25 Aralık 2019 Çarşamba

‘DAR KORİDOR’DA FUTBOL OYNANIR MI?


‘DAR KORİDOR’DA FUTBOL OYNANIR MI?

Mustafa Durmuş

23 Aralık 2019

Şirin Payzın’ın Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) iktisat profesörü Prof. Daron Acemoğlu ile yaptığı söyleşi (1) sosyal medyada (özellikle de krizin sürmekte olduğu tespiti nedeniyle)  ilgiyle karşılandı.

Söyleşinin asıl konusu Acemoğlu’nun Robinson ile birlikte yazdıkları The Narrow Corridor (Dar Koridor) adlı kitabı (kitabı henüz edinip okuma fırsatımız olmadı. Kitabın tam bir değerlendirmesini sonraya bırakıyoruz). Söyleşi sırasında Acemoğlu küresel ekonomik ve politik gelişmelerden, Türkiye ekonomisinin durumuna kadar birçok konuda görüşlerini açıkladı.

Payzın’ın “Çin’deki otoriter devlet- güçlü ekonomi ve Hong Kong’daki protestoların nasıl yorumlanması gerektiğine” ilişkin sorusunu Acemoğlu yeni kitabındaki ‘dar koridor’a referans vererek yanıtladı.

Ona göre, “kısa dönemde, Çin’de olduğu gibi, otoriter bir devlet altında ekonomiyi büyütmek mümkün olabilir ama bu sürdürülebilir bir şey değil. Refahı toplumca paylaşmayı sağlayan bir sürdürülebilir ekonomik büyüme için güçlü devlet ile güçlü toplumun buluştuğu bir koridor oluşturulmak zorunlu. Böyle bir dar koridorda güçlü devleti despotik uygulamalardan uzak tutacak olan şey ise güçlü ve özgürlükçü bir toplumun varlığıdır”.

Son 30 yıldır gündemde olan neo-liberalizmin dünyadaki eşitsizlikleri ve yoksulluğu artırdığı, iklim krizini derinleştirdiği bir gerçek. Buna bir tepki olarak dünyanın birçok yerinde (Şili’den, İran’a) halk hareketlerinin de ortaya çıktığı bir gerçek. Ayrıca neo-liberalizmin hegemonya kaybettiği böyle bir dönemde Aşırı Sağ’dan, Merkez Sol’a ve Marksist Sol’a kadar geniş bir yelpazede çözümlerin gündeme getirildiği biliniyor.

‘DAR KORİDOR’DAKİ ‘DÜZENLENMİŞ-İNSANCIL KAPİTALİZM’

Öncelikle Acemoğlu’nun tarif ettiği dar koridordaki toplumsal düzen “iyileştirilmiş,  denetlenen, daha özgürlükçü ve sosyal yönü ağır basan” bir ehlileştirilmiş, kısaca “insancıl (!) kapitalizmden” başka bir şey değil.

Ancak bunun yeni bir öneri olmadığının da altını çizmek gerekiyor. Nitekim en son ABD’li iktisatçı Stiglitz bunu dillendirmişti. Stiglitz’e göre asıl sorun kapitalizmin kendi değil, küreselleşmenin de etkisiyle onun uğradığı değişim. Dolayısıyla da (ona göre) kapitalizmi karşısına alacak radikal çözümlere değil, onu ehlileştirecek demokratik reformlara ihtiyaç var.(2)

Ona göre şu ana kadar iki yol denendi ve başarısız kaldı: Aşırı sağ-milliyetçi otoriterlik (Trump vb), neo-liberalizme insan yüzü yapıştıran sahte bir Merkez Sol Reformizm (Clinton, Blair). Denenmesi gereken yol ise “İlerici Sol Yaklaşım” ya da “İlerici Kapitalizm”dir.
Stiglitz’e göre, bu yolun dört ilkesi olmalı: 
(i) Piyasalar, devlet ve STK’lar arasındaki denge yeniden kurulmalı. Böylece piyasaların neden olduğu düşük ekonomik büyüme, artan eşitsizlikler, finansal istikrarsızlık, ekolojik tahribatlar gibi sorunların önüne geçilebilir. Bu sorunlar tek başına piyasaların çözebileceği sorunlar olmadığından devlet uygun araçlarla buna müdahale etmeli.
(ii) Piyasaları hukukun üstünlüğü kuralı çerçevesinde denetlemek (böylece haksız, rantçı büyümeyi önlemek) gerekli.
(iii) Piyasalardaki tekelleşme ile mücadele edilmeli. Bunun için işçi sendikaları güçlendirilmeli.
(iv) Ekonomik güç ile politik güç arasındaki bağ kopartılmalı, demokrasi tabana yayılmalı.
Kısaca Stiglitz’in önerileri Acemoğlu ve Robinson’un “Dar Koridor’unun geniş açılımı niteliğinde.
HEDEF KAPİTALİZMİ KRİZİNDEN ÇIKARTMAK
Aslında her iki iktisatçı da esas olarak, devlet düzenlemelerinin, denetimlerin, kapitalist girişimlerin mülkiyet biçiminin ve piyasaların karşısında planlamanın önemi gibi makro düzeydeki meselelere odaklanıyor. Buna karşılık kapitalizmin sosyal sınıflara bölünmüş karakteri, emek sömürüsü, diğer ezme ve ezilme biçimleri ve bunların yol açtığı önemli sosyal sorunları ihmal ediyor. Oysa emek sömürüsünden kurtulabilmek için, son tahlilde kapitalist ile işçi arasındaki temel çatışmaya neden olan ücretli emek sistemine son verilmesi gerekiyor.
Her ikisi de iktisadi krizlerin sonlandırılarak kapitalizmin daha “etkin ve adil” bir ekonomik büyümeyi sürdürebilmesiyle ilgileniyor. Nitekim Acemoğlu daha önce de Türkiye’de “yapısal reformların hayata geçirilmesiyle birlikte Türkiye’nin krizinden çıkabileceğini” ileri sürmüştü.
Acemoğlu, bir başka makalesinde (3) bir üretim tarzı olarak kapitalizmi reddetmeden (onun demokratik bazı reformlarla ve hayatımızda yapacağımız değişikliklerle) ilerletilmesi ve küreselleşme ve otomasyondaki gelişmelere karşı ekonomide gerekli uyarlamaların yapılmasını önermişti.
Her ikisinin de göremediği ya da görmek istemediği gerçekse; hem kapitalist, hem de etkin, adil ve doğa ile uyumlu bir toplumun oluşturabilmesinin imkânsız olduğu.
GÜÇLÜ DEVLET, GÜÇLÜ TOPLUM BİR ARADA OLUR MU?
 “Güçlü bir devlet ile güçlü bir toplumun” dar bir koridorda (aynı anda) var olma fikri Acemoğlu ve Robinson’un kitabının ana teması. Yazarlara göre “hem güçlü bir devlete sahip olabilir, hem de (aynı zamanda) güçlü bir toplum olabilirsiniz”. Acemoğlu aslında söyleşide, tarihte bunun örneğinin neredeyse hiç mevcut olmadığını da belirtirken, bu fikrin ütopikliğini de ortaya koyuyor.

Bu bakış açısı altında, kapitalist toplumun başta emek-sermaye çelişkisi olmak üzere, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, farklı ulus, etnisite ve kimlikler, inançlar arasındaki eşitsizliklerle var olduğu gerçeği inkâr ediliyor. Bunca (her türden) ezme ve ezilme ilişkisi ve sömürü biçimi mevcut iken, devletin kendini bunların dışında tutabilmesi ya da bu çelişki ve çatışmalara kayıtsız kalabilmesi mümkün değil. Sınıfsal bir bakış açısına sahip olmayan bir ana akım iktisatçı için böyle bir eklektizm doğal karşılanmalı. Çünkü devletin sınıflar üstü bir organ olduğu kabul ediliyor.

İşin gerçeği nasıl ki daracık sokaklarda futbol oynamak çok zorsa,  sözü edilen dar koridorda güçlü devlet ve güçlü toplumun bir arada dengeli bir biçimde bir arada olması da o kadar zor. Bu sadece koridorun darlığından değil, devletin toplumu oluşturan sınıflar karşısında (istisnai durumlar dışında) özerk kalamamasından ve bazen de yukarıdan aşağıya toplumu istediği yönde biçimlendirmek istemesinden kaynaklanıyor.

Gerçek hayatta ikisinin bir arada güçlenmesinden ya da zayıflamasından ziyade, örneğin bunlardan birinin diğerini zayıflatarak güçlendiğini, yaşayarak deneyimliyoruz. 

Buradaki hakiki çözüm siyasal olanın toplumsallaşması ve toplumsal olanın siyasallaşması biçimindeki bir çözüm. Ancak böyle olduğunda toplumu gerçekten özgürleştirebilmek mümkün olabilir.

FİNANSAL KRİZ RİSKİ SÜRÜYOR YA DEVLET MALİ KRİZİ?

Acemoğlu Türkiye’de (doğru bir tespitle) ekonomik krizin henüz bitmediğini ve bir-iki yıl daha sürebileceğini ileri sürüyor. Bu tespitte şirketlerin döviz cinsinden olan borçlarındaki devasa artışların şirketlerin ve bankaların bilançolarında yarattığı olumsuzluklara dikkat çekiyor. Kısaca Acemoğlu daha ziyade bir finansal kriz riskinin sürdüğünün altını çiziyor.

Doğru ama eksik bir çözümleme.  Çünkü en az bankacılık sektörü kadar (özellikle de kamu bankaları) kamu sektörü de bir kriz sarmalına girmiş durumda.  Bunun nedeni de çok hızlı bir biçimde artan bütçe açığı/Hazine nakit açığı ve kamu borçları.  Yani ciddi bir devlet mali krizi riski var. (4) Ayrıca resmi olarak dahi yüzde 14’e dayanmış ve giderek artmakta olan işsizlik oranı artık krizin sadece ekonomik değil, sosyal bir kriz haline dönüştüğünü de gösteriyor.

Devlet mali krizi bugün asıl olarak çok hızlı artan askeri harcamalar ve KÖİ projelerinin getirdiği koşullu ve doğrudan yükümlülüklerden ve Hükümetin toplamaktan vazgeçtiği ve önümüzdeki yıl yaklaşık 196 milyar lirayı bulacak olan vergi geliri kaybından (5) kaynaklanıyor. Suriye’deki savaşın neden olduğu ve sayıları neredeyse 4 milyonu bulmakta olan mültecilerin bütçeye etkileri ise henüz tam olarak hesaplanabilmiş değil.

Bunlar analize dâhil edildiğinde devlet ya da hükümet de sorgulanmış olur ki Acemoğlu’nun böyle bir niyeti ya da perspektifi yok. Bu da kriz analizinin finansal olmaktan ziyade finansal kriz ile sınırlı kalmasıyla sonuçlanıyor.

SORUN VERİMLİLİK AZALMASI MI, ADALETSİZ BÖLÜŞÜM MÜ?
Acemoğlu’nun Türkiye’deki ekonomik krizin bir diğer nedeni olarak son 10 yılda verimliliklerin artmamasını göstermesi yine eksik bir tespit. Kendisine “zenginlerden servet vergisi alınmasının doğru olup olmadığı” sorulduğunda, “bunun ekonomik gelişmeye bir katkı sağlamayacağı, bunun yerine verimliliklerin, dolayısıyla da üretkenliğin ve üretimin artırılmasına odaklanılması gerektiğini” savunuyor.

Bilindiği gibi ana akımda verimlilik,  emek gücü verimliliği olmaktan ziyade (Acemoğlu’nun da benimsediği gibi), Toplam Faktör Verimliliği (TFV) olarak tanımlanır. Bu aslında bir tür yanıltmadır. Çünkü bu tanım altında emeğin değer üzerindeki belirleyici rolü gizlenir ve asıl olarak teknolojinin ya da sermaye yatırımlarının çıktıyı-üretimi artırdığı (verimlilik) ileri sürülür.

Oysa hem sermaye, hem de teknoloji yatırımları, emek gücünü daha verimli çalıştırdığı sürece çıktıyı artırır. Bu nedenle de esas olan emek gücü verimliliğidir. 

Bu bağlamda hem teknolojik gelişmeler, hem ar-ge harcamalarındaki artış, hem de son dönem sıkı çalıştırma pratikleri dikkate alındığında, son 10 yıldır ülkede emek gücü verimliliğinin artmadığını ileri sürmek, hem gerçek dışı bir tespit,  hem de işçi sınıfına karşı haksızlık olur.

Ekonomik büyüme ile ilgili sorun, hem sermayenin inşaat gibi verimlilik artışını tam olarak yansıtmayan, daha ziyade rant yaratan sektörlere akmış olması, hem de (asıl sorun) emek gücü verimliliği artarken, işçilerin reel ücretlerindeki artışın bunun çok gerisinde kalması. Bunun da talep yönlü olarak ekonominin büyümesini yavaşlatmış olması. Yani sorun asıl olarak verimlilik yavaşlamasından değil, bu verimlilik artışının nemasının adil paylaşılmamasından kaynaklanıyor.

EŞİTSİZLİKLERİN TEK NEDENİ KÜRESELLEŞME VE TEKNOLOJİDEKİ DEĞİŞİM Mİ?

Söyleşide yer aldığı gibi, küresel eşitsizliklerin tek başına küreselleşme ve teknolojiye (otomasyon)  ayak uyduramama (6) ile açıklanması da tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Üstelik böyle bir açıklama, sistem olarak kapitalizmi, emperyalist sömürüyü ve bunun bir aracı haline gelmiş olan devletleri aklıyor. Ancak böyle bir bakış açısının Acemoğlu’nun da benimsemiş olduğu neo-klasik iktisat ideolojisinin bir gereği olduğunun altını çizelim.

Oysa eşitsizliklerin temel nedenleri: Birincil bölüşüm sırasında ortaya çıkan emek (artı-değer) sömürüsü ve devlet eliyle uygulanan sermaye yanlısı vergi/bütçe politikaları ve harcama politikaları. Ülkenin geri kalmışlığını ise emperyalist sömürüyü dikkate almaksızın açıklayabilmek imkânsız. Teknolojideki gelişmeler ve küreselleşmenin etkisi bu eşitsizlikleri daha da artırmakla sınırlı.

KURUMSAL BOZULMA VE YOLSUZLUKLAR VURGUSU YETERLİ Mİ?

Sistemik eleştiriler yapılmayınca, doğallıkla eleştiriler “kurumsal bozulmaya” ve “yolsuzluklara” indirgeniyor. Bu tespitler de doğru ama bir kez daha eksik. Çünkü sorun ciddi anlamda bir sistem sorunu ve müesses nizam ile yüzleşmedikçe bu sorunları ortadan kaldırabilecek hakiki çözümler üretebilmek mümkün değil.
Bu yüzden de söylenebilecek en ileri şey “toplumun özgüveninin ve özgürlüğünün artmasının gerekliliği” oluyor. Bu sözlerin cesurca söylenmiş sözler olduğunun ve küçümsenmemesi gerektiğinin altını çizerek söylenmesi gerekeni biz söyleyelim:

Çözüm radikal bir biçimde paradigma değişikliğidir. Yani demokratikleşme, katılımcı-çoğulcu yeni bir anayasa ve işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin ve tüm ezilenlerin örgütlülüğünü güçlendirecek, koruyacak radikal yasal düzenlemelerdir.

ACEMOĞLU YENİ DÖNEMİN YENİ ‘DERVİŞ’İ OLUR MU?

Son olarak, herkesin yanıtını merak ettiği soruyu yanıtsız bırakarak, kapının tam kapanmadığı izlenimini de verdi bu söyleşide Acemoğlu. Soru Babacan’ın kurmakta olduğu yeni partide (çünkü adı bir süredir bu parti ile anılıyor) yer alıp almayacağı idi. “Evet” ya da “Hayır” demedi. “Türkiye’nin hem sosyal, hem de siyasal olarak yeniden şekillenmesi gerekir” diyerek, kapıyı da tam olarak böyle bir olasılığa kapatmadı.

Geçmişte iktidar partisi AKP de ekonomi yönetiminde yer alması için benzer bir çağrıyı yapmış, Acemoğlu bunu geri çevirmişti. Umarız, ülkenin ekonomik krize sürüklenmesinin ana nedeni olan neo-liberal ekonomi politikalarının uygulamasından birinci derecede sorumlu birinin kurmakta olduğu partiye katılmaz. Çünkü 2001 krizi sırasında ABD’den getirtilerek bugünkü ekonomi politikalarının özünü oluşturan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını tasarlayan trajik bir  Derviş deneyimi var yakın belleğimizde.  

Bu durum bir daha gerçekleşirse, bize de Marx’ın şu sözünü hatırlatmak düşer: “İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olur…”

DİP NOTLAR:

(1)    https://t24.com.tr/video/prof-daron-acemoglu-ekonomideki-kriz-1-2-yil-surecek-uretkenlik-sifir-yapay-cozumlerle-olmaz-toplumun-ozgurlugu-sesi-ve-ozguveni-artmali (20 Aralık 2019).
(2)    Joseph E. Stiglitz,  “After Neoliberalism”, https://www.project-syndicate.org (30 May 2019).
(3)    https://www.project-syndicate.org/commentary/why-universal-basic-income-is-a-bad-idea-by-daron-acemoglu (7 June 2019).
(4)    http://mustafadurmusblog.blogspot.com/2019/12/2020-butcesi-uzerine-bazi-notlar-1 (5 Aralık 2019).
(6)    https://t24.com.tr/video/prof-daron-acemoglu (20 Aralık 2019).


21 Aralık 2019 Cumartesi

KURTLAR SOFRASINDA ASGARİ ÜCRET TESPİTİ


KURTLAR SOFRASINDA ASGARİ ÜCRET TESPİTİ
Mustafa Durmuş

21 Aralık 2019

Bu hafta işsizlik ve istihdam verileri açıklandı. TÜİK verilerine göre (1); geçen yılın Eylül ayı ile kıyaslandığında bu yıl işsizlik oranı 2,4 puanlık artış ile yüzde 13,8 seviyesinde gerçekleşti (tarım dışında yüzde 16,4). Böylece işsiz sayısı 817 bin kişi artarak 4 milyon 566 bin kişi oldu.

ABA ALTINDAN SOPA

İşsiz sayısındaki bu artış Asgari Ücret Tespit Komisyonundaki işveren temsilcisi tarafından asgari ücretin artırılmasına karşı bir gerekçe olarak kullanıldı. İşveren temsilcisi asgari ücretin enflasyon oranının (yüzde 12) üzerinde artırılması halinde işsizliğin daha da artacağını (2) ileri sürdü.

Yani sermaye bir yandan devletçe kendilerine işçi başına verilen ücret desteğinin 100 liradan 200 liraya çıkartılmasını talep ederken, işçi sendikalarına aba altından sopa gösteriyor.

TÜRK-İŞ ise sözde “sosyal uzlaşı” görüntüsünün her zamanki konu mankenliğini yapmaktan öte bir işleve sahip değil. Türkiye işçi sınıfının böyle bir sendikal liderlikle temsil edilmesi (sınıfın içinde bulunduğu durumdan ötürü) haksızlık diyemesek de, büyük bir talihsizlik.

TÜİK: YÜZDE 5,4 ZAM YETER!

Hükümetin asgari ücret zammı ile ilgili olarak nasıl bir öneride bulunacağının işaretini ise TÜİK verdi. Çünkü asgari ücretin en fazla 2,331 lira (ağır çalışma koşullarında çalışan işçiler için)  olmasını önerdi (bu ücret ayda 352 avroya denk düşüyor).

Yani TÜİK mevcut asgari ücrete sadece yüzde 5,4 oranında zam yapılmasını yeterli buluyor. Çünkü kuruma göre çalışan bir işçinin yaşam maliyeti sadece yüzde 5,4 artmış (3). Oysa gerçek çok farklı. Çünkü son bir yılda sadece sebze ve meyve fiyatları yüzde 90 civarında, elektrik doğal gaz fiyatları ise yüzde 30- 40’ın üzerinde artmış durumda.

Uygulamada, şimdiye kadar hükümetlerin hep TÜİK’in önerisinin altında bir asgari ücret zammı yaptıkları dikkate alındığında, bu yıl da kural bozulmaz ve sermaye –devlet ortak kararı ile işçilerin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak bir asgari ücret zammı gerçekleşirse sürpriz olmaz.

“YAŞAM ÜCRETİ” EKONOMİK BÜYÜMEYİ HIZLANDIRIR

Asgari ücretin yükseltilmesinin işletmelere zarar vermesi ancak kriz zamanlarda zor durumda kalan küçük ve orta ölçekli işletmeler açısından söz konusu olabilir. Ama bu da ücret sürümlü ve aşağıda sözünü edeceğimiz bir büyüme stratejisi altında talep artışlarıyla önlenebilir.

Diğer taraftan, asgari ücretin sosyal haklarla desteklenmiş bir yaşanılabilir bir ücret düzeyine çıkartılmasının ne ülke ekonomisini, ne devlet bütçesini, ne de istihdamı olumsuz etkilemediği,  tersine bunlar üzerinde olumlu etkiler yarattığı yapılan çok sayıda bilimsel araştırma ile kanıtlanmış durumda (4).

Çünkü “yaşam ücretiyle” yürütülen bir büyüme stratejisi; hem gelir bölüşümü eşitsizliğini azaltıcı, hem  ekonomik toparlanmayı sağlayıcı ve büyümeyi hızlandırıcı, hem de büyümekte olan bir ekonomide  vergi gelirlerini artırıcı  niteliklere sahip bir strateji.

Bu strateji bu işlevini talep ve arz yönlü olarak yerine getirir. Talep yönlü olarak daha yüksek ücret, daha fazlaharcama, dolayısıyla da daha fazla talep ve daha hızlı büyüme demek. Arz yönlü olarak daha yüksek ücret çalışanların mutluluğunu artırır, işçi sirkülasyonunu azaltır, böylece emek gücü verimliliğini artırır.

ASGARİ ÜCRETE ZAM ŞAMPİYONU İKİ ÜLKE: BU YIL MEKSİKA, GEÇEN YIL İSPANYA

Bu yıl asgari ücreti en fazla artıran ülke Meksika oldu ve yüzde 20 zam yaptı (5). Bu ülkenin OECD içinde en düşük asgari ücret düzeyine sahip bir ülke olması nedeniyle “zaten bunun yapılması kaçınılmazdı” denilebilir. Bu haklı da olabilir zira her ne kadar bu ülkede enflasyon oranı bizdekinin üçte bir kadar olsa da, asgari ücreti bizdekinden düşük.

Bu nedenle de asgari ücreti bizdekinden daha yüksek olan bir ülkeden, İspanya’dan örnek vermek daha doğru olabilir.

İspanya devlet başkanı “zengin bir ülkeye yoksul bir asgari ücret düzeyi yakışmaz” deyip 2018 yılında asgari ücretin yüzde 22 oranında artırılmasını onayladı. Böylece brüt asgari ücret aylık 858,5 avrodan 1,050 avroya çıkartıldı. Üstelik bu ülkede işçilere bir yılda 12 yerine 14 maaş ödeniyor (6).

Türkiye’de brüt asgari ücret 386 avro, net 305 avro civarında.  Yani asgari ücretli bir İspanyol işçi bizdekinden neredeyse üç kat daha fazla asgari ücret alıyor ve üstelik bunu yılda 14 maaş üzerinden alıyor.

İSPANYA’DA ENFLASYON BİZDEKİNİN ONDA BİRİ KADAR 

Belki “bu ülkede enflasyon bizdekinden çok daha fazladır, o nedenle de hükümet işçiyi enflasyona ezdirmek istememiştir” denilebilir. Ancak İspanya’da 2018 yılında enflasyon yüzde 1 civarındaydı, 2019’da ise binde 4’e kadar düştü (7). Asgari ücrette yapılan böyle bir artış ileri sürülenin aksine enflasyonu artırmadı, düşürdü.


Yani İspanya’da bizdekinin en az onda biri kadar düşük enflasyon söz konusu. Böylece emekçiler, özellikle de asgari ücretliler açısından hayat İspanya’da Türkiye’ye göre daha ucuz denilebilir.

İspanya’da asgari ücretin yükseltilme kararının alındığı yıl olan 2018 yılında ekonomi de mükemmel durumda değildi. Zira bu yılın ekonomik büyümesi sadece yüzde 2,5 idi ve bu bir önceki yıldan binde 5 daha düşüktü (8). 2019 yılında da ekonominin aşağı yukarı bu oranda büyümesi bekleniyor. Yani yüzde 22’lik asgari ücret artışı ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemedi.

ASGARİ ÜCRET ARTTI, İŞSİZLİK DÜŞTÜ

“Ya işsizlik ne olmuş” diye sorulabilir. Çünkü bizde işverenler de, devlet de asgari ücret artışının işsizliği artıracağını ileri sürüyor. Oysa İspanya’da geçen yıl işsizlik oranı (aylara göre) ortalama yüzde 15,0 ila yüzde 16,7 arasında yani oldukça yüksekti. 2019 yılında ise işsizlik yüzde 13,9’a geriledi (9). Yani yüzde 22’lik asgari ücret artışı işsizliği artırmadı, tersine düşürdü.

TÜRKİYE’DE FAİZİ DÜŞÜRMEK İŞSİZLİĞİ AZALTMADI

Bizde Hükümet (işçilerin ücretlerini yükselterek talep yaratmak yerine), faiz oranlarını indiriyor. Bunu yaparken de, ekonomide parasal bir genişleme yaratıp, böylece canlılık ve istihdam yaratmayı hedeflediğini açıklıyor. Peki, “bu faiz indirimleri beklendiği gibi yeni yatırımları teşvik edip, istihdamı artıyor mu, işsizliği azaltıyor mu?”

Ana akım ekonomi teorisi çerçevesinde (normal koşullarda) düşük faizin para-kredinin maliyetini düşüreceğinden daha fazla yatırımı, dolayısıyla da daha fazla istihdamı teşvik edeceği görüşü kabul edilir.

Ama bu bir şartla gerçekleşebilir: “Normal koşullar altında!” Koşullar normal dışı ise bu mekanizma işlemez. Bu durumu en iyi anlatan iktisatçı ise Keynes’tir. Keynes Genel Teori adlı meşhur kitabında bu konuda özetle şunları söyler (10):

“Yatırımları etkileyen iki faktör mevcuttur. Sermayenin marjinal etkinliği (ya da getirisi) ve güven.  Güven ise çok önemlidir zira sermayenin getirisini etkiler”.

GÜVEN, DÜŞÜK FAİZDEN ÇOK DAHA ÖNEMLİ

Bir başka anlatımla, ekonomiye ve siyasete olan güven her zaman iktisadi aktörlerin yani üreticilerin ve tüketicilerin öncelik verdikleri bir durum. Çünkü güven duygusu sermayenin marjinal etkinliği/getirisi üzerinde çok önemli bir etkiye sahip.

Bu tespit de neden Türkiye’de politika faizi oranlarında geçen yılın Eylül ayından bu yılın Eylül ayına kadar yüzde 24.00’den yüzde 16.50’ye, yani 7,5 puanlık (yüzde 31’in üzerinde) bir indirim yapılmasına (11) rağmen istihdamın artmayıp, tersine azaldığını ve işsizliğin daha da arttığını anlatıyor.

Kısaca, faiz oranlarındaki indirimlerle bir finansal krizi önlemek mümkün olabilirse de, tek başına böyle indirimler yatırımlardaki, üretimdeki dolayısıyla da istihdamdaki azalmayı durdurmaya ve işsizlik artışını önleyemeye yetmiyor.

Keza ahbap-çavuş-akraba kapitalizmi içinde sermayeye verilen bunca mali teşvik ve onlara yönelik kurtarma operasyonları da ekonomiyi canlandırma ve istihdam yaratma ve işsizliği düşürme konusunda başarısız kalıyor.

EMEKÇİLERİN STRATEJİSİ NE OLMALI?

Bu bağlamda sadece hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, sosyal adaletin,  böylece toplumsal barışın sağlandığı bir demokratik ortamda, yatırımların toplumsallaştırılarak sosyal olarak faydalı, doğayı tahrip etmeyen yatırımlar biçiminde yapılmasıyla ekonomi verimli bir biçimde sürdürülebilir olarak büyütülebilir. Böylece hem işsizlik ve yoksulluk azaltılabilir, hem de bölüşüm adaletli yapılabilir.

Buradan yola çıkarak emek örgütlerinin ve emekten yana siyasal parti ve hareketlerin adaletli bir bölüşümü hedefleyen ve doğayı tahrip etmeyen verimli bir ekonomik büyüme stratejisi olmalıdır.

Bu strateji altında; asgari ücretin, (sosyal haklarla desteklenen) yaşam ücreti düzeyine çıkartılması ve her türlü vergiden istisna tutulması ve ücretlerden SGK primi gibi primlerin kesilmemesi (bu primleri işçiler için işverenler ve devlet ödemeli) talep edilmeli.

Bu düzenlemeler nedeniyle ortaya çıkacak olan bütçe açığının, güvenlik harcamaları gibi verimsiz kamu harcamalarının kısılması ve zenginlerden alınan gelir ve kurumlar vergisi oranlarının artırılması ve zenginlerden servet vergisi alınması gibi mali önlemlerle kapatılması savunulmalı.

Son olarak işçi sendikalarını güçlendirecek ve toplu pazarlık sistemini etkinleştirecek yasal değişiklikleri de içeren bir demokratikleşme için mücadele edilmeli.

DİP NOTLAR:

(1)  TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Eylül 2019, http://www.tuik.gov.tr (16 Aralık 2019),
(3)  https://www.sozcu.com.tr/2019/ekonomi/tuik-asgari-ucret-onerisini-acikladi (17 Aralık 2019).
(4)  Iyanatul Islam, “Minimum And Living Wages In Times Of Cuts”, http://www.social-europe.eu (17 October 2014)  ; Johannes Schweighofer, “The German Minimum Wage – Will It Destroy Jobs?”, http://www.social-europe.eu (16 December 2013); Alan Manning, “Why Increasing The Minimum Wage Does Not Necessarily Reduce Employment,  http://www.social-europe.eu (27 January 2014); Ronald Janssen, “Beware Of ‘The Economist’ Promoting Minimum Wages”, http://www.social-europe.eu (19 December 2013).
(5)  https://www.telesurenglish.net/news/New-Minimum-Wage-Increase-is-Mexicos-Highest-in-44-Years (17 December 2019).
(6)  https://tradingeconomics.com/spain/minimum-wages (19 December 2019).
(7)  https://tradingeconomics.com/spain/inflation-cpi (19 December 2019).
(8)  https://www.macrotrends.net/countries/ESP/spain/gdp-growth-rate (19 December 2019).
(10)               John Maynard Keynes, Genel Teori-İstihdam , Faiz ve Paranın Genel Teorisi, İkinci Baskı, Kitap IV, Kısım 11, Kalkedon Yayınları, 2010, s.123-154.
(11)               https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Temel+Faaliyetler/Para+Politikasi/Merkez+Bankasi+Faiz+Oranlari/1+Hafta+Repo.



15 Aralık 2019 Pazar

“SİMİT SARAYI” DEVLETLEŞTİRMESİ, ÖZEL OKUL BATIŞI DERKEN “AHBAP-ÇAVUŞ AKRABA KAPİTALİZMİ” VE DERVİŞ’İN UZATTIĞI “CAN SİMİDİ”



“SİMİT SARAYI” DEVLETLEŞTİRMESİ, ÖZEL OKUL BATIŞI DERKEN “AHBAP-ÇAVUŞ AKRABA KAPİTALİZMİ” VE DERVİŞ’İN UZATTIĞI “CAN SİMİDİ”

Mustafa Durmuş

15 Aralık 2019



Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nca hazırlanan bir rapora göre(1):Türkiye’de, 1986- 2016 yılları arasında yapılmış olan 68 milyar dolarlık özelleştirmenin yüzde 87. 9’u AKP Hükümetleri döneminde yapıldı.

Yani mevcut siyasal iktidar Cumhuriyet tarihinin sadece iç ve dış borç şampiyonu değil,  aynı zamanda özelleştirme şampiyonu.

İktidar son zamanlara kadar her fırsatta özelleştirme yanlısı olduğunu açıkladı, buna karşı çıkanları geri kafalılıkla, dinozorlukla itham etti.

Sağlık ve alt yapı hizmetlerini de Kamu Özel İşbirliği Modeli altında özelleştirirken, sadece 20 Şehir Hastanesi üzerinden önümüzdeki 25 yıl boyunca gelecek nesilleri 142 milyar doların üzerinde bir ödeme yükümlülüğü (2) altına sokmakta bir sorun görmedi.
Hatta ısrarla Tank Palet Fabrikasının işletmesini Katar sermayeli bir yerli kuruluşa devrederek özelleştirdi. Bu arada Kanal İstanbul Projesi güzergâhı üzerinde yer alan onlarca dönümlük arazinin de Katar Emirinin bir yakınınca satın alındığı(3) ortaya çıktı.

O halde neden, T. Varlık Fonu’na devredilmiş bulunan Ziraat Bankası’na bağlı bir girişim sermayesi şirketi üzerinden Simit Sarayı’nın yüzde 51 hissesini satın almak yoluyla (4) devletleştiriyor?

Buna karşılık örneğin yüzlerce okula sahip bir Özel Eğitim Kurumunun batmasına izin veriyor, çocukların mağdur olmasına rağmen (5) onu devletleştirmiyor?

Yeniden devletleştirmeyi savunmayan, yeni bir kamusallık anlayışında meselenin ele alınması gerektiğine inanan bir bakış açısından sormadan edemiyoruz:  Eğitim hizmeti, simit kadar değerli değil mi? Ve ya simidi eğitimden daha değerli ve toplumsal olarak daha önemli kılan şey nedir? Ya da iktidar için sadece İmam –Hatip Okulları ve Meslek Liselerinde verilen eğitim mi değerlidir?

Bundan sonra bu alanda ortaya çıkabilecek gelişmeleri anlayabilmek için bugünden şu soruların yanıtlarını aramamız gerekiyor:  

Siyasal iktidarın yeni yönelimi bundan böyle devletleştirmeler midir?

Siyasal iktidarın ekonomiye olan müdahale politikalarını bundan böyle pragmatizm mi yönlendirecek?

▪”Eş-Dost-Akraba Kapitalizminin” bu özelleştirme ve devletleştirmelerde etkisi var mı?

Bu arada mevcut siyasal iktidarın ekonomi stratejisinin temelini oluşturan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının” mimarı Kemal Derviş iki gün önce bir yazısında “Crony Capitalizm” adı altında bu Ahbap-Çavuş-Akraba Kapitalizmini anlatıyor (6).

Merakla bizden de bahsediyor mu diye baktığımızda maalesef bunu Çin, Rusya ve Orta Doğu’daki bazı Arap ülkeleriyle sınırlı tuttuğu görülüyor. Tam da “bizde ne olduğunu anlayabiliriz artık” derken Derviş bunu uzattığı can simidiyle boşa çıkartıyor(!) Demek ki neymiş bizdeki Ahbap-Çavuş-Akraba Kapitalizmi değilmiş (!)

▪Son olarak kuşkusuz şu sorunun yanıtını aramalıyız: Bundan böyle emek örgütleri bu gelişmeler karşısında nasıl bir tutum almalı, nasıl bir demokratik mücadele biçimi örgütlemelidir?

DİP NOTLAR:

(1)  Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye’de Özelleştirme, 2016, s. 11.
(2)  “CHP raporu: Şehir hastanelerinin 25 yılda kamuya getireceği yük 142 milyar dolar”, https://t24.com.tr (14 Kasım 2019).
(6)  Kemal Derviş, “Cronies everywhere”, https://www.project-syndicate.org (13 December 2019).


9 Aralık 2019 Pazartesi

2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (3) Katılımcı - demokratik bütçeler için mücadele zamanı



2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (3)
Katılımcı - demokratik bütçeler için mücadele zamanı

Mustafa Durmuş

9 Aralık 2019

Bütçeler çok önemli siyasal, hukuki,  iktisadi ve yönetsel belgeler. Çünkü: Hükümetlere harcamaları ve gelirleri açısından meşruiyet kazandırıyorlar. Ayrıca bütçeler egemen - yöneten sınıfların en önemli ekonomi ve maliye politikası araçları, sermaye ve servetin yeniden üretimine yardımcı olan araçlar. Bu bağlamda sosyal sınıflar arasındaki mücadelenin en önemli alanları arasında yer alıyorlar. Kuşkusuz siyasal iktidarların demokratik ve sosyal hak ve özgürlükler konusundaki duruşlarının en önemli göstergelerinden biri konumundalar.

1 TRİLYON TL’NİN ÜZERİNDE BİR BÜTÇE TOPLUMSAL RIZA OLMADAN YAPILABİLİR Mİ?

2020 yılında 1,1 Trilyon TL’lik bir ödeneğe sahip olacak Merkezi Yönetim Bütçesinin nasıl kullanılacağına ilişkin olarak toplumun bütününün rızasının alınması ve bu kaynağın her aşamada sıkı bir biçimde denetlenmesi beklenirdi ama (daha öncekiler gibi) bu bütçede de bu gerçekleşmedi.

Oysa üretenlerin, değeri yaratanların, yani işçilerin, emekçilerin, halkın, vergi mükelleflerinin, özcesi ülkede yaşayan herkesin, doğrudan ya da dolaylı mekanizmalar aracılığıyla ödedikleri vergilerin nerelere harcandığını ya da harcanmadığını denetleyebilmeleri gerekir. Bu denetim bütçenin hazırlanması, uygulanması ve sonuçlandırılması sırasında yani bütün bir bütçe sürecinde yapılabilmeli.

Tam da bu ihtiyaçtan dolayı, bir ülkede halkın ne için, ne kadar vergi ödediğinden, bu vergilerin hangi kamu harcamalarına nasıl harcandığından, ne için ve ne kadar borç alındığından haberdar olması ve bu araçları denetleyip yönlendirebilmesine “Bütçe Hakkı” adı veriliyor.

1215 yılında Britanya’da, Magna Carta ile ilk kez kralın vergi toplama yetkilerinin kısıtlanması ve kamunun kontrolüne bırakılması ile başlayan süreç günümüze kadar kurumlaştı ve burjuva demokrasilerinin olmazsa olmazı haline geldi .(1)

DEMOKRATİK HAK VE ÖZGÜRLÜKLER OLMADAN BÜTÇE HAKKI YERİNE GETİRİLEMEZ

Ancak günümüzde bütçe hakkını konuşurken iki önemli konunun altını özellikle çizmek gerekiyor:

(i) Ekonomik ve sosyal haklar kadar, düşünce ve ifade özgürlüğünü, basın ve örgütlenme hakkını ve özgürlüğünü temel bir bütçe hakkı olarak görmek gerekiyor. Çünkü bütçe hakkının olabilmesi ve ekonomik hakların hayata geçebilmesi için öncelikle insanların düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne ve özgür bir basına sahip olmaları lazım.

(ii) Karşılıksız para basarak hükümetlerin örtülü bir biçimde vergi almalarının önlenmesi de bütçe hakkının zorunlu bir parçasıdır. Çünkü monetizasyonla ve ardından gelen yüksek enflasyonla sonuçlanabilecek bir finansman gizli bir vergilendirme demek.

Ülkede olduğundan düşük gösterilse de enflasyon;  paranın değerini düşürerek yoksul halkın gelirinin bir kısmına daha el konulmasıyla, aynı zamanda da değer üzerinden alınan KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerin halkı daha da yoksullaştırmasıyla sonuçlanıyor.

BÜTÇE HAKKINDAN “SIFIR” ALDIK

Türkiye uluslararası bir örgüt tarafından düzenlenen ve bütçe hakkını gösteren ankette 100 üzerinden sıfır puan alan  (bütçe kararlarına halkın katılımı anlamında) bir ülke olarak tarihe geçti. (2)

Yani yönetsel düzeyde, yasa/mevzuat hazırlama düzeyinde ve etkin denetleme düzeyinde halkın doğrudan ya da etkin dolaylı katılımından söz edilemiyor. Yukarıdan aşağıya aşırı merkeziyetçi ve bürokratik bir biçimde örgütlenmiş olan bütçe süreci söz konusu olduğundan halk kararlara katılamıyor.

Raporda, Türkiye’de 2012 yılından bu yana bütçe öncesi hazırlanması/paylaşılması gereken belge ya da dokümanların ya hiç hazırlanmadığı ya da geç hazırlandığı bilgisi de mevcut.

BÜTÇE HAKKINI ORTADAN KALDIRAN UYGULAMALAR

1 Ocak’tan 2020’den itibaren yürürlüğe girecek olan 2020 Bütçesi’ndeki bütçe hakkını ortadan kaldıran bazı önemli hususlar şunlar:

Öncelikle, bütçenin hazırlanması aşamasında; (5018 Sayılı Kanun gereğince merkeziyetçi bir bütçe yapım süreci öngörüldüğünden) ne kadar ve nasıl vergi toplanacağı ve bunların hangi biçimlerde harcanacağı konusunda halka ya da onun örgütlerine danışılmadı. Ayrıca normalde Haziran’da başlayan süreç bir-iki aya kadar düşürüldü.

Bunun alternatifi aşağıdan, yani sokak, mahalle, halk, iş yeri meclislerinden kısaca toplumun en altta, en yereldeki örgütlenmelerinden başlayarak çoğulcu bir bütçenin yapılması. Buna uygulamada “katılımcı bütçe”, “demokratik bütçe” ya da “halk bütçesi” deniliyor ve bu bütçeler bazı Latin Amerika ülkelerinde başarılı bir biçimde uygulanıyor.

İkinci olarak, halkın bütçe süreçlerinden dışlanması yapılan harcamaların ve toplanan vergilerin denetlenmesi sırasında da ortaya çıkıyor ve ülkede gerçek bir bütçe denetimini önleyen uygulamalar şu biçimlerde kendini gösteriyor:

(i) Cumhurbaşkanlığı yetkili

Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nde TBMM’nin bütçeyi yapma hakkı ortadan kalktı 2018 Bütçesiyle birlikte bütçeyi artık Cumhurbaşkanlığı hazırlıyor.

(ii) Sayıştay etkisiz

T.B.M.M. adına bütçeyi denetlemekle görevli kılınan Sayıştay tam bir dış denetim yapmıyor, Sayıştay raporlarına göre merkezi yönetim altındaki idareler Sayıştay’a gerekli bilgi ve belgeleri sunmuyor ya da eksik sunuyorlar. Sayıştay da sorunlu olduğuna inandığı tespitlerini Meclis’e havale ederek işin içinden sıyrılıyor.

(iii) “Yedek Ödenekler” yasalara aykırı bir biçimde aşılıyor

 2018 yılında kullanılan yedek ödenek tutarı 56,630, 396,892 TL. (3) Bu tutar genel bütçeli idareler yılsonu toplam ödeneğinin yüzde 7,21’ine tekabül ediyor. Oysa 5018 Sayılı Kanunun 23. Maddesine göre; “yedek ödenek tutarı genel bütçe ödeneklerinin yüzde 2’sini aşmamalı”. Yani yedek ödenek kullanımı yasaya aykırı bir biçimde üç kattan fazla gerçekleşti.  Bu Genel Bütçe ödeneğinden aktarma yapmaya da Cumhurbaşkanı yetkili kılındı. Bu ödeneklerin yüzde 43’ünü Hazine ve Maliye Bakanlığı, yüzde 22 ‘sini ise Karayolları Genel Md. Kullandı.

(iv)Yasal olmayan bir biçimde “Ödenek Üstü Harcama” yapılıyor

 “ Genel veya kısmi seferberlik, savaş ilanı veya Bakanlar Kurulu kararıyla zorunlu askeri hazırlıkların yapıldığı olağanüstü hallerde ve Millî Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı bütçeleriyle sınırlı olmak üzere getirilen istisna” hükmü dışında ödenek üstü gider yapılmasına cevaz veren bir düzenleme bulunmuyor. Ayrıca gerektiğinde ek bütçe yapılabiliyor. Kaldı ki yasal sınırları içinde (% 2) yedek ödenek kullanma imkanı da mevcut. 

Buna rağmen ödenek üstü harcama yapma norm haline dönüştü ve örneğin 2018 yılında 63.245.103.174 TL oldu. (4) Bu 63 milyar TL’lik ödenek aşımının:  21 milyar TL’si iç ve dış güvenlik hizmetlerinden sorumlu Emniyet, Jandarma, Milli Savunma Bakanlığı gibi kuruluşlarca,  3,2 milyar TL’lik kısmı Diyanet İşleri Başkanlığı’nca,  32 milyar TL’si Milli Eğitim Bakanlığı’nca ve 9 milyar TL’si ise Sağlık Bakanlığı’nca kullanıldı.

(v) Önemli bir miktarda gelir ve harcama “Bütçe Dışı Fonlarda” tutuluyor

Böylece bazı faaliyetlerin Meclis’in denetiminden kaçırılması sağlanıyor. Bu fonlar; Başbakanlık Tanıtma Fonu, Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Özelleştirme Fonu, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu ve Savunma Sanayini Destekleme Fonu’dur (SSDF). Ayrıca İşsizlik Sigortası Fonu adlı büyük bir fon Sosyal Güvenlik Kurumu altında yer alıyor.

Bu fonların gelirleri:  Gelir Vergisi, ÖTV, Kurumlar Vergisi, trafik cezaları, milli piyango gelirleri ve asıl olarak da genel bütçeden yapılan aktarmalardan oluşuyor. Gelirleri ve giderleri Meclis onayına bağlı olmadığından siyasal iktidarlara büyük kolaylık sağlayan bu fonların denetimleri ise ciddi bir sorun oluşturuyor. Zira 2010 yılından bu yana Sayıştay’ın denetimine tabi olsalar da, bütçe dışı fon niteliğinde olduklarından diğerleri gibi ödeneklerinin tahsisi konusunda TBMM’nin bir denetimi söz konusu değil.

Bu fonlardan en önemlisi olan Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun toplam askeri harcamaların azımsanamayacak bir gerçekleştirdiği ve geçen yılki varlıklarının toplamının 23,4 milyar TL olduğu dikkate alındığında bu fonun gerçek anlamda denetlenmesi gereği de ortaya çıkıyor.

(vi) “İşsizlik Sigortası Fonu” gelirlerinin önemli bir kısmı amaç dışı kullanılıyor

Ayrıca 130,4 milyar TL’lik büyüklüğü olan bu İşsizlik Sigortası Fonu ile bütçe açığı olduğundan daha küçük gösteriliyor. Bu Fon’un harcama tarafında “Diğer Giderler” dikkat çekiyor. Ancak 2011 yılına kadar Diğer Giderler diye bir harcama kalemi mevcut değil. Hükümet o yıl bu harcama kalemini devreye soktu (2011’de genel seçimler yapıldı). Bu oran 2011 yılında yüzde 13 kadardı. 2018’de yüzde 97’e yaklaştı Yani devlet, katkı ve Hazine faizi olarak Fona verdiğinin hepsini geri almış durumda. (5)

Bu Fondan işverenlere yapılan teşviklerse Fonun mali dengesini bozuyor. Nitekim İşsizlik Fonu 2019 yılı Nisan ayında 390 milyon lira açık verdi. (6) Yani Fon tarihinde ilk kez gelirler, giderlerin gerisinde kaldı.

(vii) Bütçe dışında tutulan harcamalar (“doğrudan yükümlülükler”, “koşullu yükümlülükler” ve “borç üstlenimleri”) bütçeye çok önemli yükler getiriyor

Geçen yıldan itibaren devletin bütçesinde ve kamu finansmanı hesaplarında ciddi düzeyde açıklara neden olan bazı projelerin sözleşmeden doğan ödemeleri nedeniyle kamu açığı artıyor. Bu da kamu borçlanma gereğini ve kamu borç stokunu artırıyor.
Bu, önümüzdeki 25 yıl boyunca yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarına kamu kaynaklarının aktarılacağı ve bunun bedelinin de yüksek faiz ödemeleri, vergiler, zamlar ve sosyal harcamalardan kısmak biçiminde tüm toplumca ödeneceği anlamına geliyor.

Böylece Kamu-Özel İşbirliği projelerinin: Kârı sermayeye aktarmanın, zararı kamuya yıkmanın yolu olduğu ortaya çıkıyor.  Öyle ki CHP’nin bir raporuna göre, (7) şehir hastanelerinin 25 yılda kamuya getireceği toplam yük 142,4 milyar doları (870 milyar TL) bulacak. Bir şehir hastanesinin 25 yıllık maliyetiyle 1,200 yatak kapasiteli yaklaşık 29 hastane yapılabiliyor.

Toplam 20 şehir hastanesi için önümüzdeki üç yıl için, devlet kasasından özel sektöre 31 milyar TL kira parası, 26 milyar TL hizmet bedeli olmak üzere 57 milyar 483 milyon TL aktarılacak.  2020 yılı bütçesine 10 milyar 414 milyon TL başlangıç ödeneği konuldu. Bu hastanelere yapılacak yıllık ödemeler 2021'de 16 milyar 808 milyon TL’ye, 2022'de ise 21 milyar 910 milyon TL’ye yükselecek. Devlet kasasından yapılacak bu ödeme 20-25 yıl boyunca artarak devam edecek. Bu rakam Sağlık Bakanlığı’nın bütçesinin yüzde 27,8’ine denk geliyor. (8)

Bu hastaneler için özel sektöre Hazine tarafından dış borç üstlenim garantisi (kredi garantisi) verildi. Bu krediler ödenmediğinde ciddi bir kamu zararı doğacak. Sayıştay bunu usulsüz buluyor.

Bu hastaneler 2017 yılından itibaren faaliyete alındığından ve yine ulaştırma yatırımlarında koşullu yükümlülükler de 2017 yılından itibaren ortaya çıktığından; 2018 yılı bütçesine ulaştırma projelerinin koşullu yükümlülükleri için yapılacak ödemeler de dâhil olmak üzere toplam 6,2 milyar TL tutarında ödenek konuldu. Yeni şehir hastaneleri faaliyete alındıkça, gelecek yıllar bütçelerinde bu ödenek kat ve kat artacak.

Ulaştırma projeleri ise ikinci grup olan koşullu yükümlülüklerin somut örnekleri. Bu projelerle ilgili olarak devlet, ulaştırma sektöründe gerçekleştirilen projelerde talep/kullanım garantisi (otoyollarda araç geçiş garantisi, ya da yolcu geçiş garantisi gibi) sağlıyor.

Önümüzdeki yıl için her iki tür ödeme için 18 milyar TL’nin üzerinde bir ödenek bütçeye konuldu.

Bu iki yükümlülük dışında, KÖİ bünyesindeki projelerle ilgili olarak Hazine’nin 13,2 milyar dolarlık borç üstlenim garantisi söz konusu.  Devletin cömert bir biçimde gelir garantisi verdiği KÖİ sözleşmeleri uluslararası piyasalardan kredi bulmakta zorlandığından bu projelere kredi bulunmasını kolaylaştırmak amacıyla Hazine Müsteşarlığı’na borç üstlenim taahhüdü sağlama görevi verildi.

KÖİ projeleri ile önümüzdeki 25 yıl için hem toplum, hem de Hazine ciddi borç altına giriyor. Bu sözleşmelerin hem bütçe açığını, hem de kamu borçlarının yüksekliğini gizlemenin bir aracı olarak kullanıldığı da ortada. Çünkü KÖİ sözleşmeleri özel finansman olarak görülerek devletin yükümlülükleri yok sayıldı. Bu nedenle Türkiye’nin kamu borcu olduğundan düşük gösterildi. Oysa şehir hastanelerinden kaynaklanan doğrudan yükümlülükler ilave edildiğinde genel devlet borcunun GSYH’ye oranı yüzde 42,2’ye; ulaştırmadaki koşullu yükümlülükler de ilave edildiğinde bu oran yüzde 45,9’a çıkıyor. (9)

(viii) T. Varlık Fonu

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’nin ardından 1 Ağustos’ta kurulan T. Varlık Fonu’nun bugün itibariyle 200 milyar ABD dolara yakın bir varlığı olduğu, yani 2018 Merkezi Yönetim Bütçesinden daha fazla bir büyüklüğüne sahip bir varlığının olduğu ileri sürülüyor.

İçinde: Özelleştirme Fonu, TMSF, TCZB, Halk Bank, BİST de dâhil olmak üzere toplumun bütününe ait tüm varlıkları barındıran bu Fon, Sayıştay denetimi de dâhil hiçbir kamusal denetime (Meclis, Hükümet ya da Bakanlıklar) tabi değil.  Torba Yasa’ya eklenen bir madde ile T. Varlık Fonu’na Hazine’den kaynak aktarılması mümkün olabilecek.

Fon’un iki icraatı fonun hangi kısmen amaçla kurulduğunu da açıklıyor: Sırasıyla Demirören Grubuna Doğan Medyanın satın alınmasında kullanılmak üzere T. C. Ziraat Bankası’ndan 675 Milyon dolarlık 10 yıl vadeli düşük faizli kredi verildi (10).  İkinci olarak Ali Ağaoğlu’nun Ataşehir Finans Merkezi’ndeki arsası ‘T. Varlık Fonu' tarafından 1 milyar 400 milyon TL’ye alındığı iddia edildi. (11)

(ix) “Diğer Giderler” genel uygulamaya dönüşüyor

Diğer Bütçe Giderleri gibi tanımlanmayan hesaplara kaydedilen tutarlar yükseldikçe mali raporlardan yararlanmak mümkün olmadığı gibi, saydamlık ve hesap verilebilirliğin sağlanması de gerçekleşmez.

2016 yılı bütçe giderlerinin toplam 55,1 milyar TL’si ve 2017 yılında 65 milyar TL’si “diğer giderler” kaleminden yapıldı. Bu kadar büyük bir kamu kaynağının nereye harcandığı ise bilinmiyor. (12)

Özcesi, bu ülkede hiçbir zaman Bütçe Hakkının tam olarak kullanıldığı ileri sürülemese de, bu hakkın kullanımı ilk kez son yıllarda bu denli imkânsız hale geldi.

BÜTÇE HAKKI HEM EMEĞİN, HEM DE FARKLI KİMLİKLERİN HAKKININ KORUNMASINI GEREKTİRİYOR

Kaldı ki bütçeler sadece sınıfsal perspektiften ele alınmamalı. Zira içinde yaşadığımız toplumda sadece sınıfsal eşitsizlikler ve bunlardan kaynaklı sömürü ve adaletsizlik yok. Ayrıca yaygın bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği, farklı etnisitelere, inançlara ve cinsel kimliklere karşı ciddi bir ayrımcılık uygulanıyor. Doğa ise talan ölçüsünde bir sömürüye tabi tutuluyor.

2020 Bütçesinde bırakın bu haksızlıkları, adaletsizlikleri ortadan kaldırmaya dönük önlemlerin yer almasını, ödeneklerin tahsis ediliş biçimlerinden hareketle bunların daha da derinleştirildiğine tanık oluyoruz.

SONUÇ

Sonuç olarak nasıl bir toplumda yaşamak istiyorsak ona uygun bir devlet bütçesi yapmak durumundayız. Yani emek dostu, sosyal refahı etkin bir biçimde büyütüp eşit ve adil paylaştıran, tüm kimlikleri eşit gören, onların haklarına saygılı, halklar arasında eşitlik temelinde kardeşliği önceleyen, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan, kadını güçlendiren ve özgürleştiren ve doğa dostu bir toplumun yönetsel bütçesi demokratik, katılımcı bir halk bütçesi olmak durumundadır.
Böyle bir bütçenin hazırlanma, uygulanma ve denetleme hakkı ise (en az 100 yıllık bir deneyimden hareketle)  asıl olarak yerinden demokrasi pratikleriyle hayata geçirilebilecektir.

DİP NOTLAR:

(1)  Richard Murphy, The Joy of Tax, Corgi Books, 2015, s. 21-22.
(3)  T.C. Sayıştay Başkanlığı, 2018 Yılı Genel Uygunluk Bildirimi (Eylül 2019),  s. 13.
(4)  Agr.
(5)  R. Hakan Özyıldız, “Devlet İşsizlik Sigortası Fonuna verdiğini geri alıyor”,  http://www.hakanozyildiz.com/2018/11.
(6)  “İşsizlik Fonu alarm veriyor: Nisan ayında 390 milyon lira açık verildi”, https://t24.com.tr/haber (7 Haziran 2019).
(7)  “CHP raporu: Şehir hastanelerinin 25 yılda kamuya getireceği yük 142 milyar dolar”, https://t24.com.tr (14 Kasım 2019).
(8)  Agr.
(9)    http://uemek.blogspot.com.tr/…/kamu-ozel-isbirligi-koi.html (3 Kasım 2019).
(10)               “675.000.000 dolar! Devletin Doğan Medya Grubu'nu satın alan Demirören'e verdiği kredi”, https://t24.com.tr (7 Nisan 2018).
(11)               “Varlık Fonu'ndan tepki çekecek adım! Ağaoğlu büyük bedelle arsa satmış”, https://www.milligazete.com.tr (25 Eylül 2019).
(12)               KOÇ, EAF, TÜSİAD, Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu III- 2018/I Bütçe Uygulama Sonuçları.