3 Haziran 2019 Pazartesi

CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (II) (Serbest Ticaret Yalanı)


CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (II)
(Serbest Ticaret Yalanı)
Mustafa Durmuş

3 Haziran 2019

Ricardo, dünya ekonomisinin her ülkenin karşılaştırmalı üstünlük avantajına sahip olduğu malların üretiminde uzmanlaşmasıyla en etkin ve en adil biçimde işleyebileceğini ileri süren bir teori ortaya atmıştı.
Bu teoriye göre, her ulus, mutlak değil, karşılaştırmalı üstünlüğe, dolayısıyla da rekabet gücüne sahip bulunduğu malları ürettiği serbest bir ticaret dünyasında refahını (adaletli bir biçimde) maksimize edebilecektir.
Yani Ricardocu ticaret modeline göre, ülkeler karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları belli mal ve hizmetlere göre dış ticaret yapmalıdır.
Ülkeye karşılaştırmalı üstünlük avantajını sağlayan şey ise bu ülkenin sahip olduğu teknolojik donanımdır.

Heckscher-Ohlin Modeli: Faktör donanımı belirleyici
Bu modelin çağdaş versiyonu ise E. Heckscher – B. Ohlin Ticaret Modeli olarak biliniyor. Bu teori karşılaştırmalı üstünlük avantajının teknoloji düzeyindeki farklılıklardan ziyade, ülkelerin sahip oldukları üretim faktörü donanımları farklılıklarından kaynaklandığını ileri sürer (1).
Teori 1980’li yıllarda, Dünya Bankası Başkanlığı da yapmış olan Prof. Bela Balassa tarafından ithal ikameci stratejiye bir alternatif olarak, ihracata yönelik sanayileşme stratejisinin önemli bir dayanağı olarak da gündeme getirildi.
Balassa’ya göre, gelişme çabası içinde olan bir ülke, uluslararası ticarette geçerli olduğu varsayılan karşılaştırmalı üstünlüklere göre sahip bulunduğu bol üretim faktörünü yoğun olarak kullanarak dünya pazarlarına yönelik olarak üretimde bulunmalı, sanayilerini buna göre belirlemelidir. Bu avantajlı öncü ihracat sanayilerinin kurulması ve gelişimiyle ülke kalkınmasını ve sanayileşmesini sağlayabilir (2).
Kuşkusuz teoriye göre, azgelişmiş ülkeler için bu sanayiler emek-yoğun sanayilerdir. Çünkü bu ülkelerin karşılaştırmalı üstünlükleri (tarım, turizm ve tekstil, hazır giyim sanayileri gibi) bu sanayilerdedir.
Yani dünya çapında etkin-verimli bir üretim için (uluslararası işbölümüne uygun olarak); emek fazlası olan ülkeler emek-yoğun sektörlerdeki üretim ve burada ürettikleri malları; buna karşılık sermaye fazlası olan ülkeler ise sermaye yoğun sektörlerde üretime ve bu şekilde ürettikleri sermaye malları ihraç etmeye odaklanmalıdır. Uluslararası düzeyde meta değişimi bu temelde yapılmalıdır.
Böylece gemilerini “dalgalı bir denizde yüzdürmek zorunda kalan” azgelişmiş ülkelerin gemileri ya batacak ya da en büyük karşılaştırmalı üstünlük avantajına sahip oldukları sektörlerde gemilerini yüzdürmeyi başaracaklar ve ihtiyaç duydukları dövizi de güvenli olarak sağlayabileceklerdir (3).

Merkez Ekonomilerin önce manavı, sonra pazarı olmak
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan IMF, Dünya Bankası ve GATT (DTÖ) gibi kuruluşlarca da benimsenip servis edilen bu teorinin çağdaş versiyonu altında Türkiye 1950’lerden itibaren önce küresel kapitalizmin manavı, pazar yeri ve mandırası oldu.
Son 15 yıldır ülke bu özelliğini de kaybetti ve başta buğday, un, patates, soğan, bakliyat, mısır, kırmızı et ve gübre, tarımsal ilaç, tohum, saman gibi tarımsal ürün ve girdileri yoğun bir biçimde (üstelik çoğu kez sıfırlanmış gümrük vergileriyle) ithal eder bir duruma geldi.
Bu Türkiye’nin ihracat yapısının beceri, teknoloji ve sermaye yoğun mallara kaymasından, böylece karşılaştırmalı üstünlüklerinin değişmesinden kaynaklanmadı. Aksine izlenen neo-liberal tarım politikalarının sonucunda tarım ve hayvancılık sektörünün bitme noktasına gelmesiyle oldu. 

Tam bir küresel ticaret serbestliği gerekiyor ancak…
Üretim ve ihracat yapısının karşılaştırmalı üstünlüklere göre oluşturulabilmesi için küresel ticaretin tam anlamıyla serbest olması gerekiyor. Yani böyle bir sistemin işleyebilmesi için uluslararası ticaretin önünde, onu önleyecek ya da daraltacak gümrük vergileri, tarifeler, sübvansiyonlar gibi önleyiciler ya da saptırıcılar olmamalı. Peki, fiili durum böyle midir?
Trump’ın ABD’nin ithalatına koyduğu tarifeler, ABD-Çin ticaret savaşlarının yoğunlaşması, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Merkez Ekonomiler lehine aldığı kararlar, TRIPS gibi yasaklayıcı entelektüel mülkiyet hakları, küresel ticaretin serbest olmadığı gibi, karşılaştırmalı üstünlüklere göre de işlemediğini gösteriyor.
Bu gerçeğe rağmen bu teoride ısrarcı olmak ne anlama gelebilir?
Bilindiği gibi, 2018 başından beri ABD, yaklaşan resesyonu ötelemek için korumacılığa yöneldi. Çin başta olmak üzere, Kanada ve AB ülkelerinden gelen ithalatlara kota ve tarife uygulamasına başladı ve bunu giderek genişletti. Ancak Çin başta olmak üzere diğer ülkeler de buna karşılık verdiler. Böylece ticaret savaşları yoğunlaştı.
Bu durumun serbest ticaret fikrine aykırı olduğu kadar, moment kaybeden dünya ticaretini (2014’te 19 trilyon dolarken 2017’de 17 trilyon dolara geriledi (4) ve küresel ekonomik büyümeyi olumsuz etkilediği açık.
Nitekim bir araştırmaya göre, ticaret savaşlarının olmadığı bir durumla kıyaslandığında ABD ve Çin, karşılıklı olarak bazı mallardaki ticaretlerine uyguladıkları tarifeyi yüzde 25’e çıkarttıklarında, Çin’in GSYH’si binde 8, ABD’ninki binde 5 ve dünyanınki binde 5 küçülecek. Eğer tarifeler tüm ABD-Çin ticaretini kapsayacak şekilde genişletilirse 2021 yılında küresel GSYH 600 milyar dolar küçülecek (5).

DTÖ: Merkez Ekonomilerin dış ticarette kullandığı sopa
Gerçekte demokratik bir işleyişe sahip bulunmayan ve G-7 Ülkelerinin yönlendirmeleriyle kararlar alan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), azgelişmiş Çevre Ekonomilere, dış ticarette saptırıcı olarak nitelediği tarifeler ve sübvansiyonlar gibi yerli tarımı koruyan uygulamaları yasaklıyor. Diğer taraftan ABD’nin ya da AB’nin kendi çiftçisine verdiği ve yıllık 374 milyar doları bulan sübvansiyonlar konusunda sesini çıkartmıyor (6).
Sübvansiyon politikaları sadece zengin ülkelerin üreticilerine yarıyor. Yani DTÖ aslında zengin ülkeler için teşvik, yoksullar için ise serbest ticareti savunan bir örgüt.
Merkez Ekonomiler güçlü olduğundan DTÖ kurallarını es geçebiliyorlar. Buna karşılık diğerlerinin bu sistem içinde bu kuralları uygulamama gibi bir lüksleri yok. Yani dış ticarette karşılaştırmalı üstünlükler değil, mutlak güç üstünlüğü hâkim.
Böylece, DTÖ’nün eşitlikten uzak, ayırımcı dış ticaret kuralları yüzünden, serbest ticaret teorisinin öngördüğü gibi azgelişmiş ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüklere sahip sektörlerini geliştirerek, buradan hareketle ihracata yönelerek kalkınmaları mümkün değil.
Yani hem tarım, hem de imalat sanayinde DTÖ kuralları bu ülkelerinin kalkınmalarının, gelişmelerinin önünde engel oluşturuyor.
Keza, entelektüel mülkiyet haklarını düzenleyen ve böylece her yıl azgelişmişlerden çok uluslu şirketlere 60 milyar dolarlık bir kaynak aktarılmasına neden olan ve arkasında DTÖ’nün bulunduğu TRIPS uygulaması, sadece yoksullaştırıcı değil, aynı zamanda küresel serbest ticaretin önündeki önemli engellerden birini oluşturuyor (7).

IDSD: Uluslararası tahkim mahkemeleri
Uluslararası tahkim uygulaması ile dünya üretimi ve ticaretinin devleri olan çok uluslu şirketler (ÇUŞ), ulus devletleri bekledikleri kârları elde edemediklerinde dahi mahkemeye verebiliyorlar, onları tazminat ödemeye mahkûm ettirebiliyorlar (8).
Bu düzenleme (özellikle de 1990’lardan itibaren) birçok iki taraflı ticaret anlaşmasının içerisinde yer alan bir düzenleme. Son 15-20 yıldır gündeme getirilen ve henüz tam olarak gerçekleşmemiş olan TPP, TTIP, TISA gibi çok taraflı uluslararası anlaşmalar ise 50’den fazla ülkeyi içine alacak şekilde bu IDSD adı verilen ulus üstü mahkemeleri daha mutlak ve kalıcı hale getiriyor ve uluslararası sermaye-ulus devlet ilişkilerini kökten değiştiriyorlar.
ISDS mekanizması ile çokuluslu şirketler bir devleti, yaptığı ya da yapmayı planladığı yasal düzenlemelerle, zarar edecekleri hatta gelecekteki kârlarını önleyeceği iddiasıyla mahkemeye verebiliyorlar. Çok uluslu şirketlerin kontrolü altındaki böyle bir mahkeme bu konularda karar verebiliyor, hükümetlerden söz konusu zararı tazmin etmelerini ya da düzenlemelerden vazgeçmelerini isteyebiliyor. Tek başına böyle bir davanın açılmasının dahi emek ve çevre koruyucu yasal düzenlemelerini henüz oluşturma yolundaki hükümetler açısından nasıl caydırıcı bir etki yaratacağı açıktır (9).

Neo-liberalizm daha güçlü bir devlete ihtiyaç duyar
Tüm bunların günümüz kapitalizmine hâkim olan neo-liberal ideolojiyle uyumlu olmadığı düşünülebilir. Çünkü (yanlış bir biçimde) neo-liberalizmin, serbest piyasaları ve serbest ticareti savunurken, devlet müdahalecine ve korumacılığa karşı olduğuna inanılıyor.
Oysa neo-liberal ekonomi politikaları yeni ve çok daha güçlü devlet müdahaleleri olmaksızın uygulanamaz. Örneğin azgelişmiş ülke piyasalarının serbestleştirilerek küresel piyasalara entegrasyonunu gerçekleştirmek için (1980’de Türkiye’de olduğu gibi) birçok Latin Amerika ülkesinde ABD destekli askeri darbeler yapıldı.

Küresel bürokrasi uluslararası sermayenin iktidarına hizmet ediyor
Bugün uluslararası sermayenin iktidarı; arkasında Pentagon ve NATO’nun silahlı gücünün bulunduğu IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve ikili serbest ticaret anlaşmalarının oluşturduğu total bir küresel bürokrasi tarafından sürdürülüyor.
Bir başka anlatımla, tarihsel olarak işgaller, askeri darbeler, yapısal uyarlama politikaları, serbest ticaret yalanı ve uluslararası tahkim mekanizması, Merkez Ekonomilerde yerleşik ÇUŞ’lar ve onların yeri işbirlikçilerinin çıkarlarını tüm dünyaya dayatmasının araçları oldular.
İngiliz savaş gemilerinin, 1842 yılında, Çin tarafından uygulanan gümrük tarifelerini ortadan kaldırmak için Çin’i işgal ettikleri tarihten bu yana serbest ticaret asla serbest ticaret olmadı. Gerçekte “serbest ticaret” ulusal bağımsızlıkları ve demokrasiyi zayıflatan ve giderek ortadan kaldıran bir mekanizmaya dönüştü (10).

Devam edecek…

Dip notlar:

(1) Debraj Ray, Development Economics, Princeton University Press, 1998, s. 631- 636.
(2) Bela Balassa, The process of industrial development and alternative development strategies, World Bank Staff Working Paper, No. 438, 1980.
(3) Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and its Solutioans, Windmill Books, 2017, s. 189.
(4) UNCTAD, Trade and Development Report 2018: Power, Platforms and the Free Trade Delusion, 2018, s. 9.
(5) Ben Holland and Cedric Sam, “A $600 Billion Bill: Counting the Global
Cost of the U.S.-China Trade War”, https://www.bloomberg.com (28 May 2019).
(6) Hickel, agk. s. 193-195.
(7) Agk., s. 200.
(8) Agk., s. 207.
(9) AB ülkeleri şu ana kadar 1400 iki taraflı uluslararası yatırım anlaşması (BIT) imzaladılar ve ISDS mekanizmasını yatırımcılar bolca kullandılar. (Bkz: Everything a Trade Union Should Know About TTIP: Stop the TTIP, People’s Movement, www.people.ie (3 January 2018).
(10) Jason Hickel, agk., s. 218.


Formun Üstü



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder