24 Haziran 2024 Pazartesi

Gölge bakanlık

 

CHP Gölge Bakanlığı yanlış mı anladı?

Mustafa Durmuş

24 Haziran 2024


Ülkedeki TÜFE’ye (tüketici enflasyonu) en büyük katkı en zengin kesimden geliyor, buna karşılık “enflasyonla mücadele” adı altında, ısrarla, en yoksulların tüketimlerini kısmaya dönük mali sıkılaştırma politikaları uygulanıyor. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, enflasyon dirençli halini sürdürürken, halk ezilmeye devam ediyor.

Şimşek-Karatepe görüşmesi

CHP’nin ekonomi ve maliyeden sorumlu Gölge Bakanı Prof. Y. Karatepe’nin iktidarın Ekonomi ve Maliye Bakanı M. Şimşek ile hafta başında yapacakları görüşmede; asgari ücret, emekli maaş zamları ve vergi düzenlemeleriyle ilgili bazı taleplerinin olacağı ileri sürülüyor. Karatepe’nin asgari ücretin ve emekli maaşlarının artırılmasını talep edeceğini ya da önereceğini tahmin edebiliriz.

Vergisel düzenlemelere gelince, Karatepe’nin kısa açıklamasından, asıl olarak mevcut dolaylı vergilerin payının azaltılması ve bu çerçevede kurumlar vergisi gibi dolaysız vergilerin payının artırılması, böylece vergide adaletin sağlanması gibi önerilerde bulunacağı anlaşılıyor.

Bu görüşme ile ilgili ki esaslı sorunlar var!

İlk olarak, ülkenin birinci partisi konumuna gelmiş ve rüzgârı da arkasına almış olan bir muhalefet partisi, hızla yıpranmakta olan ve aynı zamanda ülkedeki ekonomik ve sosyal yıkımın sorumlusu olan iktidar partisinden (emekçiler lehine de olsa) talepte bulunmalı mıdır?

Yani CHP muhalefet mi yapmalıdır, yoksa zor durumdaki iktidar ile işbirliği mi yapmalıdır? Yanıtlanması gereken asıl soru budur.

Yoksa iktidarın bugünkü krizin yegâne sorumlusu olduğu gerçeğini ortaya koyarak, muhalefet olarak kendi alternatif programlarını ve iktidar olduklarında bu çerçevede yapacaklarını tüm topluma, hem Meclis’te hem de Meclis dışında, anlatmalı ve halkı iktidarın en kısa zamanda demokratik yollarla değiştirilmesi gerektiğine ikna mı etmelidir?

Önce yeterince teşhir yapılmalı

Pakette daha önce var olan; borsa gelirlerinin ve yatırım fonlarının vergilendirilmesi, büyükşehir belediyeleri kapsamındaki basit usüle tabi mükelleflere tanınan muafiyetlerin kaldırılması ve 1’den fazla gayrimenkul sahiplerine ilişkin ek vergiler gibi önlemlerin paketten çıkartılması, buna karşılık yurt dışı çıkış harcını 10 kat artıran maddenin pakette kalması, iktidarın sermaye yanlısı bakışının en somut örneğidir.

Kısaca, iktidarın sermaye ve servet zengini yanlısı vergisel tercihlerini toplum nezdinde teşhir etmeden ve alternatif bir emekten yana vergi programını da sunmadan “gölge bakan”ın iktidarın bakanı ile görüşmesinin, “zor zamanlarda muhalefetin iktidara uzattığı bir el olarak” algılanması kaçınılmazdır.

Vergiler amaç değil, araçtır

İkinci olarak, vergiler, vergi politikaları bir araçtır, amaç değildir. Yani amaçtan bağımsız bir vergileme olmaz. Bu amaçların başında; ekonomik ve finansal istikrarsızlıklarla mücadele (örneğin enflasyon), kaynakların etkin ve verimli kullanılmasının sağlanması, servet ve gelir dağılımı adaletsizliğinin azaltılması ve kalkınmanın finansmanı gibi amaçlar en başta gelir. Araçlarsa; vergi oranlarının artırılması, matrahların genişletilmesi, etkin vergi denetimleri ve vergi reformlarıdır.

Eğer şu anki amaç spesifik olarak enflasyonu aşağıya çekmek ve gelir ve servet dağılımında adaletsizliği azaltmaksa, muhalefetin önerileri dolaylı-dolaysız vergi ayrımının çok ötesine giderek daha radikal olmak zorundadır.

Çünkü bugün başta emekçiler ve emekliler olmak üzere, toplumun önemli bir kesimini ezen sadece KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler değil, aynı zamanda Gelir Vergisinin sermayeyi, yüksek gelirliyi koruyan yapısıdır. Kurumlar Vergisinin toplanan her vergi gelirinin sadece yüzde 9-10’unu karşılıyor olmasıdır. Sermayeye, “muafiyet, istisna ve indirimler” adı altında sunulan yüzlerce milyar liralık vergi teşvikidir. Aynı zamanda elektrik, doğalgaz ve su faturaları gibi ağır faturalardır.

Verginin yükünü artık sermaye taşımalı

Bu nedenle de, verginin yükünü emeğin üzerinden alınıp, bu ülkede onlarca yıldır servetini büyüten tek sınıf olan büyük sermaye ve servet sahiplerinin üzerine bindirilmesi gerekiyor. Bu olmaksızın ne enflasyonla etkin mücadele edilebilir ne de vergileme yoluyla gelir ve servet eşitsizlikleri azaltılabilir.

Yapılması gereken; gelir ve servet dağılımını, dik artan oranlı gelir vergisi, aşırı kâr ve rant vergisi ve servet vergisi gibi vergilerle iyileştirmek, etkin vergi ve kamu harcaması denetimleri yürütmek, sermayeye tanınan istisna, muafiyet ve indirimleri ortadan kaldırmak, borsa başta olmak üzere finans sektörünü etkin bir biçimde vergilendirmek ve yeniden kamulaştırmalar yapmaktır.

Bunları iktidar partisinin yapmayacağı çok açık zira bu öneriler inandıkları neo-liberal düşünceye ve temsil ettikleri hâkim sınıfların çıkarlarına ters.

Gölge Bakanlığı doğru mu anlıyoruz?

Aşağıdaki tırnak içindeki metinler yapay zekâ tarafından üretildi:

“Birleşik Krallık'ta hem gölge bakanlar hem de gerçek bakanlar belirli konuları tartışabilecekleri, mevzuatı inceleyebilecekleri ve hükümet politikasını irdeleyebilecekleri parlamento komitelerinde yer alabilirler. Bu etkileşimler özel toplantılar olmamakla birlikte, diyalog için bir platform sağlarlar. Hem gölge hem de gerçek bakanların aynı kamuya açık etkinliklere, konferanslara veya yuvarlak masa tartışmalarına katıldığı durumlar olabilir. Bu etkinlikler bazen gayri resmi tartışmalara yol açabilir”.

“Yani gölge bakanlar genellikle normal görevlerinin bir parçası olarak asıl hükümet bakanlarıyla resmi toplantılar yapmazlar. Gölge bakanların ve gerçek bakanların rolleri ve sorumlulukları, sırasıyla muhalefetteki ve hükümetteki konumlarını yansıtacak şekilde farklıdır. Gölge bakan, ilgili hükümet bakanlarının çalışmalarını incelemek ve bunlara itiraz etmekle görevlidir. Resmi muhalefet partisinin bir parçasıdır ve hükümetten hesap sormayı, alternatif politikalar önermeyi ve hükümetteki potansiyel bir geleceğe hazırlanmayı amaçlar”.

Kısaca, gölge ve gerçek bakanlar arasında resmi toplantıların yapılmaması, hükümet ve muhalefetin rolleri arasında net bir ayrım olmasını sağlar. Bu ayrım parlamenter demokrasinin işleyişi açısından hayati önem taşır ve muhalefetin hükümeti gereksiz etki veya işbirliği olmaksızın etkin bir şekilde denetleyebilmesini mümkün kılar”.

O halde iki finansçı Mülkiyelinin bu görüşmesinden ne murat edebiliriz? CHP, müesses nizamın bir partisi rolünü sürdürerek, gölge bakanlık uygulamasını “iktidarın zor zamanlarında yanında olmak biçiminde bir işbirliği yapmak” olarak anlamış olmasın sakın? Eğer durum buysa muhalefetin hükümetin gölgesinde kalması kaçınılmaz değil midir?


18 Haziran 2024 Salı

Kırmızı et tüketimi

 

Ete hasret bir toplum!

Mustafa Durmuş

19 Haziran 2024


Kurban Bayramının sonuna geldik. Ancak hem halk hem de kurbanlık hayvan satıcıları bu yıl da bayramı bayram gibi kutlayamadı. Çünkü kurbanlık satış fiyatları çok yüksek olduğundan kurban kesmek niyetinde olan düşük gelirlilerin çoğunluğu kurbanlık satın alamadı.

Oysa kurban kesmek, bir gelenek olduğu kadar (hayvan haklarını ve hijyen koşullarını ihlal etse de), halkımızın yıl boyu tüketemediği et ihtiyacını karşılayan önemli bir faaliyete dönüştü uzun zamandır.

Öyle ki kurbanlıklar (çoğu kez de birkaç ailece ortak bir biçimde) satın alınıyor, kesiliyor, bir kısmı dini gerekçesiyle dağıtılsa da, önemli bir kısmı buzluklarda gelecekte tüketilmek üzere depolanıyor.

Avrupa’da kişi başı et tüketiminde en az et tüketen ikinci ülkeyiz

Aşağıdaki harita 2021 yılı itibarıyla Avrupa’daki kişi başı et tüketim miktarlarını gösteriyor. (1)

Bu harita halkımızın kırmızı ete, üretim yetersizliği, et fiyatlarının yüksekliği, buna karşılık asgari ve ortalama işçi ücret düzeyinin düşüklüğü gibi nedenler yüzünden, ulaşmakta çok zorlandığını gösteriyor. Üstelik 2024 yılı geçim zorluğu açısından 2021 yılından çok daha kötü olduğundan, mevcut durumun daha da vahim olduğu ileri sürülebilir.

İşin kötüsü, güvenli ve yeterli gıdaya erişememe sorunu sadece kırmızı et ile de sınırlı değil. Genel olarak Türkiye’nin özellikle de yoksullarının, gıdaya erişimi giderek imkânsızlaşıyor.

Nitekim 2021 yılına ait ve 113 ülkeyi kapsayan Küresel Gıda Güvenliği Endeksine göre, Türkiye 100 üzerinden 65 puanla “iyi" kategorisinde yer almış olsa da, sıralaması son 10 yılda 36’ncı sıradan 48’nci sıraya (113 ülke arasında) geriledi. (2)

Haftada sadece 820 gram et o da eşit dağıtılırsa!

2021 yılında Türkiye’de (ortalama) kişi başı kırmızı et tüketimi sadece 43 kg oldu. Yani insanımız haftada sadece 820 gram civarında bir et tüketebildi. Buna karşılık en fazla et tüketimine sahip ülke olan İspanya'da bu rakam 100 kilonun üzerinde. Yani İspanya’nın kişi başı et tüketimi bizim yaklaşık 2,5 katımız kadar. Bizden düşük, 41 kg ile sadece Kuzey Makedonya var. Yani Kuzey Makedonya’dan sonra Avrupa’da en az et tüketen ülkeyiz.

Dahası, bu rakamlar ortalama rakamlar. Yani yılda tüketilen “toplam kırmızı et miktarı nüfusa eşit paylaştırılıyormuş” gibi varsayılarak hazırlanan rakamlar bunlar. Oysa durumun öyle olmadığını ve tüketimin eşit dağılmadığını biliyoruz.

Yani gelir dağılımı eşit olmadığından, kırmızı et tüketimi de eşit dağılmıyor ve örneğin işçi nüfusunun neredeyse yüzde 60’nı oluşturan asgari ücretliler ve aileleri, emekliler ve aileleri, kısaca toplumun ciddi bir bölümü yılda 43 kilonun çok altında et tüketebiliyor. Diğer yandan zengin aileler bu ortalamanın çok üstünde ve değişik kalitelerde ve türde kırmızı et tüketebiliyorlar.

“Ayda 1 kez dahi et yiyemiyoruz!”

Nitekim TV’deki ve sosyal medyadaki röportajlarda konuşan halkımızın büyük bir kısmı ayda bir kez dahi kırmızı et alıp tüketemediğini ya da sadece gramlarla et alabildiğini söylüyor. İşin gerçeği ayda 10 bin TL maaş alan emekliler, 17 bin TL asgari ücrete çalışan işçiler nasıl et alabilirler ki?

Bir tartışma: Kırmızı et üretimi iyi mi kötü mü?

Diğer yandan, “kırmızı et hayvancılığı sektörünün küresel ısınmaya neden olan karbondioksit emisyonlarının temel kaynaklarından bir olduğu,  bu nedenden dolayı da artık daha farklı bir beslenme biçimine dönülmesi gerektiği” düşüncesi, özellikle de doğa ile uyumlu ekonomik büyümeyi seçenlerin son zamanlarda gündeme getirdikleri önemli bir konu. Zira karbon emisyonlarının azımsanamayacak kadar bir kısmı büyükbaş hayvanların çıkardığı gazlardan oluşuyor.

Diğer taraftan, bir otomobilin bir inekten daha az emisyona neden olduğu söylenemez. Yani mesele emisyonu azaltmaksa, önce otomotiv ya da savaş sanayinden başlamak çok daha doğru olur.

Beslenemeyenleri görmezden gelmek

Kaldı ki böyle bir yaklaşım yoksul ve yoksun insanlarımızın beslenme gereksinimlerini de görmezden gelen bir yaklaşımdır. Her ne kadar kırmızı et üretiminin emisyona neden olduğu bir gerçekse de, bu ürünler temel bir beslenme ve protein kaynağı ve azgelişmiş dünyada açlığa ve beslenme yoksulluğuna karşı bir koruma yaratıyor. Ayrıca milyonlarca küçük çiftçinin temel geçim kaynağını oluşturuyor. Dolayısıyla da kırmızı et ve gezegeni karşı karşıya getiren yaklaşımlar üzerinde daha dikkatli düşünmekte yarar var. (3)

İktidar bloku gurur duymalı (!)

Bu ülkeyi yıllardır yönetenler eserleriyle gurur duymalılar. Sadece özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, işçi hakları gibi konularında değil, bizleri kırmızı et tüketiminde de Avrupa’nın en zavallı insanları haline getirdiler. Ayrıca, et, süt, peynir, hatta sebze tüketemeyen çocuklarımızın sağlıklı bir biçimde gelişebilmelerini önlüyorlar.

22 yıldır uygulanan ve bilinçli bir biçimde tarım ve hayvancılığı devasa büyüklükteki çok uluslu şirketlerin yüksek kârlar elde etmeleri için bitirme noktasına getiren, çiftçiliği ve köylülüğü yok eden, diğer yandan insanları açlık sınırının dahi altında ücretlerle yaşamaya mahkûm eden, emek ve doğa düşmanı neo-liberal politikalar ve bu politikaları uygulayan İktidar Bloku bu tablonun asıl sorumlusudur.

Sonuç olarak

Bayram vesilesiyle TV’lerde verilen “kardeşlik” mesajları, sözde “yumuşama” söylemleri işte bu ve benzeri gerçeklerin üzerini örtmek için kullanılıyor. Bu nedenle de, İktidar Blokunun hızla halk desteğini yitirdiği ve ekonomik ve sosyal krizin giderek derinleştiği bu süreci emek, demokrasi ve barış güçleri dikkatli bir biçimde değerlendirmelidir. Bu süreç “yıldızın parladığı anlara” tanıklık edebilecek bir süreçtir.

Eşitlik, adil bölüşüm, ücret artışı, sosyal adalet ve demokrasi talepleriyle birleşik muhalefet parlamento dışına taşmalı, sokakta, mahallede, işyerlerinde, fabrikalarda, üniversitelerde örgütlenmeli ve ilerici, devrimci bir değişim talebini toplumsallaştırmalıdır.

İktidar Blokunun hamlelerinin ekonomik kriz ortamında yitirilen meşruiyetini tekrar kazanmak ve toparlanmak amaçlı olduğunun bilincinde olarak, emekçi sınıfların çıkarlarını korumaya dönük bir sınıf siyaseti yürütmenin tam zamanıdır.

Son olarak, kapitalizm bizi doğadan, birbirimizden ve kendimizden koparıyor, milyarlarca insanı ekolojik felaketlerle, savaş ve göçlerle, yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya bırakıyor.

Diğer yandan çoklu krizlerin kucağında debelenen bir uygarlığın karanlığının kalbinden çok farklı bir yol da ortaya çıkmaya başladı. Her kıtada insanlar, kapitalist şirketler tarafından yönlendirilen tüketim monokültürünü reddediyorlar ve eve, topluma, doğaya ve daha derin benliklerine dönüyorlar. “Küresel olanın karşısına yereli koyarak”, her yerde demokratik katılımcı ekonomi modellerini inşa etmeye dönük mücadeleler veriyorlar.

Varılacak son durağın “sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız ve sınırsız bir dünya” olduğunun bilincinde olarak böyle bir dünyayı bugünden inşa etmeye çalışmak gerekiyor.

O halde, yerelleştirilmiş demokratik çiftçi, işçi ve tüketici kooperatifleri, komünler ve yerel meclislerle kapitalist üretim, dağıtım ve bölüşüm ilişkilerini değiştirip, insanlık ve doğa için dönüştürelim.

Dip notlar:

(1)    https://twitter.com/WorldwithStats/status/1783093649657716807/photo/1 ( 25 Mayıs 2024).

(2)    The Economist Group Economic Intelligence Unit, Global  Food Security Index 2021.

(3)    Aravindhan Nagarajan, “Is it a Case of 'Meat-versus-Planet'? Lessons for the Global South”, https://www.theindiaforum.in/article/meat-versus-planet (13 July 2021).

 

 

17 Haziran 2024 Pazartesi

Tüketim ekonomisi

 

Tüketimle büyüyen ekonomi tüketiciyi ezerek küçülür

Mustafa Durmuş

17 Haziran 2024


TÜİK geçtiğimiz günlerde ekonomik büyüme verilerini açıkladı. Buna göre, Türkiye ekonomisi bu yılın ilk üç ayında yüzde 5,7; sektörel olaraksa, inşaat yüzde 11,1, sanayi yüzde 4,9 ve tarım yüzde 4,6 büyüdü. Harcamalar yönünden özel tüketim harcamaları yüzde 7,3, gayrisafi sabit sermaye oluşumu yüzde 10,3 ve kamu tüketim harcamaları yüzde 3,9 arttı. (1)

Özel tüketim harcaması sürümlü büyüme

Büyümeye en büyük katkı ise (4,3 yüzde puan ile yüzde 75 oranında) özel tüketim harcamalarından geldi. Bu durum iktidarın tüketime dayalı büyümeyi bu çeyrekte de sürdürdüğünü gösteriyor.

Diğer yandan, yılın geri kalan kısmında daha da artırılacak olan parasal sıkılaştırma tedbirleri nedeniyle, özellikle özel tüketim harcamaları ve yatırım harcamaları kısılacak ve TL daha da değerlenecek olduğundan, hem tüketim harcamalarının hem de net dış ticaret etkisinin zayıflamasıyla ekonomik büyüme yavaşlayacak ve ekonomi bir süre sonra durgunluğa girecektir.

Nitekim OECD, Türkiye ekonomisinin bu yıl ancak yüzde 3,4 ve gelecek yıl yüzde 3,2 büyüyebileceğini tahmin ediyor. IMF ise bu oranların sırasıyla; yüzde 3,1 ve yüzde 3,2 olmasını bekliyor. (2) Bu da önümüzdeki iki yılın emekçiler için çok daha zor geçeceğinin bir işareti.

Türkiye ekonomisi bir tüketim ekonomisi

Türkiye ekonomisi son 40 yıldır (özellikle de son 22 yıldır AKP iktidarları sırasında), neredeyse gelişkin bir ekonomi kadar (GSYH’nin yüzde 60-70’i boyutlarında) tüketime dayalı bir ekonomi ve Türkiye toplumu da bir tüketim toplumu haline geldi. Bu gelişme aslında kapitalist merkezlerin çeperindeki azgelişmiş ekonomilerin neo-liberalizmle birlikte içine düşürüldükleri bir durum.

Yani kapitalist bir ekonomi olarak Türkiye ekonomisi tüketimciliğe bağımlı bir ekonomidir. Yerli üretimin yetmediği (ya da iktidarlarca tercih edilmediği)  dönemde bu tüketim açığı ithalat aracılığıyla kapatılıyor. Bu da ülkeyi ithalata bağımlı hale getiriyor.

“Özel tüketim harcamaları” olarak da bilinen hane halkı tüketimi, kısaca insanımızın tuvalet kâğıdından bilgisayarlara, konuttan otomobile kadar kişisel kullanım için satın aldığı her şey bu tüketim ekonomisini oluşturuyor.

Reklamlar ve borçlandırma ile tüketim pompalanıyor

Ancak burada neo-liberalizmin bir açmazı ortaya çıkıyor. Öyle ki neo-liberalizmin önemli bir özelliği olan reel ücretlerin baskılanması ve gelir dağılımının emekçiler aleyhinde işletilmesi yüzünden tüketim yapabilmek için gerekli olan gelir elde edilemeyince, sistemi sürdürebilmek için bu kez emekçiler başta olmak üzere hemen herkes borçlandırılıyor. Tüketim ve tüketim ekonomisi banka kredileri, düşük faiz oranları, kısaca artan bir finansallaşma ile sürdürülebiliyor. Bu da çok borçlu bir ekonomi ve toplum yaratıyor.

Tüketimciliğe olan bu bağımlılık nedeniyle, sahip olup da “bilmediğimiz yeni ihtiyaçlar” yaratmak için reklam ve pazarlamaya müthiş bir para ve çaba harcanıyor. İhtiyaç kredileri adı altında bu tüketimcilik bankalar eliyle daha da artırılıyor.

Bunun sonucu ise bugün ülkede yaşandığı gibi, kredi kartları borçlarının ve borçlarını ödeyemeyenlerin sayısının patlaması, insanların yüksek faiz ve gecikme cezaları altında ezilerek daha da yoksullaşmasıdır.

Kusuru bireyde aramak?

Ancak, kusuru tüketicide arayan bir yaklaşımla, tüketimciliğin ve aşırı tüketimin "kültürel" ya da “kişisel” özelliklerin bir sonucu olmasından ziyade, kapitalizmin doğal bir sonucu olduğunu, yani sistemin doğasında var olduğunu da görmek gerekir.

Diğer taraftan, neo-liberal ideoloji hemen her türden ekonomik ve ekolojik felakette rasyonel davranmayan bireyin kusurlu olduğunu ileri sürer: “Çok borçlanarak bu kadar açılmasaydı intihar etmek zorunda kalmazdı” ya da “işyerinde önlemlerini alsaydı başına bu kaza gelmezdi” gibi.

Keza daha fazla tüketimin insanları daha fazla mutlu ettiği, bu nedenden dolayı da daha fazla üretim yapılması (ya da ithalat yapılması) gerektiği fikri ana akım burjuva iktisadının temelini oluşturur. Bu yüzden de kapitalizmi ortadan kaldırmadan tüketimcilik ve aşırı tüketimle ve bunun yol açtığı ekolojik zararla ve israfla baş edebilmek mümkün değil.

Kapitalist büyümeye radikal eleştiri gerekiyor

Meselenin bir diğer önemli boyutu da ekonomik büyüme kavramının yanıltıcılığı ile ilgili.

Biraz geriye gidersek, geçen yüzyılda “ekonomik gelişme ve kalkınma” ekonomik büyüme olarak algılanıyordu. Büyüme ise milli gelir ya da gayri safi yurtiçi hâsıla (GSYH) ile ölçülüyordu. Büyüme sonsuz ve sürekli yükselen bir eğri biçiminde olmalıydı. Bir ulus ne kadar zengin olursa olsun, siyasetçileri ve iktisatçıları sürekli olarak, yoksulluktan çevre kirliliğine ve işsizliğe kadar tüm sorunların çözümünün daha fazla ekonomik büyümeyle çözülebileceğini iddia ediyorlardı.

Büyüme yanılsaması

Büyümenin cazibesine direnmek kolay değil. Ne de olsa yaşamın güzel ve sağlıklı bir aşaması anlamına geliyor. Bu nedenle, dünyanın her yerinde insanlar çocukların, bahçelerin ve ağaçların büyüdüğünü görmeyi severler. Batı zihninin de bunu ekonomik gelişmenin bir biçimi olarak bu kadar kolay kabul etmesine ve aynı zamanda hem kişisel hem de ulusal olarak “daha fazlası daha iyidir” şeklindeki 20’nci yüzyıl mantrasını benimsemesine şaşırmamak gerekiyor. (3)

Diğer yandan, bu yüzyılda, hala ekonomik büyüme kişi başı GSYH büyümesi ile, o da toplumsal refah artışı ile ilişkilendiriliyor olsa da, özellikle de 2008 küresel finansal krizinin ardından GSYH büyümesi kavramına artık kuşku ile bakılıyor.

Deprem harcamaları ekonomiyi büyütür!

Öncelikle bu kavram, büyümeye esas teşkil eden ekonomik faaliyetlerin gerçek toplumsal değerini ölçmemize yardımcı olacak bir kavram değil. Öyle ki örneğin ekonomiyi büyütmek için Kahramanmaraş depreminde olduğu gibi, çok büyük bir depremin yaşanmasının ardından yıkılan kentlerin yeniden inşa edilmesi için yapılan inşaat faaliyetleri yeterlidir. Nitekim bu yılda ekonomik büyümenin pozitif olarak sürmesine yardımcı olan etkenlerden biri depremle ilgili inşaat harcamalarıdır. Diğer yandan depremin çok acı bir deneyim olarak, toplumun büyük bir kesimini mutsuz ettiği çok açık.

Ayrıca, bu kavramın tek başına bir ekonominin iyi olma halini göstermeye yetmediği düşüncesi giderek daha fazla kabul görüyor. Çünkü ekonomi büyürken kârlar, rantlar, servetler artabiliyor; buna karşılık işçi ücretlerinin milli gelir içindeki payı azalıyor, gelir bölüşümü eşitsizliği ve yoksullaşma artıyor.

İşin aslı, kapitalist büyüme daha fazla emek ve doğa sömürüsü demek. Böyle bir büyüme yeterince ve nitelikli, iyi ücretli ve güvenceli, tam zamanlı istihdam yerine, daha da fakirleştirilmiş bir işçi sınıfı yaratıyor. Bu büyüme sanayileşme ya da kalkınma anlamına da gelmiyor. Nitekim Türkiye ekonomisi (istisnai bir iki yıl dışında) son 22 yıldır hızlı büyüyor ama kalkınamıyor, tersine giderek sanayisizleşiyor ve daha da kötüsü tarımsızlaşıyor.

Termodinamiğin yasaları kapitalist büyümeyi reddeder

İnsanlığın doğaya hükmedebileceği düşüncesi bir yanılsamadır. Çünkü termodinamiğin yasaları hala geçerliliğini koruyor. Öyle ki, büyümeyi merkezine almış bir kapitalist ekonomi, yüzde yüz döngüsel, hizmet odaklı ve sıfır atıklı bir varoluşu hedefleyerek, kendini doğadan tamamen ayırmaya yönelik beyhude girişimlere hapsolmuş bulur. Dolayısıyla, sürekli büyüme gerektiren bir ekonomi fiziksel sınıra ulaşır. Bu da küresel ekolojik çöküşten başka bir şey değildir. (4)

Basit bir gerçeklik olarak, sınırlı bir gezegende, onun bizi ayakta tutma kapasitesini yok etmeden, daha fazla fiziksel kaynak tüketemeyiz. Bu yüzden de sürdürülebilir bir sistemin herkese yetecek kadarını sağlayan bir sistem olması gerekiyor. Herkesin yeterince yiyeceği ve rahatça yaşayabileceği bir yere sahip olmasının maddi temeli zaten hali hazırda mevcut. Bunun engeli ise kapitalist bölüşümdür. Sürdürülebilir ve adil bir bölüşümse, az sayıda insanın büyük miktarlarda servet biriktirmesi için üretimin yapıldığı ve diğer herkese çok az şey kaldığı kapitalist sistemde mümkün değil.

Sonsuz büyümenin ve kârın peşinde koşmak yerine, gelişen bir dünyanın parçası olarak tüm insanlık için sosyalleşmiş refahın peşinde koşmanın ve bu amaca hizmet edecek şekilde tasarlanmış politikalar üretmenin zamanı geldi. Bu da çok farklı bir gelişme, ilerleme anlayışına sahip olmamız gerektiğini bize söylüyor: “Sonsuz büyüme yerine, gezegensel evimizin yaşamı destekleyen sistemlerini korurken, her insanın temel ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan dinamik bir denge yaratmalıyız”. (5)

Sonuç yerine

İnsanlık ve doğa için önemli olan kâr ve servet/sermaye artışı değil, bireysel ve toplumsal ihtiyaçların karşılanmasıdır. Temiz hava ve suya ihtiyacımız olduğu gibi, iyi bir yaşam için güvenli ve bol gıda ve yeterli barınma da şarttır. Ayrıca kamusal nitelikli ve ücretsiz sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, bakım ve toplu ulaştırma hizmetlerinin yaygınlaştırılması da gerekiyor.

Toplumda eşitliği ve sosyal adaleti sağlayabilmenin yolu öncelikle bu tür hizmetlerin topluma adilce ve eşitçe ve ücretsiz sunulmasından ve bunun adil bir vergilendirme ile finanse edilmesinden geçiyor.

Kaldı ki temel maddi ihtiyaçlarımız karşılanmadığında, yükseköğrenim, eğlence, kültür ihtiyacı ve tatil yapmak gibi daha üst düzey ihtiyaçları karşılamak çok daha zorlaşır. Açken, üşürken, yoksulluk içindeyken ya da işsiz kalma veya gelecekte ne olacağını bilememe korkusu içinde yaşarken neşeli ve mutlu olmak çok zordur. Kısaca, temel ihtiyaçların karşılanması mutluluğun ön koşuludur

Kuşkusuz toplumdaki özel istek ya da taleplerin varlığını da inkâr edemeyiz. Ancak ihtiyaçların karşılanması, özel isteklerin hiç yerine getirilmeyeceği anlamına gelmez. Burada hangisinin daha önemli olduğu ya da öncelikli olduğu esastır. Açıktır ki bireysel isteklerin ya da taleplerin karşılanması ihtiyaçların (özellikle de toplumsal olan) karşılanması kadar öncelikli değildir.

Dip notlar:

(1)    TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hâsıla, I. Çeyrek: Ocak-Mart, 2024 (31 Mayıs 2024).

(2)    OECD Economic Outlook May 2024; https://www.bloomberght.com/imf-turkiye-buyume-tahminini-degistirmedi (16 Nisan 2024).

(3)    https://www.theguardian.com/books/article/what-does-progress-look-like-on-a-planet-at-its-limit (13 May 2024).

(4)    https://systemicdisorder.wordpress.com/capitalism-cant-overcome-physics (29 May 2024).

(5)    https://www.theguardian.com/books/article/what-does-progress-look-like-on-a-planet-at-its-limit (13 May 2024).

 

13 Haziran 2024 Perşembe

Küresel İşçi Hakları Endeksi 2024

 

Küresel İşçi Hakları Endeksi 2024 yükselen faşist dalgaya ayna tutuyor

Mustafa Durmuş

13 Haziran 2024


Dün yayımlanan 2024 Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) Küresel Haklar Endeksi, faşizmin ve faşist hareketlerin yükselişe geçerek iktidarlara taşınmaya başladığı Avrupa’daki işçi sınıfının temel, demokratik işyeri haklarının dünyanın diğer bölgelerinden daha hızlı bir şekilde çöktüğünü gösteriyor. Öyle ki 2023 yılında;

• İktidarların yüzde 73'ü grev hakkını ihlal etti,

• İktidarların yüzde 54'ü toplu pazarlık hakkını ihlal etti,

• İktidarların yüzde 41'i işçileri sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkından mahrum bıraktı,

• 16 ülkede sendikaların kayıt altına alınması engellendi,

• 13 ülkede işçilerin adalete erişimi ya kısıtlandı ya da hiç olmadı,

• 6 ülkede ifade ve toplanma özgürlüğü kısıtlandı,

• İşçiler 12 ülkede gözaltına alındılar ve tutuklandılar.

• İşçiler 4 ülkede şiddet içeren saldırılara maruz kaldılar.

Kısaca, işçi haklarına ve sendikal harekete yönelik ortak bir saldırıya tanık olunan şu günlerde “Avrupa Sosyal Modeli” hızla aşınıyor.



İşçi hakları: Hukukun üstünlüğü ve demokrasinin göstergesi

Bu yıl on birinci kez yayımlanan “Küresel İşçi Hakları Endeksi”, işçi haklarının kapsamlı bir hukuksal incelemesi aslında.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri ve içtihatlarından türetilen 97 göstergeden oluşan bir listeye göre 151 ülkeyi sıralayan endeksin bu anlamda bir benzeri yok. Endeks 2023 yılında 149 ülkeyi, başladığı 2014 yılında ise 139 ülkeyi kapsıyordu.

Endeks ülkeleri, işçi haklarına gösterilen saygının derecesine göre; 1'den (en iyi/yüksek) 5+’ya kadar (en kötü) bir ölçekte derecelendiriyor.  Hak ihlalleri her yıl Nisan ayından Mart ayına kadar kaydediliyor.

Başka bir anlatımla, Küresel İşçi Hakları Endeksi, örgütlenme özgürlüğü, toplu pazarlık hakkı, grev hakkı, ifade ve toplanma özgürlüğü gibi sağlıklı bir demokrasiyi simgeleyen işyeri demokrasisinin temel unsurlarını takip ediyor.

1 En iyi 5 En kötü

Bu endeks işçi hakları bağlamında ülkeleri gruplar halinde 1'den 5'e kadar sıralıyor. 1'inci grupta yer alan ülkeler işçi haklarına en fazla saygı duyulan ülkelerken, 5’inci grupta yer alan ülkeler, “işçilerin fiilen [mevzuatta belirtilen] bu haklara erişiminin olmadığı ve bu nedenle otokratik rejimlere ve adil olmayan çalışma uygulamalarına maruz kaldıkları” şeklinde tanımlanan "hak garantisi olmayan ülkeler”, olarak tanımlanıyor.

Bu grupta yer alan ülkeler arasında; Brezilya, Çin, Kolombiya, Ekvator, Hindistan, Filipinler, Güney Kore ve Türkiye bulunuyor. Bu ülkeler raporun haritalarında kırmızı renkte işaretlenmiş.

Ayrıca 5+ notu alan, “hukukun üstünlüğünün ortadan bütünüyle kalkması nedeniyle hakların garantisi yok” olan ülkeler de söz konusu. Afganistan, Myanmar, Suriye ve Yemen bu kategoride yer alan 10 ülke arasında bulunuyor (koyu kırmızı renkte).

En sık ihlal edilen 9 işçi hakkı

Ankete katılan 151 ülkede geçtiğimiz yıl en sık ihlal edilen 9 işçi hakkı 93 alt madde halinde detaylı bir biçimde endeksin/raporun 63’ncü ve 71’nci sayfaları arasında sıralanıyor. Bunlardan bazıları şöyle:

• Grev hakkına yönelik tehditler,

• Toplu pazarlığın erozyona uğraması,

• Emek korumasından dışlanma,

• Adalete erişimde kısıtlamalar,

• Sendika kayıtlarının silinmesi (112 ülkede, sendikaların kaydını engelleyen, kayıtlarını silen veya keyfi olarak fesheden yetkililer tarafından uygulanan uzun ve külfetli prosedürler ve engeller nedeniyle işçiler sendika kurma konusunda önemli yasal engellerle karşılaştılar),

• İfade ve toplanma özgürlüğüne yönelik saldırılar,

• İşçilere ve sendikacılara yönelik keyfi tutuklamalar, gözaltılar ve hapis cezaları,

• İşçilere yönelik şiddet içeren fiziki saldırılar,

• Öncü işçilerin ve sendikacıların öldürülmesi.

Endeks ayrıca hali hazırda devam eden ve dünya işçi sınıfının önümüzdeki yıllarda da karşılaşabileceği küresel tehditleri de şöyle sıralıyor:

• İşçilerin seslerinin susturulması,

• Sendika binalarına polis baskınları yapılması,

• Savaşlar ve çatışmaların işçi haklarını ortadan kaldırması (zira Ukrayna’da ve Filistin’de yaşanan savaşların gösterdiği gibi işçilerin geçim kaynakları ve özgürlükleri kısıtlanıyor).

Türkiye’de işçi hakları uygulanmıyor!

Türkiye Küresel İşçi Hakları Endeksi açısından en kötü durumda olan ilk 10 ülke arasında yer alıyor.

Rapora göre, Türkiye’de özgürlükler bastırılıyor, işçiler sendikalardan ayrılmaya zorlanıyor, sendikacılara ve öncü işçilere yönelik temelsiz kovuşturmalar yürütülüyor ve işçiler ve sendikacılar şiddete uğruyor. Grev hakkını sınırlayan, ücret müzakerelerini baltalayan ve sosyal korumayı kesen uygulamalara başvuruluyor,

Yıllardır Türkiye’deki işçilerinin özgürlükleri ve hakları acımasızca saldırıya uğruyor. Sivil özgürlükler baskı altına alınmış, sendikalar ve üyeleri sistematik olarak, özellikle de uydurma suçlamalarla, kovuşturmaya uğrayarak hedef alınmış durumda.

Patronlar, sendikalaşma girişiminde bulunan işçileri metodik bir şekilde işten çıkararak sendika kırıcılığı yapmaya devam ediyorlar. Diğer yandan, işçiler korku ortamında ve sürekli misilleme tehdidi altında birleşmek ve sendika kurmak için mücadele ediyorlar.


8 Haziran 2024 Cumartesi

Merkez siyaset

 

Kutuplaştırmanın panzehiri merkeze mi yönelmek, yoksa karşı kutbu mu inşa etmektir?

Mustafa Durmuş

8 Haziran 2024


10 seneyi aşkın bir zamandır AKP iktidarları ve Erdoğan ülkeyi kutuplaştırarak yönetiyor. Bu konuda kendileri açısından başarılı sayılabilirseler de, bunun toplumda, ekonomide, siyasette ve ahlakta neden olduğu hasar çok büyük. Öyle ki, örneğin siyasette merkezde bir siyasal partinin oluşmasının zemini bütünüyle ortadan kalktı: “Ya Millet ya da Zillet İttifakı’ndasınız, bunun arası ya da ortası yok!

Bu toksik stratejinin toplumsal zararı anlaşılmaya başlayınca, muhalefet cephesinde merkez partisi olma iddiaları ve çabaları da arttı. Önce İYİ Parti’ye merkez sağı temsil eden bir misyon yüklendi ama genel başkanlarının yaptığı büyük hatalar sonucunda bu parti yerel seçimler sonrasında yüzde 3’lere kadar gerileyince bunun olamayacağı anlaşıldı. Zaten aynı eski genel başkan bir iki gün önce Saray’a sürpriz bir ziyarette bulunarak aslında hangi kutupta yer aldığını ya da yer almak istediğini de ortaya koydu.

Diğer taraftan çöküşün farkında olan ekonomi ve siyasette etkili konumdaki sermaye çevreleri ve müesses nizamın bazı yetkili unsurları merkeze oturtacak yedekte bir parti arayışından vazgeçmiş değiller. Mevcut siyasal partilere ilişkin dizayn edici müdahalelerinin bir kısmı aslında bu yönde gelişiyor.

Kimler, nerede yer alıyor?

Öncelikle, hali hazırda ‘İktidar Bloku’nu oluşturan AKP ve MHP aşırı sağda konuşlanmış durumdalar. Bu partilere son dönemlerde yükselişte olan Zafer Partisi de eklenebilir.

Diğer yandan Gelecek, Saadet, DEVA, Yeniden Refah Partisi gibi, sağda ve büyük bir kısmı Milli Görüş geleneğinden gelen, ancak seçmen tabanları sınırlı olan siyasal partiler de merkeze aday olabilecek konumda değiller.

Halkların Demokrasi ve Özgürlük Partisi (DEM), Türkiyelileşme söylemine hala sadık gibi görünse de, hem mevcut siyasal konjonktür hem de son kayyım atamalarından da görüldüğü üzere, siyasal iktidarın üzerlerinden bir türlü eksik etmediği baskılar yüzünden, giderek kendi kabuğuna çekilen ve bir kimlik partisine dönüşme belirtileri gösteren bir konumda olduğundan merkezde yer alabilecek durumda değil.

TİP, TKP, Sol Parti ve EMEP gibi kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partiler zaten kendilerini kategorik olarak merkezde değil, solda gören partiler ve ayrıca toplam oyları yüzde 1’i ancak bulabildiği için merkezcilik tartışmasının dışındalar.

CHP merkez partisi olur mu?

Geriye bir tek CHP kalıyor. CHP’nin merkezin sağından da solundan da aldığı oylarla kendini büyüterek, uzunca bir zaman sonrasında ilk kez birinci parti haline gelmesi onu bu konuma en yakın aday gibi gösteriyor.

Ancak, CHP de kendisini müesses nizamın bir parçası olarak görüyor olsa gerek ki (aslında kategorik olarak öyle olduğu söylenebilir), açıkça olmasa da ekonomik krizden çıkılabilmesi için iktidar bloku ile işbirliği yapmaya hazır olduğunun işaretlerini veriyor. Bunu da son dönemdeki “normalleşme” söylemleri ve Erdoğan ile yaptığı yüz yüze görüşmeler çerçevesinde açıklıyor.

Batılı burjuva demokrasilerinde merkez partiler demokratik siyasete ağırlığını koyan ve bu şekilde burjuva düzeninin sorunsuz işlemesini sağlamaya katkıda bulunan partilerdir. Yani gerektiğinde bir restorasyon projesinin parçası olabilirler.

Diğer yandan, “merkez” ve “aşırı uç” gibi kavramların bizim gibi Güney’in azgelişmiş ülkelerinde farklı anlamları olabileceğini unutmamak gerekir.

İktisadi anlamda “aşırı uçta” olmak?

Bu noktada yanıtlanması gereken önemli bir soru, “aşırı uçta veya merkezde olmanın” özellikle de ekonomi politikaları ve stratejileri açısından ne anlama geldiğidir.

Bu bağlamda, özellikle “aşırı ucu”, daha doğrusu   “aşırı sağı” tanımlayalım. Çünkü bugün “aşırı sol” gibi bir olgudan söz edebilmek çok zor.

Aşırılık örnekleri

Öncelikle, aşırı sağcılık, kapitalizmin neo-liberal versiyonunu veri kabul ederek piyasaların;  ekonominin yatırım, tasarruf, gelir bölüşümü, kalkınma ve büyüme dâhil tüm sorunlarının çözümünü sağlayacağına inanmaktır. Bu bağlamda, piyasaların taleplerine uymayanların, piyasalara ters düşenlerin, kamucu tarafta yer alanların ötekileştirilmesi aşırı sağ bir yaklaşımdır.

Başta eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, toplu ulaştırma ve yaşlı, engelli ve çocuk bakımı gibi, hem etkin bir şekilde kamu tarafından yerine getirebilecek hizmetlerin özelleştirilerek özel şirketlerce, piyasalarca fiyatlama yoluyla sunulmasını ya da kamunun bu işleri üzerine almamasını savunmak aşırı sağcı bir bakıştır.

Sermayenin, servet zenginlerinin (örneğin yatırım yaptıkları gerekçesiyle) vergilendirilmemesini ya da emekçilere nazaran daha düşük oranlarda vergilendirilmesini savunmak aşırı sağcılıktır.

Gelir, fırsat, olanak eşitsizliklerine ve hatta fiziksel eşitsizliklerin varlığına rağmen (örneğin engelliler), toplumdaki herkesin, “piyasalar karşısında durumu ya da kişisel durumu ne olursa olsun” çalışmakla yükümlü olduğunu savunmak aşırı sağcılıktır.

Tekellerin siyasal güçlerini de kullanarak hiçbir denetlemeye tabi tutulmaksızın faaliyetlerine izin verilmesi, yüksek kârlı devlet ihalelerinin iktidar üzerinde ağırlığı olan sermaye gruplarına ya da çevrelerine peşkeş çekilmesi de aşırılıktır.

Merkezci tutum?

Diğer taraftan, birey ve toplum arasındaki ilişkinin herkes için farklılık gösterebileceğinin ve yaşanan bölgedeki toplumsal dinamiklere göre farklılaşabileceğinin bilinciyle, siyasetin merkezinde yer alan bir parti açısından; bireyin statüsü toplumun statüsünden üstün olmadığı gibi, toplumun çıkarları da her zaman bireyin çıkarlarından üstün tutulamaz. Bunun yerine, bu ikisinin bir arada çözümlendiğine inanılır.

Ancak, gerçek bir merkezci tutum, toplumun kapasitesi ve kaynakları, talepleri karşılamak için kullanılmadan önce, herkesin (en başta da en çok ihtiyaç sahiplerinin) ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamanın devletin görevi olduğu görüşünü benimser. Çünkü böyle bir merkezci yaklaşım, herkesin topluma etkin olarak katılma şansına sahip olması gerektiğine inanır.

Merkezciler ayrıca tanım gereği, kendilerini sürekliliğin bir parçası olarak görürler. Diğer bir deyişle, mevcut anı tek endişe noktası olarak gören piyasa yanlısı aşırı uçların aksine, şimdiki zaman onların tek odak noktası değildir. Örneğin, piyasaların ve sermayenin ihtiyaçlarına öncelik verenlerin aksine, iklim değişikliğinin sonuçlarına kayıtsız kalamazlar.

CHP’nin konumu?

Şimdi bu perspektiften hem İktidar Blokunu hem de Ana Muhalefet Partisi CHP’yi değerlendirelim.

İktidar Blokunun aşırı sağda yer aldığı çok net. Ancak CHP’nin de az önce tanımlanan merkeziyetçi bir davranışının olup olmadığı tartışılır (kısmen böyle bir fikriyatı olsa da).

Çünkü her ikisi de, özünde serbest piyasa yanlısıdır ve kamu ekonomisini küçültmeye, kamunun sorunları çözme gücünü zayıflatmaya, küçümsemeye ve yok saymaya çalışıyor (CHP’nin kamu yönetiminde liyakatli olma dışında örneğin yeniden kamulaştırma gibi somut bir önerisi de yok).

Her ikisi de karşı karşıya olduğumuz sorunları asıl olarak özel sektörün ve ülkeye gelecek olan yabancı sermayenin çözebileceğine inanıyor. Bunun için de her türden teşvikin sermaye kesimine verilmesi gerektiğini savunuyor, sermaye kesiminin yeterince vergilendirilmemesinden rahatsız olmuyor (örnek olarak her ikisi de servet vergisine karşı).

Her iki partinin liderleri de ülkedeki etnik farklılıklar ve farklı inanç gruplarının var olduğu gerçeğine rağmen, bu konuda eşitlikçi ve özgürlükçü bir tutum geliştirmiyor, hatta özellikle de milliyetçiliğin yükseldiği dönemlerde ülkedeki farklı kimliklerin var olduğu gerçeğini inkâr eden bir tutum takınabiliyor (Kürt illerindeki kayyım atamalarına karşı CHP’nin doğru tutumu bu anlayışın yumuşamış olduğunu gösterse de, bunun konjonktürel olup olmadığını zaman gösterecektir).

Sadece temsil siyasetine ve seçimlere odaklanmış olmaları, sistem değişikliğine değil, asıl olarak bireysel değişikliklere önem verdiklerini gösteriyor.

Her ikisi de gerçek toplumsal ihtiyaçları görmezden geliyor ve bunun yerine partilerinde yapılan siyasetin sınıfsal karakteri gereği, bu durum bazı kesimlerin (örneğin müteahhitler gibi) isteklerini tatmin etmeyi öncelemelerine neden oluyor.

Özetle, İktidar Bloku partilerinin merkezci olamayacakları açıktır. Diğer yandan muhalefet partilerinin de gerçek anlamda  “merkezci” olarak tanımlanabilmeleri son derece tartışmalıdır. Çünkü eğer demokratik çözümleri reddederseniz, toplumun önemini görmezden gelirseniz, sadece güçlü olanla ve iktidar olmakla ilgiliyseniz, toplumsal muhalefeti önemsiz görürseniz, gerçek ihtiyaç sahiplerine karşı kayıtsızsanız, geleceği umursamıyorsanız, savaşlar, militarizm, ırkçılık, kadın cinayetleri, ekolojik yıkım ve eşitsizlikler sizi endişelendirmiyorsa, bazılarına kasıtlı olarak değersizlermiş gibi davranıyorsanız, o zaman siz bırakın merkezde filan yer almayı siz aslında bir aşırısınız, aşırı sağcısınız, demektir.

Sonuç olarak

Eğer, “Emek, Demokrasi ve Barış Güçleri” önümüzdeki ekonomik ve politik sürece aktif ve örgütlü bir biçimde müdahale etmezse, dört yıl sonra gerçekleşmesi beklenen genel seçimlerde halklarımız kabaca iki tehlikeli çizgi arasında kalacaktır: Aşırı sağcı, siyasal İslamcı aşırılık ve ulusalcı - sol aşırıcılık.

Sosyalist solun etkili olmadığı bir dönemde, iktidar da ya da muhalefetteki siyasete hâkim olan dogmatistler için her sorunun tek bir cevabı var: Piyasa fetişizmi. Bugün iktidardakiler bunun en vahşi, en tehlikeli, en faşizan biçimini temsil ediyorlar. Yeniden kamulaştırmaları, servet vergisini, yerinden doğrudan demokrasiyi ağızlarına alamayan muhalefet ise bunun ancak ulusalcı sol versiyonunu temsil edebilir.

Diğer yandan, liderlik değişimi ile birlikte toplum CHP’ye yeni bir misyon yüklemiştir: Israrla merkezde bir yerde konuşlanmak arzusuyla daha fazla sağcılaşmadan uzaklaşmak.

Kaldı ki küresel çapta kutuplaşmanın geçerli olduğu bir dönemde, sanılanın aksine, merkezci olmak hem zordur hem de gereksizdir. Nitekim “normalleşme” ve “yumuşama” söylemleri sürerken iktidarın başta Kürtler olmak üzere toplumsal muhalefet üzerindeki baskısını artırması, anayasayı, yasaları tanımaz tavrının sürmesi bunun ispatıdır.

“Toplum provokasyona gelerek, faşizmle kavga etme işini üstlenmemelidir. Halk kenara çekilmeli ve mütevazı bir biçimde ve sessizce yapılacak olan genel seçimleri beklemelidir” biçimindeki faşizmin reformist yorumuna aldanarak geçtiğimiz yüzyılda sosyal demokratların yaptığı hataların yapılmasından kaçınılmalıdır.

Kısaca bu ülkede merkezcilik artık tutmaz, ısrarla merkezde konuşlanma çabası da bir süre sonra aşırı sağın ve faşizmin daha da güçlenmesine yol açar. İhtiyacımız bu kötü gidişatı önleyecek ve en geniş demokrasi cephesini inşa etmektir.

Aşırı sağcı faşist kutba karşı insanın, halkların, toplumun, emeğin, özgürlüklerin, barış ve demokrasinin ve doğanın çıkarlarını savunan antifaşist kutbu oluşturmak ve artık kaçınılmaz hale gelen erken seçim talebini toplumsallaştırmak ve siyasallaştırmak gerekiyor.

Önümüzdeki tehlike faşizm tehlikesidir ve faşizme karşı mücadele yeni fikirler, vizyon ve bunları eyleme dönüştürme becerisi olmadan gerçekleşemez. Faşizme karşı mücadele sadece işçileri ve onun sınıfsal müttefiklerini değil, tüm ezilen ve sömürülen halk kesimlerini de birleştiren bir mücadele olmalıdır. Bu kesimler, insan hakları savunucularından kadın hareketine, çevrecilerden ezilen kimlikler, gruplar ve inançların hareketine kadar geniş bir yelpazede yer alır.

Kitlelere ulaşmanın en geniş geniş kitle tabanını oluşturmanın alternatif yolları bulunmalı, eğer hali hazırda böyle bir yol yoksa yeni bir yol açılmalıdır. 17’nci yüzyılda Francis Bacon’ın bir öyküsünde geçen bir atasözünde de söylendiği gibi, “eğer dağ Muhammed’e gelmiyorsa Muhammed’in ona gitmekten başka çaresi yoktur.”


1 Haziran 2024 Cumartesi

Carry trade

 

Biz bu filmi daha önce görmemiş miydik?

Mustafa Durmuş

1 Haziran 2024


Yerel seçimlerin ardından, sadece döviz kuru (adeta) sabitlenmekle kalmadı, aynı zamanda özellikle de son haftalarda, Merkez Bankası’nın net dış varlıkları giderek artmaya başladı. Bunun sonucunda, yerel seçim öncesinde eksi 70 milyar dolar civarına kadar düşmüş olan net dış varlıklar 29 Mayıs tarihi itibarıyla pozitife döndü.

Yabancı geliyor, yerli zenginler TL’ye dönüyor

Kısaca, Mehmet Şimşek’in bir süredir uygulamakta olduğu para politikası ve finansal sıkılaştırma önlemleri meyvesini vermeye başladı. Türkiye’deki finans piyasalarına (DİBS, borsa, fon, mevduat gibi), özellikle de kısa vadeli olmak üzere, yabancı kaynak akmaya başladı. Bu arada ülkede yerleşik para sahipleri de dövizden çıkıp TL’ye yönelmeye başladılar.  

Örneğin, Borsa İstanbul verilerine göre hissede yabancı payı 26 Mayıs 2023 itibariyle yüzde 27,6 iken, 27 Mayıs 2024 itibariyle bu oran yüzde 39,4’e çıktı. 26 Mayıs 2023 haftasında yabancının toplam tahvil stokundaki payı yüzde 0,64 iken 17 Mayıs itibariyle yüzde 5,63’e yükseldi. Özellikle son iki haftadır çok daha güçlü girişler yaşanıyor. Ayrıca Mayıs 2023 seçimleri döneminde Türkiye’nin 5 yıllık iflas risk primi (CDS) ilk tur sonrasında (21 Mayıs itibariyle) 702 baz puana kadar yükselmişti. 27 Mayıs 2024 itibariyle bu rakam 263.25 baz puana kadar düştü. (1)

Net rezervler 50 milyar dolar, “carry trade” 13,6 milyar dolar oldu

Kısaca, bu gelişmeler sonrasında 1 Nisan’dan 16 Mayıs’ta kadar Merkez Bankası’nın swap ve Hazine mevduatı hariç net rezervi 50 milyar dolar arttı. 10 Mayıs’a kadar ise “carry trade” kanalından giriş 13,6 milyar dolar oldu. (2) Carry trade girişlerinin bu yılın ilk yarısı itibarıyla (Ocak-Haziran)  16 milyar doları bulması öngörülüyor. (3)


“Yüksek faiz, yüksek getiri, sabit kur, düşük enflasyon” sözü

Bu gelişmenin ardındaki temel nedenlerin sırasıyla; Merkez Bankası politika faizinin özellikle de yüksek getiri peşinde olan yabancılar açısından son derece cazip bir hale gelmesi olduğu, söylenebilir. Öyle ki bu getiri ABD doları cinsinden yıllık yüzde 7,5’i buluyor. Bu da ülkeyi dünyada dövizli borçlanmaya en yüksek getiriyi sağlayan ikinci ülke konumuna getiriyor. (4)

Bir diğer önemli etken de, TL cinsinden mevduat faizinin (yüzde 60’ın üzerinde), buna karşılık mevduatın vadesi boyunca beklenen enflasyonun (yüzde 38) oldukça üzerinde seyrediyor olması. Bu durum pozitif faizin süreceğine işaret ediyor.

Bu arada Merkez Bankası şu ana kadar yaptığı 50 milyar doları bulan döviz alımı ile dövizi neredeyse sabit tutmayı başardı (1 $ = 32,2 TL). Döviz mevduatının faiz getirisi ise hala çok düşük. Bu durum da TL’ye yönelimin artarak TL’nin değerlenmesiyle sonuçlanıyor ve ülkedeki döviz mevduatı sahiplerinin giderek artan bir biçimde dövizden çıkıp TL mevduata dönmesine neden oluyor.

“Dövizle borç al, yüksek faizli TL’ye yatır” dönemi

Böylece, büyük para sahipleri ve şirketler giderek dövizle borçlanıp TL cinsinden yatırım yapıyorlar. Öyle ki şirketlerin döviz kredileri sadece geçen hafta 4,7 milyar dolar ve yılbaşından bu yana 20 milyar doları aştı. (5) Yani kur bir tür sabit tutularak yüksek faiz koşullarında dövizle borçlanma cazip hale getiriliyor ancak finansal olmayan özel sektör bilanço kur riskini de yüklenmek durumunda kalıyor. Yani dövizle hammadde/girdi alıp TL cinsinden satış yapanların karşılaştığı türden bir kur riski reel sektörü bekliyor.

Sürekli alım yapılarak sabit tutulan döviz kuru, değerlenen TL, artan reel faiz ve düşecek olan enflasyon, işler böyle gittiğinde, “carry trade’nin en az bu yılsonuna kadar artarak devam edeceğini gösteriyor.

Diğer yandan, bu durum “dışlama etkisi” ve “dış ticaret etkisi” ne neden olacağı gibi, ülkede yoksuldan zengine doğru yeni bir servet transferinin de yolunu açtığından (tıpkı KKM gibi), “gelir ve servet dağılımının daha da adaletsiz” bir hal gelmesiyle sonuçlanacaktır.

Dışlama etkisi/ Dış ticaret açığı

Öncelikle, mevduat/kredi faiz oranlarındaki artışlar, özel sektörün reel yatırımlarını daha da maliyetli bir hale getirerek dışlanmasına, bu da başta istihdam ve gelir olmak üzere önemli kayıplara ve emekçilerin zarar görmesine neden olacaktır. Keza değerlenen TL, ithalatı göreli olarak ucuzlatıp daha da özendirirken, ihracatın zora girmesine, bu da dış ticaret açığının artmasına neden olacaktır.

Taşıma para ticareti (carry trade) ve finansal kriz riski

Ancak bu kontrolsüz sıcak para girişleri, asıl olarak, ülkenin kırılgan yabancı kaynağa bağımlı ekonomisini daha da kırılgan bir hale getirerek ülkeyi yeni finansal krizlere gebe bırakıyor. Bu bağlamda, carry trade’nin bir ülkenin ekonomisine nasıl zarar verdiğine ilişkin en çarpıcı örneklerin başında İzlanda geliyor. Öyle ki ülke ekonomisi geçmişte nerdeyse batmanın eşiğine gelmişti.

İzlanda Krizi

İzlanda 2006-2007 yıllarında büyük ölçüde 'carry trade' lerle beslenen bir sıcak para krizi yaşadı. Çünkü 2005-2006 döneminde ABD ve Japonya'daki düşük faiz oranları, dünyadaki bir kısım kısa vadeli sıcak paranın İzlanda'nın yüksek getirili devlet tahvillerine yönelmesine neden oldu.

Kriz mekanizması şöyle işledi: Spekülatörler ABD ve Japonya'da çok düşük faiz oranlarından dolar ve yen borçlanıp bu fonları İzlanda'ya yatırdılar. Bunun sonucunda İzlanda ekonomisi hızla büyüdü ama aşırı ısınmaya başladı. Bu durum (nihayetinde) gelen sıcak paranın ülkeden hızlıca kaçarak, ülke parası kronun hızla değer kaybetmesiyle ve ardından da ülkede faiz oranlarının hızla yükselmesiyle sonuçlandı. Öyle ki, Kasım 2007'den Mayıs 2008'e kadar, euro ve diğer para birimlerine kıyasla değer kaybetmekte olan dolar karşısında kron yüzde 27 oranında değer kaybetti.

Aşağıdaki grafik sıcak para çıkışını ve bunun yurtiçi faiz oranları üzerindeki etkilerini gösteriyor. Böylece sıcak paranın ani çıkışıyla yurtiçi faiz oranları i0'dan i1'e keskin bir şekilde yükseliyor. Bu durum 1995'in sonlarındaki çıkışın ardından Meksika'da ve 1997-1998'de Güneydoğu Asya'da ve 2000-2001 krizinde Türkiye’de yaşandı.


Özetle, sıcak para çıkışlarının ardından yurtiçi faiz oranlarındaki keskin yükseliş, borçlanma maliyetlerini yükseltip fiilen yatırım yapmayı zora sokunca, ülke bu kez ekonomik durgunluğa giriyor. Ayrıca, yatırımcılar spekülatif yatırımlarını elden çıkarma yarışında yerli varlıkları “terk ettikçe” yerli para çöküyor. Para birimi giderek zayıfladıkça ithalat çok daha pahalı hale geliyor, bu da enflasyonda (özellikle gıda ve enerji fiyatlarında) artışa yol açıyor ve çöküş tırmanmaya devam ettikçe ekonomiye ve siyasete olan güveni zayıflatıyor.

Ya açığa satarlarsa?

Dahası, yerli ve küresel yatırımcılar yerli para biriminin gelecekte daha da düşeceğini beklerlerse, arbitraj fırsatından yararlanmak için yerli para birimini “açığa” satarlar.

Bir finansal varlığı “açığa satmak”, varlığın gelecekte fiyatının düşme olasılığının çok yüksek olduğu bilgisinin sunduğu arbitraj fırsatından yararlanmaktır. Çok basit olarak, 1 birim yerli para bugün 10 birim “yabancı” para biriminden işlem görüyorsa, ancak 30 gün sonra günde sadece 6 birim “yabancı” para biriminden işlem görmesi bekleniyorsa, yatırımcılar bugün para birimini “açığa” satacaktır. Bugün 1 birim yerli para birimi ile 10 birim “yabancı” para birimi satın alacaklar ve 30’uncu günde 6 ya1 oranında yerli para birimine “geri dönecekler” ve böylece yüzde 67 kâr elde edeceklerdir Ancak giderek daha fazla yatırımcı “bugün” yerli para satmaya başladıkça, bu durum yerli para birimindeki düşüşü şiddetlendirecek ve böylece devalüasyonu hızlandıracaktır. (6)

Ulusal para biriminin değerinin daha da düşmemesi için (hem spekülatif sıcak para/sermaye girişlerine hem de çıkışlarına ket vurabilmek amacıyla) uygulanabilecek bir önlem olan Tobin Vergisi (ya da diğer sermaye kontrolleri) neo-liberalizm altında uygulanamadığından devalüasyonlar kaçınılmaz hale gelecektir.

“Çıkan para mağarasına geri döner”

Yüksek faiz oranları ve uzun vadeli makroekonomik görünüme ek olarak, küresel sermaye akışlarının bir başka belirleyicisi daha vardır. Büyük ve ciddi küresel kriz dönemlerinde sermaye genellikle güvenli liman ülkelerine park edilir. Bu ülkeler istikrarlı hükümetler ve nispeten sağlam mali ve parasal politikalarla karakterize edilen ekonomilerdir. Bunlar aynı zamanda küresel çalkantılardan nispeten bağışık olan ve diğer ülkelerin çoğunu sarsabilecek dışsal şoklara karşı dirençli ülkelerdir.

Büyük makroekonomik/politik çalkantıların yaşandığı dönemlerde, yatırımcıların (uluslar, bireyler, kurumlar) anaparanın korunmasını belirsiz getirilere tercih ettiği zamanlar olur. İşte böyle zamanlarda “mağara” teorisi devreye girer. (7)

Bu teorinin doğruluğu defalarca kanıtlanmıştır. Geçmişte Afrika'da haydut bir rejimin iktidarı ele geçirmesi, İzlanda'da bir volkanın patlaması, Yunanistan’ın temerrüde düşme tehdidinde bulunması ya da Ukrayna-Rusya savaşı ile temel gıda ve petrol arzının kesintiye uğraması, Türkiye’nin Irak ve Suriye’de yürüttüğü askeri operasyonların etkileri, İsrail’in Filistin topraklarını işgalini sürdürmesi ve bu sürece İran’ın da dâhil edilmesi gibi jeopolitik gelişmelerde sermaye ABD’ye ve bir ölçüde de diğer güvenli liman ülkesi olan İsviçre gibi ülkelere akın edebilir.

2000-2001 Krizi

Türkiye’de ve diğer azgelişmiş ülkelerde spekülatif sıcak paranın neden olabileceği likidite krizi başta olmak üzere finansal krizi anlamak önümüzdeki tehlikeleri görebilmek için son derece önemlidir. Zira 2001 krizi öncesinde IMF’nin desteğini de arkasına alan Türkiye’ye sıcak para girişleri çoğalmış, Türkiye’nin orta vadeli risk algısında iyileşmeler görülmüştü.

Ancak programın temel hedefi olan enflasyondaki düşüş beklendiği kadar hızlı olmadı. İthalatın hızla artması sonucunda dış açık kaygı verici boyutlarda büyüdü. Bu gelişmeler aktiflerinin önemli bir bölümü Hazine kâğıtlarından oluşan bankaların likidite talebini arttırınca Kasım 2000 sonunda likidite sıkışıklığı had safhaya ulaştı. “Likidite krizi” olarak da adlandırılan bu durum sonunda, Ekim'de yüzde 39 olan gecelik faizin Kasım ayında yüzde 95'e, Aralık ayında ise yüzde 183'e kadar çıkmasıyla sonuçlandı.

21 Şubat 2001 tarihli MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer'in Başbakan Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması olayından sonra Ecevit’in “devlet yönetiminde kriz var” açıklamasıyla birlikte mali piyasalarda panik başladı. Sonuçta bir gün önce 670 bin TL olan 1 doların değeri 1 milyon TL'yi aştı. Yabancı yatırımcının borsadan panikle kaçışı ve yabancı bankaların vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlamasıyla 21 Şubat'ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz yüzde 6200’e kadar çıktı.

Sonuç olarak

İşte bu yüzden, ülkedeki hâkim sınıflar ve devleti yöneten İktidar Bloku sıcak para girişine dayalı bir ekonomik modelini uygulayıp bunun faturasını halka ödettirirken, halkın muhalefetini önleyecek her türden tedbiri alıyor.

Diğer yandan da “normalleşme” adı altında iktidarda bir politik krizin çıkmasını önlemeye ve ana muhalefet partisini de bu işe entegre etmeye çalışıyor. Çünkü hızlı sermaye çıkışlarının ülke ekonomisini (dolayısıyla da siyasal iktidarı) nasıl vurabileceğini en iyi onlar biliyorlar.

Kuşkusuz, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler de ülkede yeni bir kriz çıksın istemezler. Ancak normal zamanlarda elde edilen yüksek kârların patronların cebinde kalırken, sözde “tasarruf” adı altında uygulanan kemer sıkma dönemlerinde zararın emekçilere nasıl ödettirildiğinin de farkında olmaları gerekir.

Muhalefetin yanıtlaması gereken soru tam da şudur: “22 yıldır bu ülkeyi tek başına yönetip de, ülke ekonomisini 2001 krizinden daha derin bir kriz durumu ile karşı karşıya getirenlere karşı daha köklü, daha sonuç alıcı politikalar uygulamak gerekmiyor mu?”

Dip notlar:

(1)    https://www.ekonomim.com/ekonomi/secim-sonrasi-1-yilda-hisse-ve-tahvile-114-milyar-geldi-haberi (28 Mayıs 2024).

(2)    https://www.ekonomim.com/ekonomi/secimden-sonra-136-milyar-dolar-carry-trade-girisi-haberi (21 Mayıs 2024).

(3)    Selva Baziki @SelvaBaziki @TheTerminal (28 Mayıs 2024).

(4)    Agt.

(5)    https://x.com/BloombergHT/status (30 Mayıs 2024).

(6)    Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s. 42-44.

(7)    Agk.