlar.
Nasıl ki 16.Yüz yılda Martin Luther, Katolik Kilisesinin bir keşişi
olmasına rağmen, Kilisenin sahteciliğine ve yolsuzluklarına ve Tanrı ile insan
arasında aracılık rolüne karşı çıkarak Hristiyanlıkta reformizm anlamına da
gelen Protestanlığı ortaya atarak kitleleri arkasına alabildiyse, emekçilerin
kapitalizme olan tepkisini sömüren günümüzün sağcı popülist hareketleri ve
liderleri de Luther’in yaptığına benzer bir şey yapıyorlar.
Söylemlerinde zengin seçkinleri hedef tahtasına koyuyorlar, eşitsizliklere
ve yoksulluğa karşı çıkıyorlar, yolsuzlukları eleştiriyorlar. Yani halkın
siyasal rejime, seçim sistemine olan kızgınlığından yararlanıyorlar. Özellikle
de yolsuzlukları ve skandalları kullanıyorlar.
İktidara geldiklerinde uyguladıkları programlar ise çok somut değil. Bazen
bir tür refah devletini savunabiliyorlar ya da Brezilya’da açıkladıkları gibi
neo-liberal çözümlere yönelebiliyorlar. Ancak bu popülist liderlerin ortak
noktası devleti ele geçirerek, hem kendilerini, hem de çevresini
zenginleştirmek, bir tür “ahbap-çavuş kapitalizmini” yaygınlaştırmak oluyor
(2).
Bu hareketlerin merkezi Doğu Avrupa (özellikle de Polonya, Macaristan, Çek
Cumhuriyeti, Bulgaristan ve Bosna) olsa da, Merkez Avrupa içinde Avusturya’da,
İtalya’da, Almanya, hatta İsveç’te bile ciddi taban oluşturmaya başladılar.
Türkiye’de son 15 yıldır sağcı popülist, otoriter Erdoğan iktidarını
pekiştirerek sürdürüyor. Putin ise Rusya’da çok güçlü bir konumda. Asya’da;
Japonya’dan, Tayland’a ve Kamboçya’ya kadar benzer gelişmeler söz konusu.
Hindistan’da Modi iktidarı sağcı otoriterliğin tipik bir örneğini oluşturuyor
(bu gidişata sadece Malezya uymadı). Latin Amerika’da, Kolombiya’da yenilerde
başkan seçilen Duque neo liberal ekonomik politikaları ve askeri güvenlikçi
politikaları hızla hayata geçirirken, Nikaragua’da Ortega yönetimi militarizme
kaymaya başladı. Kısaca Bolsonaro dünyada tek örnek değil (3).
NEO-LİBERAL POPÜLİST OTORİTERLİĞİN
KAYNAKLARI
Dünyadaki bu gelişmenin nedenlerinin başında yıllardır bu ülkelerde
iktidarda olan merkez partilerin neo-liberal küreselleşmeyi benimsemeleri ve
buna uygun ekonomi politikaları uygulayarak, ekonomik sorunların ve
eşitsizliklerin artmasına, halklarının yoksullaşmasına neden olmaları olgusu
geliyor.
Bu durum bu partilerin taban kaybetmeleri ile sonuçlanırken, hızla değişen
dünya koşullarında kapitalizmin geleceğine ait belirsizlikler nedeniyle korkuya
kapılan halklar, bu korkularını çok iyi kullanan aşırı sağcı partiler ve
hareketlerin eline düşmeye başlıyorlar.
Bu bağlamda örneğin, şu ana kadar sosyal refah toplumunun en parlak örneği
olarak sayılan Kuzey Avrupa ülkelerinden biri olan İsveç’teki son gelişmeler
hem korkutucu, hem de öğretici nitelikte.
Çünkü dünyada tüm zamanların, yurttaşlarına en yüksek refahı sunan
ülkelerinin başında gelen ve mültecilere hep kucak açtığı için “dünyanın
vicdanı” olarak da anılan İsveç’te aşırı sağ giderek güçleniyor. Eylül
başlarında yapılan seçimlerde iktidarın ana ortağı olan Sosyal Demokrat Parti
son yüzyılın en kötü sonucunu alırken (yüzde 28), ırkçı, homofobik, mülteci
karşıtı, aşırı sağcı popülist parti “İsveç Demokratları” yüzde 20’ye yakın bir
oy alarak parlamentoda üçüncü parti konumuna geldi (4).
BREZİLYA BU DURUMA NASIL GELDİ?
Aslında soruyu “dünya bu duruma nasıl geldi” diye sormak daha doğru
olacaktır. Zira böyle hareketleri, partileri iktidara taşıyan faktörler
birbirine çok benziyor: Neo liberalizmin daha da artırdığı bölüşüm eşitsizliği,
derin yoksulluk, yolsuzluklar, müesses nizamın ve merkez partilerin ekonomik ve
siyasal sorunlara çözüm üretememesi, küreselleşmenin hızlandırdığı göçler ve
mültecilik sorunları ve tüm bu sorunların halkta liberal demokrasiden umudunu
kesmesine yol açması gibi birçok faktör söz konusu.
Yani neo liberalizmin egemen olmaya başladığı 1980’li ve 1990’lı yıllarda
küreselleşme ve serbest ticaretle sorunu olmayan sosyal demokrat ya da merkez
sol iktidarlar neo-liberal strateji ve politikalara karşı çıkmadılar, sadece
onun daha yumuşak versiyonunu (bir tür sosyal neo liberalizm) hayata
geçirdiler. Bu durum onları bir süreliğine iktidarda tutarken, bu politikaların
daha da derinleştirdiği ekonomik sorunlar tabanda aşırı sağcı fikir ve
örgütlenmelerin güçlenmesi ile sonuçlandı.
Brezilya da bu gelişmelerden nasibini aldı. Son 15 yıldır iktidarda olan
sol popülist ağırlıklı koalisyon pragmatik bir yaklaşımla halka dönük küçük
iyileştirmeler yaparken, asıl olarak neo liberal politikalar uyguladı.
Özellikle de 2011 yılından itibaren uluslararası konjonktür tersine dönmeye
başlayıp ekonomik sıkıntılar artınca, bunun sınıfsal ittifaklar üzerinde
yarattığı çözücü etkilerin sonucunda hızla taban kaybetti ve bu taban giderek
aşırı sağ, ırkçı, faşist hareketlere yöneldi.
HALKA İÇİRİLEN ZEHİRLİ İKSİR
Brezilya’daki bu hızlı sağa kayma konusunda kuşkusuz farklı görüşler
mevcut. Bazı yazarlar ülkedeki bu gelişmeleri halkın zengin seçkinler
tarafından bir tür zehirlenmesi olarak açıklıyor. Örneğin ünlü ekonomist Thomas
Palley bu görüşü savunanlardan birisi.
Palley’e göre (5), “Brezilya halkı şeytanca bir politik büyüye kapıldı.
Halk uykusunda geziyor, demokrasiyi yok eden bir felakete doğru adım adım
yaklaşıyor. Bu seçmenler zehirli bir politik iksir içmiş gibiler. Hem hafıza
kaybı (amnezya) yaşıyor, hem de giderek biçim değiştiriyorlar. Bu iksiri
bunlara ülkenin zengin seçkinleri içirdiler. Bunu da parlamentoda yaptıkları
darbe ve satın alınmış medyaları aracılığıyla gerçekleştirdiler. Hafıza kaybı
yaşıyorlar çünkü haksız bir şekilde yolsuzlukla suçlanıp içeri atılan Başkan
Lula döneminde ücretlerinin nasıl arttığını ve eşitsizliklerin nasıl azaldığını
unuttular. Ayrıca İP’in yolsuzluğa ortak olduğu iddiasına inandırılarak
seçkinlere destek vermeye başladılar. Oysa İP zenginlerin beslendiği hortumu
kesmeye çalışıyordu”.
NEOLİBERAL SOSYAL POLİTİKALAR VE
KOALİSYONLARIN AÇMAZLARI
Dünyada yoksullukla mücadelede çok yaygın bir sosyal politika aracı olarak
kullanılan “şartlı nakit destekleri” (Bolsa Familia) gibi popülist destekler
söz konusu.
Bunlar toplumdaki bazı seçilmiş kesimlere sunulan ve vergilerle finanse
edilen küçük çaplı, ama şarta bağlı nakit ödemelerini içeriyor. Bu destekler de
bir yandan eşitsizliğin azaltılmasını ve yoksulluğun yönetilmesini sağlarken,
bir yandan da sisteme olan itirazın ve radikal muhalefetin önlenmesine hizmet
ediyor.
Bazı yazarlar Brezilya’daki siyasal gelişmeleri İP’in tek başına iktidar
olamamasına, bu nedenle de koalisyon hükümetleri sırasında böyle sosyal
politikalarını tam olarak uygulayamamasına bağlıyorlar.
Örneğin siyaset bilimci Cavalcanti’ye göre (6), Brezilya’da irili ufaklı 25
siyasal parti var. Bu nedenle de sol popülist İP hiçbir zaman yüzde 25’tan
fazla oy alamıyor. Böylece de İP genelde aralarında küçük sağcı partilerin de
bulunduğu partilerle koalisyon yapmak durumunda kalıyor.
Yani İP, bir yandan “Bolsa Familia” gibi sosyal güvenlik ve nakit transferi
politikası ile yoksulluğu azaltıcı politikalar uygulayıp, asgari ücreti
yükseltip, üniversite eğitimini kitleselleştirmeye çalışmak gibi ilerici
politikalar uygulamaya, diğer yandan çok kötü durumdaki kamusal hizmetleri
adaletsiz bir vergi sistemi ile finanse etmeye çalıştı. Koalisyondaki diğer
partilerin servet zenginlerini vergileyerek buradan sağlanacak finansman ile
nitelikli kamu hizmeti verilmesine sıcak bakmaması İP’in yaptığı birçok iyi
işin görünür olmasını önledi. Böylece halkın hoşnutsuzluğu giderek arttı. Öyle
ki 2013 yılında olduğu gibi, toplu taşım ücretlerinin artırılması sonucunda
ülkede yaygın protestolar ve kitle gösterileri patlak verdi.
Böyle sosyal politikalar (bazı araştırmacılara göre) Bolsonaro’nun
yükselişinin asıl nedenini oluşturuyor. Çünkü bunlar yoksulların durumunu kısa
dönemde iyileştiriyor, düşük ücretlileri sübvanse ediyor ama yoksulluğun
yeniden üretimini de, kalıcı bir hale gelmesini de sağlıyor.
Bu bağlamda bu politikalar en iyisinden neo-liberalizm ile uyumlu, ancak
yaşam koşullarında iyileştirmek, yurttaşlık haklarını genişletilmek ve
neo-liberalizm altında yoksulluk ve adaletsiz yeniden bölüşümün yeniden
üretimini önlemek gibi konularında son derece yetersiz kalan politikalardı (7).
Kısaca sağlanan şartlı nakit yardımları, halkın üzerindeki ağır vergilerin
ve yüksek ücretli ve kalitesi düşük kamu hizmetlerinin neden olduğu
hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmaya yetmedi. Bu da halkın tepkisinin artmasına ve
giderek yaygın toplu protestoların ortaya çıkmasına neden oldu.
.....devam
edecek: Brasilia’dan Ankara’ya Ortak Yönler
……………..
(1) Thomas Palley, “Brazil is Falling Under an Evil Political Spell”,http://www.thomaspalley.com (16 October 2018).
(2) John Feffer, “Why Is the Radical Right Still Winning?”,commondreams.org/…/20…/10/11/why-radical-right-still-winning (11 October 2018).
(3) Agm.
(4) https://www.npr.org/…/sweden-election-ruling-party-scrapes-….
(5) Palley, agm.
(6) Roxana Pessoa Cavalcanti, “How Brazil’s far right became a dominant political force”, https://theconversation .com (January 25, 2017).
(7) Alfredo Saad-Filho, Social Policy Beyond Neoliberalism: From Conditional Cash Transfers to Pro-Poor Growth, http://dx.doi.org (July 2016).
Formun Üstü
16 Ekim 2018 Salı
11 Ekim 2018 Perşembe
"ENFLASYONLA TOPYEKÛN MÜCADELE PROGRAMINİN" TOPYEKÛN OLMAYAN ETKİLERİ
"ENFLASYONLA TOPYEKÛN MÜCADELE
PROGRAMINİN" TOPYEKÛN OLMAYAN ETKİLERİ
Mustafa Durmuş
11 Ekim 2018
Çok iddialı bir adı var iki gün önce
açıklanan programın: Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı. Böyle bir adla
açıklandığı için de haklı olarak kapsamlı ve tutarlı bir program bekliyorsunuz.
Ancak durum hiç öyle değil. İki ay
süreli, 50 üründe yüzde 10 fiyat indirimi, kredi faizlerinde yüzde 10’luk bir
faiz indirimi ve bekleyen KDV ödemelerinin yapılması gibi kabaca dört önlemde
özetlenebilecek minik bir programla karşı karşıyayız.
Her ne kadar bu programı hazırlayanlar
topyekûn sözcüğünü kullanarak bunu adeta bir ulusal seferberlik olayı gibi
sunmuş olsalar da, bu seferberlikte fedakârlık beklenenler arasında hemen tüm
toplumsal kesimler var ama siyasal iktidarın kendi yok.
Örnek olarak işletmelerden indirim,
halktan anlayış bekleniyor ama hükümet kendi belirlediği doğal gaz ve elektrik
fiyatlarında her hangi bir indirime gitmiyor. Sadece kesin söz vermemekle
birlikte bu yılsonuna kadar bu ürünlere zam yapılmayacağını söyleyebiliyor.
Üstelik bundan sadece 10 gün kadar önce bu iki ürüne de en az yüzde 10 oranında
zam yapılmış olduğu gerçeği ortada iken.
BENİM DIŞIMDA HERKES SORUMLU !
Programda, siyasal iktidarın bu denli
yüksek bir enflasyonun nedenlerini açıklayan bir çözümlemesi mevcut olmadığı
gibi bu konuda da her hangi bir özeleştirisi yok.
Oysa tarım ve hayvancılıkta
sektörlerindeki üretim faaliyetlerini durma noktasına getiren neo liberal
tarımsızlaştırma politikaları, yapılan büyük çaplı özelleştirmeler, yabancı
kaynakla sürdürülen inşaata dayalı büyüme stratejisi gibi faktörler yüksek ve
kalıcı enflasyonun asıl-yapısal nedenlerini oluşturuyor.
Dövizin kurundaki sadece 9 aylık
süredeki yüzde 40’ı aşan yükseliş ve faiz oranlarındaki artış enflasyonun
konjonktürden kaynaklanan nedenlerinden bazıları.
Hem yapısal hem de konjonktürel nedenler
enflasyonu arz yönlü ya da maliyet yönlü olarak artırdı. ÜFE (yüzde 46) ile
TÜFE (yüzde 25) arasında 21 puan gibi yüksek bir farkın bulunması da
maliyetlerdeki artışın ne denli önemli olduğunu gösteriyor.
Yani şirketlere verilen talimata rağmen
bu fark süreç içinde tüketici fiyatlarına yansıtılacaktır. Çünkü kapitalist
piyasa mekanizmasının kendi kuralları var ve siyaset buna ancak kısmen etkide
bulunabiliyor.
Diğer yandan Kredi Garanti Fonu (KGF)
aracılığıyla son iki yıldır pompalanan banka kredilerinin yarattığı tüketim
harcamaları artışı enflasyonu talep yönlü artıran bir başka faktör.
Arz (maliyet) ve talep yönlü faktörlerin
hepsi bu süreçte ülkeyi yöneten siyasal iktidarın ve kurulmakta olan ‘Yeni
Rejim’in sorumluluğu ve kontrolündeydi. Yani, bu gelişmelerden ilk sorumlu
tutulması gereken doğal olarak siyasal iktidardır, hükümettir.
Ama “topyekûn program”, “enflasyonla
mücadele sadece devletin işi değildir, herkes elini taşın altına sokmalı” gibi
açıklamalar bu sorumluluğu muğlaklaştırıyor. Belki de bu nedenle bu ifadeler
programa özellikle yerleştirildi. Böylece son zamanlarda her konuda olduğu
gibi, siyasal iktidar sorumluluğunu kendi üzerinde bir çırpıda atıveriyor.
Ancak programın özünü oluşturan
“beklentiler” ve “güven” gibi konularda bu davranışın pek de olumlu bir etkide
bulunduğunu ileri sürebilmek zor.
İKİ AYLIK BİR MÜCADELE PROGRAMI OLUR MU?
Enflasyon tanımı ile başlarsak,
enflasyon fiyatlar genel seviyesinde (TÜFE ile gösterilen) bir kerelik değil,
sürekli artışları anlatır. Oysa programa göre yapılacak indirimler sadece iki
aylığına yani bir nevi belirli bir süreliğine yapılacak.
Gerçekten bu indirimler yapılacak mı
şimdiden bilmek mümkün değil. Bu nedenle de Hükümet bu işin kontrolünü zabıtaya
ya da kolluğa bırakmış görünüyor (1).
Ayrıca iki aydan sonrası belirsiz.
Program devam edecek mi, hali hazırda stagflasyona girmiş bir ekonomide böyle
bir program ekonomik krizi daha da derinleştirmez mi, gibi soruların yanıtları
yok.
Oysa yüzde 25 gibi bir oranla son onlu
yılların en yüksek enflasyonu ile karşı karşıyayız. Böyle bir gidişat iki aylık
bir süre için süpermarketlerin kendilerinin belirleyecekleri ve sayısı 50 ile
sınırlı olan ürünlerde yapılacak yüzde 10 gibi cüzi bir indirimle nasıl
durdurulabilir?
Üstelik alış veriş yapanlar, özellikle
de gıda ürünlerinde yüzde 70-80’leri bulan fiyat artışlarının olduğunu
biliyorlar. Yani yakın bir zamana kadar 10 liraya aldığınız bir ürün şimdi 18
lira ise bundan yapılacak yüzde 10’luk (yani 1,8 liralık) bir indirimle yeni
fiyat olan 16,2 lira kimin derdine çare olabilir ki?
YENİ ASGARİ ÜCRET ENFLASYON ORANINA GÖRE BELİRLENECEK
Büyük bir olasılıkla program uygulanıp,
enflasyon sepetinde yer alan seçilmiş 50 üründe (toplam ürün sayısının yaklaşık
sekizde biri) en az yüzde 10 indirim yapıldığında TÜFE’nin değeri bir miktar
düşecek ve örneğin Ekim-Kasım aylarının enflasyonu daha düşük çıkacaktır.
Bu düşüşün hem sermaye hem de siyasal
iktidar açısından önemi ortada. Her yıl sayıları yaklaşık 7-7,5 milyonu bulan
asgari ücretli için Aralık ayı sonuna kadar asgari ücret yeniden belirleniyor.
Bu hesaplamada resmi enflasyon oranı baz
alınıyor.
Yani enflasyon ne kadar düşük çıkarsa asgari ücrete yapılacak zam da o denli düşük kalacak.
Yani enflasyon ne kadar düşük çıkarsa asgari ücrete yapılacak zam da o denli düşük kalacak.
Ayrıca 2,5 milyon civarındaki kamu
emekçisinin yeni yıl zammı da bu enflasyon oranından etkileneceği için
toplamda10 milyon civarındaki emekçiye yapılacak ücret zammı açısından
enflasyon oranı hayati bir önem kazanıyor.
Buradan programın neden iki aylık
yapıldığı ve sonrasına ilişkin her hangi bir saptamada bulunulmadığı
anlaşıldığı gibi, bu programın sınıfsal karakteri de ortaya çıkıyor. Program
işverenleri, sermaye kesimini sevindiren bir program niteliğinde. Bu nedenle de
açıklama yapılırken bu kesimin açıklanan programa yeterince destek verdiğine
tanık olduk.
Diğer taraftan geldiğimiz nokta
itibariyle, artık orta ve uzun vadeli program ve stratejilerin üretilemediği
bir döneme girildiğinin de altının çizilmesi gerekiyor.
HALK SEVİNMELİ Mİ?
Süpermarketlerde raflarda 10-12 bin
kalem ürün var ve bunların sadece 50’sinde yüzde 10 indirim yapılacak. Aslında
günler öncesinden ne yapılacağından haberdar olan bu büyük marketler düne kadar
bunu fiyatladılar ve yeni zamlarını çoktan yaptılar.
Böylece yeni zamlar üzerinden yapılacak
indirim bir aldatmacadan öteye gitmez. Kaldı ki indirim yapılan ürün kalemleri
arasında örneğin halkın uzun bir zamandır yanından dahi geçemediği et gibi
artık lüks sayılan temel gıda ürünleri yok.
Kısaca halkın kısmen de olsa
rahatlayacağını ileri sürmek çok güç. Buna karşılık indirim söylemi ve buna
ilişkin marketlere asılan görseller, basında yer alan haberler halkın böyle bir
indirim psikolojisi altında bu marketlerde daha fazla alış veriş yapmasıyla
sonuçlanabilecek.
Bunun kimin işine yaracağı çok açık.
İşletmeler stoklarını eritecek, cirolarını, kârlarını artıracaklar. Sayıları
10-15 civarındaki bu dev marketler zincirleri için aslında bu da bir can simidi
olarak değerlendirilmeli.
Gelir artışına dayalı olmayan bir tüketim
artışı ise halkın borçlarının daha da artmasına neden olurken, talep yönlü
olarak yakın gelecekteki enflasyon artışının da kaynağını oluşturacak.
FAİZLER İNECEK AMA TÜKETİCİYE İNDİRİM YOK !
İktisat derslerinde öğretildiği üzere,
enflasyonla mücadele söz konusu ise sadece tüketicilerin değil, yatırımcıların
da harcamalarını kısması gerekir. Böylece toplam talebin azaltılarak fiyatların
baskılanması hedeflenir. Bu yüzden de faizleri düşürmek değil, yükseltmek
gereklidir.
Diğer taraftan programda önerilen şey
bunun tam tersi. Kredi faizlerinin oranı (1 Ağustos’tan itibaren kullanılan)
yüzde 10 azaltılacak. Bunun iki nedeni olabilir. Ya programı hazırlayanlar
yüksek faizin enflasyonun nedeni olduğunu ileri süren otoritenin görüşünü aynen
paylaşıyorlar (bu bağlamda Merkez Bankası’nın aksi yöndeki görüşü önemini
yitiriyor) ya da ticaret ve sanayi sermayesine bu programa destek olmaları için
bir gül dalı uzatılıyor.
Faizleri indirecek olan bankaların bu
indirim karşılığında karşılaşacakları kaybı nasıl telafi edecekleri, kimlere
yansıtacakları önemli. Aslında yansıtacakları kesim belli. Çünkü programda bu
kesimin kredi faizlerinde bir indirim öngörülmüyor. Yani sayıları onlarca
milyonu bulan tüketicilerden, bizden söz ediyoruz.
Programda tüketici kredisi, ihtiyaç
kredisi, konut kredisi veya kredi kartı kullanıcılarına fiilen uygulanan aylık
yüzde 3’e dayanan kredi faizlerinin hafifletilmesine yönelik her hangi bir
indirim yok.
Sanayicinin, tüccarın ve esnafın
azaltılan faizinin yükünü bankalar üstlenmeyecek ve bunu artan tüketici kredisi
faizleri ve komisyonlarla tüketicilere kaydıracaktır. Alın size programın
sınıfsal niteliğine ilişkin bir sonuç daha.
SERMAYEYE 150-200 MİLYAR LİRALIK KDV İADESİ YAPILACAK
Sermaye kesimine bu program altında verilen
bir diğer söz KDV alacaklarının iki ay içinde onlara geri ödeneceği sözü. Bu
iade tutarının 150-200 milyar lira arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu
alacakların geri ödenmesinin enflasyonla mücadeleyi güçlendirmeyeceği,
zayıflatacağı ortada.
Zira bu iadeler bu firmalarda bir
genişleme, bu da talep artışı ve böylece fiyat artışı etkisi yaratacaktır. Bir
kez daha sermaye yanlısı bir program karşımıza çıkıyor.
Ayrıca bu ödemeler devletin kasasından
çıkacağı için hali hazırda iki katına çıkmış olan bütçe açığı daha da artacak,
bu da enflasyonu körükleyeceği gibi seneye artacak kamu borçlanması gereğince
kamunun kredi kullanımı da artacak.
Bir süredir reel yatırımlardan ziyade
Hazine’yi fonlayan bankalar artık giderek daha çok devlete borç verecek,
faizler artacak. Bankalara da gün doğmuş olacak.
Böylece bu programın aslında enflasyonla
mücadele adını taşımasına rağmen, gerçekte kriz içinde debelenen ekonomiyi,
durgunluktan çıkartacak önlemler öngördüğü ortaya çıkıyor. Yani adı enflasyonla
mücadele olsa da yeni yıldan itibaren enflasyonu daha da körükleyen bir
programa dönüşebilir.
Diğer taraftan bu yapılırken, bugün
yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı genelgesine göre (2), devletin yeni yatırımları
durdurulacak. Yani özel sektör desteklenirken, kamu ekonomiden iyice çekilecek.
Bunun öncelikle kamuda iş olanaklarının iyice azalacağı anlamına geldiği açık.
OLUMLU BEKLENTİ "GÜVEN" İLE OLUŞTURULABİLİR !
Stok eritme etkisi, faiz indirimi, KDV
iadeleri gibi sermaye kesimimin kısa vadeli ihtiyaçlarını karşılayabilecek gibi
dursa da bu program ekonominin aktörlerinde yaratmak istediği güveni
yaratabilecek mi?
Program bildik anti enflasyonist maliye
ve para politikalarını reddederken, asıl olarak iktisatta “beklentiler modeli”
olarak da anılan bir modeli esas alıyor. Buna göre eğer ekonominin temel
aktörleri (tüketiciler, firmalar, piyasalar) enflasyonun düşeceğine
inanırlarsa, böyle bir beklenti içine girerlerse enflasyon düşürülebilir (3).
Ekonominin psikolojik faktörler de dâhil
olmak üzere çok sayıda faktörden etkilendiği gerçeğinden hareketle bu bakışta
haklılık payı olduğu ileri sürülebilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için
siyasete ve siyasal iktidara güven duyulması önkoşuldur.
Yani hem ekonomideki hem de demokrasi,
hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler gibi konularda belirsizlikleri ve
riskleri ortadan kaldıran bir güven yaratılmak zorunda.
Belki de bu programın kendi içinde en
yumuşak karnı burası. Ülkenin demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi konulardaki
karnesi biliniyor. Neredeyse bütün ekonomik kararların tek bir merkezden
alındığı, ülkeye ait bütün mali kaynakların tek bir merkeze bağlandığı yeni bir
rejim yaşıyoruz.
Bu arada karar alıcılar konusundaki
güven duygusunun en çok aşındığı bir dönemden geçiyoruz. Öyle ki McKinsey
olayında da yaşandığı gibi bir Bakanın yaptığı anlaşma üç gün sonra en tepeden
gelen bir müdahale ile bozulabiliyor. YEP açıklanıyor, enflasyon oranı yüzde
20,8 olarak ilan ediliyor, daha bir hafta geçmeden bu oran yüzde 25 olarak
düzeltiliyor.
Böyle bir durumda yerli ve yabancı
piyasa aktörlerinin, irili ufaklı işletme sahiplerinin duyması gereken ve
beklenti modelinin özünü oluşturan bu güven nasıl oluşturulacaktır? Belki de bu
bilindiğinden, bu kesimlere faiz indirimi, KDV iadesi gibi teşvikler sunularak
tepkileri hafifletiliyor.
Halkın payına düşen
ise büyük olasılıkla gelecek yıldan itibaren daha da artacak olan işsizlik,
yoksulluk ve borç yüküne ilave olarak hız kesmeyecek olan enflasyon ve hayat
pahalılığı olacaktır.
…………
(2) 2019-2021 Dönemi
Yatırım Programı Hazırlıkları ile İlgili 2018/12 Sayılı Cumhurbaşkanlığı
Genelgesi, http://www.resmigazete.gov.tr.
(3) https://larspsyll.wordpress.com/…/david-k-levine-is-totally…
(14 February, 2012).
Formun Üstü
Etiketler:
beklentiler,
Enflasyon,
maliye politikası,
sermaye teşvikleri
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)