29 Ocak 2020 Çarşamba

NEO-LİBERALİZMİN SİYASAL İSLAM İLE STRATEJİK İTTİFAKI- “FAİZ CAİZDİR” DEDİ VAİZ (2)


NEO-LİBERALİZMİN SİYASAL İSLAM İLE STRATEJİK İTTİFAKI-  “FAİZ CAİZDİR” DEDİ VAİZ (2) 

Mustafa Durmuş

28 Ocak 2020


Tarihe baktığımızda toplumsal gelişmelerin monolitik bir biçimde gerçekleşmediğini görürüz.  Öyle ki dini kurumlar ile siyasal iktidarların açık ya da gizli ittifaklarına tanık olunduğu gibi, az da olsa (Latin Amerika ülkelerinin bazılarında geçmişte görüldüğü gibi, özellikle de halkın içinden gelen) dini önderlerin siyasal iktidarlarla çatıştığı ya da yönetenlere karşı çıktığı dönemleri yaşadık.

“İKİ PAPA”(*)
Güncel bir örnek olarak bir önceki Papa son derece tutucu ve gerici biri iken  (hatta Nazi yanlısı olduğu ileri sürüldü), mevcut Papa Francis’in farklı bir çizgide olduğu söylenebilir. Bunun Vatikan’ın giderek gözden düştüğü gerçeğine karşı, bu gidişatı önlemek için izlenen bir taktik olduğu ileri sürülebilir kuşkusuz.

Ancak Papa Francis’in kapitalizmin neden olduğu temel sorunlar konusundaki eleştirel tutumu da küçümsenmemeli, hatta sahiplenilmeli. Bu bağlamda bizde neden dini resmi olarak temsil eden Diyanet ve gayrı resmi dini akım ya da cemaatlerin neden iktidarların doğa, emek, özgürlükler ve barış karşıtı politikalarına eleştirel bir tutum takınmadıkları sorgulanabilir.

Papa Francis,  iklim değişikliği konusunda acil eylem çağrısında bulunuyor, daha insancıl bir toplum yaratmak için mücadele edenlere teşekkür ediyor, doğayı korumak için karbon emisyonunun azaltılması ve gelecek kuşaklara daha yaşanılabilir bir doğayı miras bırakmak için mücadele eden gençlere kulak verilmesini istiyor, mültecilere karşı duvar örenlere karşı çıkıyor, barışı savunuyor.  Yoksulluk, eşitsizlik, açlık gibi, özellikle de çocukların açlıktan, susuzluktan ve gerekli bakıma sahip olmamalarından dolayı ölümlerine kayıtsız kalınmasını eleştiriyor. Kâr arayışı içindeki piyasa ekonomisinin bu şekilde işleyişi, zenginlerin aç gözlülüğü ve giderek artan gelir eşitsizlikleri sürdükçe açlık ve yetersiz beslenme sorununun ortadan kaldırılamayacağını ileri sürüyor. (1)

OSMANLI TOPLUMU İTTİFAKIN BARİZ BİR ÖRNEĞİ

Osmanlı toplumu (yaygın bilinenin aksine), sınıflı bir toplumdu ve başta Öşür (Aşar) olmak üzere alınan çok sayıda şer-i ve örfi vergi geliri saray (padişah/sultan), askeri-sivil bürokrasi ve din ulemasından oluşan yöneten sınıfın hazinesinde toplanıp bu yöneten sınıfın bileşenleri arasında paylaştırılıyordu (aslan payı kuşkusuz padişaha aitti).

Ulema sınıfı içinde yer alan Şeyhülislam, din görevlileri, şeyh ve dervişlere, yaptıkları hizmetleri ödüllendirmek için ayrıca sürekli olarak toprak dağıtılırdı. Bu ödüllendirme toprak rantının kurulan zaviyelere terki şeklinde olurdu. Padişaha ait olan bu miri arazinin, toprak, zaviye ve köy olarak tarikat şeyhlerine geçirilişi çoklukla ikta-istiğlal yoluyla yapılırdı ve karşımıza, bazen hayri, bazen de aile vakıfları olarak çıkardı. (2)

OSMANLI’DA FAİZ VE FAİZİN VERGİSİ

Osmanlı’da geniş çaplı para ile faizcilik yapan “ribahorlar” vergi dışında bırakıldılar.  Nakit para sahipleri, resmi sözleşmelere dayalı olarak faizcilik yapsalar da, hiç vergi ödemiyorlardı. Ayrıca tekke şeyhleri (düaguyan), vazife ve cihet sahipleri (müderris, imam, müezzin ve diğerleri)  ve Peygamber evladından olduklarına dair berat almış bulunanlar, Sadat, Sipahi Oğulları, Mürtezika / vakıflardan ulufesi olan dul kadın, yetim vs.ler vergilerden muaf tutulmuşlardı. (3)

Tanzimat sonrasında da dini vakıflar, müftüler, vücuh, hatipler ve imamlar öteden beri olan ayrıcalıklı durumlarını sürdürdüler ve vergi ödemediler. Peygamber soyundan olduğu gibi, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin soyundan gelenler de (isterlerse) aşar ve ağnam gibi vergi ve resimlerden muaf kalabiliyorlardı. (4)

BÜYÜK RESİM: ÜRETİM VE BÖLÜŞÜM BİÇİMİ DİNİ KURUMLARIN TUTUMUNU BELİRLİYOR

Kısaca Diyanet’in TOKİ faizinin caiz olduğuna dair fetvasını izlenmekte olan kapitalist sermaye ve servet birikim stratejisi temelinde yükselen siyasal iktidar (devlet)- din kurumu işbirliği üzerinden değerlendirmek gerekiyor.

Çünkü kapitalist toplum sınıflı bir toplum ve böyle bir toplumda bu sınıflar arasındaki tüm ekonomik ilişkiler ve çelişkiler üst yapı kurumlarının tutumlarını da etkiliyor.
Nasıl ki bir bütün olarak devlet, mahkemeler, kolluk güçleri ve merkez bankası böyle bir sınıfsal ayrışma ve çatışmanın dışında kalamıyorsa, din kurumu da bu sınıfsal çelişkilerin neden olduğu ekonomik ilişkilerin ve çatışmaların dışında kalamıyor. Tam tersine, din ve dini kurumlar toplumsal sınıflar, gruplar arasındaki çatışmalarda büyük ölçüde egemenden, yönetenden yana olmak üzere taraf oluyor. 

Böyle olunca inşaata dayalı birikim stratejisi faizli konut alımını gerektiriyorsa, en temel kural deliniyor ve bu kredilerin faizleri caiz kabul ediliyor. Böylece inşaat, konut-emlak ve bankacılık sektörü rahatlatılıyor.

Aslında Diyanet hep devletin yanında tavır aldı (15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasındaki açık desteği hatırlayalım),  örneğin Kurum yakın geçmişte yaşanan Bitcoin tartışmaları sırasında Hükümetin yanında yer alarak (Merkez Bankası’nın tutumuna karşı çıkarak), yayınladığı bir fetvada: “Bitcoin dahil tüm dijital kripto paraların kullanımının caiz olmadığını ileri sürmüştü. (5)

İşçi haklarının gasp edilmesi, işçi ölümleri, KHK’larla toplu işten çıkartmalar, kadın cinayetleri ve son asgari ücret tartışmasında olduğu gibi işçileri ilgilendiren temel konularda sessiz kalmayı tercih eden Kurum’un, dün dünya işlerinden biri olan mevcut ulusal para birimlerini dinen caiz görüp, Bitcoin gibi alternatif para birimlerine karşı çıkarken bugün faizi caiz görmesi, kuşkusuz bu kurumun siyasal iktidarla kurduğu simbiyotik ilişkinin bir gereği.

Özetle bugün artık dinin “ezilenlerin ahı”  ya da “mazlumların sığındığı bir alan” olmaktan çıktığını görmek gerekiyor. İnsanlar artık dine dayalı politikaları egemen ideolojiden kaçmak için değil,  tam tersine onun içinde bir anlam bulmak ve anlam dikte etmek için benimsiyorlar. (6)

NEO-LİBERALİZM SİYASAL İSLAM İTTİFAKI

Kapitalizm son 40 yıldır neo-liberalizm dönemini yaşıyor. Bu dönemin çok sayıda özelliği arasında ideolojik anlamda neo-liberalizmin dinlerle ve neo-muhafazakârlıkla yaptığı açık ittifak ise göze çarpıyor.

Neo-liberalizm açgözlülüğün moral ve entelektüel yönden haklı gösterilmesidir. Yığınları yoksullaştırarak servet biriktiren bir azınlığın kendilerini haklı gösterme ve emeklerini sömürdükleri yığınları uysallaştırma ve uyumlu hale getirmenin ideolojisi ve pratikteki uygulamasıdır. Diğer taraftan böyle bir amaç yüzyıllar boyunca dinler tarafından yerine getirildi. Yoksulların kendi hatalarından dolayı, zenginlerin ise Tanrı’nın takdirinden dolayı zengin oldukları fikri yoksul kitlelere empoze edildi. (7)

Bu ittifak sonucunda neo-liberal ideoloji adeta yeni bir din gibi hiçbir şeklide tartışılamayan, kesin biat edilen bir ideolojiye dönüşürken,  yeni muhafazakârlık ve din kurumu da hem maddi olarak payına düşeni alıyor, hem de toplum üzerindeki etkisini giderek perçinliyor.

Tarık Ali’ye göre neo-liberal ideoloji tarafından öngörülen kamunun rolünün minimuma indirilmesi kitleler arasında boşluğa ve ümitsiz bir politik söyleme yol açtı. Bu boşluksa radikal dinci akımlar tarafından dolduruldu. Bu durum soğuk savaş sonraki baskıcı dönemle birlikte birkaç on yıl boyunca laik politik aktivizmin yerini dünya çapında dinci aktivizmin alması sürecini açıklar nitelikte. (8) 

Bu yeni durum emekçiler başta olmak üzere tüm toplumun neo- liberal politikalara ve yoğun emek sömürüsüne karşı yükselebilecek mücadelesini bastırmada bir kültürel hegemonya olarak işlev görüyor.

TÜRKİYE: İTTİFAKIN LABORATUVARI

Türkiye (özellikle 2003 yılından itibaren) bu işbirliğinin açık bir biçimde hayata geçirildiği bir ülke oldu. İslam, “Radikal İslam’dan” “Ilımlı İslam’a” ya da Piyasa İslam’ı adı verilen bir biçime dönüşürken, siyasal iktidarlar özelleştirmeler, serbestleştirmeler, de-regülasyon ve ilkel sermaye birikimi yöntemleri gibi yöntemleri esas alan neo-liberal birikim stratejisini adım adım uyguladılar.

Bu yapılırken işbirliğinin tarafları da paylarını aldılar. Siyasal iktidar çevresinde yeni sermaye ve rant zenginleri oluşup, her taraf büyük AVM’ler, duble yollar, plazalar, rezidanslar, hava limanları ve HES’ler gibi emlak ve alt yapı yatırımları ile dolarken, Diyanet’e bütçeden ayrılan paylar giderek arttı.

Öyle ki çok sayıda bakanlığın ya da üniversitenin payından daha fazla kamusal kaynak Diyanet’e bırakıldı. Bu arada ülkenin her yanında sadece çok büyük ve görkemli Şehir Hastaneleri değil, aynı zamanda çok büyük ve görkemli camiler de yapıldı.

Ülke ekonomisinin 2015 yılından itibaren önce durgunluğa, ardından da krize girmesi; siyasetin giderek otoriterleşmesi,  parlamenter düzenin etkisiz kılınması ve bunlara paralel biçimde Diyanet’in toplum ve siyaset üzerindeki rolünün daha da artmasıyla sonuçlandı. Öyle ki gelinen nokta itibariyle bu işbirliği Siyasal İslam-Neo-liberal - otoriter rejim işbirliğine dönüştü.

“Sabır, Sınav, Şükür, Tevekkül, Kader” gibi dini referansları kullanan ve bunu yaparken Diyanet’in büyük desteğini alan kültürel hegemonya toplumdaki eşitsizliklerin emekçiler tarafından normal görülüp kabul edilmesini, itaat edilmesini sağlamaya yetmeyince otoriterlik ve militarizm ön plana çıkartıldı. Kurumun bu paradigmaya da destek verdiğini ve vermeye devam edeceğini söylemeye gerek yok.

Sonuç olarak, tarih boyunca kapitalizm artı -değer sömürüsünü ve sermaye birikimini destekleyen kurum ve ideolojileri geliştirdi. Yani yapı/sistem kendine uygun özneleri yarattı ya da özneleri kendine uygun hale getirdi. Ülkede son 17 yıla damgasını vuran da finansallaşma adı verilen ve en önemli ayağı bankalar ve inşaat sektörü olan bir borca dayalı birikim stratejisi oldu. Gelinen nokta itibariyle yapılan inşaatların, konut ya da işyerlerinin satılabilmesi için uzun süreli konut kredisine ihtiyaç var. Bu da faizle işliyor. Bu nedenle de konut kredisi veren kamu bankalarının bu kredilere uyguladıkları faizin dindar tabanda meşru görülmesi gerekiyor. Bunu sağlama görevlerinden biri de son dönemde siyasal iktidarla tam bir uyum içinde hareket eden Diyanet’e düşüyor.

DİP NOTLAR:

Çizgi: Ercan Akyol

(*) The Two Popes adlı filmi izlemenizi öneririz.

(1)  https://www.vaticannews.va/en/pope/news/2019-10/pope-message-world-food-day-wasting-bread-poor.html: https://globalnews.ca/news/pope-francis-greed-of-a-few-poverty(17 November 2019); https://globalnews.ca/news/pope-francis-border-walls (1 April 2019).
(2)  Mustafa Durmuş, “‘Hangi Osmanlı’nın torunlarıyız tartışmasına bölüşüm ilişkilerinden yaklaşmak”, http://siyasihaber4.org (5 Şubat 2017).
(3)  Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi Cilt 2  (1453-1559), Cem Yayınevi, 1974, s. 286-288; 291.
(4)  Abdüllatif . Şener,  Tanzimat Dönemi Osmanlı Vergi Sistemi, İşaret Yayınları, 1990, s. 180-184.
(5)  Diyanet'ten Bitcoin fetvası, https://www.cnnturk.com (1 Ocak 2018).
(6)  Nathan Schneider,  “Neoliberal Political Economy and the Religious Revival” (March 2007), http://citeseerx.ist.psu.edu (24 Ocak 2020).
(7)  What is neoliberalism?, http://thestandard.org.nz (24 Ocak 2020).
(8)    Schneider agm.


26 Ocak 2020 Pazar

“FAİZ CAİZDİR” DEDİ VAİZ (1)


“FAİZ CAİZDİR” DEDİ VAİZ (1)

Mustafa Durmuş

26 Ocak 2020

Diyanet’in kamu bankalarından alınan TOKİ kredileri üzerine uygulanan faizin dinen caiz olduğu yönündeki açıklaması bu haftaya damgasını vurdu. Diyanet’in faiz açıklaması şöyle:(1)

TOKİ aracılığıyla uygulanan sosyal konut projesinde, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, ödeme güçlüğü içindeki vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla, “devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir”.

Böylece Diyanet, tarihinde ilk defa faizli işleme onay vermiş oldu. Karar oy çokluğuyla kabul edildi.(2)

Bu aslında (kamu yararı gerekçe olarak gösterilerek), Diyanet’in faizi Müslüman halkın gözünde meşrulaştırma çabası. Nitekim Karar Gazetesi’nden M. Öztürk bu durumu Yahudilikteki faiz anlayışıyla benzeştirerek şöyle açıkladı: (3)

 “Talimata mebni olarak operasyonel şekilde ve fakat kerhen tanzim edilmiş olması muhtemel görünen bu fetva metni Yahudilerin faiz anlayışlarını  anımsatır tarzdadır.  Zira Yahudiler, faizli işlemleri kendi aralarında haram sayarken Yahudi olmayanlardan faiz almanın cevazına, hatta lüzumuna hükmetmişlerdir. ... İlginçtir, Diyanet de bir devlet kurumu olarak faizli işlemi resmi/sosyal TOKİ projesiyle ilgili bir lüzuma mebni olarak caiz sayarken, sivil vatandaşın kendi ihtiyacını karşılamak için kredi kullanmasını “lâ yecûz” saymıştır”.

GERÇEKTE BİR FAİZ KARŞITLIĞI SÖZ KONUSU DEĞİL

Neo-liberal - otoriter siyasal İslamcı iktidarların faizle imtihanı çok çelişkili bir özelliğe sahip. Çünkü faize karşı söylemlerle (özellikle de muhafazakar Müslüman) seçmen konsolide edilmeye çalışılırken, faizciye bütçeden aktarılan kamu kaynakları sürekli bir artış gösteriyor.

Bu durum son 17 yıldır uygulanmakta olan borçlanmaya dayalı inşaat ve emlak rantı üzerinden servet biriktirme stratejisinin doğal bir sonucu. Sadece ülkenin yarım trilyon dolara yaklaşan dış borcu değil, 1,4 trilyon liraya yaklaşan brüt kamu borç stokunun varlığı da (4) neden bu denli yüksek bir faiz ödemesi yapıldığını açıklıyor. Kural belli: “Borç yiyen kesesinden yer”.

Durumun ciddiyetini daha iyi anlayabilmek için son yıllarda devlet bütçesinden ödenen faizlerdeki artışa bakmak yeterli. Faiz ödemeleri sırasıyla: 2017’de 57 Milyar lira iken, 2018’de 74 Milyar lira ve 2019’yılında 99,9 Milyar lira olmuş (3 yılda yüzde 75 artış) . İktidar 2020 yılında bu rakamın 139 Milyar lira olmasını öngörüyor. (5)

Bir çalışmaya göre ise AKP iktidarının 17 yıllık dönemi boyunca 932 milyar lira faiz ödemesi yapıldı.  Geçen yıl; ayda ortalama 8,3 milyar lira, günde 247 milyon lira ve saatte 11 milyon lira faiz ödendi. Aynı yıl iktidar geri ödemesini yaptığı her 100 liralık borca karşılık (anapara ve faiz) 132,4 lira iç borçlanmaya gitti. (6)

FAİZDEN VERGİ DE ALINMIYOR

Faiz konusunun diğer bir boyutu bunun nasıl vergilendirildiği.  Gelir Vergisi Kanunu’nun Geçici 67. Maddesi gereğince, faizden asgari ücretliden alınan kadar dahi vergi alınmıyor. Üstelik geçen yıl Eylül başında yapılan bir değişiklikle lira cinsinden vadeli mevduatlardaki gelir vergisi (stopaj) oranları daha da düşürüldü.
Kısaca, lira cinsinden tutulan vadeli banka mevduatlarından elde edilen faiz gelirinden alınan gelir vergisi 6 aya kadar vadeli mevduatlarda yüzde 15’ten yüzde 5’e; 6 ay-1 yıl vadeli olanlarda yüzde 12’den yüzde 3’e ve 1 yıldan uzun vadeli olanlardan yüzde 10’dan yüzde 0’a düşürüldü . (7)
Bu bağlamda neredeyse 800 milyar lirayı bulan çeşitli vadelere bağlanmış vadeli TL mevduatından elde edilen faiz gelirinden alınan vergi azaltıldı, hatta bir kısmında sıfırlandı.
Benzer bir biçimde, aynı maddeye göre; devlet tahvili ve hazine bonosu faiz geliri elde edenlerden alınan vergi oranı (yerli ve yabancı yatırımcı ayırımı yapılmaksızın) yüzde 0 (duruma göre yüzde 10 ile sınırlı). Borsadan elde edilen gelirler ise hiç vergilendirilmiyor. Yani rant geliri elde eden zenginlerimiz bir asgari ücretli kadar dahi vergi vermiyor.

 TARİHSEL OLARAK UHREVİ VE DÜNYEVİ İKTİDARLARIN İŞBİRLİĞİ

Diyanet’in dünyevi siyasal iktidara olan desteğini anlayabilmek için, örneğin ona 2020 bütçesinden ayrılan 11,5 milyar liralık bütçeyi (ya da Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün milyarlarca lirayı bulan bütçesinin de dini eğitim amaçlı olarak kullanılmasını) dikkate almak yeterli olur. Ancak uhrevi ve dünyevi iktidarların işbirliği çok eskiye dayanıyor.

Dinsel kurumlar tarihte siyasal iktidarlarla (hükümdarlarla) zaman zaman çelişkiye ve çatışmaya girmiş olsalar da genelde uzlaştılar. Bu işbirliğini ilk olarak İncil’de yaradılış (genesis) bölümünde “ürünün beşte birinin firavunlara (Pharaoh)  verilmesi” önerisinde (8) ve  “Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını ise Sezar’a vermek gerekir” (9) ifadesinde bulabiliriz.

Bu ifadede kast edilen Tithe ve Poll Tax adı verilen iki temel vergiden sağlanan gelirler. Tithe “Tanrı’ya “sosyal düzeni desteklemesi karşılığında” köylünün mahsulünden ödenen ve onda bir anlamına gelen vergi iken, Poll Tax “dünyevi siyasal iktidara kamusal düzenin desteklemesi için” ödenmektedir. Yani İncil Sezar’ın hakkının (Poll tax) Sezar’a verilmesi ve Tanrının hakkının da (Tithe) Tanrıya verilmesi gerektiğini emrediyor.

CALVİN VE  LUTHER’DEN LORDLARA DESTEK

Dini kurumların hükümdarlara desteği tarih boyunca sürdü. Örneğin 16.Yüzyıl Hristiyan reformistlerden biri olan Calvin’e göre, yönetenler ve yönetilenlerden oluşan bir sosyal düzenin varlığı “Tanrı tarafından takdir edilmişti” ve “insanlık ilk günahın etkisi altında olduğu için bu düzen zorunlu olarak bir baskı düzeniydi, cezalandırıcıydı” (10) (dolayısıyla meşru kabul edilmeliydi) .

Nitekim 1524 tarihinde tarihin en kanlı köylü isyanları olarak da bilinen feodal Avrupa’nın en önemli ayaklanmasında (Almanya’da) on binlerce köylüden oluşan geçici ordu; serfliğin kaldırılması ve Lordlara ödenen vergilerin artık alınmaması talepleriyle manastırlara ve şatolara yöneldiler. Lordlar ve piskoposlar, kentleri ele geçiren köylüler ve halk karşısında işbirliği yaptılar ve prenslikleri yardıma çağırdılar. Bu ayaklanmalar sırasında bir diğer reformist Luther, lordlarla işbirliği yaptı, “cinayet işleyen, hırsızlık yapan köylü sürülerine” karşı risale yazdı ve bu risalede isyancı köylülerin çok ağır biçimde cezalandırılmalarının dinen caiz olduğunu ileri sürdü. (11)

VATİKAN: “MUSSOLİNİ TANRI’NIN LÜTFU”

Tarihte, faşizmin kurucusu olarak bilinen Mussolini ile Vatikan’ın işbirliği de son derece çarpıcı bir örnek. Mussolini bir yandan İtalya tarihindeki kahramanları günün koşullarında yeni efsaneler haline getirip, propaganda malzemesi olarak kullanırken, diğer yandan da Hıristiyanlığa ve Vatikan’a önem veren bir tutum takınarak efsanelerine dini figürleri ve ideolojiyi de ekledi. (12)

Öyle ki daha önce Kilisenin mal varlığına el koyma sözü veren Mussolini iktidara gelince din adamlarına ve Kiliseye yeni imtiyazlar tanıdı. 50 yıl önce okullardan kaldırılmış olan dini tedrisat yeniden uygulanmaya başladı. (13)

Ayrıca 1929 yılında Papalık ile Mussolini arasında “Lateran Anlaşması” imzalandı. Böylece Papa Mussolini’nin yanında yer aldı. Anlaşma Papalığa özerklik sağladı. Katolik dini resmi olarak tüm ulusun dini olarak kabul edildi. Papaya 90 milyon dolarlık bir zarar tazminatı ödemesi yapıldı.

Böylece, Mussolini bu anlaşma ile Papalık ile İtalya Krallığı arasındaki sorunları çözerek Hıristiyanların faşist rejime olan desteğini sağlamlaştırdı. Papa, Mussolini’yi “Tanrının lütfu” olarak tanımladığından Mussolini’nin içeride ve dışarıdaki itibarı da arttı. Yani Mussolini İtalyan toplumunu konsolide etmeyi başardı. (14)

…devam edecek

DİP NOTLAR:

(*) Çizgi: Ercan Akyol (https://www.facebook.com/Ercan-Akyol).
(3)  Mustafa Öztürk, “Diyanet, TOKİ, faiz”, https://www.karar.com (18 Ocak 2020).
(4)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı,  https://www.hmb.gov.tr/duyuru/31-aralik-2019-tarihi-itibariyla-merkezi-yonetim-brut-borc-stoku (24 Ocak 2020).
(5)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı,  Aylık Bütçe Gerçekleşmeleri Raporu, (Aralık 2019) https://www.hmb.gov.tr; 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller.
(8)  https://onlinebusiness.northeastern.edu/blog/a-brief-history-of-taxation (24 Ocak 2020).
(9)  http://amprpress.com/income_tax.htm (24 Ocak 2020).
(10)               Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Yordam Kitap, 2009, s. 186-193.
(11)               Agk.
(12)               Italia;n fascism: path towards seizure of power, http://eu.eot.su/2015/10/22/italian-fascism-path-towards-seizure-of-power (24 Ocak 2020).
(13)               Clara Zetkin, Fighting Fascism, How to struggle and how to win, (Edited by John Riddell and Mike Taber), Haymarket Books, 2017.
(14)               “Pareto, Liberismo, Free Trade and Conservative Fascism”, https://beastrabban.wordpress.com/tag/the-seizure-of-power/ , 11 April  2014 (24 Ocak 2020).



17 Ocak 2020 Cuma

DEVLETİN MALİ KRİZİ, BÜTÇE HAKKI VE 2020 BÜTÇESİ (17 Ocak 2020)

Devletin Mali Krizi, Bütçe Hakkı ve 2020 Bütçesi

ROSA VE KARL’IN KATLİ: CİHATÇI ÖRGÜTLER FREIKOPS’A DÖNÜŞÜR MÜ?


ROSA VE KARL’IN KATLİ: CİHATÇI ÖRGÜTLER FREIKOPS’A DÖNÜŞÜR MÜ?

Mustafa Durmuş

16 Ocak 2020

15 Ocak Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in bundan tam 101 yıl önce (1919 yılında) hunharca katledilmelerinin yıl dönümü.

Türkiye’de daha ziyade sol-sosyalist çevrelerce bilinen ve anılan bu iki sosyalist devrimci Avrupa’da her yılın Ocak ayının ikinci Cumartesi günü gerçekleştirilen büyük bir konferansla (Rosa Lüksemburg Konferansı / RLIC) anılıyor.
Bu konferans 1996 yılından bu yana her yıl düzenli olarak toplanıyor. Dünyada 70’den fazla örgüt, sendika, siyasal parti tarafından destekleniyor.  Berlin’de düzenlenen bu yılki anma konferansına 3000’den fazla insan katıldı. (1)

“REFORM MU DEVRİM Mİ?”

Rosa, Alman Komünist Partisi’nin öncüsü ve “Reform mu, Devrim mi”, “Sermaye Birikimi” gibi çok önemli yapıtların sahibi bir kadın devrimci ve 1919 yılında Berlin’deki sosyalist devrimin aktif örgütleyicilerinden biri.​​​​​​

Birinci Paylaşım Savaşının başladığı 1914 yılında, bir yandan savaşta kendi burjuvazilerinin ve devletlerinin yanında yer alan sol-komünist partileri eleştirirken, diğer yandan da kapitalizmin yıkılmasının gerekli olduğunu ileri sürmüştü Rosa. Ona göre, sosyal gelişmenin belli bir aşamasında mevcut sosyal düzen ortadan kaldırılmalı ve yerine daha ileri bir düzen olan sosyalizm kurulmalıydı.

Rosa işçi sınıfının neden savaş karşıtı olması gerektiğini ise özetle şöyle izah ediyordu: (2) Kapitalist ekonomilerde kârın realizasyonu giderek zorlaşır. Bu nedenle de kapitalizm, kapitalist olmayan dünya ile sürekli olarak etkileşim içine girmenin yollarını aramak durumunda kalır.  Dışa açık bir sistem olan kapitalizm kendi dışındaki kapitalist olmayan dünya ile bağlantı kurabildiği ölçüde gelişip serpilebilir, piyasa dışı alanları sömürgeleştirerek ayakta kalabilir.

Rosa için sömürgeleştirilecek dünya tam olarak 20. Yüzyılın emperyalist sömürgelerinden oluşuyordu ve Birinci Dünya Savaşı gibi emperyalist savaşlar da böyle bir sömürgeleştirmenin ve yeniden paylaşımın temel aracıydı. Bu yüzden de bu savaşlardan sadece kapitalizm, burjuvazi fayda sağlarken, bunun bedelini savaşan ülkelerin işçi sınıfları öderdi.

EMPERYALİST SAVAŞLARLA DOĞAYA KARŞI AÇILAN SAVAŞLAR ÖZDE AYNI

Diğer taraftan günümüz kapitalizminde insan aklının, boş zamanın, insanların ticari olmayan faaliyetleri gibi (örneğin ev işleri) işler ya da faaliyetler biçiminde kapitalist olmayan dünyada sömürgeleştirilecek çok sayıda alan mevcut. Ayrıca  “gezegenin kaynakları da giderek artan biçimde sömürgeleştiriliyor.

Yani kapitalizmin bugün Rosa’nın düşündüğünden çok daha fazla potansiyel kaçış rotası mevcut. Kuşkusuz Rosa bu kaçış rampalarını o günün koşullarında göremezdi ama emperyalist savaşlar, kapitalizm ve işçi sınıfının neden savaş karşıtı olması gerektiği gibi konularındaki savları bugün de geçerliliğini koruyor.

KAPİTALİST DÜZEN VE EMPERYALİST SAVAŞ KARŞITLIĞI CEZASIZ KALMADI

Hem militan bir kadın eylemci, hem de sosyalist teori alanındaki katkılarıyla bir teorisyen olarak egemen sınıfları tehdit eden Rosa’nın kendisi de, yoldaşı Karl da cezasız kalamazdı. Nitekim bu iki devrimci Alman devletinin hedef tahtasındaydı.
Ancak ölümleri Freikorps adı verilen ve daha sonra Alman faşizminin kurucusu Nazi Partisi’nin askeri kolu haline gelen ve Hitler’in en yakınındaki faşist liderlerden olan Heinrich Himmler tarafından kurulan SS’lere (Schutzstaffel)  dönüşecek olan bir paramiliter grubun üyelerinin elinden oldu. (3)

PRO-FAŞİST SOSYAL DEMOKRAT İŞBİRLİĞİ

Cinayetleri yöneten Waldemar Pabst adlı ve Freikorps’un önemli üst düzey yöneticilerinden olan fanatik bir milliyetçiydi. Cinayetlerin onayını veren ise henüz birkaç hafta önce iktidara gelmiş olan Sosyal Demokrat Parti’nin Savunma Bakanı olan Gustav Noske idi. Tarih bu ikiliyi hem Berlin’deki devrimin bastırılmasından, hem de Rosa ve Karl’ın öldürülmesinden sorumlu tutuyor. (4)

Kökeni 18.Yüzyıla kadar giden Freikorps “düzensiz ama silahlı birlikler" anlamına geliyor. 1918 yılından itibaren, I. Dünya Savaşından yenik olarak ülkeye dönen askerlerle beraber ortaya çıkan böyle düzensiz ama silahlı birlikler bu isimle anılmaya başlamıştı.

Bu eski askerlerin bir kısmı sivil hayattan kopartılmış oldukları ve tekrar normal hayata uyum sağlayamadıkları için, diğerleri ise komünistlere karşı duydukları nefretten dolayı Freikorps’a katılmışlardı.

Bu noktada önemli bir ayrıntı ise bu birliklerin, yukarıda sözü edilen  o zamanki Savunma Bakanı ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üyesi Gustav Noske’den maddi destek almasıydı. Öyle ki Freikorps (bizzat bakanın çağrısıyla) Almanya Komünist Partisi’nin öncülü konumundaki Marksist Spartakistler Birliği’nin (Spartakusbund) başlattığı devrimi kanla bastırdı ve 15 Ocak 1919’da bu hareketin önderlerinden Karl ve Rosa’yı öldürdü. Bu birlikler ayrıca aynı yıl Bavyera Sovyet Cumhuriyetine son verdi.(5)

Rosa ve Karl’ı sorgulayan ve katleden Freikorps birliğinin komutanı olan Waldemar Pabst, 18 Nisan 1962 tarihli “Der Spiegel” dergisine verdiği röportajda, katliamdan önce sosyal-demokrat bakan Noske ile telefon teması kurduğunu ve Noske ile Ebert’in onayını aldığını belirtti (6) .

1919 Baharında Berlin’de sosyalist devrimciler yenilgiye uğratıldılar ama sosyal demokratların kurtarıcı olarak çağırdıkları Freikorps’un yol açtığı tahribat çok büyük oldu.  Freikorps Almanya kentlerinin sokaklarında terör estirmeyi sürdürdü. Sadece komünistler değil, sendikacılar, Yahudiler ve hatta sosyal demokratlar, kısaca her türden muhalif ve iktidar odaklarına göre devlet ve toplum düşmanı sayılan her kesim şiddetle ezildi.

O yıllarda bu birliklerin liderlerinden biri olan Heinrich Schultz’un şu sözleri faşist güçlerle işbirliği yapmanın ne anlama geldiğini de ortaya koyuyordu: “ Suçlu birinin kaçmasına izin vermektense, çok sayıda suçsuzu öldürmek daha iyidir. Onları öldürün, sonra da size saldırdıklarını ya da kaçmaya çalıştıklarını açıklayın”. Alman devleti ile kurdukları organik bağ sayesinde bu birliklerin üyeleri korunup kollandılar, işledikleri cinayetlerden sorumlu tutulmadılar, yargılanmadılar.(7) 

TARİHSEL HATA

Sosyalist devrime karşı kapitalizmi koruma çabası içindeki sosyal demokratların bu tutumu belki de tarihsel hatalarının en büyüklerinden birini oluşturuyor. Çünkü sadece sosyalist bir devrimi önlemekte kalmadılar, Almanya başta olmak üzere dünya halklarının başına bela olan Alman faşizminin de önünü açtılar.

Tarih kuşkusuz ki tekerrür etmez (etseydi iyi bir gelecek için mücadele etmenin anlamı kalmazdı), ancak benzer olaylar ortaya çıktığında benzer sonuçların görülmesi de beklenir.

Yani Rosa ve Karl’ın Freikorps tarafından katledilmelerinden bu yana 101 yıl geçti ama Freikorps benzeri gruplar ya da birlikler hala dünya halkları için ciddi bir tehlike oluşturmayı sürdürüyorlar.

Örneğin İran’da “Devrim Muhafızları”na bağlı paramiliter milislerden oluşan Besiç, Ukrayna uçağının düşürülmesine yönelik protestolar sonrası sokakları bastırma işini üstlendi ve halkın üzerine gerçek mermilerle ateş açtı.

CİHATÇI ÖRGÜTLER BUGÜNÜN FREIKORPS’U MU?

Başta Irak ve Suriye olmak üzere Orta Doğu’da Freikorps benzeri onlarca, yüzlerce silahlı grup mevcut. Bunlar bölge devletlerince Orta Doğu’daki iç savaşlarda kullanılıyorlar. Bunlara her türlü maddi ve askeri destek sağlanıyor. Bunlara genel olarak “İslami Cihatçı Örgütler” deniliyor.

Sayıları on binleri aşan ve her türlü insanlık dışı uygulamayı sergilemekten çekinmeyen bu silahlı grupların Bölgede savaş bittiğinde ne yapacakları, bundan böyle hangi amaçlar için kullanılacakları hususu ise bugünden hepimizin kendine dert etmesi gereken çok önemli bir husus.

Bölgede emperyal amaçlar güden devletlerin kendi içlerindeki toplumsal hareketleri bastırmak için bu grupları 101 yıl önce Berlin’de olduğu gibi kullanmaları yüksek bir ihtimal. Çünkü içine düştükleri ekonomik ve politik krizler, gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik ve yoksulluk ve ekolojik krizler gibi sorunlar nedeniyle kapitalizm hegemonya kaybetmeye başladı. Neo-liberal, otoriter devletler ve yönetimler çareyi daha fazla otoriterleşmekte buluyorlar.

Bu yolda tarih tekerrür ederse ve Cihatçı Örgütler Freikorps’a dönüşürse bu şaşırtıcı olmaz. Bunu önlemek de sosyal demokratların da aralarında yer aldığı özgürlük,  demokrasi-adalet ve barış cephesine düşüyor.  Umarız sosyal demokratlar bir kez daha 101 yıl öncesine benzer bir tarihi hataya düşmezler ve burjuva demokrasisinin dahi yok edildiği günümüzde özgürlük, demokrasi-adalet ve barış için kimlerle ittifak yapmaları gerektiğini bilirler ve ona göre tutum alırlar.

DİP NOTLAR:

(1)  https://www.telesurenglish.net/news/Workers-Remember-Rosa-Luxemburg-and-Karl-Liebknechts-Legacies (12 January 2020).
(2)  Rosa Luxemburg, “Either Or”, https://www.marxists.org/archive/luxemburg( April 1916).
(3)  G.S. Graber, History of the SS, Robert Hale Limited, London, 1981, s. 5-16.
(4)  Klaus Gietinger, “The Man Who Murdered Rosa Luxemburg”, https://www.jacobinmag.com (15 January 2020).
(5)    https://tr.wikipedia.org/wiki/Freikorps (16 Ocak 2020).
(6)    https://en.wikipedia.org/wiki/Rosa_Luxemburg#German_Revolution_of_1918–1919.
(7)  Graber, agk.



6 Ocak 2020 Pazartesi

PROVOKATİF BİR SUİKASTTEN BÜYÜK BİR SAVAŞ ÇIKAR MI, NE YAPMALI?



PROVOKATİF BİR SUİKASTTEN BÜYÜK BİR SAVAŞ ÇIKAR MI,  NE YAPMALI?

Mustafa Durmuş

6 Ocak 2020

Türkiye’de Meclis’in Libya’ya asker gönderme kararını aldığı günlerde, ABD İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi Irak’ta öldürdü. Ardından da Üçüncü Dünya Savaşının fitilinin ateşlendiği yönünde yorumlar yapılmaya başlandı.

Süleymani’nin geçmişte binlerce İranlı Kürt’ün öldürülmesinden sorumlu bir ölüm makinası olduğu biliniyor. Ancak savaş hali mevcut değilken, yerinin insansız hava aracıyla belirlenip, ardından bombardıman ile öldürülmesi bir savaş suçu. Bu kışkırtıcı cinayet Trump yönetiminin de (kendinden öncekiler gibi), burjuva demokrasisinin sınırlarını fazlasıyla aşabilen terörist bir yönetim olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya koyuyor.

GERGİNLİK VE ÇATIŞMA YAYILACAK

Böyle bir saldırı bölgedeki çatışmaları, sürmekte olan savaşları daha da büyütüp yeni bir büyük genel savaşın da kıvılcımı olabilecek ciddiyette, bu nedenle de dünya halkları için endişe verici.

Çünkü bu kışkırtıcı cinayet ABD’nin İran ile bir savaşı başlatmış olmasıyla sınırlı kalmayacak, ayrıca sadece İran’dakiler, Lübnan’dakiler ya da Irak’takiler değil, bölgede yaşamakta olan milyonlarca Şii’nin karşı eylemlerini kışkırtarak bölgedeki istikrarsızlığı daha da artıracak. Olaylar kontrolden çıktığında ise savaşın yayılarak genel bir savaşa dönüşmesi işten bile değil.

SAVAŞLAR REFAH DEĞİL, FELAKET GETİRİYOR

Böyle bir savaşın neden olacağı insani kayıplar, ölümler, sakatlıklar ve ekolojik tahribatın yanı sıra ekonomik zararları da çok büyük olacak. Silah şirketleri başta olmak üzere savaş sanayi bu işten kârlı çıksa da, ortaya çıkan genel toplumsal ve ekonomik zarar bunu misliyle aşacak.

Savaşın enflasyon, işsizlik ve yoksulluk artışı ve yeni göç dalgaları biçimindeki etkilerinin yanı sıra, muhtemelen petrol fiyatları 1973-74’dekine yakın bir oranda (tahminen iki- üç kat) artacak. Çünkü dünya petrol sevkiyatının yüzde 20’sinin yapıldığı bir boğaz olan Hürmüz Boğazı olası bir savaşta petrol sevkiyatına kapatılacak.

ABD YENİ BİR SAVAŞI NEDEN KIŞKIRTIYOR?

İlk Irak işgalinden bu yana bölgedeki savaşların ABD ekonomisine maliyetinin 5-7 trilyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor (1). Buna rağmen ABD neden böyle bir savaşı kışkırtıyor, savaş istiyor?

Bu soruya kabaca; “yapı” ya da “özne”den yola çıkılarak iki şekilde yanıt verilebilir. Bu da aslında olay ve olguları açıklamada kullanılan iki farklı yaklaşım demektir.   
Bunlardan yapıyı ya da sistemi esas alan ilk yaklaşımda;  savaşlar kapitalizmin ve emperyalizmin (dolayısıyla da ABD emperyalizminin) kaçınılmaz sonuçları olarak ele alınırken, özneyi ön plana çıkartan ikinci yaklaşımda savaşlarda daha çok liderlerin, politikacıların davranışları, tutumları ve psikolojileri önemseniyor.

Oysa hem yapı, hem de özne önemli. Bunlar birbirini dinamik evrimci bir biçimde etkiliyor. Birey (ya da yönetim biçiminde kolektif özne) yapı-sistem tarafından şekilleniyor, geliştiriliyor ya da kısıtlanıyor. Diğer taraftan kurumsal yapılar tarihin geçmişteki insan öznesinin ürünleri ve onları günümüze güncelleyerek taşıyorlar. (2)

Bu yüzden de analizlerde bunları karşı karşıya getirmek yerine birlikte ele almak, yani sorumlu özneyi, sorumlu yapı-sistem ile birlikte değerlendirmek gerekir. Aksi yapıldığında özne olarak kişi ya da yönetim suçlu gösterilirken, kapitalizm-emperyalizm aklanıyor ya da kişinin sorumluluğu inkâr edilerek sorumluluk bütünüyle sisteme yıkılıyor ve kişi-özne aklanıyor.

İşin gerçeği (her ne kadar ikincisi daha ziyade metafizik bir yaklaşım olsa da), daha çok ilgi ve kabul görüyor. Zira sistemi sorgulamak istemeyenler ya da savaşların sistem ile bağlarını kuramayanlar kolayca özneleri sorumlu tutuyorlar.

SAVAŞLARI MEGALOMAN LİDERLER Mİ ÇIKARTIR?

Bu yaklaşımın somut bir örneğini “Neo-liberalizm Belası: Reagan’dan Trump’a ABD Ekonomi Politikaları (The Scourge of Neoliberalism: US Economic Policy from Reagan to Trump', Clarity Press, January 2020) adlı bu ay yayınlanmış olan kitabın yazarı olan Amerikalı Jack Rasmus oluşturuyor.

Rasmus’a göre (3) savaşlar; ideologlar ve/veya güçlü pervasız-sorumsuz liderlerin (çoğu zaman halkın dikkatini artan ülke içi sorunlardan uzaklaştırmak için) yüksek riskli askeri maceralara angaje olmalarından çıkar. Megalomanlıkları yüzünden çoğu zaman düşmanca tavırlarının ne tür sonuçlara neden olabileceğini kestiremezler.

Rasmus aşağıdaki tarihsel örnekleri bu savını desteklemek için gösteriyor (4):

▪ Avusturya Arşidükünün suikast sonucunda öldürülmesine karşılık olarak 1914 yılında Almanya Kayser’inin müttefikleri askeri olarak harekete geçirmesi;
▪ Hitler’in, İngiltere ve Fransa’nın Polonya vakası karşısında (Çekoslovakya’da olduğu gibi) hiç bir şey yapmayacaklarını varsayması;
▪ Japon Tojo’nun, ABD donanmasının Pasifik gücünün Hawai’de yok edilmesi ve Filipinlerden uzaklaştırılması halinde, ABD ile yapılacak bir savaşın kısa süreceğine inanması;
▪ Güney Kore Devlet Başkanı Syngman Rhee’nin 1950 Kore Savaşını başlatan Kuzey Kore işgali:
▪ Lyndon B. Johnson’un, Kuzey Vietnam güçlerinin çatışmaya girmeyeceği öngörüsüyle Vietkong’u yok etmek için Tonkin Körfezinde ve akabinde Vietnam’da çıkardığı askeri gerginlik:
▪ Saddam Hüseyin’in ABD’nin karşılık vermeyeceğine yönelik ABD’den aldığı sahte güvenceler sonucunda Kuveyt’i işgal etmesi;
▪ Osama Bin Ladin ve Taliban’ın 11 Eylül’den sonra ABD’nin harekete geçmeyip, işgale girişmeyeceği öngörüsü;
▪ George W. Bush’un ABD’li Yeni Muhafazakârların (neocon) “Irak’ın askeri olarak fethedilmesi durumunda oradaki savaşın başlamadan sona erdirileceği” yönündeki düşünce ve önerilerini benimsemesi;
▪ Son olarak, İran’ın en kıdemli generalini öldürterek Trump’ın savaş provokasyonu yapması.

Kısaca ona göre, bütün bu savaşlar, büyük çapta risk alan politik liderlerin yanlış hesapları, pervasızlıkları, umursamazlıkları ve çoğu zaman savaşa yol açan dinamikler konusundaki kıt kavrayışlarının sonucunda ortaya çıkıyor. 

Savaşlar, askeri maceralara atılmaktan çekinmemelerini, risk almalarını tavsiye ettikleri politik liderlere akıl veren radikal ideologlar ve askeri olmayan entelektüeller ve bürokratlar tarafından başlatılıyor. Politikacılarsa savaşı başlatan dinamikler ve bir savaşın başlaması durumunda kolay kolay durdurulamayacağı gerçeği konusunda miyoplar.

Diğer yandan, çatışmalar bir süre sonra kontrolü mümkün olmayan kendi dinamiklerini devreye soktuğunda, umursamaz, yüksek risk alan politikacılar savaşın gücü tarafından sürükleniyorlar yani onlar savaşı değil, savaş onları kontrol ediyor. (5)

KOF FETİH HAYALLERİ

Benzer bir yaklaşımı Oya Baydar Libya’ya asker gönderme konusu ile ilgili olarak sergiliyor (6):

“Suriye ya da Libya seferleri ve iktidarda kaldıkça başka benzer seferler beka ile ve millî menfaatlerle açıklansa da liderin hayalinde Osmanlı toprakları ve bu topraklar üzerinde nüfuz sahibi olmak var. Günümüz dünyasında bu megalo hayallerin geçerliliği ve sürdürülebilirliği yok, yarın ne olacağı, kof fetih hayalleri peşinde ülkemizin neler yitireceği de ayrı bir konu”.

LİBYA SEFERİ: BİR TAŞLA BİRDEN FAZLA KUŞ VURMAK

Kuşkusuz bunların dışında da yazılar mevcut. Bunlardan biri de meseleyi neredeyse tüm yönleriyle ele alan bir Baskın Oran yazısı. Baskın Hoca özetle Libya’ya asker gönderme nedenlerini şöyle açıklıyor (7):

“Dünyadaki 7 askerî üssümüze bir Müslüman ülke daha ekleyerek büyük devletliğimizi iyice tescil ettirmek. Mısır’da Müslüman Kardeşler’imizi düşüren Sisi’yi sindirmek. Akdeniz’i aramızda taksim ederek Libya’nın petrol ve doğalgaz zenginliğine vaziyet etmek. 1911’de İtalyanların bağrımızdan söküp aldığı bu Libya’da (mesela, Fizan’da!) bayrağımızı tekrar dalgalandırmak suretiyle yurdumuzda milliyetçi/ulusalcı desteğini sağlamak, milli birlik ve beraberliğe taze kan vermek. Hatta müteahhitlerimizin içeride kalmış toplam 25 milyar dolarını tahsil etmek”.

Bu çözümlemeler savaşların karar alıcıları, başlatıcıları olan bireyler ya da öznelerin ortak karakterleri konusunda oldukça önemli ipuçları veriyor. Dünya halklarının barış içinde bir arada yaşamaları için bu tür öznelerden kurtulmanın haklı gerekçesini oluşturuyor.

SAVAŞLAR KAPİTALİST-EMPERYALİST SİSTEMİN SONUCUDUR

Diğer yandan savaşlar (ya da ekonomik krizleri) sadece öznelerin davranışları ya da ruh halleri üzerinden açıklamak yeterli olmaz, hatta abartıldığında bu bizi yanlış sonuçlara da götürebilir.

Konuyu Diyalektik ve Tarihsel Maddeci Felsefenin ışığında ele alan “yapı ya da sistem yaklaşımına” göre,  küresel militarizm ve emperyalizmdeki yükseliş dünya liderlerinin kişilik bozukluklarına ya da hükümetlerin politika değişikliklerine indirgenemez.  Çünkü bu gelişmeler anlık yönetim-hükümet politikaları olmaktan ziyade sürekli hale gelmiş olan devlet politikalarıdır.

HÜKÜMET DEĞİL, DEVLET POLİTİKASI

Örneğin Irak’ın işgali sırasında yaşananlar emperyalist politikaların, ABD Hükümetinin değil, ABD devletinin bir stratejisi ya da politikası olduğunu gösteriyordu. Çünkü ABD egemen sınıfları 200 yıldır zamanlarının belli bir bölümünü tüm dünyada çıkarlarını en iyi koruyacak askeri yöntemleri bulup uygulamaya ayırdılar.(8)

Nitekim Süleymani’nin öldürülmesine en çok alkış tutanlar “şahin” olarak da adlandırılan üst düzey askeri yetkililer ve çok sayıda senatör oldu. Bu kesimler ayrıca Trump’ın daha da ileri giderek İran’daki tüm petrol rafinerilerini bombalamasını talep ettiler. (9)

Keza bu suikast ABD müesses nizamının sözcülerinden olan Wall Street Journal tarafından da desteklendi, hatta Trump’tan Suriye’deki İranlı milislerin de vurulması istendi. (10)

Kaldı ki ABD Savaş Yetkileri Yasası uyarınca, ABD Kongresinin onayı olmadan Trump tek taraflı olarak İran ile savaşa giremez. Bunu yapması durumunda, ABD Anayasasını çiğnemiş olur. Ancak, böyle bir savaşı başlatabilmek için İran’ı ABD askeri güçlerine saldırması için provoke edebilir ki bu durum aynı yasa çerçevesinde ona, istediği kadar güçlü karşı saldırıda bulunmasına izin veriyor. (11)

KRALDAN FAZLA KRALCI SAVAŞ KIŞKIRTICILARI

Benzer bir yaklaşımı bizim yandaş medyaız da sergiledi. Yeni Şafak Gazetesinin yazarlarından Yusuf Kaplan, Süleymani’nin ABD saldırısıyla öldürülmesini bir “oyun” ve “İran provokasyonu” olarak yorumlarken, bölgeyi de asıl olarak ABD’nin değil İran’ın kana buladığını öne sürdü.(12)

 SAVAŞA KARŞI NE YAPMALI?

Yeniden büyük bir savaşın hazırlığı yapılıyorsa tavır ne olmalıdır? Kuşkusuz savaş kışkırtıcılığı yapmak değil, savaşa karşı çıkmak gerekiyor. Bu konuda Birinci Dünya Savaşı sırasında sosyalistlerin kendi aralarında yaşadıkları tartışma ve buna bağlı olarak da takındıkları tutum çok öğretici olabilir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında savaşa taraf olan ülkelerin sosyalistleri “bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını esas aldıklarından büyük çoğunlukla savaşa karşıydılar. Ancak bu ülkelerin sosyalist partilerinin liderleri bu savaşta kendi devletlerini ve burjuvazilerini desteklediler.

Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) savaşa karşı çıkmadı. Çünkü önderlerinden olan Kautsky’e göre savaş ile kapitalizm doğrudan ilişkilendirilebilecek şeyler değildi. Emperyalizm ise sadece bir güç konusuydu ve asla ekonomik bir gereklilik değildi.

Yani Kautsky emperyalist savaşı, savaş baronlarının, finansal manipülatörlerin ve politikacıların ele geçirdikleri bir güç olarak tanımlıyor ve bunu işçi sınıfının sermayenin belli bir kesimi ile yapacağı ittifakın bozabileceğini, böyle bir ittifakın dünyaya barışı getirebileceğini ileri sürüyordu. (13)

Hem Lenin hem de Rosa Lüksemburg bu savı reddettiler ve savaşa karşı çıktılar. Bu süreçte Lenin (1916 yılında) “Emperyalizm” adlı kitabını yazdı. Burada Birinci Dünya Savaşının kaza ile ya da  güç düşkünü politikacıların hırsları ya da egemen sınıfların içindeki bazı sert unsurların tutumları yüzünden çıkmadığını, tersine savaşın kapitalizmin küresel çaptaki geldiği noktanın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ileri sürdü.

Rosa ise savaşı kapitalizmin içinde düştüğü kâr realizasyonu sorununu aşmaya yarayan, yani burjuvazi için yeni sömürgeler edinerek genişlemesine imkân veren bir çözüm olduğunu ileri sürerek kapitalizmin sonunun barbarlık olacağına dikkat etti. Çıkış yolu olarak da barbarlığa karşı sosyalizmi gösterdi.

Özcesi dünya halklarının egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden ve barbarlığın önünü açacak olan savaşlara değil barışa ihtiyacı var. Öte yandan kapitalizm ve emperyalizm var oldukça insanlık barışa da, huzura da kavuşamayacak.

DİP NOTLAR:

(1)  Chris Hedges, “War With Iran”, https://www.truthdig.com/articles/war-with-iran (3 January 2020).
(2)  Nick Johnson, “Structure, agency and the micro-macro divide”, https://peofdev.wordpress.com (25  February 2019) .
(3)  Jack Rasmus, “Trump vs. Iran: Has the US Crossed the Escalation to War Rubicon?” (3 January 2020). Yazıda sözü edilen Rubicon, İtalya’nın Ravenna şehrinin güneyinde yer alan bir nehir. Roma İmparatorluğu döneminde sembolik bir öneme sahipti. Savaştan dönen ordu için sınır kabul edilen bu nehrin herhangi bir Roma ordusu tarafından aşılması yasadışı kabul edilir ve bir iç savaş sebebi sayılırdı.
(4)  Agm.
(5)  Agm.
(6)  https://t24.com.tr/yazarlar/oya-baydar/ulkemizi-megalomanik-hayallere-kurban-etmeyin (3 Ocak 2020).
(7)  Baskın Oran, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23418/libyaya-nicin-ve-derhal-asker-gondermeliyiz (2 Ocak 2020).
(8)  Todd Chretien, “What's the cause of endless wars?”, http://socialistworker.org (30  October 2014).
(9)  Jake Johnston, “‘World War III’ trends as Hawks rejoice at Trump decision to assassinate Iranian military leader”, https://mronline.org (4 January 2020).
(10)               “The Iranians Escalate in Baghdad”,  https://www.wsj.com (31 December 2019).
(11)               Rasmus, agm. 
(12)               https://gazetemanifesto.com/2020/yusuf-kaplan-bolgeyi-abd-israil-degil-iran-kana-buluyor (6 Ocak 2020).
(13)               Chretien, agm.