27 Şubat 2019 Çarşamba
24 Şubat 2019 Pazar
BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ: YOKSULLUKLAŞMA, YOLSUZLUK VE OTORİTERLEŞME (2) Yoksulluk, piyasalar ve devlet
BERMUDA
ŞEYTAN ÜÇGENİ: YOKSULLUKLAŞMA, YOLSUZLUK VE OTORİTERLEŞME (2)
Yoksulluk,
piyasalar ve devlet
Mustafa
Durmuş
24
Şubat 2019
Dünyada eskisinden daha
fazla dolar milyarderinin olduğunu ve sayılarının giderek arttığını biliyoruz. Ancak
bildiğimiz bir diğer şey, kendilerini dünyanın efendileri olarak gören bu süper
zenginlerin servetleri rekor düzeyde büyürken, dünyanın geri kalanının giderek
yoksullaşıyor olması.
Bu olumsuz gelişimde
devletlerin de sorumluluğu var. Çünkü günümüz kapitalist devletleri ağırlıklı
olarak finans sektöründeki yüksek rant gelirlerinden elde edilen bu servetlerin
büyütülmesi için her türlü kolaylığı gösterirken bunların sahiplerini gerçekte
vergilendirmiyorlar.
Öyle ki ortalama olarak zenginler
servetlerinin sadece yüzde 4’ü kadar bir vergi ödüyorlar. Bazı ülkelerde ise en
yoksul yüzde 10, en zengin yüzde 10’a göre gelirlerinden çok daha fazla oranda
vergi ödüyor (1) .
Yeterince vergi toplayamayan
ya da toplamayan devletler bu kez eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri gibi
zorunlu hizmetleri sunmakta zorlanıyorlar. Bugün artık iyi nitelikli eğitim,
sağlık ve sosyal güvenlik hizmetini sadece zenginler satın alabiliyorlar. Bu temel
hizmetlere yeterince kamusal kaynak ayrılmaması da bu hizmetlerin ya
sunulmaması ya da özel sektöre bırakılmasıyla ve böylece parası olmayan
yoksulların bu hizmetlerden dışlanması ve yoksulluklarının daha da artmasıyla
sonuçlanıyor.
Yoksulluğun
en sert vurduğu iki kesim: Kadınlar ve çocuklar
Bu politikalar en çok da
en yoksul kadın ve çocukları vuruyor. Ekonomi politikalarının insani ve
ekonomik-sosyal maliyetleri hızla artarken, kadın ve çocuklar bu maliyetlerden
en fazla etkilenen kesimler oluyor. Bu da yoksul çocuklarının geleceğinin nasıl
daha da kötü olacağını ortaya koyuyor.
Standing’in dediği gibi, “aşırı
eşitsizlik sadece mevcut kuşak açısından değil, gelecek kuşaklar için de büyük
bir tehlike. Çünkü gelecek kuşakların sosyal akışkanlık imkânını ortadan
kaldırıyor. Yoksul çocuklarının bir zamanlar olduğu gibi, iyi nitelikli eğitim
ile bırakın sınıf atlamaları, yoksulluktan kurtulabilmeleri bile artık imkânsız
hale geliyor” (2).
Birçok ülkede iyi bir
eğitim ve sağlığa erişimin tek yolu artık para sahibi olmak iken, yoksulluk daha
fazla hastalık ve mezara erken girmek anlamına geliyor. Yoksullar, zenginlerden ortalama 10-20 yıl
daha az yaşıyorlar. Yoksul bebeklerinin
5 yaş öncesinde ölüm oranı zengin bebeklerininkinin iki katı (3).
OECD, çocuk yoksulluğunu
gelirleri yoksulluk sınırının altında olan ailelerdeki çocukların yoksulluğu
olarak ele alıyor. Yoksulluk sınırı ise bir ülkedeki medyan gelirin yarısından
az gelir olarak tanımlanıyor.
Bu açıdan çocukların en
yoksul olduğu ülke (azalıyor olsa da) yüzde 33 ile Çin (Hindistan’dan dahi
yüksek). Çocukların en yoksul olduğu merkez kapitalist ülkelerin başlarında
İspanya, ABD, İtalya, Kanada, Yeni Zelanda ve Japonya gelirken; en düşük olduğu
ülkeler olarak Danimarka gibi İskandinav ülkeleri (yüzde 3) ve Kuzey Avrupa’nın
diğer bazı ülkeleri ( yüzde 10) sıralanıyorlar (4).
Kapitalist
dünya erkek egemen bir dünya
Bir başka çarpıklık
servetin kadın ve erkek arasındaki dağılımı ile ilgili. Araştırmalara göre kadınlar
erkeklere göre küresel servetten yüzde 50 daha az pay alıyorlar. Şirketlerin
yüzde 86’sını da erkekler kontrol ediyor (5).
Buna paralel olarak en
yoksul kesimlerin kadınlar olduğu görülüyor. Kamusal hizmetler yetersiz
kaldığında (bundan belki tüm cinsler zarar görüyor) kadınlar ve kız çocukları çok
daha ağır bedel ödüyorlar. Zira işyerleri kapandığında ya da eğitim harcamaları
kısıldığında fedakârlık ilk onlardan bekleniyor. Sağlık hizmetleri verilmeyip
hastalar eve mahkûm edildiklerinde de onlarla birlikte eve kapatılanlar öncelikle
kadınlar oluyor.
Kadın işçiler dünya genelinde aynı sektörlerde ve eşit
işlerde erkek işçilerden ortalama yüzde 23 daha az ücret alıyorlar. Kadın
işçilerin yüzde 75’i (600 milyon) her türlü yasal haktan yoksun bir biçimde
kayıt dışı çalıştırılıyor. Kadınların ev işleri, çocuk bakımı gibi karşılığı
ödenmemiş emeklerinin yıllık değeri ise 10 trilyon doları buluyor (dünya yıllık
hasılasının sekizde biri kadar).
Yani kadınlar ücretli emeklerinin 10 katı kadar da ücretsiz
çalıştırılıyorlar. Üstelik erkeklerden daha uzun saatler ve ortalama çalışma ömürlerinde
4 yıl daha fazla çalışıyorlar. Dünyadaki 781 milyon okuryazar olmayan insanın
üçte ikisi kadınlardan oluşuyor ve bu oran son 20 yıldır hiç değişmedi. 153 ülkedeki
yasalar ekonomik olarak kadınlara karşı ayrımcılığa izin veriyor. 18 ülkede ise
erkekler eşlerinin çalışmasını yasal olarak önleyebiliyorlar. Dünya çapında her
3 kadından 1’i yaşamları boyunca şiddet ya da tacize uğruyor (6).
Türkiye’de
yoksulluk artıyor!
Türkiye kapitalizmi de küresel
kapitalizme uygun bir biçimde servet ve gelir eşitsizliği ve aynı anda kitlesel
bir yoksulluk durumu sergiliyor.
Öyle ki bugün ülkede en zengin
yüzde1’lik nüfus milli gelirin yüzde 23’ünden fazlasını alıyor ve toplam
servetin de yüzde 54’ünden fazlasına el koyuyor. En zengin yüzde 20’lik nüfus
milli gelirin yüzde 47’sine, en zengin yüzde 10’luk nüfus servetin yüzde 78’ine
sahip (7).
Bu veriler ülkedeki yoksulluğun asıl
nedeninin gelir ve servet bölüşümündeki adaletsizlik olduğunu ortaya koyuyor.
Yani yüzde 1 yüzde 99’un yoksulluğunun asıl nedenini oluşturuyor.
Bölüşüm adaletsizliği, yüksek enflasyon – işsizlik- borçluluk yoksulluğun
ana kaynakları
Öyle ki, net asgari ücret aylık 2, 200
lira, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1, 893 lira ve 4 kişilik bir ailenin
yoksulluk sınırı 6,167 lira (8). Asgari ücret ve altında bir ücretle kayıtlı ve
kayıt dışı olmak üzere toplam 10 milyona yakın işçi çalışıyor. Bu arada ülkede 7
milyonu aşkın işsiz var. Gıda enflasyonu yüzde 50 civarında. Üstelik ülke
insanı son 16 yılda 14 kat daha da borçlu hale gelmiş. Bu durum insanımızın yoksulluğunu
daha da artırıyor.
AB standartlarına göre ülkede 41 milyon
insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Kuzey-Güney ve Doğu Anadolu’da
yaşayanlar toplam ülke tüketiminin sadece yüzde 11’ini yapabiliyorlar. Oysa tek
başına İstanbul ilinin tüketimdeki payı yüzde 25. Bu bölgelerdeki haneler
bütçelerinin sadece yüzde 1’ini çocuklarının eğitimi için ayırabiliyorlar (9).
En yoksul yüzde 10 toplam tüketim
harcamasının ancak yüzde 3,8’ini yapabiliyor. En zengin yüzde 10 ise tüketim
harcamasının yüzde 22,7’sini gerçekleştiriyor. En zengin yüzde 10’un tüketim
harcamasından aldığı bu pay, en yoksul yüzde 40’ın aldığı paya eşit. En yoksul
yüzde 10’luk nüfus neredeyse tamamen barınmak ve doymak, yani konut ve kira ile
gıda harcaması için çalışıyor (10) .
Ülkede yaklaşık 31 milyon insan
yoksulluk yardımlarıyla yaşıyor (11). Diğer yandan Credit Swiss’e göre ülkede
29 (12), Forbes’e göre 40 dolar milyarderi (13) ve küresel en büyük 250 inşaat
şirketinin 40’tan fazlası Türkiye’de yerleşik bir konumda. Bu da ülkede
uygulanan ekonomi politikalarını ve stratejisini olduğu kadar, ülkenin Orta Doğu’daki
dış politikasını da etkiliyor.
Yoksulluğun bir diğer nedeni: Bütçe politikaları
Türkiye 2016 yılında 35 OECD ülkesi
içinde yüzde 36,4 ile vergi ve prim gibi ödemelerinin brüt ücreti içindeki payı
(mali yük) en yüksek ülkeler arasında yer aldı.
Öyle ki iki çocuklu bir işçi için bu
oran OECD’de ortalama yüzde 26,6 iken, Türkiye’de yüzde 36,4. Yani yaklaşık 10
puan daha yüksek. Keza iki çocuklu bir işçinin vergi yükü OECD’de ortalama
yüzde 14,3 iken Türkiye’de yüzde 25,3 (OECD’de ikinci en yüksek ülke) (14).
Bu farkın nedeni Türkiye’de diğer
ülkelerdeki gibi aile yardımlarının neredeyse hiç mevcut olmaması. Öyle ki, 2014 yılında emekten yana
yeniden bölüştürücü bütçe politikalarının bütçe harcamaları içindeki payı 32
OECD ülkesinde ortalama yüzde 37’yi bulurken, Türkiye’de bu oran yüzde 5
civarında kaldı (15).
Bugün itibariyle Türkiye’de bu oranın daha da düşük
olması beklenmeli. Zira hem 2016 yılında ilan edilen olağan üstü hal (OHAL),
hem de sonrasında girilen ekonomik kriz koşullarında bütçe ve genel olarak kamu
kaynakları ağırlıklı olarak sermaye sınıfı için kullanıldı.
Kaynaklar
sermayeye…
Bu konuda son bir örnek üç gün önce yasalaşan torba
yasa ile sermaye kesimine sağlanan ilave destek. Çünkü sermayeye adeta yeni can simidi
niteliğinde olmak üzere, 8. Madde ile yapılan düzenlemeyle (16); 2018 yılı içinde işyerinden bildirilen
sigortalı sayısına ilave olarak, 1 Şubat ile 30 Nisan 2019 arasında işe alınan
sigortalılar için 3 ay süreyle devletçe prim, vergi ve ücret desteği
sağlanacak. Bunun ödemesi İşsizlik Fonu’nda biriken paradan yapılacak. Ayrıca
işverenin maliyetleri SGK borçlarından mahsup edilecek.
Bu gelişme ülke ekonomisinin durma noktasına
geldiğinin bir göstergesi olduğu kadar, otoriter bir yönetim altında sermayenin
kaynakları nasıl kendinden yana ve fırsatçı bir biçimde kullanabildiğinin de
bir göstergesi. Çünkü bu fonun normalde işçiler için kullanılması gerekiyor.
Örneğin fonda biriken 100 milyarı aşkın para işsizlere asgari ücret ödemesi
olarak kullanılıp, onların sıkıntıları giderilebilir. Ancak işçiden ve işçi
adına yapılan kesintilerden oluşturulan bu fonun kaynakları işverenler için
kullanılıyor.
Sonuç olarak
Bu eşitsizlik ve adaletsizlik göstergelerinin kapitalizmdeki
sınıfsal bölünmüşlüğün yalnızca sonuçları olduğunu görmemiz gerekiyor. Yani 200
yılı aşkındır varlığını sürdüren sanayi kapitalizmi insanlara (iddia edilenin tersine)
sınıfsal sömürü, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik ve krizler dışında pek
de bir şey vermemiş.
Bu sonuçları doğuran olgu ise, toplumdaki diğer sömürü
ve ezme biçimlerinin üzerinde, artı değer sömürüsüne, kâr maksimizasyonu için
üretime ve çevreyi tahrip eden, işçi ve emekçi sınıfları baskılamaya dayalı, toplumsal
cinsiyet eşitliksiz kapitalist sistemin bizzat kendi.
İşsizlikte olduğu gibi, yoksulluk, gelir ve servet
dağılımı adaletsizliğinin nedeni de ana akım iktisatçıların ileri sürdüğü gibi
kaynak yetersizliği değil, kapitalist sistemin kaynakları dağıtma, bölüştürme biçimi.
Çünkü kaynaklar piyasalar ve devlet tarafından sosyal ihtiyaçların karşılanmasından
çok, kâr ve rant elde etmek için dağıtılıyor ve devlet izlediği sosyo-ekonomi
politikaları ile bunu kolaylaştırıyor.
Keza bu bir kerelik olmuyor, piyasalar ve devlet bu
eşitsizlikleri hem yeniden üretiyor, hem
daha da derinleştiriyor. İktisadi krizler ise bu eşitsizlik ve
adaletsizliği daha da artırıyor.
Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet devam ettiği
sürece, istihdam, eğitim, sağlık, ulaştırma, sosyal güvenlik ve sosyal konut
gibi temel hakları karşılamaya dönük kamusal hizmetler kalıcı bir biçimde tüm
toplumun, insanlığın ya da çevrenin yararına olacak bir biçimde sunulamaz.
Son 30 yıldır yaşandığı gibi, bu haklar birer birer
ortadan kaldırılarak sermaye için yeni kârlı alanlara dönüştürülecek şekilde
metalaştırılır. Küçük bir azınlık hızla zenginleşirken geniş kitleler giderek
yoksullaşır, öncesinde durumu göreli olarak daha iyi olanlar dahi bu yoksullar
kervanına katılır.
Neo-liberal çağda sosyal devletlerin çöküşü
kapitalizmi reforme etme çabasının sadece kısa bir süre için işe
yarayabildiğini gösterdi. Bu nedenle de kısa erimde mevcut sistemde çalışan
sınıfların, işçilerin ve işsizlerin çıkarlarını koruyup geliştiren her tür
iyileştirme için mücadele edilmeli.
Ancak, toplumsal yapının dönüştürülüp, tekelci sermayenin
iktidarı sonlandırılmadığı sürece bu reformların asla güvende olamayacağının da
bilinciyle, uzun erimde; kaynakların, tüm toplumun, emekçilerin ve ekolojinin
ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bu sorunlara neden olan israfçı, verimsiz adaletsiz
ve cinsiyet eşitliksiz üretim tarzının ve bunun neden olduğu bölüşüm
ilişkilerinin ortadan kaldırılması gerekiyor.
Şeytan Üçgeni’nin bir ayağı olan yoksulluğun
kapitalist ekonomi politiğin kanunlarından biri olan “Yoksullaştırma ve
Mülksüzleştirme Kanunu”nun doğal bir sonucu olduğu unutulmamalı.
Dip notlar:
(1) 5 shocking
facts about extreme global inequality and how to even it up, https://www.oxfam.org/en/even-it/5-shocking-facts-about-extreme-global-inequality-and-how-even-it-davos
(29 January 2019).
(2) Guy
Standing, The Corruption of Capitalism,
Biteback Publishing Ltd., 2017, s. 27.
(3) 5 shocking,
agm.
(4) OECD, Child
Well-Being Data Portal, http://www.oecd.org/social/family/child-well-being
(16 February
2019).
(5) 5 shocking, agm.
(6) https://www.oxfam.org/en/even-it/why-majority-worlds-poor-are-women, (January
2019).
(7) Facundo
Alvaredo, Lydia Assouad and Thomas
Piketty, Measuring Inequality in the
Middle East, 1990-2016: The World’s Most Unequal Region?, Appendix, (September
2017), s. 27; http://t24.com.tr/haber/akp-doneminde-en-zengin-yuzde-1in-servetten-aldigi-pay-yuzde-543e-cikti (22 Mayıs 2015).
(8) http://www.turkis.org.tr/Eylül-2018-Açlık ve Yoksulluk
Sınırı.
(9) TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2014
(18 Eylül 2015).
(10)
Alaattin Aktaş, https://www.dunya.com/kose-yazisi/iste-gelir-gruplarina-gore-harcama-durumumuz/428416 (25 Eylül 2018).
(11)
http://www.hakanozyildiz.com/2018/11/sosyal-yardm-alan-secmenlerin-says.html (6 Kasım
2018).
(12)
Credit Swiss Research Institute, Global Wealth Report (October 2015).
(13)
“Forbes en zengin 100 Türk'ü açıkladı”, http://www.cumhuriyet.com.tr/Forbes__en_zengin_100_Turk_u_acikladi.html
(2 Mart 2017).
(14)
OECD, Taxing
Wages (2017).
(15)
Orsetta Causa,
OECD Economics Directorate, and Anna Vindics and James Browne, “Income
redistribution across OECD countries: main findings and policy implications”, https://oecdecoscope.blog
(14 February 2019).
(16)
7166 Sayı ve 21 Şubat 2019 Tarihli Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun.
20 Şubat 2019 Çarşamba
17 Şubat 2019 Pazar
BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ: YOKSULLUK, YOLSUZLUK VE OTORİTERLEŞME (1)
BERMUDA
ŞEYTAN ÜÇGENİ: YOKSULLUK, YOLSUZLUK VE OTORİTERLEŞME (1)
Mustafa
Durmuş
17
Şubat 2019
Geçen hafta bu köşede yer verdiğimiz Oxfam raporuna
göre (1), artık dünyada eskisinden daha fazla dolar milyarderinin (toplam
sayısı 2,200) var olduğunu, üstelik bunların sadece 26’sının servetinin dünya
nüfusunun yarısından fazlası olan 3,8 milyar insanın servetine eşit bir servete
sahip olduğunu belirtmiştik. Öyle ki dolar milyarderleri sadece son bir yılda
servetlerini 900 milyar dolar artırmıştı.
Bu durumu bir şekilde açıklamak zorunda hisseden,
dünyanın en zengin ilk üç isminden birisi olan ve servetini ağırlıklı olarak
entelektüel mülkiyet gibi rant gelirlerinden elde etmiş olan Bill Gates,
Davos’tan attığı bir tweet ile “dünyada zengin sayısı artarken, aynı zamanda
yoksul sayısının da son 200 yıldır ciddi ölçüde azaldığını (yüzde 94’ten yüzde
10’a)” müjdeledi (2). Yani bu durumdan herkesin kazançlı çıktığını anlatmaya
çalıştı.
Kazın
ayağı öyle değil…
Kazın ayağının hiç de öyle olmadığını, yoksulluk
alanında çalışmalar yürüten bir araştırmacı olan J. Hickel, Gates’e The
Guardian gazetesinde verdiği yanıt ile gösterdi (3).
Şöyle ki Gates’in referans gösterdiği çalışmada
yoksulluk sınırı kişi başı günlük 1,90 ABD dolarının altında gelire sahip olmak
biçiminde tanımlanıyor. Bugün bu gelir ile temel gıda mallarının dahi
sağlanabilmesinin imkânsızlığı ortada. Bu nedenle de Hickel (bilimsel
araştırmaların da önerdiği gibi) bu sınırın günlük 7,40 ABD dolarına
çıkartılması gerektiğini ileri sürüyor. Böyle olduğunda yoksul sayısı
azalmadığı gibi, örneğin 1981’den bu yana 3,2 milyardan 4,2 milyara çıkıyor. Bu
dünya nüfusunun yüzde 58’inin yoksulluk sınırının altında gelir tükettiği
anlamına geliyor.
Üstelik dünyada herkese yetecek kadar tarımsal kaynak mevcut.
Dünya Gıda Örgütü’nün (FAO) bir raporuna göre (4), küresel tarım 12 milyar
insanı doyuracak büyüklükte gıda (kişi başına günde 2,200 kalori) üretme
kapasitesine sahip. Bu sayı mevcut nüfusumuzun neredeyse 2 katına yakın. Buna rağmen açlık nedeniyle günümüzde onlarca
milyon insan ölüyor. Her 5 saniyede 10 yaşın altında 1 çocuk, her gün 37,000
insan açlıktan ölüyor ve 8 milyara yakın dünya nüfusunun 1 milyarından fazlası kalıcı,
kötü ya da eksik beslenme nedeniyle harap olmuş durumda.
Sorun
yoksullukla sınırlı değil…
200 yılı aşkın bir süredir egemenliğini sürdüren
sanayi kapitalizminin insanlığı getirdiği nokta sadece devasa boyutlara erişen
gelir ve servet eşitsizliği ve beraberinde oluşan kitlesel yoksulluk olgusu
değil. Bu olgu büyük çaplı yolsuzluklar ve giderek artan otoriterleşme ve
demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasaklarla birlikte yürüyor. Nitekim
son yıllarda dünyada ve Türkiye’de üzerinde en çok konuşulan konuların başında bu
konular yer alıyor.
Öyle ki küresel kapitalizmin meşrulaştırıcı organları
niteliğindeki IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kurumları dahi bu konuları gündemlerine
almak zorunda kalıyorlar. Biz de bu konuyu (farklı bir perspektiften) birkaç
bölümden oluşan bir yazı ile analiz edeceğiz.
Öncelikle, bu üç olgunun arasındaki ilişkinin gücü
kadar yönü de önemli. Çünkü her biri diğerinin ya da diğerlerinin hem nedeni,
hem de sonucu olabiliyor. Bu bağlamda “yoksulluk ve büyük çaplı yolsuzluklar mı
iktidarların giderek otoriterleşmesine neden oluyor, yoksa otoriter iktidarlar
toplumu daha fazla mı yoksullaştırıyor ya da yolsuzluklara bulaşıyorlar” soruları yanıtlanması gerekli sorular olarak
önümüzde duruyor.
Birbirine
muhtaç üçlü
Kesin olan bir şey var: Neo-liberal dönemde her üçü de
(özellikle de yazıda zaman zaman atıfta bulunacağımız Amerika Birleşik
Devletleri (ABD), Türkiye ve Macaristan gibi örneklerden de anlaşılacağı gibi)
bir arada yaşanıyor.
Örnek olarak, ABD
dünyanın en büyük ekonomisine, finans, sanayi ve ticaret yapısına sahip bir
ülke. Aynı zamanda bu ülke 2016 yılı itibariyle, yoksul nüfus oranı açısından yüzde 18 ile 38
OECD üyesi ülke arasında en yüksek yoksulluk oranında 3. sırada yer alıyor (5).
Trump’ın 2016 yılında ABD devlet başkanı seçilmesinden
bu yana bu ülkeye dönük yolsuzluk algısı ve rejimin otoriterleşme eğilimi de arttı. Öyle ki yolsuzluk algı puanı tek başına geçen
yıl 4 puan kötüleşen ülke göreli olarak en şeffaf ya da temiz sayılan ilk 20 ülke
arasında yer alamıyor (kendine 22. sırada yer bulabilmiş) (6). Yakınlarda ise Trump otoriterleşmede bir
adım daha attı ve Meksika sınırındaki sorundan hareketle ülkede olağan üstü hal
ilan edeceğini açıkladı.
Macaristan’da
2010 yılında Viktor Orbán’ın devlet başkanı seçilmesinden bu yana hem
yoksulluk, hem yolsuzluk algısı, hem de otoriterleşme eğilimi arttı. Yoksulluk oranı 2014 yılında yüzde 11’i
aşarken (23. sırada), yolsuzluk puanı 2013 yılından bu yana 8 puan kötüleşti ve
ülkenin şeffaflık puanı 46’ya geriledi (7).
Bu ülkede iktidar tarafından, özellikle göçmenlere
karşı olmak üzere yabancı düşmanlığı körüklenirken, emeğin köleleştirilmesiyle
sonuçlanacak bir yasa değişikliği yapıldı. Yılda 400 saate kadar fazla mesai yapılması
zorunlu hale getirilirken düşük ücretli esnek çalıştırma yaygınlaştırıldı (8).
Türkiye’de
ise 2013 yılından bu yana her üç göstergede de kötüleşme söz konusu. Ülke yoksulluk
konusunda 2015 yılında yüzde 17’yi aşan bir oranla OECD’nin en yoksul 5. ülkesi
konumuna sahip.
Yoksullaşma anlamında ülkenin bugün geldiği durumu ise
tanzim satış noktalarındaki ucuz (!) sebze-meyve sandıkları önünde yoksulların
oluşturduğu uzun kuyruklar, sınırlı sayıda istihdam için başvuru yapmak üzere
stadyumları dolduran binlerce işsiz ve üniversite mezunu olup da işe giremeyen
1 milyon 200 bin genç çok güzel özetliyor.
Yolsuzluk
Algı Endeksinde 9 puan kötüleşme
Ayrıca Türkiye, geçen yıl Yolsuzluk Algı Endeksinde
180 ülke arasında 9 puan ile Saint Lucia adlı küçük bir ülkeden sonra en fazla
puan kaybetti. Böylece son 5 yılda
ülkenin şeffaflık puanı 50’den 41’e geriledi ve böyle olunca da şeffaflık
sıralamasında ancak 87. sırada kendine yer bulabildi (9). Yani ülkede devlet
ile ilişkili yolsuzluk algısında ciddi bir artış oldu.
Mali
bilgi paylaşımında ketumluk…
Türkiye finansal sisteme ait bilgilerin uluslararası
kamuoyu ile paylaşılması konusunda düzenlenen Finansal Gizlilik Endeksi’nde
sıralanan en ketum 30 ülke arasında yer alıyor.
Türkiye’nin en gizli tutum takındığı alanlar ise şunlar:
Şirketlere ve sahiplerine ait bilgiler (kırmızı bölge), kurumlar vergisi
beyanları (kırmızı bölge), ülkelerarası raporlama ve bilgi paylaşımı (kırmızı
bölge) ve kara para ile mücadele (sarı bölge) (10).
Yasa
dışı para trafiği
Ayrıca GFI adlı uluslararası bir kuruluş tarafından
düzenli olarak izlenen ve IMF, DB, BM ve OECD gibi kuruluşlarca da “yasa dışı
yollarla kazanılan uluslararası düzeyde transfer edilen, hareket ettirilen para”
olarak tanımlanan, ülkeye yasal olmayan para giriş ve çıkışlarına bakıldığında,
tek başına 2015 yılında Türkiye’ye 12,6 milyar doların girdiği ve aynı yıl 12,4
milyar doların çıktığı görülüyor (11).
Bu da hem geçen yılki cari açığın üçte ikisinin “Net Hata ve Noksan Kaleminden” karşılandığı
(12), hem de ülke zenginlerinin ülke milli gelirinin yaklaşık beşte birine denk
düşen bir serveti dışarıda (ağırlıklı olarak vergi cennetlerinde) tuttukları
gerçeği ile örtüşüyor (13). Benzer bir biçimde Macaristan’a aynı yıl giren yasa
dışı para miktarı 13,0 milyar dolar ve çıkan para 7,6 milyar dolar oldu (14).
‘Kısmen
Özgür’den ‘Özgür Olmayan’a doğru…
Bu gelişmeye paralel bir şekilde, Freedom House
tarafından demokrasi karşısındaki durumu ‘kısmen özgür ülke’ den ‘özgür olmayan
ülke’ ye değiştirilen (15) Türkiye’de (özellikle de yerel seçimlere doğru
giderken) iktidar cephesinin sarf ettiği sözler ve uygulamaları otoriterleşmeye
ilişkin çarpıcı örnekler sunarken, aynı zamanda 16 yıl önce 3Y ile (yoksulluk,
yolsuzluk ve yasaklar) mücadele edeceğini beyan eden bir siyasal iktidarın
geldiği noktayı da sorgulatıyor.
…devam edecek: Yolsuzluk azalmıyor, artıyor…
Dip notlar:
(1) Oxfam, Public Good or Private Wealth, www.oxfam.org (January 2019).
(2) ”This is
one of my favorite infographics. A lot of people underestimate just how much
life has improved over the last two centuries: https://b-gat.es/2S23hlG”.
(3) Jason Hickel,
(4) FAO, The State of Food Insecurity in
the World, 2013’den aktaran Jean Ziegler interviewed by Éric Toussaint, Geopolitics of Hunger,
http://brechtforum.org/economywatch/geopolitics-hunger, (16 February 2012).
(5) OECD, Social and Welfare Statistics: Income Distribution, https://data.oecd.org/inequality/poverty-rate.htm
(16 February 2019).
(6) Transparency International, Corruption
Perceptions Index 2018 (January 2019).
(7) Agr.
(8) László Andor, “Social Resistance in
Hungary”, https://www.socialeurope.eu/social-resistance-in-hungary
(28th January 2019).
(9) Tranparency
International, agr.
(10) Financial Secrecy Index 2018- Narrative Report on Turkey,
https://www.financialsecrecyindex.com (7 February 2019).
(11) GFI, Illicit Financial Flows to and from 148 Developing Countries: 2006-2015
(January 2019), s. 36.
(12) Mahfi Eğilmez, “Cari Açık Nasıl
Finanse Edildi?”, https://www.mahfiegilmez.com/2019/02/cari-ack-nasl-finanse-edildi.html
(14 Şubat 2019).
(13) Annette Alstadsæter, Niels
Johannesen and Gabriel Zucman, Who Owns
the Wealth in Tax Havens?, Macro Evidence and Implications for Global
Inequality, (27 December 2017), s. 28.
(14) GFI, agr., s. 34.
(15) Transparency International, agr.
Etiketler:
Demokrasi,
Hak ve özgürlükler,
Otoriterleşme,
Yoksulluk,
Yolsuzluk
10 Şubat 2019 Pazar
DELİK ANAHTARDAN BÜYÜK OLUNCA…
DELİK ANAHTARDAN BÜYÜK OLUNCA…
Mustafa Durmuş
10 Şubat 2018
Tüketici Hakları Derneği’nin son basın açıklamasında (1) TÜİK verileri esas
alınarak hazırlanmış olan bir tabloya yer veriliyor.
Bu tabloya bakıldığında son zamanlarda sebze ve yaş meyve fiyatlarındaki
artışın astronomik düzeylerde olduğu ve asgari ücrete yapılan yüzde 26’lık
zammın tamamen eridiği anlaşılıyor. Çünkü son bir yılda sebzede yıllık
enflasyon yüzde 94,7 olmuş. Sebze fiyatları ücret ve maaşlardan yaklaşık beş
kat daha fazla artmış.
Bir süredir, derinleşen ekonomik kriz, işsizlik ve liranın ciddi değer
yitirmesi gibi nedenlerle seçmen desteği giderek azalan iktidar bloku halkın
yüksek gıda fiyatlarından dolayı şikâyetleri de artmaya başlayınca, 31 Mart’ta
yapılacak seçimlerde daha fazla oy kaybına uğramamak ve böylece bir meşruiyet
sorunu yaşamamak için fiyat artışlarına ilişkin gerekçeler üretme çabası içine
girdi.
Ancak, (bekleneceği üzere) siyasal iktidar bugünkü yüksek enflasyonun ve
işsizliğin asıl nedeninin 16 yıldır uygulamakta olduğu sermaye/servet birikim
stratejisi ve neo-liberal ekonomi politikalarının olduğu ve bunun arkasında da
kendi siyasal iradesinin olduğu gerçeğini görmezden geliyor. Tersine bazı
piyasa aktörlerini günah keçisi (yüksek fiyat artışlarının sorumlusu) olarak
sunuyor. Bu kez günah keçileri aracılar, komisyoncular ve marketler.
Suçlu bu kesimler olarak ilan edildiğinde doğallıkla da fiyat artışlarını
durdurmaya yönelik önlemler polisiye önlemler oluyor. Nitekim önce fiyatlarda
yüzde 10 indirim yapılması talimatı, ardından market baskınları gündeme geldi.
Ancak bu önlemler de fiyat artışlarını durdurmaya yetmeyince siyasal
iktidar bu kez daha önce de denenmiş olan bir başka yöntemi gündeme getirdi.
İstanbul’da en az 50, Ankara’da en az 30 olmak üzere bazı büyük kentlerde
Belediye Satış Noktası oluşturulacak. Nitekim Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin
öncelikle 15 noktada "halk sebze" tanzim satış noktası kurduğu ve
satışların yarından itibaren başlayacağı duyuruldu (2).
Bu uygulama ile belediyelerin üreticiden aldıkları sebze ve meyveyi bu
noktalardan halka piyasa fiyatlarından daha düşük fiyata satması, böylece
oluşacak bir rekabetle gıda fiyatlarının düşürülmesi bekleniyor.
Ayrıca Hal Kanunu’nda değişiklik yapılarak sebze ve meyvenin toplandığı
Toptancı Hallerinin belediyeler tarafından değil, özel şirketler tarafından
işletilmesinin sağlanması hedefleniyor. Bu yolla seracılığın teşvik edilerek
yaş meyve ve sebze üretiminin artacağı ileri sürülüyor.
Karanlıkta kaybettiğini aydınlık
diye başka bir yerde aramak
Nasreddin Hoca karanlıkta bir yerlerde evin anahtarını kaybeder. Ama
anahtarı farklı bir yerde, sokak lambasının aydınlattığı bir yerde arar. Köylü
bunun nedenini sorduğunda hoca cevap verir:
“Çünkü burası aydınlık”. Maalesef siyasal iktidarın yüksek fiyat
artışlarına bakışı da böyle. Karanlık köşede kaybettiğini aydınlık diye yanlış
yerde arıyor. Dolayısıyla da doğru çözümü bulması mümkün değil.
Bir başka anlatımla hastalığın teşhisi yanlış olunca tedavisi de yanlış
oluyor. Şöyle ki ülkedeki fiyat artışlarının ve bu artışların sürekli hale
gelmesi demek olan enflasyonun asıl nedeni ne aracılar, ne de marketler.
Elbette bu kesimlerin fiyatların şişmesinde payları var. Zira serbest piyasa
dediğimiz şey bu tür imkânları sağlıyor. Yani bal tutan parmağını yalıyor.
Ancak asıl mesele üretim ile arz ile ilgili maliyetler. Olay çok basit
aslında. İktisat bölümlerinin daha ilk yılında öğrettiğimiz bir kural var:
Üretim maliyetleri arttığında fiyatlar da artar. Ayrıca tarımsal ürünlerin
fiyatlarının artmasında kötü hava koşullarının da etkisi de vardır. Ama bu son
zamanlarda yaşanan sel baskınları, hortum gibi olaylar istisna tutulduğunda
Türkiye için çok büyük bir sorun değil. Kaldı ki bunun için de doğayı değil,
kâr ve rant çıkarımı için doğayı tahrip edenleri suçlamak daha doğru olur.
Tarımsal üretim maliyetlerini etkileyen en önemli kalemler sırasıyla:
Tohum, gübre, mazot, elektrik ve ulaştırma-nakliye gibi temel üretim
girdilerinin fiyatları. Son bir yılda bu girdilerin fiyatlarında ortalama yüzde
20- 50 arasında artışlar oldu.
Örneğin oto yol ücretleri zamlanınca, Kamu Özel İşbirliği yöntemiyle
normalin üstünde maliyetlerle inşa ettirilen büyük köprülerden geçiş ücretleri
dolar karşılığı yüzlerce lirayı bulunca tarladan markete kadar sebzenin ulaşım
maliyeti arttı.
Bu temel girdilerin yerli üretimi neredeyse yok ya da yerli üretim bitme
noktasına geldi. Örneğin gübre fabrikalarının özelleştirilmesiyle yerli gübre
üretimi yok denecek kadar az artık. Bu girdiler dışarıdan ithalat yoluyla
sağlanıyor. Dolayısıyla da doların kuru arttığında (son bir yılda yüzde 40-60
oranında arttı) bu girdilerin fiyatları da arttı. Mazot ve gübre de olduğu gibi
dünyanın en yüksek vergileri ve yüksek elektrik kullanım fiyatları söz konusu
olduğunda maliyetler daha da yükseldi.
İlave olarak köylünün ihtiyaç duyduğu tarımsal krediler için ödediği yüksek
banka faizleri yüzünden köylü (bırakınız ekip-biçmeyi) üretip sattığından elde
ettiği gelirle borçlarını dahi ödeyemez hale geldi. Bu da köylünün üretimini
kısması ya da durdurmasıyla sonuçlandı.
Bir de yıllardır izlenen inşaata dayalı büyüme stratejisi nedeniyle
ekilebilir tarımsal arazilerin fiziki olarak miktarı azaldığında tarımsal
üretim fiilen düştü. Çünkü verimli tarım arazilerini bir kısmında bir süredir
patates, soğan, sebze ve meyve, kuru bakliyat, buğday üretilmiyor. Buralara
rantı yüksek konut inşaatları, TOKİ binaları, alışveriş merkezleri yapıldı.
Böylece ülke bir yandan sanayilerini kaybederken, diğer yandan tarım da yok
olmaya başladı.
Bu gelişmelerden, komisyoncu, aracı gibi bal tutup parmağını yalayanlardan
önce, izlenen bu servet büyütme stratejisini ve bunu hayata geçiren siyasal
iradeyi sorumlu tutmak ve bu teşhise göre çözümler önermek gerekmiyor mu?
Ama böyle olmuyor. Bu stratejiye bilinçli ya da bilinçsizce inanmış olanlar
sorumluyu başka yerlerde arıyorlar. Böyle olunca da çözümleri buna uygun
oluyor. Kuşkusuz bu çözümler bırakın “yapılabilir, uygulanabilir” olmalarını
farklı sınıf ve kesimler için çok farklı sonuçlar üretiyor.
Yeni özelleştirmelerin önü açılıyor
Örnek olarak Hal Yasası’ndaki değişiklik yapan tasarıyla (3) sayılarının
175’ten 30’a düşürülmesi hedeflenen sebze ve meyve toptancı halinin
belediyelerden alınıp Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği koordinasyonunda (yap
işlet devret modeliyle) özel şirketlere ya da konsorsiyumlara verilmesi, hem
fiyatların daha da artmasına, hem de gelir bölüşümünün daha da adaletsiz bir
hale gelmesine ve yolsuzluklara neden olacak.
Çünkü bu uygulamanın kamuda bir süredir yapılan ve bir özelleştirme şekli
olan taşeronlaştırmadan farklı bir yanı yok. Taşeronlaştırmanın emekçiler ve
halk açısından sonuçları ise ortada.
Öyle ki belediyelerden farklı olarak bu özel şirketler ya da konsorsiyumlar
en fazla kârı elde etme çabası içinde olacaklar. Bu yüzden de hem maliyetlerini
düşürmek için kaliteden ödün verecekler, hem de fiyatlara kendi kâr marjlarını
da koyup perakendecilere satacaklar. Yani gıda güvenliği daha da kötüleşeceği
gibi, fiyatlar düşmeyecek, daha da artacak.
Ayrıca böyle yüksek bir rant sağlama imkanı söz konusu olduğunda bu
ihaleleri alma kavgası büyüyecek ve bu kez şirketlerin seçimi konusunda başka
aktörler devreye girecek. Bu da şeffaflık karnesi zaten çok zayıf olan ülkede
(4) yeni yolsuzluk iddialarının artmasıyla sonuçlanacak.
Böylece son yılların tipik bir refleksi olarak sistem bir kez daha ciddi
bir ekonomik sorunu (komisyonculuğu kaldırma ve sera üretimini artırma
görüntüsü altında) halkın lehine çözüyormuş gibi yaparken, tekelleşmeyi
artırmış, devlet eliyle bir kısım sermayeye yeni kâr ve rant alanları açmış
olacak.
Hayat sadece sebze ve meyveden
ibaret değil
Ülkede gıda maddelerinin emekçilerin bütçesi içindeki payı yüzde 25’e
yakın. Yani halk bütçesinin yaklaşık dörtte birini gıdaya harcıyor. Ancak en
yoksulların bütçesinde bu pay yüzde 32’ye yakın seyrediyor (5). Yani ülkenin en
yoksulları bütçelerinin üçte birini gıdaya harcıyorlar. Dolayısıyla da sebze,
meyve fiyatları arttığında en çok bu kesimler zarar görüyor.
Ancak belediye tanzim satış noktalarında satışı düşünülen yaş meyve ve
sebze bu gıda maddelerinin sadece bir kısmını oluşturuyor. Bakliyat, et ve et
ürünleri, süt ve sür ürünleri ve yumurta gibi gıda maddelerinin de fiyatları
artıyor. Tanzim satışlarını benimseyen siyasal iktidar bir süre sonra bunların
satışlarını da mı yapacak?
Yukarıda da belirtildiği gibi elektrik, doğal gaz, benzin-mazot gibi enerji
girdilerinin fiyatları da çok artıyor ve emekçilerin bütçeleri içinde bunlara
yapılan ödemeler önemli bir yer tutuyor. Ayrıca hane bütçesindeki payı yüzde 17
olan ulaştırma harcamaları, yüzde 16 olan giyim ve ev eşyası ve yüzde 15 olan
konut kirası da (6) emekçileri sarsan harcama kalemleri.
Bunlardaki artışlar da (sebze ve meyve fiyatları kadar olmasa da) oldukça
yüksek. Bunlardan enerji mallarına yapılacak zamlara piyasa değil siyasal iktidar
karar veriyor. Böyle bir durumda fiyatları düşürmek için belediyeler bir süre
sonra elektrik işletmeciliği, benzin istasyonu işletmeciliği ya da
konfeksiyonculuk, ayakkabıcılık, mobilyacılık ya da emlakçılık mı yapacaklar?
16 yıldır neo-liberalizmi temel felsefe olarak benimsemiş ve bu yönde
Cumhuriyet tarihinin toplam özelleştirmelerinin yüzde 88’ini gerçekleştirmiş
(7), devlet dâhil tüm alanları finansallaştırmış bir siyasal iktidarın mal ve
hizmet sunumunu kamu aracılığıyla yapması beklenemez.
Kaldı ki her fırsatta serbest piyasaların nimetlerini anlatırken, ana
muhalefet partisinin koalisyon ortağı olduğu bir dönemdeki kıtlık ve karaborsa
ile halkı korkutan bir siyasal iktidardan piyasalardan bırakınız vazgeçmeyi,
gerçek anlamda onları denetlemesi de söz konusu olamaz.
O halde bu açıklamaların, alınacağı ileri sürülen önlemlerin gerçek
nedenini hayat pahalılığından, fiyat artışlarından bezmiş bir halkın yaklaşan
yerel seçimlerde bu tepkisini sandığa yansıtma ve iktidar blokunun meşruluğunu
yitirme korkusu olarak görmek daha doğru olur. Aslında son zamanlarda iktidar
blokunun dillendirdiği “beka” konusunun da bu ihtiyaçtan dolayı gündeme
getirildiği ileri sürülebilir.
Sorun varsa çözüm de vardır…
Marx’ın “bir sorun ortaya çıktığında, çözümü de hali hazırda kendini var
etmeye başlar” biçimindeki insanlığın çözümsüz olmadığını vurgulayan ünlü
sözünü hatırlamanın tam da zamanıdır. Yani yerel seçimler öncesinde bu
gelişmeleri ülkeyi yeniden kurmak için iyi bir fırsat olarak görebiliriz.
Çözüm, tek başına tanzim satış noktaları değil, demokratik ve halkçı bir
belediyecilik anlayışıyla halka ucuz ve güvenilir gıda ve hizmet sunumudur.
Yerel seçimler böyle bir belediyecilik anlayışını hayata geçirebilmek için son
fırsat.
Halkın özgürce seçtiği, rantçı olmayan, halkçı belediyeciliği benimsemiş ve
halkın doğrudan denetleyebildiği şeffaflıkta bir yönetim anlayışına sahip
belediyelerin doğrudan üretici-köylü-tarım kooperatiflerinden aldığı her türden
gıda maddesini ülkeye yayılmış belediye satış mekanlarında halka çok küçük bir
marj ile satabildiğinde, hem fahiş fiyat artışlarının, hem vurgunculuğun,
stokçuluğun ve karaborsacılığın, hem de güvensiz gıda üretim ve tüketiminin
önüne geçilebilir.
İşin aslı yaygın demokratik
kooperatifleşme
Yani işin aslı üretim sırasındaki kooperatif örgütlenmesidir. Köylülerin
içinde örgütlendiği, küçük tarım arazilerini birleştirilerek ölçek
ekonomilerinden ve verimlilik artışından faydalanıldığı, sağlıklı-güvenli ve
düşük maliyetli gıda üretiminin yapılabildiği, bütün aşamalarının üyelerince
demokratik bir biçimde denetlenebildiği, fahiş bir kâr güdüsünün ya da rant
elde etmenin olmadığı bir kooperatifleşme asıl çözüm.
Demokratik ve halkçı belediyelerin oluşturacağı ve tarımsal- üretim
kooperatifleriyle desteklenmiş kalıcı satış tanzim mekânları böyle bir üretimin
etkin ve adil dağıtımını sağlayabilecek temel araçları olabilir. Bu
yapıldığında Hal Yasasının da değiştirilerek dağıtım işinin özel şirketlere
verilerek, toplumsal yarara aykırı bir biçimde yeni rantlar yaratılmasına gerek
kalmayacaktır.
Dip notlar:
(1) “Sebzede pahalılık tarihi rekorda”, http://www.tuketicihaklari.org.tr/haberler/basinaciklamalari (5
Şubat 2019).
(2) https://www.trthaber.com/…/ankarada-15-noktada-tanzim-satis… (9 Şubat 2019).
(3) http://www.milliyet.com.tr/iste-fiyatlari-dusurecek-6-madde… (19 Kasım 2018).
(4) Transparency International, Corruption Perceptions Index 2018, www.transparency.org/cpi (January 2019), s. 6.
(5) Özlem Albayrak, “TÜİK kimin enflasyonunu ölçecek?”,
https://www.evrensel.net/…/…/tuik-kimin-enflasyonunu-olcecek (19 Ekim 2016).
(6) TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Ocak 2019 (4 Şubat 2019 Tarihli Haber Bülteni).
(7) Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye’de Özelleştirme, 2016, s. 11.
(2) https://www.trthaber.com/…/ankarada-15-noktada-tanzim-satis… (9 Şubat 2019).
(3) http://www.milliyet.com.tr/iste-fiyatlari-dusurecek-6-madde… (19 Kasım 2018).
(4) Transparency International, Corruption Perceptions Index 2018, www.transparency.org/cpi (January 2019), s. 6.
(5) Özlem Albayrak, “TÜİK kimin enflasyonunu ölçecek?”,
https://www.evrensel.net/…/…/tuik-kimin-enflasyonunu-olcecek (19 Ekim 2016).
(6) TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Ocak 2019 (4 Şubat 2019 Tarihli Haber Bülteni).
(7) Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye’de Özelleştirme, 2016, s. 11.
Formun Üstü
Etiketler:
belediyeler,
Enflasyon,
kooperatifler,
tanzim satış
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)