Yüksek enflasyon halkı ezen bir vergiye dönüştü
Mustafa Durmuş
7 Ekim 2022
Eylül ayı resmi enflasyon verileri açıklandığında enflasyonun artarak sürdüğünü gördük. TÜİK’e göre, bu yılın Eylül ayında tüketici fiyat endeksi (TÜFE) yıllık yüzde 83,45 ve aylık yüzde 3,08; ENAG’a göre ise yıllık yüzde 186,27 ve aylık yüzde 5,30 oldu. Diğer taraftan, İstanbul Ticaret Odası Eylül ayında İstanbul için yıllık enflasyonun yüzde 107,42 ve aylık yüzde 6,06 olduğunu açıkladı. TÜİK’in aynı dönem için üretici fiyat enflasyonu (ÜFE) ise yüzde 151,50 oldu.
Kısaca, TÜİK’in resmi yıllık
enflasyon verisi ENAG’ın gayri resmi enflasyon verisinin yarısından daha düşük
düzeyde kaldığı gibi, ÜFE-TÜFE arasındaki iki kata yakın fark da sürüyor. Bu
farklılıklar hala TÜİK tarafından tatmin edici bir biçimde açıklanabilmiş
değil.
Öte yandan, enflasyon öyle
bir düzeye erişti ki, artık onunla
ilgili tartışmayı “hatalı hesaplama”, “eksik açıklama”, “liyakatsızlık” ve “hayat
pahalılığı” gibi kavramlara indirgeyerek tartışmak da yeterli değil.
Nitekim (daha önceki
yazılarımızdan da görülebileceği gibi), biz de gelinen nokta itibarıyla, Avrupa’daki
iktisatçıların enflasyonu anlatırken ağırlıklı olarak kullandıkları ‘yaşam maliyeti krizi’ kavramını kullanmaya
başladık. Çünkü Türkiye’de artık, diğer krizlere ilave olarak, toplumun çok büyük bir kesimi açısından çok
ciddi boyutta bir yaşam maliyeti krizi yaşanıyor.
Artık nur topu gibi bir ‘enflasyon vergimiz’ var!
Ağırlaşan yaşam maliyeti krizi
yetmezmiş gibi, enflasyonun emekçilere verdiği başka zararlar da söz konusu.
Örneğin, vergi sistemimiz ağırlıklı olarak değer üzerinden alınan (ad valorem)
vergilere dayandığından, enflasyonun her artışında (artan fiyatlarla birlikte),
ödediğimiz KDV ve ÖTV miktarı da artıyor.
Bu da yetmezmiş gibi,
yüksek enflasyon karşısında asgari ücret kaçınılmaz olarak yükseltildiğinden,
artan nominal ücretlerimiz Temmuz ayından itibaren yüzde 15 değil, yüzde 20 ve
27 oranında vergiye tabi olmaya başladı. Bu da, Gelir Vergisi tarifesinde
yeterli endeksleme yapılmadığı, gelir dilimleri yükseltilmediği için, artan
ücretlerin bir kısmının vergi ile geri alınmasına neden oluyor.
Bugünkü yazımız ise (daha
az bilinen), yüksek enflasyonun neden olduğu daha farklı bir vergilemeyi
anlatıyor: Enflasyon Vergisi.
Nasıl ki iktidarlar mevcut
dolaylı vergilerle (KDV, ÖTV gibi) ya da
dolaysız vergilerle (Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi gibi), ekonomide yaratılan
değerin bir kısmına zora dayalı olarak el koyuyor, böylece de halkın ve özel
kesimin harcama gücünü ve refahını azaltıyorsa, yüksek enflasyon da benzer bir
biçimde cebimizdekilerin bir miktarını alıyor ve onu bizleri yönetenlere aktarıyor.
İlki (vergileme) yasalarla
bağlı açık bir transfer, diğeri ise her hangi bir yasası olmayan gizli bir el
koyma şeklinde yürüyor. Her ikisinde de olan, ihtiyaçlarını karşılayacak
harcamalarını yapamayan emekçi halka oluyor çünkü enflasyon her arttığında bu
harcama gücünün giderek artan bir kısmı elinden alınıyor.
Değeri düşen para vergi gibi etki yaratır
Enflasyonun bu özelliğinden
ilk kez 1940’lı ve 1950’li yıllarda M. Friedman ve M. J. Bailey adlı, ‘Paranın Miktar
Teorisi’ni esas alan Monetarist iktisatçılar söz ettiler ve para arzındaki artışların
enflasyona neden olduğunu, bunun da ulusal
paranın reel değerini düşürdüğünü, böylece bu parayı ellerinde tutan halk
açısından bunun adeta bir vergi gibi etki yarattığını ileri sürerek, bu durumu metaforik
olarak ‘enflasyon vergisi’ kavramı ile açıkladılar. (1)
Begg-Fischer ve Dornbusch
ise, 1970’li yılların sonlarında, enflasyon vergisinin bir diğer özelliğine
dikkat çektiler. Onlara göre, enflasyon devletin nominal borçlarının reel
değerini azalttığı için, yüksek enflasyonda devletin reel geliri (dolaylı
olarak) artar. Yani iktidarlar borçlarının anapara ve faizlerini yüksek
enflasyon yüzünden değeri düşen ulusal para ile geri ödediklerinden, reel
olarak bir gelir sağlamış gibi olurlar. (2)
Senyoraj/Enflasyon Vergisi
Aslında enflasyon
vergisinin kökleri daha da eskiye, yüzyıllar
öncesindeki feodal döneme kadar gidiyor. Bu döneme ilişkin araştırmalar bu terimin, Orta
Çağ’da kralların (seigneur/senyör/derebeyi) paraya ihtiyaç duyulduğunda para
basarak piyasaya sürmeleri sonucunda halkın elindeki paranın değerinin
düşmesini anlatan bir tür devlet geliri yaratma biçimi olan ‘senyoraj’
kavramından türetildiğini gösteriyor.
Kısaca açıklamak
gerekirse; krallar / senyörler, ekonomideki para talebini karşılamak için para (madeni)
basıp piyasaya sürdüklerinde, para basma yetkisi sadece kendilerine ait
olduğundan, kendilerine senyoraj adı
altında bir pay ayırırlardı. Bu pay madeni paranın üzerinde yazılı nominal
değer ile paranın basım ve dağıtım maliyetinin arasındaki farktan oluşurdu. Daha
sonra krallar ne zaman paraya ihtiyaç duysalar (savaşların finansmanı ya da dış
borç ödemeleri yüzünden) para basmayı sürdürdüler. (3)
Zamanla banknotun icadı
hem kıymetli maden kullanımıyla ilgili nakliye, stok gibi alanlarda tasarrufa
yol açtı hem de iktidarların payını artırdı. Para basım maliyeti minimal düzeyde
kaldığında ise pay neredeyse nominal değere eşit hale geldi. Bu nedenle de
devletler yüz yıllar boyunca senyorajı temel bir gelir kaynağı olarak gördüler
ve para basma yetkisini ellerinde tuttular.
Bir başka anlatımla,
dönemin köylüsünün, küçük üreticisinin, tüccarının cebindeki madeni paranın
değeri, piyasaya sürülen daha fazla para nedeniyle düşerken, muktedir de sadece
senyoraj geliri elde etmekle kalmıyor, aynı zamanda halkın harcama gücünü
kendine aktararak, azaltıyordu. Bu aynı zamanda feodalite döneminin yaratılan
değere el koyma biçimlerinden biriydi.
1970’li yıllarda,
Portekiz, Yunanistan ve İspanya’da senyoraj gelirlerinin toplam vergi gelirleri
içindeki payının yüzde 10’u bulması, azgelişmiş Latin Amerika ekonomilerinde yüzde
30’un üzerine çıkması (4) ve günümüzdeki yüksek enflasyonun ulusal paranın
değerini düşürerek bir enflasyon vergisi etkisi yaratması dikkate alındığında, yaratılan
değere böyle bir feodal el koyma biçiminin yüzyılımızda da sürdüğünü
söyleyebiliriz.
İzlenmekte olan faiz politikası enflasyon vergisini doğurdu
Türkiye’de 2001 yılında
yapılan bir yasal düzenleme ile Merkez Bankası’nın Hazine’ye kısa vadeli avans
yolu ile borç para vermesi yasaklandı (dolaylı biçimde bu yasağın da zaman
zaman delindiği biliniyor). (5)
Ancak ülkedeki enflasyon
vergisi asıl olarak, izlenen faiz politikasının sonucunda artan döviz kuru ve
seçim gibi kaygılarla yaratılan para-kredi genişlemesinin sonucunda patlayan
enflasyon ve değersizleşen TL aracılığıyla uygulanıyor.
Lenin, bir zamanlar kapitalist
sistemi sarsmanın yollarından birinin ulusal para birimini yozlaştırmak,
zayıflatmak olduğunu söylemişti. Çünkü ona göre bu yolla, devam eden bir
enflasyon sürecinde iktidarlar vatandaşlarının servetinin önemli bir kısmına
gizlice, keyfice ve hesap vermeksizin el koyarlar. Bu süreç birçoğunu
yoksullaştırırken, bazılarını da zenginleştirir. Enflasyon ilerledikçe ve para
biriminin gerçek değeri aydan aya sert biçimde dalgalandıkça, kapitalizmin
nihai temelini oluşturan borçlular ve alacaklılar arasındaki tüm kalıcı
ilişkiler, neredeyse anlamsız olacak kadar tamamen düzensiz hale gelir ve servet
elde etme süreci bir kumar ve piyangoya dönüşür. (6)
Özetle, Türkiye’de enflasyon
vergisinin ortaya çıkması için karşılıksız para basmaya gerek yok, ısrarla
sürdürülen yanlış bir faiz politikası ve bunun sonucunda TL’nin satın alma
gücünü büyük ölçüde yitirmesi bunu fazlasıyla yerine getiriyor.
Ayrıca, seçimler
yaklaştıkça daha da artacak olan popülist nitelikteki kamu harcamaları ve daha
da büyüyecek olan bütçe açığının para basımı yoluyla karşılanmasının da gündeme
geleceğinin ve böylece ikili bir sıkıştırma altında enflasyon vergisinin daha da
etkili olacağının altını çizelim.
6 ayda 276 milyar TL’lik bir enflasyon vergisi geliri
Türkiye’de enflasyon
vergisinin boyutlarını görebilmek için bu yılın ilk 6 aylık döneminde yaratılan
enflasyon vergisinin tutarına bakabiliriz. Gayri safi yurt içi hâsıla (GSYH) bu
yılın ilk yarısında cari fiyatlarla 5,9 trilyon TL oldu. Geçen yıl aynı dönemde
bu tutar 3 trilyon TL civarındaydı. Dolayısıyla nominal GSYH bu dönemde 2,9
trilyon TL arttı. Ancak bu yılın ilk 6 aylık dönemi için enflasyon (TÜFE) yüzde
42,3 olarak açıklandı. (7) Dolayısıyla GSYH’deki bu artışın yaklaşık 1,2
trilyon TL’si enflasyondan kaynaklanıyor. Ülkedeki ortalama vergi yükünün yüzde
23 civarında olduğu dikkate alındığında, halktan ve özel kesimden 276 milyar TL
civarında bir kaynağın metaforik bir enflasyon vergisi aracılığıyla devlete aktarıldığı
söylenebilir. Aynı 6 ayda 1 trilyon TL civarında vergi geliri toplandığına göre
(8), enflasyon aracılığıyla ekonomiden devlete (dolayısıyla da iktidarın
kullanımına) aktarılan kaynağın, vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 28’ine denk
düştüğü ileri sürülebilir.
Enflasyon gibi ‘enflasyon vergisi’ de emek karşıtı
Öte yandan, enflasyon ve
enflasyon vergisi toplumun tüm kesimlerini aynı şekilde ya da oranda
etkilemiyor.
Enflasyon bir yandan
potansiyel yatırımcıların tercihlerinin üretken faaliyetlerden spekülatif
kazançlara doğru kaymasına, TL cinsinden birikimi olanların yabancı para birimlerine,
altın, borsa ya da gayrimenkule yönelmelerine neden olurken, diğer yandan da
uzun vadede faiz oranlarının artması,
ekonomik büyümenin yavaşlaması, istihdamın ve gelirlerin azalmasıyla
sonuçlanarak adeta ağır bir dolaylı vergi gibi yoksulları, emekçileri vuruyor.
Bu nedenle de, yüksek
enflasyonun hem doğrudan (yaşam maliyeti artışı gibi) hem de enflasyon vergisi
gibi dolaylı etkilerinin en çok hangi sınıf ve kesimleri etkilediği mutlaka
araştırılmalı ve buna göre önlemler geliştirilmelidir.
Böylece enflasyonla ilgili
olarak bir diğer önemli hususun, onun gelir bölüşümü üzerinde yarattığı etkiler
olduğunun vurgulanması gerekir. Çünkü yüksek enflasyon, sabit gelirliler ve ücret
gelirleri reel faiz ile korunmayan emekçiler açısından mevcut adaletsiz gelir
bölüşümünü daha da adaletsiz bir hale dönüştürüyor.
Alacaklıların zararda, borçluların kârda olduğu bir durum
Ayrıca, yüksek enflasyon TL
kullanan herkes için bir zarar anlamına gelse de, bu zarar bu paranın
kullanıcıları arasında önemli ölçüde değişiklik gösteriyor. Öyle ki yüksek
enflasyon, borçlular yani daha az değerli TL ile borçlarını geri ödeyecekler açısından
bir avantaj/kâr, bu borcu/krediyi verenler içinse bir dezavantaj/zarar demektir.
Bir başka anlatımla, para
yalnızca satın alabileceği mal ya da hizmetler üzerindeki hak taleplerini yansıttığı
ölçüde bir değere sahiptir. Bu bağlamda yüksek enflasyon, paranın satın alma
gücünü aşındırarak borçluların, aldıkları bu borçları daha az mal ya da hizmetten
vazgeçme şeklinde bir fedakârlıkta bulunarak geri ödemelerine olanak tanır.
İşlemin diğer tarafındaki kreditörler ya da alacaklılarsa, yüksek enflasyon
altında ellerine geçen para ile daha az mal ve hizmet satın alabilirler. (9)
Hazine borcunun reel değerini düşürüyor
Enflasyon vergisinin bir
diğer boyutu devlet ve Hazine ile ilgilidir. Devlet başta kendisi için
çalışanların maaş ve ücretlerini, özel sektörden satın aldığı mal ve hizmetlere
(örneğin üstlenicilere yapacağı ödemelerini) ve toplumun çeşitli kesimlerine
yaptığı sosyal nitelikli transfer harcamalarına ilişkin ödemeleri, yüksek enflasyon yüzünden değeri düşen ulusal
para ile yaptığından, bu kesimlere adeta enflasyon oranında bir kesinti yaparak
ödemede bulunur. Bu da bu kesimler açısından bir tür vergileme gibi işlev görür.
Yani iktidar bloku izlemiş
olduğu ekonomi politikalarının neden olduğu yüksek enflasyonun bedelini
topluma, daha düşük değerde ulusal para ile ödemede bulunarak da ödetiyor,
denilebilir.
Ayrıca, Hazine TL
cinsinden ciddi düzeyde iç borçlanma yapıyor. Eğer bu borçların ağırlığı sabit
faizli ise, Hazine yüksek enflasyondan avantajlı çıkacaktır. Zira Hazine bu
borçlarının anapara ve faizlerini, değeri yüksek enflasyon yüzünden düşen TL
ile geri ödeyecektir. Bu da aslında devlete borç verenler açısından, onlardan
tahsil edilen bir vergi gibi işlev görür.
336 milyar TL’lik bir borç servisi reel olarak 152 Milyar
TL’ye düştü
Hazine’nin bu yılın ilk 8
ayında yaptığı borç servisinin tutarı (anapara + faiz) 335,9 milyar TL. İlk 8
aylık TÜFE ise (12 aylık ortalama) yüzde 54,69. (10) Bu da yapılan bu borç
servisi ödemelerinin reel değerinin çok daha düşük (152,2 milyar TL), enflasyon yüzünden ortaya çıkan alacaklı
zararının ise 183,7 milyar TL olduğunu ortaya koyuyor.
Ancak Hazine’ye borç
verenlerden Hazine’ye yapılan bu transferin geçici olduğunu vurgulayalım. Çünkü
böyle bir transfer tahvil çıkarıldığı sırada beklenmeyen bir enflasyon altında
mümkün olabilirse de, bu durum kalıcı olmaz. Borç verenler enflasyonu öngörürler
ve bu durumu talep ettikleri faiz oranına yansıtırlar. Bu da faiz oranlarının
kaçınılmaz olarak artmasıyla sonuçlanır.
Eğer borç verenler
enflasyonla ilgili tam bir öngörüde bulunamazlarsa bu kez borç vermekten
kaçınırlar. Bu da Hazine’nin borçlarını yeni borçlarla çevirmesini zorlaştırır
ve bu durum daha da ciddileştiğinde Hazine bu borçlarını para basarak kapatmak
(monetizasyon) yoluna gidebilir ki bu da bir devletin hiç karşılaşmak
istemeyeceği bir durumdur.
Aslında, önümüzdeki zorlu
seçim süreci (bu süreçteki olası bir savaş senaryosu altında), artan bütçe
açıklarının para basımı kadar iç borçlanma yoluyla da karşılanmasını kaçınılmaz
hale getirebilir. Bu da sözünü ettiğimiz monatizasyonun önünü açar.
Böyle süreçlerde, seçim
kaybetmek istemeyen iktidarlar vergileri artırarak bütçe açıklarını giderme
yoluna gitmezler, aksine ekonomik büyümeyi ve canlığı sürdürebilmek için kamu
harcamalarına yüklenirken, vergileri azaltırlar, böylece bütçe açığını büyütürler.
Bir başka deyimle, kendilerini
iktidarda kalmaya mahkûm hisseden hükümetler devasa boyutlara erişen bütçe açıklarını,
son tahlild, karşılıksız para basarak ve/veya daha fazla borçlanarak kapatma
yoluna giderler ve bunun faturasını da kendi iktidarlarında ya da yeni bir
iktidar altında etkisini sürdürecek olan enflasyon vergisi ile topluma yıllar
boyunca ödetirler.
Sonuç olarak
Türkiye’de yüksek
enflasyon, tıpkı ÖTV, KDV ve Gelir Vergisi gibi, emekçilerden alınan çok ağır
bir vergiye dönüştü. Öyle ki halkın elindeki TL’nin satın alma gücü azaldıkça
kendini gösteren ‘enflasyon vergisi’ halkın refahını daha da düşürüyor, halkı
daha da yoksullaştırıyor. Yani yüksek enflasyon tıpkı adaletsiz bir vergi gibi
işlev görüyor ve toplumsal zararın yükünü emekçilerin omuzlarına yıkıyor.
Ayrıca böyle bir yüksek
enflasyon altında iktidar/Hazine, TL cinsinden borçlarının reel değerini düşürerek
kendisine bir avantaj sağlarken, kendisini fonlayanların refahını azaltıyor.
Özetle, iktidar her yıl
bütçe mekanizması aracılığıyla kullandığı trilyonlarca TL’lik vergi geliri
biçimindeki kamu kaynağına ilave olarak, enflasyon vergisi ile toplumdan kendisine
doğru milyarlarca liralık kaynak aktarıyor.
Öte yandan böyle bir
verginin ağır bir toplumsal maliyeti de söz konusu. Öncelikle yüksek enflasyon
ulusal parayı değersizleştirerek toplumun ekonomik temelini sarsıyor. Çünkü bu
yolla yurttaşların varlıklarının önemli bir kısmına dolaylı olarak da olsa el
konuluyor. Keza, bu süreç toplumun büyük bir kısmını yoksullaştırdığı gibi,
gelecekteki iktidarların borçlanma kabiliyetini de baltalıyor.
Ayrıca, yüksek enflasyon (enflasyon
vergisi biçiminde bir gelir yaratırken), toplanan diğer vergilerin reel değeri
enflasyon oranında düştüğünden, özellikle de vergilerin gecikmeli toplandığı
bizim gibi ülkelerde bu durum kamu maliyesinde dengesizliğe, bütçe açıklarına
oluyor. Keza hükümetler daha değersiz TL ile kamusal hizmet harcamasını
fonlamak durumunda kaldığından kamu harcamaları fiktif olarak şişiyor.
Son olarak, bütçe hakkına
saygı duyulan demokratik toplumlarda, vergiler toplumda şeffaf bir biçimde ve
demokratik yollarla (eksikli de olsa)
tartışılarak uygulanırlar.
Oysa enflasyon vergisi
doğası gereği antidemokratiktir. Özellikle de yasal vergi gelirlerinin bile nasıl
ve nerelere harcandığının hesabının yeterince sorulamadığı otoriter yönetimler
altındaki ülkelerde, enflasyon vergisi böyle yönetimlerin halkın varlıklarına
keyfice el koymasını sağlayan adaletsiz bir vergiye dönüşür.
Dip notlar:
(1) Vito Tanzi, Public Finance in Developing Countries, Edward Elgar Publ., 1991, s. 95.
(2) D. Begg, S. Fischer, R. Dornbusch, Economics, 7the Edt., The McGraw-Hill
Co., 2003, s. 370.
(3) “Seigniorage”, https://en.wikipedia.org; seigniorage –coinage; https://www.britannica.com/topic/seigniorage
(3 Ekim 2022).
(4) J. Cullis, P. Jones, Public Finance and Public Choice, 2nd Edt., Oxford University
Press, s. 285.
(5) https://www.mahfiegilmez.com/2020/04/merkez-bankas-para-basyor
(21 Nisan 2020).
(6) https://www.economicsnetwork.ac.uk/archive/keynes_persuasion/Inflation
(5 Ekim 2022).
(7) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II.
Çeyrek: Nisan-Haziran 2022; Tüketici Fiyat Endeksi, Haziran 2022, https://data.tuik.gov.tr (3 Ekim 2022).
(8) https://www.hmb.gov.tr/haziran-2022-butce-gerceklesmeleri
(3 Ekim 2022).
(9) https://www.aei.org/articles/mad-money-how-to-fight-the-inflation-tax
(12 September 2022).
(10) https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2022/09/Web_Kamu_Borc_Yonetimi_Raporu_Eylul_2022_v4.pdf,
s.1; https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Agustos-2022
(5 Ekim 2022).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder